KONUK YAZAR – Hayati Tek http://hayatitek.com Mon, 19 Apr 2021 17:12:56 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png KONUK YAZAR – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 MİHRİMAH’IN “İLK YAZI” HEYECANI… http://hayatitek.com/mihrimahin-ilk-yazi-heyecani/ Mon, 19 Apr 2021 17:09:41 +0000 http://hayatitek.com/?p=4768 Mihrimah, altı kişilik ailemizin en küçüğü; henüz dokuz yaşında.

Özel Beysukent İlköğretim Okulu 3. sınıf öğrencisi.

Okumayı, kıyafet tasarlamayı, ablası Ceylin Hayat ve babası ile kelime oyunu oynamayı, renklerin dili üzerine söyleşmeyi, şarkı söylemeyi, duygu ve düşüncelerini kâğıda dökmeyi çok seviyor.

Bugün iftar öncesi bir yazı kaleme almış. Bütün aileyi evin salonuna toplayıp heyecanla okudu.

Biz çok beğendik. Sizlerle de paylaşmak istedik.

Sitemizin “Konuk Yazar” bölümünde kendisini misafir ettik.

Umarım sizler de beğenirsiniz.

***

FADİME’NİN HAYATI

Ben Fadime.

Hem duyamıyorum, hem konuşamıyorum, hem göremiyorum.

6 yaşındayım.

Annemi hayatım boyunca hiç görmedim, hiç tanımadım ve hiç duymadım.

Sadece o emsalsiz kokusunu unutamıyorum.

Bir şey oldu ve ben bir daha o güzel kokusunu içime çekemedim. Belki ölmüştür. Belki de beni terk etti. Belki beni çok uzak ülkelerden birine götürdü.

Ya da hiç kimsem kalmadı. Beni sahiplendiler.

Bilmiyorum. Hiçbir şeyden haberim yok.

Babamı da aynı şekilde…

Onların özlemi, dışıma vuramasam da çok büyük…

Belki başkaları oyun oynayabiliyordur. Benim arkadaşım hiç olmadı.

Galiba ben farklıyım.

Çünkü hiç arkadaşım olmadı. Hiç öğretmenim olmadı veya hiçbir şey öğrenemedim.

Keşke duygularımı dışarı vurabilsem…

Keşke…

]]>
BİR REFORMİST: KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA http://hayatitek.com/bir-reformist-kavalali-mehmet-ali-pasa/ Sun, 07 Feb 2021 21:19:57 +0000 http://hayatitek.com/?p=4035

AYTUNÇ AYHAN –  18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da Fransız İhtilali ve endüstri devrimi yaşanırken, Osmanlı İmparatorluğu idaresi altında bulunan Mısır’da feodal Memluk beyleri hüküm sürmekteydi.

1798 yılında sömürge yapmak üzere Mısır’ı işgal eden Napolyon Bonaparte, bu kadim toprakların kapılarını yeni toprak sahipleri, tüccarlar ve Avrupalı diğer meslek erbaplarına açmakta gecikmedi.

Bu dönemde orta düzeyde bir subay olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mısır’da oluşan birlik ve direniş ruhuna destek vermek üzere 300 askeriyle birlikte Kavala’dan yola çıktı ve Fransa’ya karşı verilen savaşa katıldı. Orduda adım adım ilerleyerek kısa sürede Mısır’daki Osmanlı kuvvetlerinin esasını teşkil eden Arnavut birliklerinin ikinci kumandanı oldu.

Napolyon’un çekilmesiyle ortaya çıkan büyük kaosu çözen Kavalalı Mehmet Ali Paşa, vali ve paşaları bertaraf ederek kontrolü ele aldı. Bunun üzerine 1805 yılında Osmanlı Sultanı kendisini Mısır valisi olarak atamak zorunda kaldı.

Savaş beylerini ülkeden uzaklaştırarak merkezîleştirmeyi güçlendiren Kavalalı, Mısır’ı bir ulus devlet haline getirdi. Özellikle kültürel ve ekonomik alanda yaptığı reformlarla bu tarihi antik medeniyeti bir adım ileriye taşıdı.

MISIR’DA ANARŞİ VE KAOS HÂKİMDİ

Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mısır valisi olduğunda anarşinin hüküm sürdüğü ülke parçalı bir yapıya sahipti, savaş ağaları kendi bölgelerinde hüküm sürmekteydi. Memluk liderleri, güç ve toprak elde etmek için birbirleriyle savaşıyor, bu güç mücadelesi bölgedeki kargaşayı daha da artırıyordu.

Düşlediği reformların başarılı olabilmesi için öncelikle Memluklerin bastırılması, ulusal birliğin sağlanması ve merkezileştirmenin güçlendirilmesi gerektiğini bilen Kavalalı, bu doğrultuda Ömer Makram gibi kendisine tehdit teşkil eden önemli siyasi liderlerini tasfiye etti.

İLK REFORMU SİYASİ ALANDA YAPTI

Reformlarına ilk olarak siyasi alanda başlayan Kavalalı, Avrupa ülkeleri ve Birleşik Devletleri bu konuda kendisine örnek aldı ve izledi. Bir Kabine ve Danışma Meclisi oluşturdu.

Kabine vali yardımcısı tarafından yönetiliyor, fakat bakanları Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kendisi atıyor ve görevden alıyordu.

Devlet memurlarından, din âlimlerinden, soylulardan, eşraf ve seçkinlerden oluşan Danışma Meclisi yılda bir kere plan ile tasarıları her yönüyle görüşmek üzere toplanıyordu.

İl idari yönetiminde de reformlar yapan Kavalalı daha sonra askeri alana yöneldi.

ASKERİ REFORMLAR

Askeri reformlar kapsamında Kavalalı, Türk-Çerkez subayları tarafından yönetilen Mısır ordusuna 1820-1824 yılları arasında Sudan’dan getirdiği yaklaşık 20.000 köleyle takviye yaptı. Ancak bu adım başarısızlığa uğradı ve Sudanlı kölelerin birçoğu öldü. Bunun üzerine Mısırlı Arap köylüleri askere almaya başlayan Kavalalı’nın bu adımı ülke için devrimci bir karardı. Çünkü Mısır’da ilk kez yerel nüfus tıpkı Avrupa’daki gibi orduda görev yapan ülkenin halkı oluyordu.

TEKNOLOJİ VE ENDÜSTRİYEL KALKINMA

Teknolojinin ülkeye girmesiyle endüstriyel ve tarımsal üretimde ciddi bir sıçrama kaydedildi. Batı Avrupa ülkelerinden alınan ekipmanlar ve kiralanan dış uzmanlarla birlikte Mısır ulusal endüstrisi, Avrupa ve Amerika’ya yaklaşarak yüksek teknik düzeye erişti.

Yabancı uzmanların danışmanlığında gemi yapımı, tekstil, kağıt, cam, şeker, yağ, gıda işleme, deri işleme ve diğer endüstri alanları hızla gelişti. En hızlı büyüyen endüstriler ise gemi yapımı ve tekstil oldu. İskenderiye tersanesinde yüzlerce ağır silaha sahip savaş gemileri inşa edildi.

TARIMSAL ÜRETİMDE HIZLI ARTIŞ

Bu dönemde tarımda da çok önemli gelişmeler kaydedildi. Çiftçilerin şevkini artırmak için vergi sistemini değiştiren Kavalalı Avrupa’dan pompalar ithal etti.

Sulama sistemindeki iyileştirmelerle birlikte tarımda daha önce yılda bir ürün alınırken, bu miktar yılda üç ürüne çıkarıldı. Birçok farklı yeni tarımsal ürün çeşidi ülkeye kazandırıldı.

Avrupa’da gittikçe büyüyen tekstil sektöründeki ham madde ihtiyacının hızla artmasından faydalanılarak yüksek kalitede uzun elyaf pamuk üretimi yetiştirildi ve ilk parti ürün 1821 yılında İngiltere’ye ihraç edildi. Beyaz barut üretiminde duyulan ihtiyaç nedeniyle pamuğun popüler hale gelmesiyle üç yıl sonra Mısır, 200 kat fazla Mısır pamuğu ihraç eden bir ülke haline geldi. 1849 yılında pamuk, Mısır ihracatının %31’ini oluşturuyordu.

İSKENDERİYE TİCARET MERKEZİ OLDU

Mısır’da tarımın ve endüstrinin gelişmesi dış ticarete büyük katkı sağladı. Bunun üzerine Kavalalı Mehmet Ali Paşa, kara ve deniz nakliyesini geliştirmek için inşaat projelerine başladı. Para sisteminde reform yapmak için önlemler aldı.

Bütün bu adımların sonucunda İskenderiye, Doğu Akdeniz’in ticaret merkezi haline geldi. Binlerce yabancı iş adamı şehre yerleşmeye başladı. İskenderiye’nin nüfusu 1805 yılında 15.000 iken, 1847 yılında 150.000’e çıktı.

Endüstri, tarım ve ticaretteki bu hareketlilik ulaşımı da dikkat çekici ölçüde geliştirdi. Nil nehri ve kanallarında vapurlar kullanılmaya başladı. 1819 yılında Mahmudiye kanalının açılmasıyla Kahire ile İskenderiye birbirine bağlandı. Başka kanallar açmak üzere inşa faaliyetleri hızlandı.

EĞİTİM VE KÜLTÜRDE BATI’YA YÖNELDİ

Eğitim ve kültür alanlarında da devrimci kişiliğini ortaya koyan Kavalalı Mehmet Ali Paşa önemli bir kararın eşiğindeydi: Batı fikir ve kültür dünyasını Mısır’a girmesine izin verecek miydi yoksa yasaklayacak mıydı? Ülkede Batı kültürünü istemeyen büyük bir kitle bulunmasına rağmen Batının fikirlerinden ve kültüründen yaralanmaya karar verdi.

Bu amaçla yurt dışından uzmanlar kiraladı. Bunu yapmakla kalmadı; 1813 yılında ilk grup Mısır gençlerini askerlik alanında öğrenim görmek üzere İtalya ve Fransa’ya gönderdi. Onları 1826 yılında askeri, siyasi, tıp, biyoloji, kimya, tarım, sanat ve arkeoloji alanlarında okutulmak üzere gönderilen 44 öğrenci izledi. 1830 yılına ulaşıldığında öğrenimlerini tamamlayan yaklaşık 300 öğrenci Mısır’a döndü ve askeri alanda önemli pozisyonlara yerleştirildi.

Bir taraftan da Meslek Yüksek Okulları açan Kavalalı, 1816 yılında askeri subaylar, 1826 yılında muhasebeciler, 1827 yılında tıp öğrenimi, 1829 ve 1834 yıllarında ise sivil yöneticiler için okullar kurdu.

MERKEZİYETÇİ YÖNETİMİN RİSKLERİ

Oldukça merkeziyetçi bir sistem kuran Kavalalı Mehmet Ali Paşa, hareket sahasında hemen hemen hiçbir kısıtlama olmaksızın bütün güçleri eline aldı. Yanlış bir kararda büyük kayıplara yol açabilecek olan bu yönetim anlayışının ilk etkileri askeri ve siyasi alanda hissedildi.

Arap yarımadasında güçlenmek isteyen ve bu amaçla ordusunu 1811 yılında Arap yarımadasına gönderen Kavalalı Vahhabilerle şiddetli bir savaş yaptı. Yüzbinlerce can kaybına rağmen yarımadayı kontrolü altına aldı.

1820 yılına gelindiğinde egemenliğini Sudan’a kadar genişletmiş ancak bu uğurda düzenlediği harekât sırasında oğlu İsmail’i kaybetmişti.

YUNAN İSYANI VE KAVALALI’NIN MÜDAHALESİ

1821 yılında Yunanlılar Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandılar. 1824 yılının temmuz ayında Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı ordusuna yardım etmek amacıyla 20.000 asker ve Yunan kıyılarına büyük bir filo gönderdi.

1827 yılına kadar Türk-Mısır ordusu özellikle Atina’da hâkimiyetini gösterdi. 1827 yılının Ekim ayında İngiliz, Fransız ve Rus birlikleri, Yunanlılara yardım etmek için Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtılar. Türk-Mısır filosunu tahrip ettiler.

Yunan bağımsızlık savaşı Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya ciddi bir maliyet getirdi. Mısır ordusu, 200 gemi ve 30.000 askerini kaybetti.

YENİ HEDEF SURİYE

Yunanistan’daki başarısızlık Kavalalı’nın hırslarını söndürmediği gibi daha da alevlendirdi. Gözünü stratejik bir konumda bulunan ve zengin doğal kaynaklara sahip Suriye’ye dikti. Bu sefer karşısında Osmanlı İmparatorluğu vardı.

Yapılan reformlarla yenilenmiş ve güçlenmiş olan Mısır ordusu Kudüs ve önemli birkaç şehri kolaylıkla ele geçirdi. 1832 Temmuz ayında Anadolu topraklarına girerek Osmanlı Sultanı II. Mahmut’u köşeye sıkıştırdı.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın önünde hem Mısır’ın bağımsızlığını elde etme hem de Kuzey Afrika ve Batı Asya’da güçlü bir devlet olma şansı vardı.

II. Mahmut teslim olmadı. Rusya’nın araya girmesiyle barış antlaşması yapıldı.

SAVAŞLARIN MALİYETİ AĞIR OLDU

Bitmeyen bu savaşlar yüzünden Mısır köylüsü, Kavalalı’nın erken dönemlerinde uyguladığı reformlarla gelen avantajlarını kaybetmeye başladı.

1814 yılından 1837 yılına kadar toprak vergisi 7 kattan fazla arttı. Hurma ağacı vergisi, tekne vergisi, gelir vergisi, pazara giriş vergisi, balıkçılık vergisi, hayvancılık vergisi, otel vergisi gibi esrarengiz vergiler toplanmaya başladı.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mısır’da ve işgal edilen topraklarda büyük projeler yapmaya istekliydi. Fakat uzun yıllar devam eden savaşlar nedeniyle Mısır’da ciddi bir işgücünde sıkıntısı baş gösterdi. Sorunu çözmek için çiftçiler yol yapımında, saray inşasında ve askeri projelerde görev almaya zorlandı. Koşullar her geçen gün ağırlaşıyordu.

Hükümet genç erkekleri, askere yazdırmak için askeri birlikler gönderiyordu. Halkın üzerindeki baskı çok geçmeden pasif direnişten ayaklanmaya dönüştü. Suriye, Arabistan, Sudan, Lübnan ve Filistin’de ardı ardına çıkan ayaklanmalar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın reformlarının sürdürülebilirliğini zorlaştırmaya başladı.

OSMANLI-MISIR SAVAŞI

1839 yılında İngiltere’nin kışkırtmasıyla Sultan II. Mahmud, Mısır’a savaş açtı. İkinci Mısır-Osmanlı Savaşında Mısır, askeri anlamda daha avantajlıydı. Bu savaşın Kavalalı’yı güçlendirmesinden ve Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşe götürmesinden endişelenen Avrupalı güçler, Mısır’ı kontrol altına almak için güçlerini birleştirdiler. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı teslim olmaya ve Osmanlı ile Avrupalı güçlerin dayattığı koşullarla antlaşma imzalamaya zorladılar.

Baskı sonuç verdi ve Suriye ve Arap Yarımadası’nda konuşlanmış olan Mısır ordusu birkaç ay sonra evine çekilmek zorunda kaldı. Mısır bir kez daha Osmanlı İmparatorluğu’nun vasal devletine indirgendi. Avrupa devletlerinin yarı kolonisi haline geldi.

BALTALİMANI ANTLAŞMASI VE ÇÖKÜŞ

1838 yılında Osmanlı ve İngiltere arasında imzalanan Balta Limanı Antlaşmasının Mısır’da uygulanmaya başlamasıyla Kavalalı Mehmet Ali Paşa rejiminin sanayi, tarım, ticaret, dış ticaret ve diğer alanlarındaki tekeli kademeli olarak yürürlükten kaldırıldı.

Sonuç olarak bir yandan ucuz yabancı mallar, özellikle İngiliz malları Mısır pazarına girerken, öte yandan Mısır tarım ürünleri ve diğer hammaddeler Avrupalı işadamları tarafından düşük fiyatlarla satın alındı ve Mısır dışına ihraç edildi.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yapılan ekonomik reformların hızla çökertilmesiyle bir zamanlar hızla gelişen Mısır tekstil endüstrisi küçüldü. Görkemli İskenderiye Tersanesi harap bir onarım atölyesi haline getirildi.

Sürekli savaşlar, kıtlık ve çeşitli vergiler nedeniyle Mısır kırsalının çorak tarım arazilerine dönüşmesi, 1840’lara gelindiğinde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın reformlarının ölümünü dünyaya ilan ediyordu.

SÖMÜRGECİLERİN İNCE HESABI…

Büyük güçlerin önce destekledikleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı sonraki süreçte boğmaya çalışmaları, sömürgeci güçlerin Avrasya ve Afrika’nın merkezinde kendi kontrollerine tabi olmayacak, siyasi açıdan bağımsız ve ekonomik açıdan güçlü bir Mısır İmparatorluğu istemediklerini ortaya koyuyordu.

Böyle bir ülke Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alabilir, sömürgeci güçlerin genişlemesine yeni bir engel oluşturabilirdi.

Eğer Kavalalı Osmanlı hanedanlığını devirebilmiş ve tarihin yazgısını değiştirmiş olsaydı, belki bugün çok başka şeyler konuşuyor olabilirdik.

KAYNAK: Pan, Guang (2013), “Revelations of Muhammad Ali’s Reform for Egyptian National Governance”, Journal of Middle Eastern and Islamic Studies (in Asia) Vol. 7, No. 4, pp. 17-35.

]]>
‘SOKAKTAKİ ADAM’IN DRAMI ASLINDA TÜRKİYE’NİN DRAMIDIR http://hayatitek.com/sokaktaki-adamin-drami-aslinda-turkiyenin-dramidir/ Tue, 08 Dec 2020 13:49:55 +0000 http://hayatitek.com/?p=3687 AYTUNÇ AYHAN –

Atilla İlhan ilk romanı Sokaktaki Adam’ı 1953 yılında yayımladığında hem roman tekniği açısından çok yenilikçi hem de tema olarak çok da değinilmeyen bir konuyu ülke gündemine taşımıştı.

İlhan’ın, daha sonraları yayımlayacağı Aylak Adam ve Tutunamayanlar’ın öncüsü olan Sokaktaki Adam’ın önsözünde kurduğu şu cümleler, bir yandan romanın özü hakkında fikir verirken öte yandan roman türüne karşı duyduğu ilginin gelişimine dair ipuçları veriyordu:

“Sokaktaki Adam’da toplumsal ve bireysel anlamda iflas etmiş bir delikanlı vardır. Anlayışlı duyarlı fakat kötümser. Kendisinin de dediği gibi, ‘Neyi istemediğini bilmekte fakat neyi istediğini bilmemektedir.’ Onun yanı başında Sokaktaki Adam delikanlının bir türlü bağlanıp bağdaşamadığı memleket gerçeğini, memleket halkını ve sorunlarını temsil ediyor. Bu ikisi arasındaki ilişki, delikanlı yönünden ne yazık ki kurulamıyor.”

Bu ilk romanında memleket gerçeğini, halkın sorunlarıyla özdeşleştiren İlhan’ın Sokaktaki Adam’ı; itilip kakılan, hor görülen, tramvayda biletçilik yapan, Dolmabahçe’de stadın çevresinde oğlunu arayan, gündüz bankada kâtiplik yapıp akşam bir tüccarın defterini tutan, kaynanasını vuran, futbolcuların kafasına ayva atan, kahvelerde yatıp kalkan, yük taşıyan, tramvayda ayağınıza basan, İstanbul’u sırtında taşıyan insanlardır… İstanbul’un ta kendisidir Sokak’taki Adam…

Romanın esas kişisi Hasan, toplumun yaşam gailesinden çok uzakta bulunmasının yanı sıra bir parçası olduğu toplumuna yabancı kalan ve zaman içerisinde kendisine de yabancılaşan milyonlarca insandan biridir aslında.

Güzel Sanatlar Akademisi’ni yarıda bırakıp yüreğindeki fırtınaları dindirmek üzere Amerikan yazarları Herman Melville, Jack London gibi denizlere açılan,  kamarotluk yapan, gittiği ülkelerde çeşit çeşit insanlar tanıyan Hasan, derdini de yüreğiyle birlikte yanına aldığı için aradığı huzuru bir türlü bulamaz. ‘Ne istemediğini bilen fakat ne istediğini bilmeyen’ insanların dramını temsil eden Hasan, 1950’lerde kimliğini arayan insan yığınlarının dertlerini sırtlanmış bir karakterdir.

***

Cumhuriyetin henüz ikinci yılında doğan, bir ülkenin adeta sıfırdan nasıl kurulduğuna daha çocukluk çağlarından itibaren şahitlik eden, Atatürk 10. Yıl Nutku’nu okuduğunda henüz 8 yaşında bulunan İlhan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşlarının izlerinin tazeliğini koruduğu bir zaman tünelinden geçerek gençlik çağlarına ulaşır.

Cumhuriyetimizi kuran Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu 1938’de henüz 13 yaşında bulunan, dünyayı kasıp kavuran II. Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, yaşadığı İzmir’de devam ettiği lise eğitimi sırasında sevdiği kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleri nedeniyle tutuklanan, üç haftalık gözaltının ardından iki yıl hapis yatan bu genç adamın hayatı, İstanbul Işıklar Lisesi’ne kaydolduğu 1944’ten itibaren hızla değişir…

1948 yılında ilk kez gittiği Paris’te edindiği deneyimler ve yaptığı gözlemler, İzmir-İstanbul-Paris üçgenindeki deli bir yürek ve zehir gibi bir zekânın hem kaderine yön verir hem de çok yönlü bir sanat adamı olmasını sağlar.

Paris yıllarında özellikle “batının Türkiye’ye bakışı” ve “batılılaşmanın toplumsal anlamda Türkiye’de yarattığı değişimler” üzerine uzun uzun düşünme fırsatı bulan İlhan’ın, nice eserler ortaya koyacağı ulusal ve çağdaş bakış açısının oluşmasında Avrupa’nın bu rüya şehrinin ne denli etkili olduğunu görmek için fazla zahmete gerek yoktur.

Ve onun çağının çok ilerisindeki bu bakış açısı; kırsaldan şehre ve özellikle de İstanbul’a göçerek bu yeni dünyada kalıcı bir yer edinmek isteyen, ancak bunu nasıl yapacağını pek de bilmeyen insanların hayatını kasıp kavuran kavramsal kaos ortamının çözümlenmesinde epeyce işimize yaradığı açıktır.

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin 50’lerdeki çehresine ve geleceğine şekil verecek kavramları yerli yerine oturtma konusunda İlhan’ın önünde geniş ufaklar açan bir ilham kaynağıdır Paris deneyimi.

Bilhassa romanları ve film senaryolarında gördüğümüz “Türk aydının kendi toplumuna yabancılaşması” tezinin de Paris yıllarının yadigârı olduğu söylenebilir.

Cumhuriyetten sonra daha batılı bir ülke olma yolunda ilerleyen Türkiye’de birçok değişimler yaşanmaya başlanır. Özellikle kent yaşamında meydana gelen daha bireysel bir yaşam anlayışı,  birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Dönüşmeye başlayan toplumda birey olma sürecini tamamlayamayan ve kimlik sorunu yaşayan insanlar, aslında bir ulusun yakasına yapışan ve pek çok açıdan hâlâ varlığını sürdüren büyük bir sorunun habercisidir.

Sokaktaki Adam’ın başkahramanı olan Hasan, işte bu “varoluş krizinin” ete kemiğe büründüğü bir karakter olarak karşımıza çıkar. Onun macerası aslında Türkiye’nin macerasıdır.

***

Romanın konusuna gelince…

Ana karakter Hasan’ın gemisi İstanbul limanına demir atmak üzeredir. Arkadaşı kamarot Yakup ile birlikte getirdikleri kaçak kürkleri gizlice satmayı planlayan Hasan’ın “taşı toprağı altın” kabul edilen bu şehre indiği sıradaki düşünceleri, içine çöreklenen sıkıntıyı ele verir:

İstanbul başka sıkıntı. Ben bu şehri sevmez değilim.  Ne var ki bir şeyi, bu şey ister bir şehir, ister bir kadın olsun, sevmek yetmez; onunla ilgilenmek onunla kaynaşmak, onu kendisine ait bir şeymiş gibi hissetmek gerek”

“Herkes nasıl mutlu olur? Laf mı bu? Mutlu olmak yakınmakla yetinmesini bilmek demektir. Kalem şefi, her gece böyle yakınır ve ertesi sabah mutlu uyanır. Ben bunu bir türlü öğrenemedim. Belki öğrensem içim rahat edecek. Fakat nasıl öğrenmeli? Ne türlü? Bazı bazı, her genç adam gibi; bir ev, bir kadın, bir çocuk hülyasına kapılıyorum. Bütün öbür sinekler gibi, bir sinek olmak hülyasına. Ve neden bu, hep bir rüya olarak kalıyor?”

Hasan’ın çevresiyle hakiki bir iletişim yoktur.  Arkadaşlarıyla beraber eğlenirken dahi bulunduğu mekânda değildir Hasan; zamanın akışı içinde kaybolmuştur sanki… Zaman ve mekân kavramı birbirine girmiştir. Hasan’ın iç monoloğu bu durumun itirafıdır:

“Yaşamak; münasebetler kurmak demekse, ben onu yapamıyorum. Sanki mekân içinde değil, zaman içinde yaşıyorum. Geçmiş ve gelecek, bende hiçbir kaygı, hiçbir ilgi uyandırmıyor. Yalnız şu an için de varım ondan kurtulmak için de can atıyorum. Kendim, kendi hareketlerim, benim için birer düşünce vesilesi olmaktan çıktı. Böyle olunca onlar bana hükmediyor.”

Kürkleri elden çıkarmaya çalışırken hayat kadını Meryem’le karşılaşan Hasan, sıkıntılarından kurtulmak ve içindeki boşluğu doldurmak için ona sığınır. Abayı yaktığı gencin bir derdi olduğunu hemen fark eden Meryem, nedenini sorduğunda şu cevabı alır:

Yaşamak için yaşamak sersemliği! İnsani olan ve olmayan, bütün amaçların dışında kalmış olmak.”

Hasan acı çekmektedir.

Hasan’ın acısı, bir varoluş sancısıdır.

Çektiği acılar nedeniyle hayata ancak tek elle tutunabilmektedir.

Kucağında kıvrandığı ıstırapları anlatmak için kurduğu “Ben İsa’yım İsa, yarım İsa” cümlesini mırıldanırken, Hz. İsa’nın “yaraları iyileştiren ve ölüleri dirilten” vasıflarından imdat beklemektedir adeta… Kurtuluşunu, kendini Hz. İsa ile özdeşleştirerek, onun kutsallığına sığınarak gerçekleştirmeye çabalamaktadır.

Herkesten farklı baktığı “mutluluğa” ulaşması mümkün olabilecek midir?

«… hiç bir şeye inanmamak sırrına erebilmek, daha önce bazı şeylere inanmış olmayı gerektirir. Aslolan inanmayı, inanmamayı, hiç düşünmemektedir. Bunu ancak gerçek cahiller, yani köylüler ve büyük tüccarlar yapabilir. Keyiflerine dokunulmadıkça gerçekten mutludur bu adamlar. Biz genellikle acı içindeyiz. Mutluluk dediğimiz zaman bile, acıyla karışık bir şey anlıyoruz.”

Kamorat olmaya karar veren Hasan, gemisinin İstanbul’dan ayrılışını beklediği günlerden birinde yarıda bıraktığı Güzel Sanatlar Akademisi’ne gider. Okuldaki ortama iyice yabancı kaldığını fark etmekte gecikmez. Öğrencilerden birisi seçtiği mesleği öğrenince kendisi ile dalga geçer.  O sırada okul yıllarında sevdalandığı eski kız arkadaşı Ayhan’la karşılaşır. Yıllar önce terk ettiği kıza olan aşkı hâlâ devam etse de, artık Ayhan’ın dünyasına iyice yabancılaşmıştır Hasan. Aslında Hasan sadece sanat çevresine değil bütün topluma yabancılaşmıştır; yaşadığı toplumun yabancısıdır, bu topluma ait değildir epeydir…

Ayhan ile gelecekleri hakkında konuşurken kurduğu şu cümleler, bu gerçeğin ifadesidir:

“Beni sev ve beni unut diyor, sen Babil’desin.”

“İşte benim için, bütün mesele bu! Babil’den öte gitmek.”

Babil, Hasan için insanların şöhret, makam, kariyer, daha çok para kazanma peşinde koştukları ve amaca ulaşmak için hırslarının ve tutkularının peşine takılmış hile, yalan gibi sahteliklerin olduğu bir diyardır. Ne acıdır ki Ayhan da Babil’in sakinidir ve oradaki halinden gayet memnundur. Artık aynı dünyanın insanları olmadıkları ayan beyan ortadadır.

Hasan’ın seçimi, Babil’in ötesine kanatlanmaktır.

Sevdiği kıza vedasının ardından hayata tutunmasını sağlayan son bağı da koparan Hasan’ın elinde kalan tek şey, bu ölümcül kopuşun neden olduğu hiçliğin dayanılmaz hafifliğinde utanmaktır…

“Neyi kaybettiğimi düşünebilsem, istiyor istiyor, fakat asla bunu başaramıyordum. Yoksa artık ben yok muyum? Acıyan bir tarafımı biliyorum ve bunu, azarlanmaktan korkan bir çocuğun yarasını sakladığı gibi saklıyayım, dost düşman gözünden saklıyayım istiyorum.” 

Bu son kopuş, Hasan’ı hayatının son macerasına sürükler.

Arkadaşı Yakup ile beraber bir gece vakti demir almaya hazırlanan gemilerine giderken, kavga eden insanlarla karşılaşırlar.

Kavgayı ayırmak amacıyla kalabalığa dalan Hasan, aldığı bıçak darbesiyle yere yığılır.

Arkadaşı Yakup’un, talihsiz olay hakkında polis memuruna ifade verirken aktardığı son sözleri, Babil’in ötelerine kanatlanan Sokaktaki Adam’ın sadece dramını değil umudunu da haber veriyordu:

“- Ölmeyeceğim diye fısıldıyor. Sesi genç kızın fısıltısına benziyor. Gidiyorum o kadar: Babil’den öteye!

-Babil’den öteye mi?

-Evet! Diyor ve ikinci sefer nasıl geleceğimi biliyorsun! Diyor.”

]]>
BU DÜNYADAN BİR ABİDİN DİNO GEÇTİ, MUTLULUĞUN RESMİNİ YAPAMADAN… http://hayatitek.com/bu-dunyadan-bir-abidin-dino-gecti-mutlulugun-resmini-yapamadan/ Thu, 10 Sep 2020 18:51:47 +0000 http://hayatitek.com/?p=3367 AYTUNÇ AYHAN

Ressam, karikatürist, seramikçi, şair, sinemacı, senarist ve daha pek çok alanda eserler vermiş çok özel bir sanatçıdır Abidin Dino. Birçok alanda eser vermiş, dönemin zor şartlarına ve bütün engellemelere rağmen yaratıcı kişiliğini eserlerinde gösterebilmiş bir sanatçı ruhtur.

1913 yılında İstanbul’da doğan, çocukluğunu İsviçre’de geçiren bu paşa torununun adını aldığı dedesi Arnavut asıllı Abidin Paşa, II. Abdülhamit’in sarayında silahşor olarak görev yapan, çeşitli valiliklerde bulunan bir devlet adamı ve yazardır. Arnavutça, Arapça, Farsça, Fransızca, Yunanca bilen Abidin Paşa, Mevlânâ’nın Mesnevi’sini Osmanlı Türkçesiyle dilimize kazandırmıştır.

1925’te ailesi ile beraber İstanbul’a döndükten sonra Robert Kolej’de başladığı eğitimini anne ve babasının vefatları nedeniyle devam edemeyen Dino, şair ağabeyinin de desteğiyle sanat çalışmalarına başlar. 1930 yılında çizdiği toplumsal içerikli eleştirel karikatürleri ile dikkat çeker. 1933’de ressam ve heykeltıraş arkadaşları ile beraber D grubunu kurar. Gruptakilerin aksine hiç resim eğitimi almayan Dino, tam bir desen ustası olduğunu kısa sürede gösterir. Kübizm ve Fovizm gibi akımlara yönelen diğer arkadaşlarından farklı bir tarzda, desen ağırlıklı resimler yapar.

Bu arada Türkiye, Cumhuriyetin 10. Yılı dolayısıyla görkemli etkinlikler yapmaya hazırlanmaktadır. Ünlü Sovyet yönetmen Yutkeviç bu amaçla Türkiye’ye çağrılır ve kendisinden “Türkiye’nin Kalbi: Ankara” isminde bir belgesel çekmesi istenir. Belgeselde Ankara’nın başkent olarak on yılda nasıl bir değişim geçirdiği gösterilir.

Resim sanatına büyük ilgi duyan Yutkeviç ile Dino’nun tanışması fazla uzun sürmez. Dino, ünlü Rus yönetmenin daveti üzerine onun dekoratörü olarak çalışmak üzere 1934’te Sovyetler Birliği’ne gider. Leningrad’da üç yıl kalır, Yutkeviç’in yönettiği “Madenciler” filminin sanat yönetmenliği yapar.  Bu arada “Potemkin Zırhlısı”nın ünlü yönetmeni Sergey Ayzenştayn’dan sinema eğitim alır.

Yıllar sonra Dino, final maçının uzatmasında İngiltere Milli takımının attığı, topun çizgiyi geçip geçmediği konusu hâlâ tartışmalı golüyle tarihe geçen 1966 Dünya Kupası’nın belgeselini hazırlar. Her Dünya Kupası öncesi eski dünya kupaları belgesellerinin verildiği TRT’de Halit Kıvanç’ın sunumuyla Abidin Dino’nun yönettiği “Gol” filmi de verilir. Abidin Dino bu belgesel filminde, saha içine yerleştirdiği kameralarla ve yakın çekimlerle, diğer Dünya Kupası belgesellerinden çok farklı bir sinematografi sunar izleyicilere.

1941 yılı Abidin Dino için sürgün yıllarının başlangıcıdır. Üç sene Sovyetler Birliği’nde kalır. Yurda döndükten sonra bir taraftan resim çalışmalarına devam ederken, bir taraftan da Türkiye Komünist Partisi’ne katılır. Siyasi nedenlerden dolayı önce Çorum’un bir ilçesi olan Mecitözü’ne, sonra dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun özel izni ile Adana’ya sürgün edilir. Zamanında dedesinin vali olduğu Adana’nın, yine dedesinin adını taşıyan Abidinpaşa Caddesini, burada evlendiği eşi Güzin Dino ile beraber arşınlar. Dino’nun Orhan Kemal ve Yaşar Kemal ile yıllar sürecek dostluğu da bereketli Çukurova’nın kalbi olan bu şehirde başlar.

Sürgün yıllarından sonra seramik alanına yönelen Dino, Anadolu’nun kadim çanak çömlek geleneğini modern bir anlayışla sentezler. Seramik çalışmalarında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle hakkında tutuklama celbi çıkarılır. O esnada İtalya’da bulunan Dino, yurda dönmez ve Paris’e yerleşir.

Dino’nun 1951’de başlayan Paris yılları son derece verimli geçer. Birçok sanatçıyı tanıma fırsatını yakalayan Dino,  ünlü ressam Pablo Picasso ile de bu dönemde tanışır. Picasso’nun işlerini kopya etmekle başlayan dostluğu uzun yıllar devam eder.  Paris’te birçok sergiye katılır. “Uzun Yürüyüş” tablosu başta olmak üzere, resim ve seramik çalışmaları büyük yankı uyandırır.

1950’lerin ortalarında resim tarzı, o yıllarda dünyadaki genel sanat eğilimi olan soyut akıma doğru kayan Dino, kısa bir süre sonra figüratif resme dönüş yapar.

Dino’nun Paris’te bulunduğu dönemde 68 olayları patlak verir. Olayların içinde bizzat yer alarak çizimler yapan ve bunları eylemci öğrencilere dağıtan Dino’nun 68 kuşağı temalı eserleri Sorbonne Üniversitesi’nde sergilenir.

On sekiz yıl sonra Türkiye’ye dönen Dino, gözaltına alınsa da serbest bırakılır. Paris’te yaptığı, İstanbul özlemini yansıtan eserlerden oluşan “Ezbere İstanbul” isimli sergisini açtıktan kısa bir süre sonra Paris’e döner.

Abidin Dino birçok ünlü yazarın kitap kapaklarını da tasarlar. Yaşar Kemal’in “Deniz Küstü”, Pertev Naili Boratav’ın “Türk Masalları” albümleri bunlardandır. Amerikalı ünlü flüt sanatçısı Herbie Mann’in albüm kapaklarını da Dino’nun resimleri süsler.

Resim ve desenlerinde el, yüz ve çiçek temalarını ön plana çıkaran Dino, Fransızca yazdığı “Les Mains (Eller)” kitabına şöyle başlar:

“El, özvarlığın salt imgesidir. Özportredir.”

Dino, John Berger’e İbni Arabi’nin yüz konusundaki şu sözlerini aktarır:

“Âdem’den zamanın sonuna kadar yaşamış ve bir gün yaşayacak olan herkesin yüzünü görüyor ve bir yere kaydediyorum.”

Açtığı sergide resimlerine bakıp “Bu resimdeki mesajınız nedir?” diye soran bir sanatsevere, “Postacı değilim ki mesajım olsun” cevabını veren Abidin Dino’nun kendine özgü bir kişiliği vardır.

Yakın arkadaşlarından Ferit Edgü’nün, şu sözleri, Dino’nun karakter yapısıyla ilgili önemli ipuçları verir:

“Şu soruyla çok sık karşılaştım: ‘Abidin sence büyük bir ressam mıydı?’ Hayır, diye yanıtladım bu soruyu her zaman. Ama eşi olmayan bir insan, bir sanatçıydı.”

Türkiye ve dünya çapında birçok sanatçı ile dostluklar kuran, ortak çalışmalar yürüten Dino’nun Nazım Hikmet’le dostluğu için ayrı bir parantez açmak gerekir.

Nazım’ın “Sesini Kaybeden Şehir” adlı kitabının kapağına desenler çizmesiyle başlayan bu dostluk, büyük şairin vefatına kadar devam eder.

Nazım Hikmet ile Abidin Dino dostluğu hakkında Ferid Edgü’nün yaptığı şu tespitin altını çizmekte de yarar vardır:

“Nazım gibi çok kadınlı aşkların adamı değildi. Nazım, belki de kimi âşıklar gibi, aşka âşıktı. Abidin içinse aşk, Güzin demekti.”

Abidin Dino ile Nazım Hikmet arasındaki dostluğun en güzel örneklerden biri de Nazım’ın “Saman Sarısı” adlı şiirinde geçen “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” dizesidir. Abidin Dino belki mutluluğun resmini yapmamıştır ama 1993 yılında hayata gözlerini yumduğunda arkasında aşağıdaki dizeleri bırakmıştır:

“Kokusu buram buram tüten

Limanda simit satan çocuklar

Martıların telaşı bambaşka

İşçiler gözler yolunu.

İnebilseydin o vapurdan

Ayağında Varna’nın tozu

Yüreğinde ince bir sızı.

Mavi gözlerinde yanıp tutuşan

Hasretle kucaklayabilseydim

Seninle, bir daha.

Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi

Bağrımıza bassaydık seni Nazım,

Yapardım mutluluğun resmini

Başında delikanlı şapkan,

Kolların sıvalı, kavgaya hazır

Bahriyeli adımlarla düşüp yola

Gidebilseydik meserret kahvesine,

İlk karşılaştığımız yere

Ve bir acı kahvemi içseydin.

Anlatsaydık

O günlerden, geçmişten, gelecekten,

Ne günler biterdi,

Ne geceler…

Dinerdi tüm acılar seninle

Bir düş olurdu ayrılığımız,

Anılarda kalan.

Ve dolaşsaydık Türkiye’yi

Bir baştan bir başa.

Yattığımız yerler müze olmuş,

Sürgün şehirler cennet.

İşte o zaman Nazım,

Yapardım mutluluğun resmini

Buna da ne tual yeterdi;

Ne boya…”

]]>
SARI LACİVERT YAZARLAR http://hayatitek.com/sari-lacivert-yazarlar/ Mon, 27 Jul 2020 16:36:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=2988 AYTUNÇ AYHAN –

8 Haziran 1964 tarihinde Türk Edebiyatçılar Birliği ile Keşanlı Ali Destanı oyuncuları arasında kıyasıya bir maç olmuştu.

O tarihlerde, Haldun Taner Keşanlı Ali Destanı oyununu yazmış ve Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda sahneye konulmuş ve büyük ses getirmişti.

Keşanlı Ali Destanı’nda sahne alan oyuncular bir tarafı oluşturuyor, diğer tarafta dönemin en önemli edebiyatçıları yer alıyordu. Edebiyatçılar Birliği’nin teknik direktörü Fazıl Hüsnü Dağlarca’ydı.

Halit Kıvanç’ın yönettiği maçı, üzerlerinde Galatasaray forması bulunan Keşanlı Ali Destanı oyuncularına karşı Edebiyatçılar Birliği 5-3 kazanmıştı. Galibiyeti getiren son golü, çok iyi Fenerbahçeli olduğu bilinen Orhan Kemal atmıştı.

SANTRAFOR ORHAN KEMAL’İN FENERBAHÇE’YE TRANSFER HİKÂYESİ

Orhan Kemal’in futbola ilgisi küçük yaşlarda başlamış, Adana amatör takımlarında top koşturmuştu. Hatta daha sonra Seyhan Spor ile birleşerek Adanaspor adını alacak olan Adana İdman Yurdu’nda futbol oynamıştı. Hatta Orhan Kemal’in, İstanbul’dayken cebinde bir tavsiye mektubuyla Fenerbahçe’ye yollandığı ama dönemin yöneticileri tarafından geri çevrildiği bile kayıtlıdır.

Santrafor pozisyonunda oynayan, iyi bir penaltı atıcısı olan Orhan Kemal’in futbol tutkusunu romanlarında da görmek mümkün… Otobiyografik eserler olan ilk romanları “Avare Yıllar” ve “Baba Evi”nde futbol maceralarını görmek mümkün.

“FENERBAHÇE OFSAYDA DÜŞMEYECEK KADAR ŞEREFLİ BİR TAKIMDIR”

Fenerbahçeliliği ile tanınan bir diğer romancımız Yaşar Kemal’in “Fenerbahçe ofsayda düşmeyecek kadar şerefli bir takımdır” sözünü bilmeyen var mı?

Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Türk edebiyatının dev ismi Yaşar Kemal için Fenerbahçelilik, aşiret gibi bir şeydi. Bir keresinde Cem Yılmaz ile yaptığı sohbette “Sen de mi Fenerbahçelisin? Fenerbahçeli olmak o kadar kolay değil” deyivermişti.

Yaşar Kemal yaşayan son çınarlardan biriydi ve 2015 yılında hayata veda ettiğinde hem edebiyat dünyası hem de Fenerbahçe camiası yasa boğuldu.

“FENERBAHÇE’Yİ BARCELONA’YA TERCİH EDERİM”

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk da Fenerbahçeliliği ile bilinen yazarlarımız arasındadır. “Masumiyet Müzesi” romanında karakterlerinden birine 1959 yılı şampiyon Fenerbahçe kadrosunu ezbere saydırtmıştır.

Kendisinin de 1950’li yıllarda babasıyla İnönü Stadyumu’nda çok maç izlemişliği vardır. Hatta o zamanlar “Fenerbahçeliyim demezdik, Fenerliyim derdik” diye bahsetmiştir bir röportajında.

Orhan Pamuk’un diğer romanlarında da Fenerbahçe olgusu görülür. “Cevdet Bey ve Oğulları” da o romanlardan biridir.

Son romanlarından “Kafamda Bir Tuhaflık” kitabında, Fenerbahçe’nin verilmeyen penaltısını satırlarına taşımış; İspanya’daki bir söyleşisinde, “Fenerbahçe’yi Barcelona’ya tercih ettiğini” ifade edecek kadar cesur bir Fenerbahçeli olduğunu göstermiştir.

SÜLEYMAN NAZİF, FETHİ NACİ, MEMET FUAT, TOMRİS UYAR, MORİO LEVİ VE DİĞERLERİ

Fenerbahçeli yazarların sadece isimlerinden bahsetmek bile bir yazının sınırlarını çok çok aşacaktır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Fenerbahçe için marş yazan Süleyman Nazif…

İnönü Stadyumu’nda oynanan maçların müdavimlerinden Fethi Naci ve Memet Fuat…

Fenerbahçe’nin hiçbir maçını kaçırmadığı gibi maçlara sarı bluz ve lacivert etekle gitmekten, yani giyimde renk estetiğini çiğnemekten de kaçınmayan Tomris Uyar…

“Bu da bizim “El Clasico’muz. Bu klasik Kadıköy’de yaşanır. Yirmi iki futbolcu mücadele eder ve hep Fenerbahçe kazanır!” diyen Mario Levi…

Fenerbahçeli olmayanları kınayacak kadar fanatik Fenerbahçeli Nuri Pakdil…

Yine Fenerbahçe maçlarının sıkı takipçisi olan ve bir gazetede futbol köşe yazıları da yazan Mustafa Kutlu…

Ve daha niceleri…

FENERBAHÇELİLİK BİR YAŞAM BİÇİMİDİR

Edebiyatçıların genelde Fenerbahçe taraftarı olması tesadüfle izah edilemez.

Nasıl yazarlık diğer mesleklerden çok farklı ise; Fenerbahçelilik de diğer takım taraftarlığından çok farklı bir olgudur… “Duygu” yerine “olgu” kavramını özellikle kullanıyorum; zira Fenerbahçelilik duygular üstü anlamlar taşıyan bir olgudur.

Yazarların hayata bakış ve hayatı algılayış tarzları, hem iyi bir gözlem yeteneği hem de bu gözlemleri tüm insanları kucaklayabilecek bir üslup kullanmalarını gerektiriyor.

“Halkın takımı” olan Fenerbahçe’ye gönül verenlerin hayata yaklaşımları da böyledir. Özel, özgün bir bakış açısı ve bütün Türkiye’yi kucaklayan bir aşk hikâyesi…

Kupalar, şampiyonluklar elbette önemli. Ve bu ölçütlerde Fenerbahçe, Türkiye’nin en seçkin takımıdır. Ancak Fenerbahçe’mizi “bir başka yapan” asıl özellik çok daha derinlerdedir.

Bir yaşam biçimi olarak Fenerbahçelilik; aşkın duyguların ittifak ederek oluşturduğu ulusal bir sinerjinin Türkiye’den dünyaya ve tüm insanlığa uzanan barış elidir.

]]>
SARI LACİVERT ŞAİRLER http://hayatitek.com/sari-lacivert-sairler/ http://hayatitek.com/sari-lacivert-sairler/#comments Fri, 19 Jun 2020 11:08:44 +0000 http://hayatitek.com/?p=1962

Geçenlerde Nazım Hikmet’in gençliğinde Fenerbahçe amigoluğu yaptığını okumuştum. Aslında bu habere çok da şaşırmamalı… Mevzu Fenerbahçe olunca şair, yazar, artist, doktor, mühendis vs. hangi meslekten olursa olsun, insanlar başka bir kimliğe bürünüyor.

Nazım gençliğinde Fenerbahçe amigoluğu yaptı mı, bilmiyorum ama Fenerbahçe “halkın takımı” olduğu için “Kanım biraz Fenerlilere kaynıyor” dediği de biliniyor. Hatta bunu, şu dizesiyle tablolaştırıyor:

“Sporda da olsa halka dayanalım vatandaşlar!

Halka kapılarımızı geniş açalım iki gözüm.”

Fenerbahçe amigoluğu demişken, sarı-lacivert tribünlerde elinde meşalesiyle tezahürat yapan Turgut Uyar’ı anmamak olur mu? Ezeli rekabette Fenerbahçe’nin Galatarasay galibiyetini dizelerine onun kadar açık bir şekilde yansıtan yoktur herhalde:

“Fenerbahçe 3 – 0

Doğu – Batı berabere”

“İkinci Yeni” ekolünün bir başka temsilcisi şair Edip Cansever’in Fenerbahçeliliği de aşikârdır. Hatta tribünlerde coşacak kadar Fenerbahçeli…

Diğer “İkinci Yeni”ciler Ece Ayhan, İlhan Berk ve Cemal Süreya’yı da “kalbi Fenerbahçe için atan şairler” arasında sayabiliriz.

Cemal Süreya’nın “99 Yüz” kitabında geçen şu tespit, tartışmaya açık olsa da dikkat çekicidir:

“Fenerbahçelilik bir dindir, Galatasaraylılık bir tarikat.”

“Ver Lefter’e Yaz Deftere” sloganını sadece Fenerbahçeliler değil bütün sporseverler bilir. Şair-ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun İstanbul Destanı’nda geçen bir mısradır, bu sloganın esin kaynağı. Şu dizeleri yazmak için herhalde büyük Fenerbahçeli olmak gerekir:

“İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
Memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar
Göğsümü gere gere
Ver Lefter’e / Yaz deftere!”

Sarı Lacivert şairler listesini daha da uzatmak mümkün… İsmet Özel, Murathan Mungan, İlhan Berk ve daha niceleri… Görüldüğü gibi, Fenerbahçe şiirin de şampiyonu…

Fenerbahçe’nin büyüklüğü, kazandığı kupa ve şampiyonluklarla ilgili değildir sadece. Büyük Fenerbahçe anıtı, sağlam bir kültürel kimlik kaidesi üzerinde yükselir. Halkın takımı Fenerbahçe, Cumhuriyet’imizin önemli izdüşümlerinden biridir. Fenerbahçe Cumhuriyet’tir.

Fenerbahçe’nin büyüklüğü, toplumun her alanında yarattığı sinerjinin yanı sıra, sanat ve siyasete verdiği yönle de kendini gösterir.

“Fenerbahçelilik Ruhu”, diğer pek çok alanda olduğu gibi, Sarı Lacivert şairlerin dizelerinde kanat çırpmaya devam edecek; çırpınan kanatların güçlü rüzgârı, Sarı Lacivert bayrağımızı ebediyen dalgalandıracaktır. Halkımızın sporda atan nabzı olan Fenerbahçe, büyüklüğünü daima koruyacaktır.

]]>
http://hayatitek.com/sari-lacivert-sairler/feed/ 2
İKİ ŞEHRİN HİKÂYESİ VE NAMIK KEMAL http://hayatitek.com/iki-sehrin-hikayesi-ve-namik-kemal/ Fri, 12 Jun 2020 08:18:05 +0000 http://hayatitek.com/?p=1425

İkinci Abdülhamid döneminin güçlü muhalefet cephesi Genç Osmanlılar Cemiyeti’nin Ali Suavi ile birlikte en önemli iki temsilcisinden biri olan Namık Kemal, yaptığı sert muhalefetin mükâfatı olarak yurt dışına çıkmak zorunda kalınca ilk adresi Paris olmuş, hemen ardından Londra’ya uzanmıştı yolu…

Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” isimli başyapıtının başrolündeki bu iki şehirden de etkilenmişti. Ancak Londra’nın yeri bir başkaydı. Hatta göğüs kafesini hınçlı bir volkan gibi fokurdatan vatan ve hürriyet sevgisinin bu şehirde hayat bulduğu bile söylenebilirdi. Köklü İngiliz demokrasisinden oldukça etkilenen Namık Kemal’in Londra yıllarında kaleme aldığı meşhur Hürriyet Kasidesi, tüm benliğini kaplayan hürriyet ateşinden kopan kıvılcımların ışıltısı değil miydi?

1868 yılında İngiltere’de yaşanan falaka ve aleni idam cezasının kaldırılması, medeni kanunun dini otoritenin etkisinden kurtarılması gibi olaylar Londra’ya duyduğu aşkı daha da alevlendirirken, dönemin başbakanı Disraeli’nin politikalarına duyduğu sempati hayranlık düzeyine yükselmişti.

Tüm diğer Genç Osmanlılar gibi Namık Kemal de milliyetçilikten ziyade Osmanlıcıydı; millet sevgisinin odağında ise vatan kavramı vardı. Her milliyetten insanın bir arada barış, huzur ve kardeşlik içinde yaşayabildiği bir vatandı hayalini kurduğu… Osmanlı teb’asını oluşturan etnik topluluklar arasında İslam’ın hoşgörü bayrağı altında tam bir fikir beraberliği kurulabilirse, hayran kaldığı İngiltere gibi ileri bir toplum düzenine ulaşılabilirdi…

İdealist insanların hali bir başkadır. Başkalarına çılgınlık gibi gelen şeyler onlar için sıradandır…

Nitekim Namık Kemal’in vatan sevgisi o kadar ağır bastı ki, hürriyetinden vazgeçip, her türlü riski göze alarak vatanına hizmet için payitahta umutla döndü…

Londra yıllarında iyice olgunlaşan vatan ve hürriyet duyguları, meyvelerini çok geçmeden vermeye başladı. Ömrünün son demlerine kadar vatan ve hürriyetten başka, uğruna kaside yazılacak değer bulamadı.

Ancak öylesine yürekten ve öylesine etkili yazdı ki, sonraki yıllarda birçok yazar ve şair onu kendine rehber edindi.

“Biz, millî hudutlarımız dâhilinde hür ve müstakil yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz”, “Millî hudut dâhilinde vatan bir bütündür”, “Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk’ün, Nâmık Kemal’i “Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği sesi” olarak nitelendirmesini de bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

13 Ocak 1921’de Büyük Millet Meclisi kürsüsünden milletvekillerine umut ve heybetle hitap eden Atatürk’ün okuduğu şu dizeler de Namık Kemal’e aitti:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kare maderini.

İşte ben de bu kürsüden, bu Meclisin Başkanı sıfatıyla, Heyetinizi teşkil eden bütün milletvekilleri namına ve bütün millet namına diyorum ki;

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kare maderini.”

Namık Kemal’in Londra’da bulunduğu yıllarda müdavimi olduğu “Pavilion” isimli bir bar vardı. Bu bar, daha sonra Osmanlı – Rus Savaşında beklenmedik önemli bir rol oynayacaktı. 1878 yılında Pavilion’da söylenen bir şarkı halkı galeyana getirmiş, İngiltere’nin Ege denizine bir donanma göndererek Ruslara karşı Osmanlı’nın yanında olmasını sağlamıştı. G. W. Hunt isimli bir İngiliz’in bestelediği şarkıyı Macdermott isimli şarkıcı okumuş, halkı coşturmuştu. Şarkının nakaratları şöyleydi:

“Harpte bezimiz yok ama istersek vallahi,

Gemimiz var, askerimiz var, paramız da var yani…”

Halk o kadar coşmuştu ki, Macdermott şarkıyı defalarca söylemek zorunda kalmıştı. Ona coşkuyla eşlik eden halk, bardan taşarak Londra sokaklarını inletmişti. Şarkının yarattığı atmosfer sonucunda Hariciye Nazırı ertesi akşam bizzat Pavilion’a gelerek şarkıyı dinlemişti. Le Figaro’da söz ve notaları yayınlanan şarkı sayesinde, Rusların Osmanlı’yı işgal ihtimali İngiliz kamuoyunda ses bulmaya başlamıştı. Duruma seyirci kalamayan İngiliz Hükümeti politikasını değiştirmiş; ilk mağlubiyetini yıllar sonra Çanakkale’de tadacak olan yenilmez armada Britanya Donanmasını boğazlara göndermişti. Londra’nın bu kararlı tutumu karşısında Ruslar çekilmek zorunda kalmıştı. Tabii uluslararası ilişkilerde hiçbir şey karşılıksız olmadı; Kıbrıs adası 92.000 altın karşılığında İngiltere’ye kiralanmıştı. Rus işgali önlenmişti ancak Kıbrıs’ın kopma süreci de böylece başladı.

İngiliz müzik ve siyaset tarihine geçen, nakaratı olan “vallahi” ile İngilizceye “by jingo” kelimesini kazandıran bu şarkı, elbette ki Namık Kemal’i de uzaktan uzağa heyecanlandırmış olmalıydı…

Şarkının etkisi bununla sınırlı kalmadı: Londra’da bir köşkte yaşayan Lady Charlemont, Türk-Rus savaşında yaralanan veya hastalanan Türklerin tedavisi için büyük hizmetlerde bulundu. Rus aleyhtarı ve Türk taraftarı toplantılara da destek veren Lady Charlemont’un Cantebury’de düzenlediği bir eğlencenin tüm hasılatı da Türk yaralıların tedavisi için kullanıldı.

İngiltere’de bu gelişmeler yaşanırken, o günlerde Midilli Adasında sürgünde bulunan Namık Kemal, vatanın hazin durumu üzerine şiirler yazıyordu…

“Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır

Serhaddimize kal´a bizim hâk-i bendedir

Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir

Gavgâda şehadetle bütün kâm alırız biz

Osmanlılarız can verir nâm alırız biz

***

Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda

Can korkusu geçmez ovamızda dağımızda

Her gûşede bir şîr yatar toprağımızda

Gavgâda şehadetle bütün kâm alırız biz

Osmanlılarız can verir nâm alırız biz

***

Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın

Cennet kapusu can veren ihvâna açılsın

Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın

Gavgâda şehadetle bütün kâm alırız biz

Osmanlılarız can verir nâm alırız biz…”

]]>