İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ATATÜRK, BİR SİYASİ PARTİNİN TESCİLLİ MARKASI DEĞİL AZİZ MİLLETİMİZİN ORTAK DEĞERİDİR

HAYATİ TEK –

Tek Adam (Ş. Süreyya Aydemir), Atatürk (Y. Kadri Karaosmanoğlu), Çankaya (F. Rıfkı Atay), Güneşi Özledik (R. Eşref Ünaydın), Gazi Paşa (Attila İlhan), Hangi Atatürk (Attila İlhan), Ama Hangi Atatürk (Taha Akyol), Atatürk ve Demokratik Türkiye (Halil İnalcık), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (İlber Ortaylı)…

Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu (Lord Kinross), Bozkurt (H. C. Armstrong), Atatürk (Klaus Kreiser), Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu (Andrew Mango)…

Atatürk hakkında bugüne kadar yüzlerce kitap, binlerce makale yayınlandı. Birkaçının ismini vermekle yetindiğimiz temel eserler ve Büyük Nutuk okunmadan Atatürk hakkında kalem oynatmak hariçten gazel okumaktan öteye geçmeyecektir. Bırakın Atatürk gibi büyük bir lideri, herhangi bir konu hakkında fikir yürütebilmek için önce fikir sahibi olmak gerekir.

Ne yazık ki son dönemde Atatürk’ü konu edinen kitap ve makalelerin çoğunda slogandan ibaret ifadelerin ötesine geçilemiyor olması, meseleyi siyasi hesaplaşmalardan galip çıkmak yahut alkış devşirmek amacıyla kullanma alışkanlığını henüz terk etmediğimizi gösteriyor.

Ne söylediğinizden çok nasıl söylediğinizin ön plana çıktığı, fikirleriniz değil tarafgir ifadeleriniz kadar önemli kabul edildiğiniz günümüzde, kurmay kafalardan çok makineli tüfek hızıyla söz söyleyebilen pratik zekâya sahip silahşorlar revaç buluyor.

Mertçe ve medenice tartışmak yerine sahte veya gerçek sosyal medya hesapları üzerinden karşı cepheye güdümlü mesaj yağdırmak, pusu kurmak, çamur atmak ve karşılıklı hırlaşmak popüler olmaya fazlasıyla yetiyor. Popüler kişilerin doğruyu yazıp söyledikleri varsayılınca da asıl gerçekler kimsenin umurunda olmuyor.

Birini alkışlamak yahut suçlamak dışında kurulan cümlelerin pek hesaba alınmadığı, kafa yorarak doğruya ulaşmak yerine gerdan kırarak medya mecralarında arz-ı endam etmenin geçer akçe olduğu bir toplum yapısında bîtaraf olanın bertaraf olacağı açıktır.

Fakat biz yine de umutluyuz. Su, yolunu bulur. Doğru fikir eninde sonunda ellerindeki kelepçeleri, ayaklarındaki prangaları parçalayıp aziz milletimizin akıl ve ruh ikliminde hak ettiği yerini mutlaka alır. Doğru fikir, duruş ve ideal er ya da geç kazanır.

Atatürk’ün uçmağa vardığı 10 Kasım 1938’in seksen ikinci yıldönümü olan bu hüzünlü günde bertaraf olmayı göze alarak bîtaraf kalmaya gayret edeceğiz. Atatürk’e dair değerlendirmeler kapsamında ihmal edildiğini düşündüğümüz bazı noktalara dikkatleri çekmeye çalışacağız.

***

19 Mayıs 1919’dan 10 Kasım 1938’e kadar geçen on dokuz senede Türkiye’de olup bitenler hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bizim özetimiz şöyle:

1911’de Trablusgarp ile başlayıp 1912 Balkan faciası ve 1914 Birinci Dünya Savaşı’yla devam eden felaket yıllarının açtığı yaraları Milli Mücadele ile sarmaya çalışan aziz milletimizin o dönemdeki öncelikli hedefi bağımsızlığını korumak, kurduğu yeni devletini istikrarlı bir kurumsal altyapıya kavuşturmak ve hızlı bir şekilde kalkındırmaktı. 1921 ve 1924 Anayasaları bu öncelikler göz önünde bulundurularak şekillendirildi. Cumhuriyet formunda yenilediğimiz devletimizin, “yönetimde istikrarı” temin etmeden “temsilde adaleti” sağlaması zaten mümkün olamazdı.

Rahat koltuklarımıza oturup yüz yıl öncesinde olup bitenler hakkında ahkâm kesmekten, “1923-38 döneminde niçin temsilde adalet ve demokrasi yoktu?” diye hesap sormaktan, dönemin liderini despotlukla suçlamaktan çok daha sağduyulu yaklaşımlara ihtiyacımız var bugün.

Bir şeyin iyiliği ya da kötülüğünden söz edebilmek için o şeyin her şeyden önce var olması gerekir.

1815 Viyana Kongresi’nde adı konulan “Şark Meselesi” uyarınca dönemin güçlü devletleri tarafından adım adım geriletilen, eli kolu bağlanan, ayaklarına prangalar vurulan, “cihan devleti” vasfını büyük ölçüde kaybetmiş olan Osmanlı’nın bakiyesinden yeni bir devlet çıkaran kadronun ilk icraatı, hayatta kalmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktı.

Elbette bunun hiç istenmeyen acı sonuçları da oldu. Kemiğe kadar inen derin yaralar açıldı toplum yapımızda. Bilhassa hassas dönemlerde sızlayan o yaralarımızı hâlâ tedavi edebilmiş değiliz.

Ancak varız işte, buradayız. Yaralarımız olsa da yaşıyoruz. Atamadılar bizi bin yıllık yurdumuzdan. Sonsuza kadar da atamayacaklar. Yüz yıl öncesinden çok daha güçlü bir şekilde var olmaya devam edeceğiz bu topraklarda.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’ten 1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen çeyrek asırda Misak-ı Millimizin önemli parçalarından biri olan Hatay’ımızı vatan topraklarımıza dâhil etmek başta olmak üzere pek çok alanda büyük başarılar elde ettik.

Başarılarımızın arkasında asil bir evladının liderliği etrafında sıkı sıkıya kenetlenen aziz milletimizin bilhassa zor günlerde imdada yetişen sarsılmaz millî şuuru ve yirmi üç asırlık devlet tecrübesi vardı.

Bu güçlü şuuru muharrik enerji, kadim devlet geleneğimizi ise sağlam bir manivela olarak kullanan Atatürk, milletimize mal olmuş yüksek değerleri temsil eden “kurucu lider” vasfıyla birçok riskleri göze alarak bir adım öne çıktı. Son birkaç asırda örneğini çok az gördüğümüz cesurane adımları birbiri peşi sıra atmaktan çekinmedi. Bir yıldız gibi parladığı Çanakkale’de göğsüne taktığı “Anafartalar Kahramanı” rozetiyle girdiği her savaştan biraz daha parıldayarak çıktı. Sakarya’da “Gazilik” şerefini ekledi taşıdığı unvanlar listesine. Milletimizin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilen Milli Mücadelemizi, “Meclis Başkanı ve Başkomutan” sıfatıyla başarıya ulaştırarak dünyanın saygısını kazandı. 10 Kasım 1938 günü, aziz ve asil Türk milletinin sinesinden göklere kanatlandı.

Dualar günahlara kefaret oluyorsa eğer, O’nun her fanide bulunabilecek zaafları dolayısıyla işlediği hataların binlerce hatta milyonlarca kez affolunduğu kanaatindeyiz. Zaman zaman dile getirilen “kul hakkı” ve “adaletsiz uygulamalar” konularındaki hüküm ise, doksan dokuz isminin rahmet ve kudretiyle Cenabı Allah’a aittir. Nasıl olsa o dehşetli hesap günü gelip çattığında hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın her birimiz ayrı ayrı sigaya çekiliyor olacağız aynı konulardan. Bunun farkında olduğumuzu varsayarak asıl konumuza geçmek istiyoruz.

***

Aziz Türk milletinin asil bir evladı olan Atatürk, hem çok şanslıydı hem de çok şanssız.

Şansı, yirmi dört asırlık Türk devlet geleneğinin son merhalesini temsil eden “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri” sıfatıyla şanlı tarihimizdeki yerini alması; “Yaratılışımdaki tek fevkalâdelik Türk olarak dünyaya gelmemdir. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.” diyerek mensubu olmakla iftihar ettiği aziz milletimizin kahhar ekseriyeti tarafından sevilip sayılmasıdır. Metehan, Attila, Bumin Kağan, İlteriş Kağan, Bilge Kül Kadir Han, Selçuk Bey, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Osman Bey gibi seçilmişlerin arasına katılıp “kurucu lider” sıfatını taşımak şerefi kaç faniye nasip olur?

Şanssızlığına gelince…

Necip Fazıl Kısakürek şöyle diyor:

“Dava ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi onun üstüne çıktığı anda yıkılır(Çerçeve, Cilt 1, S. 56).”

Atatürk’ün davası; vatanımızı, milletimizi, devletimizi ve bunlara anlam katan değerlerimizi korumak, kollamak ve çağın şartlarına uygun şekilde geliştirerek sonsuza kadar yaşatmaktı.

10 Kasım 1938’den sonra durum değişti. Atatürk ilkeleri arasında yer alan milliyetçiliği kâfi görmeyen birileri yenisini icat etti: Atatürk Milliyetçiliği! Atatürk neyin, kimin milliyetçisiydi? Soyadında şerefle taşıdığı Türk milletinin değil mi?

Bu icat ile birlikte Atatürk’ün izinden gittiklerini öne sürenlerin bazıları, Atatürk’ün “muhkem davası” üzerinde kafalarına göre at koşturmaya başladılar. Üstelik bunu “Atatürkçülük” adına yaptıklarını söyleme cüretini bile gösterdiler. Yaptıkları hatalarla, savunduklarını iddia ettikleri kişiye ve davasına en büyük zararı verdiler.

Nasıl mı?

Şöyle: Atatürk’ün davasına sahip çıkmak demek; bıraktığı eseri belli bir siyasi parti yahut toplum kesimine mal etmeye çalışmak yerine aziz milletimizin tamamını bu mirasa ortak etmeye çabalamaktır. Devletimizin kurucu liderinin hatıralarının bütün toplum kesimleri tarafından benimsenmesini ve sahiplenilmesini sağlamaktır.

Atatürk’ün oturduğu koltukta oturmak kolay, o koltuğun hakkını vermek zordur.

Atatürk gibi Harp Okulu’ndan mezun olmak kolay, askeri deha olmak zordur.

Atatürk olmaya öykünmek kolay, O’nun gibi olmak zordur.

O’nun gibi olmayı istemek hatta bunun için çabalamak bile yetmez Atatürk olmak için. Aslında buna gerek de yoktur. Hiçbir Türk evladı yeni bir Atatürk olmak zorunda değil.

Ancak her birimiz O’nu her yönüyle tanımak, anlamak ve uçmağa vardığı gökyüzündeki son Kutup Yıldızımız olarak gösterdiği doğru yön ve yolda ilerlemek durumundayız.

Maalesef Atatürk’ün izinden gittiklerini iddia edenler böyle yapmak yerine hatalı bir yol ve yöntemi tercih ettiler. O’nu anlamaya çalışmak yerine taklit etmeye kalkıştılar.

Oysa taklidin freni yoktur. Dilediği kadar hız yapabilen hevesli taklitçi nerede duracağını, hangi sapaktan döneceğini bilemez. Ne donanımı ne ufku ne liyakati ne de ehliyeti uygundur böylesi mühim kararları almaya. Tank ehliyetiyle otobüs kullanırsanız, yolcularınızla birlikte ilk uçurumdan yuvarlanacağınız muhakkaktır.

Öyle de oldu. Atatürk’ü anlamak yerine O’nu taklit etmeye yeltenenler sık sık yol kazaları yaptılar. Milli varlığımızı defalarca felaketin eşiğine getirdiler.

Hamdolsun binlerce yıllık millet şuuru ve devlet tecrübemizle savuşturduk o badireleri. Ancak son devletimizin kurucu liderinin hatıralarının yara üstüne yara almasına bir türlü mani olmadık.

O yaraları açmak için Sakarya’daki gibi şarapnel parçasına ihtiyaç yoktu. Biz kendi ellerimizle, dillerimizle, kalemlerimizle açtık onları. İktidar olmak yahut iktidarda kalmak için açtık. Atatürk’ün kurduğu partinin lideri, üyesi, sempatizanı olarak yahut o partiye muhalefet edenler olarak açtık o olmaz olası yaraları…

27 Mayısları, 12 Martları, 12 Eylülleri, 28 Şubatları yapanlar; cumhuriyetimizi “tam demokrasi” hedefine taşımak yerine ara dönem karanlıklarına sürükleyenler bizlerdik.

Yeni bir seçim kazanmak uğruna Atatürk’ün ismini, resmini, temsil ettiği değerleri bir siyasi partiye mal etmeye çalışanlar bizlerdik.

Günlük basit politik manevralardan galip çıkmak yahut siyasi başarısızlıklarımızı örtmek için O’nun hatıralarını bir şal gibi kullanmaktan imtina etmeyenler bizlerdik.

Bir yandan “tam bağımsızlık” sloganları atıp öte yandan vatanımızı Sovyetlerin peyki haline getirmeye çabalayanlar bizlerdik.

Şehir gerillası olup banka soyan, kır gerillası olup dağlara çıkan; askere, polise, memura silah doğrultanlar bizlerdik.

Milletimizi bir arada tutacak en zayıf halkayı bile güçlendirmemiz gerekirken, Cumhuriyetimizi silsile halinde Büyük Hun İmparatorluğu’na bağlayan en güçlü bağımızı yıpratmaktan çekinmeyenler bizlerdik.

Bırakın birinci hatta ikinci eli, beşinci el kitaplar ve kulaktan dolma malumatlar üzerinden Atatürk hakkında hüküm verip pozisyon belirleyenler, ahkâm kesenler bizlerdik.

Evet, bütün bunları biz yaptık. Kendimizi nasıl tarif edersek edelim, hangi toplum kesimine yahut siyasi yapıya mensup olursak olalım, biz hep birlikte Türk milletiyiz.

Şanımızla, şerefimizle olduğu kadar gafletimiz, vurdumduymazlığımız ve hatalarımızla da aynı milletin mensuplarıyız.

Sayıp döktüğümüz bütün bu haksızlıkları Cumhuriyetimizin kurucu liderine, devletimize, mukaddeslerimize bilerek yahut bilmeyerek biz yaptık.

İyi niyetli olsak da masum değiliz hiç birimiz.

Tabii bazılarımızın sorumluluğu çok daha fazla…

***

Atatürk’ün en büyük talihsizliği, bizzat kurduğu siyasi parti tarafından milletimizin ortak değeri olarak değil yalnızca o partinin marka değeriymiş gibi görülmesi ve gösterilmesi oldu.

Bu siyasi partinin mensup ve yöneticileri Atatürk’ü sevmeyi sadece kendilerine layık gördükleri; O’nun isim, sıfat ve eserlerine bir çeşit ambargo koydukları için, yaptıkları hatalarla sadece kendilerini değil Atatürk’ü de yıprattılar. Hem de doğru yaptıklarından zerre tereddüt etmeden.

Atatürk’ün kurduğu partiyi yönetenlerin 10 Kasım 1938’den, bilhassa 1946’dan sonraki tavırları, muhkem bir davanın nasıl zaafa sürüklenebileceğini trajik bir şekilde gösterdi.

1950-60 arası dönemde pek çok şeyi başaran Demokratlar’ın başarısız olduğu kritik bir alan, karşı karşıya kaldığımız zorluklara yenilerini ekledi. O alan ötekileştirmeydi. Daha önce ötekileştirilenlerin iktidar gücünü ellerine alır almaz yaptıkları ötekileştirme, Türkiye’yi önlenemez bir partizanlığın kucağına itti.

Parti, ideoloji, mezhep, cemaat hatta tarikat kaynaklı ötekileştirme illetinin başımıza açtığı gaileler azalmak şöyle dursun her geçen gün daha da artıyor. Gücü eline geçiren herhangi bir kadro nefsine gem vurarak bu fasit daireyi sadece bir kez kırabilse, önümüzde muhteşem ufuklar açılacak ama nafile… Sebebini anlayamadığım bir şekilde halimizden memnun görünüyoruz.

Milletçe yakamızı bırakmayan bu olumsuz tablonun oluşmasında kimin daha suçlu olduğunu tartışacak değiliz. Sorunun değil çözümün parçası olmak, rövanşist yaklaşımları bir kenara koymak durumundayız.

Güç ve iktidar cazip ve konforlu görünür. Ancak bu, sorumluluğu ve riski hayli yüksek bir konfordur. Gücün tabiatı tehlikelidir. Güç sahiplerinin omuzlarındaki sorumluluk yükü, ellerindeki yetkiden de sahip oldukları konfordan da fazladır.  Bazı değerleri temsil ettikleri varsayıldığı için iktidara gelenlerin başarısızlıklarının faturası bu nedenle kendilerinden önce temsil ettikleri değerlere kesilir. Sorumluluk ve riskin boyutu tam da bu noktada kendisini belli eder.

Atatürk neyi temsil ediyordu?

1937 yılından bu yana Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında yer alan ve kendi adıyla anılan ilkelerini: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık…

Bunların bir kısmı, Atatürk’ün koltuğunda oturmakla Atatürk olduklarını sananların hataları yüzünden zarar gördü yıllarca.

Siyasi kadrolarımızın yanı sıra gözbebeğimiz olan silahlı kuvvetlerimiz de düştü aynı hataya. Hem de defalarca. Atatürk’ün vasiyet ettiği “tam demokrasi” idealimizi, 1960-1997 yılları arasında tam dört kez sekteye uğrattılar. Milletimizin hür iradesiyle seçtiği Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarımıza silah doğrulttular.

Bütün bunları yaparken ihanet içinde miydiler?

Kanaatimizce hayır.

Kabiliyetleri o kadardı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yedi yıllık tarihinde görev alan hiçbir Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı ihanet içinde olmamıştır.

Maşeri vicdanı dillere destan aziz ve asil milletimiz böylesi şahısların o kritik mevkilere gelmesine asla müsaade etmez. Hasbelkader gelenleri de usulüne uygun şekilde uzaklaştırır. Milli hafızamızı yokladığımızda ne demek istediğimiz kolayca anlaşılacaktır.

Darbeci olsun veya olmasın hiçbir Genelkurmay Başkanımız vatanına ihanet etmemiştir.

Ancak bu demek değildir ki, her biri devlet adamı yahut asker olarak birer Atatürk’tür.

Olmadıkları, olamadıkları meydandadır.

Her biri ülkesi ve milleti için samimiyetle çalışmış, becerebildiği kadarını yapabilmiştir.

Bu anlamda hiç kimseyi vatana, millete, devlete ihanetle suçlayacak durumda değiliz.

Lakin şunu söylemeye mecburuz:

Bir değeri benimsemek başkadır, onu tekeline almaya çalışmak başka. Bu nedenledir ki yükselmek için ortak milli değerlerimizi kendilerine payanda yapan, o değerin tek mümessili olarak kendilerini gören ve gösteren partiler, milletimiz için en tehlikeli olanlardır. Çünkü yaptıkları hatalarla sadece kendi siyasi geleceklerini tehlikeye atmakla kalmaz, temsil ettiklerini söyledikleri ortak değerlerimize de zarar verirler.

Liyakat ve ehliyet önemlidir.

Savunduğu değerler uğruna canını ortaya koyacak kadar vatansever, liyakatli, ehil ve fedakâr kadroların inşa ettikleri davaların en ölümcül zaafı liyakatsiz kadroların eline düşmektir.

Ülke liyakatli bir kadro tarafından yönetilirken sorun yoktur. Kaht-ı rical başladığında ise aysbergin görünmeyen yüzü bütün haşmetiyle ortaya çıkar. Yıpranan iktidarla birlikte temsil ettiği değerler de yaşanan felaketten nasibini alır. Hem de fazlasıyla… Zira o değerler, tıpkı aysbergin görünmeyen kısmı gibi derinlerdedir. Uğradığı tahribat bu nedenle büyük olur.

Güç kaybeden bir iktidar asla tek başına düşmez. Temsil ettiği değerleri de aşağı çeker.

Rönesans’ı başarıya ulaştıran sadece kanaat önderlerinin akıl ve kabiliyeti değil, aynı zamanda evrensel dinî değerleri dünyevî çıkarlarına alet eden Kilise’nin asırlardır kazdığı kendi kuyusudur. Şu anda insanlığın önemli bir kısmını tehdit eden semavi din karşıtı hareketlerin ve her geçen gün yükselişine dehşetle şahit olduğumuz deizmin vebali, dine sahip çıktığını sanan ve onu temsil ettiğini söyleyen din tüccarlarının omuzlarındadır.

Bu örnekten hareketle siyasi partilerimize şöyle bir çağrıda bulunmakla yükümlüyüz:

İktidar olmak yahut iktidarda kalmak uğruna milletimizin ortak değerlerini parti ambleminizin dar kalıplarına lütfen hapsetmeyin.

İlmin ve sanatın zirvesi Selçuklu’nun formüle edip Cihan Devleti Osmanlı’nın bayraktarlığını yaptığı “Din-ü Devlet Mülk-ü Millet” şiarında bütünleşen mukaddeslerimizi siyasi çıkar uğruna kullanmayı aklınızın ucundan dahi geçirmeyin.

Partizanlık illetinin başımıza sardığı “ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek yahut iktidarda kalmak” hırsından bir an önce kurtulun.

Atatürk ve Cumhuriyet söz konusu olduğunda bu husustaki ilk ve en önemli sorumluluk, Atatürk’ün kurduğu partinin mevcut yöneticilerine düşmektedir.

Atatürk’ü aziz Türk milletinin sinesinden çıkarıp bir siyasi partinin marka değeri haline getirmeye cüret edenler, büyük bir hata yaptıklarını artık anlamalıdırlar.

Atatürk, bir siyasi partinin tescilli markası değil aziz ve asil Türk milletinin ortak değeridir.

Atatürk tam demokrasiyle yönetilen çok partili bir Türkiye hayal ediyordu. Dolayısıyla onun kurduğu parti, 1945’ten bu yana diğerleriyle eşit hak ve salahiyete sahip bir siyasi partidir.

Atatürk’ün kurduğu partiden kopup bir başka siyasi parti kuran istiklal madalyalı milletvekillerinin Cumhuriyet’i ve onun kurucu liderini sevmediğini, gözünü iktidar hırsı bürüyenler dışında kim iddia edebilir?

Bu hususta birçok cümle kurulabilir. Yıllardır kuruluyor zaten. Bununla birlikte çatışmadan, kaostan beslenenlerin kurmayı istemedikleri cümleler de var. Bugün biz, yıllardır kurulmayı bekleyen o cümleleri kurmaya çalışıyoruz.

Atatürk, milletimizin ortak değeri oldukça Atatürk’tür; bir siyasi partinin marka değeri yapıldıkça değil. Atatürk’ün kurduğu partinin mevcut kadrosu bu gerçeği anladığı gün Ata’sının hatırasına gerçek anlamda sahip çıkmış olacaktır.

Millete mal olmuş lider, şair, yazar, sembol, kahraman ve kavramları belirli bir siyasi görüşün dar kalıplarına hapsetmeye kalkışmak, tarihteki ihtişamlı günlerine bir an önce kavuşmayı arzulayan milletimize haksızlıktır.

Millete ait olanın ötekileşmesine zemin hazırlamak hadsizliktir.

Milletimize ait olması gerekeni kendimize saklamak bencilliktir.

Atatürk’ün belli bir kesimin değil milletimizin ortak değeri olmasını istiyorsak, O’nun hatıra ve eserlerine bu anlayışla sahip çıkmalıyız. O’nu şahsi yaşantısından dolayı yargılamaya bir son vermeli, milletimiz ve mukaddeslerimiz için yaptıklarına odaklanmalıyız.

Bugün 10 Kasım 2020.

Aziz Atatürk’ün asil ruhunun ebediyete irtihalinin seksen ikinci yıldönümü…

Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

Cenabı Allah milletimize ve milli irademizin temsilcilerine akıl, fikir, izan ve feraset nasip etsin.

İnsanlarımıza şahıs, olay ve kavramları tarafsız bir şekilde değerlendirebilmeyi, onları tarihi serüvenimiz içinde layık oldukları yere oturtabilmeyi, milletimize mal olmuş ve olması gereken değerlerimizi basit hesaplar uğruna yıpratmak illetinden bir an önce kurtulabilmeyi nasip etsin.

2 Yorum

  1. Salih Güney

    Teşekkürler canım kardeşim.Nasiplenbilecek fikri özgürlğe sahip her vatan evladının beyninde işaret fişegi yakacak gerçekler var.Seni seviyorum.SG

  2. admin

    Çok teşekkürler ağabey. Hürmet ve muhabbetle…

Yorumlar kapatıldı.