YAZILAR – Hayati Tek http://hayatitek.com Tue, 03 May 2022 15:13:48 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png YAZILAR – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 3 MAYIS 1944 TÜRKÇÜLER GÜNÜ http://hayatitek.com/3-mayis-1944-turkculer-gunu/ Tue, 03 May 2022 14:59:14 +0000 http://hayatitek.com/?p=5371 HAYATİ TEK –

Türk milliyetçiliği düşüncesinin parlayan yıldızlarından Hüseyin Nihal Atsız’ın yargılandığı “Atsız-Sabahattin Ali” davasının ikinci duruşmasının yapıldığı 3 Mayıs 1944 Çarşamba günü Ankara’da düzenledikleri nümayiş nedeniyle tutuklanan 165 milliyetçi genç ile bu gösteri dolayısıyla açılan “Irkçılık-Turancılık” davasında yargılanan 23 vatanseverin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Zeki Velidi Togan, Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin Namık Orkun, Sait Bilgiç, İsmet Tümtürk, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan Tokluoğlu, Cemal Oğuz Öcal, M. Zeki Sofuoğlu, Cebbar Şenel, Nurullah Barıman, Cihat Savaşfer, Fazıl Hisarcıklı, O. Yusuf Kadıgil, Saim Bayrak.

Bu vesileyle merhum Hüseyin Nihal Atsız’ın Türk milliyetçiliği ve Türklük ülküsüne dair bazı sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

  • En iyi toplum, herkesin vazifesini kusursuz yaptığı toplum, en üstün ahlak da vazife ahlakıdır. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 209)
  • İnsanları kendi devletinden soğutan her haksızlık millî bir suçtur. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 163)
  • Makamlar, mevkiler ancak Türk milletine yararlı olabilmek içindir. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 228)
  • İnsanda beyin ne ise, millette de millî şuur odur. (Türk Ülküsü, s. 71)
  • Her milletin, yaşamak için bir ülküye ihtiyacı vardır. (Türk Ülküsü, s. 44)
  • Kendini bir ülküye vermiş olan insan ve millet hiçbir şeyden korkmaz. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 168)
  • Kızılelma, Türk milletinin manevî besinidir. (Türk Ülküsü, s. 22)
  • Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler. (Türk Ülküsü, s. 32)
  • Millî birlik ve millî birlikten sonra cihan hâkimiyeti, milletin şuuraltında yaşayan bir ülküdür. (Türk Ülküsü, s. 46)
  • Millî ülküler, milletleri yüzyıllar boyunca ayakta tutacak enerji kaynağıdır. (Türk Ülküsü, s. 24)
  • Ülkü çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler, yüksek ahlaklar ister. (Türk Ülküsü, s. 31)
  • Turancılık bütün Türklerin birleşmesi ülküsüdür. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 24)
  • Ahlak millet yapısının temelidir, o olmadan hiçbir şey olmaz. (Türk Ülküsü, s. 50)
  • Türk şerefsizlikten korkar. Yalan ve iftira ile çıkar sağlamaktan çekinir. Silahı haysiyetsizlik olan mücadeleye yabancıdır. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 213)
  • Türkçü, millî çıkarları şahısların üstünde tutan, millî mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır. (Türk Ülküsü, s. 39)
  • Bir milletin, ölülerini saygı ile anması ilerde de büyükler yetiştireceğinin müjdeleyicisidir. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 91)
  • İnsanı insan yapan büyük düşüncelerdir. Kazanç ve refah, iktisadî kalkınma gaye değildir. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 167)
  • İnsanlar, çevrelerinde ne kadar çok kahraman örneği görürlerse, yiğit yetişme ihtimalleri o kadar artar. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 121)
  • Millî kahramanları unutmak nasıl bir felaketse, sahte millî kahramanlar uydurmak da o kadar vahim bir rezalettir. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 188)
  • Sultan II. Abdülhamid, mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 111)
  • Tarihî kahramanları silmekle bir milleti silmek arasında fark yoktur. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 121)
  • Yüksek karakterli insanlar hangi şartlar içinde kalırlarsa kalsınlar yurtlarına ihanet etmezler. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 161)
  • Ne kadar inkılâpçı olsak, yine geçmişe bağlıyız. Çünkü: Kökü mazide olan atiyiz! (Türk Tarihinde Meseleler, s. 137)
  • Tarih şuuru, milletlerin hafızasıdır. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 13)
  • Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu İlhanlı Devleti’nin, İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu Devleti’nin, Anadolu’daki Selçuklu Devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin, Büyük Selçuklu Devleti Karahanlılar’ın, Kaharanlılar Uygurlar’ın, Uygurlar Göktürkler’in, Göktürkler Aparlar’ın, Aparlar Siyenpiler’in, Siyenpiler Kunlar’ın devamıdır. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 65)
  • Atalarımızdan kalan eserleri yıkmak vatana ihanettir. Ecdadın eserleri mukaddestir. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 109)
  • İstiklalini kaybeden bir millet dirilebilir. Fakat dilini kaybeden millet yok olmuş demektir. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 118)
  • Bozkurt millî sembolümüzdür. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 128)
  • Milleti yıkmak isteyenler onun millî sembollerine de hücum ederler. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 64)
]]>
MÜFTÜ 1918 http://hayatitek.com/muftu-1918/ Sat, 16 Apr 2022 11:30:08 +0000 http://hayatitek.com/?p=5334 HAYATİ TEK –

Mensubu olmakla iftihar ettiğim Türk Ocaklarımızın geçmiş dönem genel başkanlarından, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” eserinin yazarı Prof. Dr. Osman Turan şöyle der:

“Tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi, hiç bir mana ifade etmez.”

“Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” romanlarının yazarı Hüseyin Nihal Atsız’ın şu sözü de aynı cümledendir:

“İnsanlar, çevrelerinde ne kadar çok kahraman örneği görürlerse, yiğit yetişme ihtimalleri o kadar artar.”

Bu iki değerli tespit, tarihî romanların, tarih öğretim metotları arasındaki yerine işaret etmektedir.

Sosyal medyanın çok yoğun kullanılmaya başlandığı son on yılda insanlarımız, ciltler dolusu kitaplardan maalesef uzak duruyor; medya veya sosyal medya mecralarındaki özet bilgilerle yetiniyorlar. Üstelik edindikleri malumatı “doğru” kabul ediyor, kaynaklardan teyit etme ihtiyacı da hissetmiyorlar.

Bardağa dolu tarafından bakınca, “Buna da şükür.” diyeceğimiz bu tablo, aslında pek çok sıkıntıyı da beraberinde getiriyor. Bir zamanlar Hollywood, şimdilerde Netflix patentli fantastik filmlere öykünen tarihi romanların revaç bulduğu bu zamanda, gerçek ile hayal birbirine karışıyor.

Tarihin en kadim topluluklarından biri olan aziz Türk milletinin tarihi, destanlarla yarışacak gerçek olayların örgüsü halindedir. Hiç ummadığımız bir anda karşımıza tevazu kıyafetine bürünmüş nice büyük kahramanlar çıkabilmektedir.

Anlaşılacağı üzere, başkalarının fantastik unsurlarla güçlendirerek kurguladığı şeyleri hayatın normal seyri içerisinde kolaylıkla başaran Türklerin, Hollywood yahut Netflix filmlerindeki senaristlerin hayal gücüne ihtiyacı yoktur.

Daha ziyade “niçin” sorusuna odaklanan, konu edindiği olayın ne zaman, nerede, nasıl ve niçin meydana geldiğini ve kimler tarafından yapıldığını araştıran ilmi eserler; söz konusu ettikleri özel tarihî olayları, genel tarih içerisinde doğru bir şekilde konumlandırmaya çalışır. Edebî eserlerde ise “nasıl” sorusuna verilecek cevap bir adım öne çıkar. Bu nedenle ilmi eserler, tarihi “doğru ve tarafsız” öğretmek iddiasıyla yola çıkarken; edebî eserler, “hızlı ve dikkat çekici” bir üslubu tercih ederler.

Bu iki yöntemin aynı kitapta buluşması, yani hem tarihi gerçeklere sadık kalınarak hem de okurun merak güdüsünü sürekli canlı tutularak mesaj verilmesi de mümkün. Üstelik bu yöntem, tarihin roman yahut hikâye formunda öğretimini de mümkün kılmaktadır. Romanın kahramanları, olayların geçtiği zaman ve mekân, yaşanmış gerçeklerden yola çıkılarak kurgulandığı için okuyucu, keyifli bir okuma süreci içerisinde tarih bilgisini geliştirmektedir.

Tamamen kurgu tarihi romanları okumaktan ayrı bir zevk almakla birlikte; gerçek kişi, olay, zaman ve mekân unsurlarına dayalı bir romancılığı tercih ediyorum.

Milli Mücadelemizin yüzüncü yılı olan 2019’da “Namus” romanı ile başlayıp, 2020’de “Nusret” ile devam eden belgesel roman serimizin son kitabı olan “Müftü 1918” de böyle bir anlayışın ürünüdür.

***

25 Şubat’tan itibaren İspirlilerin, Mart ortalarında ise Türkiye’nin istifadesine sunulan “Müftü 1918” romanında, birçoklarının hayal gücünü zorlayacak destansı bir mücadelenin, İspir Müftüsü Mustafa Vehbi Başkapan önderliğinde, büyük fedakârlıklar yapılarak nasıl başarıldığı anlatılmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İspir’de hayat bulan Suralar Cemiyeti ve Cemiyet’in neredeyse “yerel bir anayasa” fonksiyonu gören kuruluş beyannamesi, Milli Mücadele dönemimizin Kuvayı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk teşkilatlarının esin kaynağını hatta nüvesini teşkil etmektedir.

Kadim dostum İspir Belediye Başkanı Ahmet Coşkun’un, “Atası olmayanın ötesi olmaz.” sözünden ilham alarak başlattığımız hummalı bir çalışmanın ürünü olan “Müftü 1918” belgesel romanı, detaylı bir kaynak tarama ve yerinde inceleme süreci sonunda hayat buldu.

Bu vesileyle romanımızın fikir babası, kadim dostum İspir Belediye Başkanı Ahmet Coşkun’a, romandaki Kânasorlu Âşık Muradi karakterine şiirleriyle hayat veren Ozan Baki Çetin’e ne kadar teşekkür etsem azdır.

Kendisi de İspirli olan saygıdeğer büyüğüm merhum Nevzat Kösoğlu, Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Betül Aslan ve Doç. Dr. Mevlüt Yüksel başta olmak üzere, kitabın “Yararlanılan Kaynaklar” bölümünde isimlerini zikrettiğim eserlerin yazarları da teşekkürü fazlasıyla hak etmektedir.

Çalışmamızın son okumaları sırasında yaptıkları ikaz ve önerileriyle çok önemli katkılar sağlayan Müftü Mustafa Vehbi Başkapan’ın torunları Vehbi Başkapan ve Hatice Başkapan’ın yanı sıra Hasan Basri Şenel ağabeyime de şükranlarımı sunarım.

Yerinde inceleme gezilerim sırasında verdikleri bilgilerle romanın olgunlaşması ve zenginleşmesine katkı sağlayan;

Ortaköy’den Hamil Başkapan, Hadise Diler, Selim Şahin, Zafer Şahin, Necmettin Bektaş, Osman Bektaş ve Rüstem Ceylan’a;

Karahan’dan köy muhtarı Muhammet Dursun Özaydın ve görüşmemizden bir hafta sonra Hakkın rahmetine kavuşan merhum Cevat Özaydın’a;

Yedigöze’den Osman Bülbül, Sabri Sinek ve Şemşe Güner’e;

Karakale’den köy muhtarı Yaşar Sandıkçı, Hüseyin Sandıkçı, Mikdat Özdem, Yılmaz Coşkun ve Ahmet İpek’e;

Araköy’den köy muhtarı Lütfü Kapucu’ya;

Sırakonaklar’dan köy camii imamı İbrahim Doğan ve Olgun Kumbasar’a;

İspir ilçe merkezinden, Kale Camii İmamı Osman Kaya ve Muzaffer Alakuş’a;

Bizimle dağlar tepeler aşıp, İspir-Artvin arasındaki kadim kervan yolu güzergâhını ve Çapuns Gediği’ni gösteren kadim usul su değirmeni işletmecisi Celal Atmaca’ya;

Pazaryolu-Karakoç’tan, köy muhtarı Murat Yeşil ve Mustafa Yeşil’e;

Norşen Boğazı gezimizde bize mihmandarlık yapan Aziziye’nin Elmalı köyünden Furkan Aslan’a;

İspir, Pazaryolu ve Aziziye’nin zorlu coğrafyasında günler süren meşakkatli ancak bir o kadar keyifli ve öğretici inceleme gezilerim sırasında sabırla bana eşlik eden Köksal Sayın ve Halil Kaya kardeşlerime ve misafirperverliğin en güzel örneğini sergileyen İspir’in güzel insanlarına gönülden teşekkür ederim…

***

Sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla İspir Belediye Başkanı Ahmet Coşkun, İspir Kaymakamı Sn. Murat Acar ve İspir Milli Eğitim Müdürü Sn. Ahmet Aydın, “Müftü 1918” belgesel romanının gençler ve çocuklar başta olmak üzere ilçe sakinlerine ulaştırılması konusunda büyük bir çaba göstermektedirler.

Ziya Gökalp’in, “millî mefkûrelerden, millî vazifelerden mürekkep olan bir ahlâk” diyerek tarif ettiği “vatanî ahlak”ın en güzel örneğini verdikleri için kendilerini kutluyor, teşekkürlerimi sunuyorum.

]]>
AYVAZ GÖKDEMİR: “ALLAH, TÜRK’Ü TERK ETMEZ; ALLAH, KILICINI KÖRLETMEZ.” http://hayatitek.com/ayvaz-gokdemir-2/ Fri, 15 Apr 2022 16:00:05 +0000 http://hayatitek.com/?p=5324 HAYATİ TEK –

Eğitimci, yazar, bürokrat, siyasetçi, devlet bakanı ve milletvekili kimliklerini kâmilen taşıyan merhum Ayvaz Gökdemir’in mümeyyiz vasfı Türk milliyetçisi olmasıdır.

Üniversite eğitimi için Ankara’ya gelir gelmez Türk Ocakları’nın faaliyetlerine devam eden, milliyetçi-ülkücü kuruluşlarda görev yapan, dünya hayatına bir Türk Ocakları kongresinde geçirdiği kalp krizi ile veda eden merhum Ayvaz Gökdemir gerçek bir dava adamıdır.

Hayat hikâyesi bu sıfatı hak edecek mücadelelerle, eserleri bu sıfatı haklı çıkaracak fikirlerle doludur.

Ayvaz Gökdemir’e göre; “Türk milliyetçisi” ve “Türk münevveri” sıfatlarının hakkını verebilmenin en temel şartı Türkçeyi bilmek, Türkçeyi sevmek, Türkçeyi yaşatmak ve yüceltmektir; sistemli ve yoğun bir okuma sürecinden geçmektir.

Yine ona göre insan kelimelerle düşünür, dili bozulan milletler tefekkür kabiliyetlerini kaybederler; bu nedenle müstemleke uygulaması olan “yabancı dilde eğitim” yanlışına asla düşülmemelidir.

Sadece bugünümüz için değil geleceğimiz için de bin iki yüz yıldır belgeli “devlet dili” durumunda bulunan, her şeyi her seviyede ifade etmeye muktedir olan muhteşem Türkçemize sahip çıkılmalıdır.

Geçmişten bu yana ülkemizde ve dünyada olup bitenleri doğru şekilde anlayabilmek ve geleceği doğru kurgulayabilmek için derin bir tarih bilgisine, sağlam bir tarih şuuruna sahip olunmalıdır.

Tarihe olan borcumuzu ödeyebilmek bakımından Türkistan ve Osmanlı bakiyesi topraklarda bulunan soydaşlarımıza, dindaşlarımıza sahip çıkılmalıdır.

İnsanlar, soylarını ve tarihlerini müzayededen antika eşya satın alır gibi alamazlar. Milletimizi ve devletimizi sonsuza kadar yaşatmak adına Oğuz Kağan’dan bu yana milletimizin süreklilik gösteren “devlet-ebed-müddet” anlayışına sıkı sıkıya bağlanılmalıdır.

Ahmet Yesevi’den Yunus Emre’ye uzanan çizgi takip edilmeli;  Namık Kemal ile Erol Güngör arasındaki Mehmet Akif’ler, Ziya Gökalp’ler, Yahya Kemal’ler, Peyami Safa’lar, Mümtaz Turhan’lar iyi tanınmalıdır.

Bazı konulara dair fikirlerini bu şekilde özetleyebileceğimiz Ayvaz Gökdemir’in şu inancına katılmamak mümkün mü: “Türk milleti bin yıldır ‘Allah’ın kılıcı’ olmuştur; Allah, Türk’ü terk etmez; Allah, kılıcını körletmez.”

***

Hayattayken kâfi derecede teşrik-i mesaide bulunamadığım için hayıflandığım mühim şahsiyetlerden biri olan merhum Ayvaz Gökdemir’i 14’üncü vefat yıldönümünde rahmet, hasret ve şükranla anıyorum.

Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

]]>
OSMAN TURAN http://hayatitek.com/osman-turan/ Mon, 17 Jan 2022 17:20:42 +0000 http://hayatitek.com/?p=5302 HAYATİ TEK –

Ortaokul çağlarımda Yavuz Bahadıroğlu’nun Endülüs’e Veda’lı, Buhara Yanıyor’lu, Şirpençe’li serisi ile başlayan tarih şuuru edinme maceram, lise yıllarımda Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı beşlemesi, üniversite dönemimde ise Bahaeddin Özkişi’nin Bir Çınar Vardı, Göç Zamanı, Sokakta, Köse Kadı ve Uçtaki Adam’ıyla devam etti. Eşzamanlı olarak H. Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Dalkavuklar Gecesi, Z Vitamini, Ruh Adam, Yolların Sonu ve Deli Kurt kitapları aldı sahneyi.

Deli deli akan kanımın güzergâhını kâh Tuna’ya kâh Ceyhun’a çeviren; Tanrı Dağı yamaçlarından Issık Gölü temaşa etmemi, Zümrüdüanka’nın kanatlarında Kafdağı’nın ötelerine süzülmemi sağlayan efsanevî bir üslupla yazılan eserlerin çizdiği bir hayal tablosuydu zihnimde canlanan.

Bu emsalsiz ve büyüleyici tablo, merhum Prof. Dr. Osman Turan hocamızın Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi kitabıyla gerçek bir fotoğrafa dönüştü. Ziya Gökalp, H. Nihal Atsız, Erol Güngör, Cemil Meriç, Osman Yüksel Serdengeçti, Nurettin Topçu, Galip Erdem, Dündar Taşer, Necip Fazıl Kısakürek’le renklenen fikir dünyam, S. Ahmet Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü’nde ideal terkip ve ahengini buldu.

Ancak asıl etkilendiğim eser Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’ydi.

İlmî disiplinini Prof. Dr. Fuat Köprülü’den alan, Ziya Gökalp’in rüyasını gördüğü davayı, tarih şuuru ve bütüncül tarih yaklaşımıyla ete kemiğe büründürerek eserine isim yapan Turan, “Millî kültür ve mefkûrenin bozulması, münevver sükûtu ve suikastların başlıca kaynağıdır” derken ne kadar da haklıydı.

Aydınlarla yükselmesi gereken Türkiye’nin bir aydınlar suikastı ile karşı karşıya bulunduğuna işaret eden büyük Hoca, insanlığı hak, adalet ve saadete eriştirmek amacıyla ilahî bir buyrukla kurulan Nizam-ı Âlem ve İ’lay-ı Kelimetullah idealinin çağın şart ve idrakine uygun şekilde ihyasını düşlüyordu.

1850’lerden itibaren “hasta adam” olarak anılan Osmanlı’nın yeniden dünyanın süper gücü haline gelmesi fikri ilk bakışta pek inandırıcı gelmese de kadim tarihimiz umutları yeşertecek sayısız örneklerle doluydu.

Tarih sahnesinden çekilirken bile dünya dengesinin önemli sacayaklarından birini teşkil eden Osmanlı’yı Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e taşıyan sancılı bir süreçte dünyaya gelen Osman Turan’ın çocukluk yılları, Birinci Dünya Savaşı ve istiklal mücadelemizin ıstıraplı günlerine tesadüf eder.

Trabzon, Bayburt ve Ankara’da geçen ilk ve orta öğrenimi cumhuriyetin kuruluş yıllarına denk düşen Turan, dünyanın büyük ekonomik krizlerle boğuştuğu bir dönemde başladığı üniversite tahsilini zorlu şartlar altında tamamlayarak başarılarla dolu akademik hayatına doğru yelken açar.

İlim adamı kimliğiyle ulaştığı değerli bilgileri halkın idrakine uygun bir şekilde işlemeyi bilen Turan, üniversitede edindiği birikimlerini milletvekili sıfatıyla siyasî sahada da kullanır.

İki dünya savaşı gören, kıtlıkla imtihan edilen bir ülkede akademik çalışma yürüten, siyasî tarihimizin ilk askerî darbesi sonrasında suçsuz yere on yedi ay cezaevine konulan merhum Osman Turan Hocamızın mücadele dolu hayatı, Türk milliyetçileri için dersler çıkarılacak mesajlarla doludur.

Hocaların hocası Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün öğrencisi ve ilk asistanı olma bahtiyarlığına erişen Turan’ın Türk milliyetçiliğine yaptığı en mühim katkılardan biri, günümüzün pek çok millî ve milletlerarası sorununa çözüm üretebilecek formülleri de bünyesinde barındıran “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” paradigmasını gün yüzüne çıkarmış olmasıdır.

Sonraki yıllarda merhum S. Ahmet Arvasi tarafından “Türk-İslam Ülküsü” olarak adlandırılan bu yaklaşımın temellerini Mete Han’a kadar götüren Hocamız; Hun ve Gök-Türk kağanlıkları ile Selçuklu ve Osmanlı sultanlıklarını Türk cihan hâkimiyetinin dört büyük devri olarak nitelendirir.

Osmanlıların yalnız eski imparatorluklar değil, hürriyet, demokrasi, laiklik ve insanlık fikirlerinin yaygın bulunduğu modern çağ imparatorluklarından da ileri ve emsalsiz bir nizam kurduklarını hatırlatan Turan’ın kaleme aldığı eserler, özellikle Anadolu’nun ırkî, dinî, kültürel ve ekonomik topografyasının ortaya konulması bakımından önemli değere sahiptir.

Mensubu olmakla iftihar ettiğim Türk Ocakları’nın bir dönem genel başkanlığını da yapan Prof. Dr. Osman Turan’ı, vefatının 44’üncü yıldönümünde rahmet ve şükranla anıyorum…

Ruhu şad, mekânı cennet, makamı âli olsun.

]]>
KUVAYI MİLLİYE’NİN ÖĞRETMEN KOMUTANLARI http://hayatitek.com/kuvayi-milliyenin-ogretmen-komutanlari/ Sun, 02 Jan 2022 21:48:29 +0000 http://hayatitek.com/?p=5231 HAYATİ TEK –

Eğitim ve öğretim alanında Tanzimat ile başlayan yeniliklerden olan Dârülmuallimîn (Erkek Öğretmen Okulu)  ve Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) uygulamasının II. Abdülhamid döneminde yaygınlaştığı görülür.

Mehmet Ö. Alkan’ın, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri (1839-1924)” isimli eserinden öğrendiğimize göre; 1908 yılında Osmanlı ülkesinde yirmi altı Dârülmuallimîn bulunmakta, bunlardan biri de Adana’da faaliyet göstermektedir.

Resmî kuruluşu 1889’a tarihlenen, 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Adana Lisesi’ne çevrilen, 1932’de Adana Erkek Lisesi’ne dönüştürülen Adana Dârümuallimîn, günümüzde Adana Erkek Anadolu Lisesi adıyla öğrenci yetiştirmeye devam etmektedir.

Bu asırlık eğitim çınarımızın Mersin’in özgürlük mücadelesinde özel bir yeri vardır.

Askerlik hizmetlerini Birinci Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde yapan Adana Dârümuallimîn mezunu Mersinli genç öğretmenler, Çukurova’nın işgal edilmesi üzerine bir kez daha silaha sarılmakta tereddüt etmezler. Kurdukları müfrezelerle Fransızlara karşı destansı bir mücadele vererek Mersin’in kurtuluşunda birinci derecede etkili olurlar.

O kadar ki, Ali Çiftçi’nin “Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar” isimli eserinde yer verilen yirmi bir kahramanın dokuzu, Adana Dârümuallimîn mezunudur. Aralarında bir de yüksekokul statüsündeki İstanbul Dârülmuallimîn-i Âliyesi öğrencisidir.

Millî Mücadele döneminde Mersin ve havalisinde iz bırakan kahramanların bu yirmi bir kişi ile sınırlı olmadığı aşikârdır. Ancak Ali Çiftçi’nin birinci el kaynaklara ulaşarak ve yoğun bir mesai harcayarak hazırladığı belli olan bu değerli eseri; bayrak, Kur’an ve silah üzerine yemin edip cepheye koşan müfreze komutanı “mücahit öğretmen kahramanlarımızın” tespiti bakımından hayli kapsamlı ve değerli bir çalışmadır.

Okunmakta olan satırların esin ve başvuru kaynağı, bu eser olacaktır.

Y. TĞM. AHMET REFİK (ERDEM) BEY

Erdemli’nin Güzeloluk köyünde 1893’te dünyaya gelen Ahmet Refik Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Mersin’de okur. 1914’te Adana Dârülmuallimîn’den mezun olur.

Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra askerlik hizmeti için İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhına çağrılır. Eğitiminin ardından 23. Tümen emrinde Tarsus civarında, Lübnan’daki Seyyar Müfreze’de ve 7. Ordu emrinde Filistin’de görev yapar. 1918’de İngilizlere esir düşer. Esaretten kurtulunca köyüne döner.

Mersin’in işgale uğrayan bölgelerinin batı sınırında bulunan Güzeloluk köyünde oluşturulan 30 kişilik Fedai Bölüğü’nün komutanlığına atanır. Kurtuluşa kadar bu görevini sürdürür.

Adana Müfrezesi emrinde Batı Cephesi’ne gönderilir. Birinci ve İkinci İnönü savaşlarına katılır. Üsteğmenlik rütbesine terfi ettirilir. Mersin ve Batı Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir.

Milli Mücadele sonrasında köyüne döner, Erdemli ve çevresinde narenciye tarımının başlamasına öncülük eder.

İkinci Dünya Savaşı sürerken 1940-42 yılları arasında Silifke Hava Haber Alma Komutanlığı’nda görev yapan Ahmet Refik Bey, 12 Kasım 1943 günü, tedavi için gittiği İstanbul’da vefat eder ve oraya defnedilir. (Çiftçi: 64-65)

Y. ÜTĞM. ALİ RIZA (TİMURTAŞ) BEY

1891’de Silifke’nin Çatak köyünde doğan Ali Rıza Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Mersin’de tamamlar. Adana Dârülmuallimîn’den 1915’te mezun olur. Aynı yıl askerlik hizmeti için İstanbul Maltepe İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’na askere çağrılır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde 15. Kolordu, 20. Tümen, 63. Alay, 4. Tabur, 15. Bölük Komutanı olarak görev alır. 1917 Temmuz’undaki Popoliga Deresi Savaşı’nda Rus taarruzuna karşı savunma zaferi kazanır. Ekim ihtilali sonrası Rusya savaştan çekilince, 15. Kolordu ile İstanbul’a döner. Gönderildiği Filistin Cephesi’nde 2 Ekim 1918’de İngilizlere esir düşer. Mısır’da geçen bir yıllık esaretin ardından 12 Ekim 1919’da Mersin’e döner.

Silifke’nin Mağara bucağında öğretmenliğe başlar. O sırada Mut’ta bulunan Yzb. Emin Arslan Bey ile mektuplaşarak, Mağara’da yoğun bir nüfusa sahip olan Ermenilere, Kuvayı Milliye’den emin olmaları yönünde telkinlerde bulunur. Fedai Müfreze’nin Mağara’ya ulaştığı 7 Şubat 1920 günü öğretmenlikten istifa ederek, Yzb. Emin Arslan Bey’in maiyetine girer ve “Doğan Efe” adıyla Fedai Müfrezeler Üçüncü Bölük Komutanlığı’na getirilir.

Bu görevde iken Köypınarı’nı Fransızlardan kurtarır. Fedai Müfrezeler İkinci Bölük Komutanı Bçvş. Adanalı Hasan Tahsin Bey (Şahin Efe) ile ortak bir harekât yaparak, Karahıdırlı’daki Fransız takımını ve Alata’daki Fransız karakolunu basar, jandarmaları teslim alır. Mersin Grubu’nun Mersin ve Tarsus olarak ikiye ayrılması üzerine, komutanı olduğu Üçüncü Bölüğü, “Kayıhan Müfrezesi” adıyla Tarsus Grubu’na taşır.

İkinci Kavaklıhan, Birinci Hacıtalip ve Bağlar savaşlarına katılır. 25 Temmuz-8 Ağustos 1920 tarihleri arasında Adana’dan çıkıp Mersin’e keşif taarruzu yapan iki Alay’dan oluşan uçak destekli Fransız birliğini sürekli taciz eder; hâkim olduğumuz tepeleri düşmana kaptırmaz.

Ankara Antlaşması sonrasında Karaman’da oluşturulan 4. Depo Alayı, 2. Tabur emrinde 5. Bölük Komutanı olarak Batı Cephesi’ne geçer; acemi erleri yetiştirmekle görevlendirilir. Büyük Taarruzda 61. Tümen, 190. Alay, 3. Tabur’da görev alır. 1923’te terhis olur.

Terhis sonrası Silifke’ye döner ve Çatak köyünde ilkokul öğretmenliğine başlar. 1926’daki Doğu İsyanı’nda görev yapar. Seferberlik dönüşünde başladığı öğretmenliği, emekli olduğu 1940 yılına kadar sürdürür.

İkinci Dünya Savaşı’nda Silifke Hava Haber Alma Komutan Yardımcılığı görevini üstlenen Ali Rıza Bey, Galiçya’daki üstün hizmetlerinden dolayı Osmanlı Harp, Gümüş Liyakat, Alman Harp Madalyası, Millî Mücadeledeki yararlılıklarından dolayı da Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir. 24 Mart 1961 tarihinde vefat eder. (Çiftçi: 66-71)

ÜTĞM. HASAN FEHMİ (AKINCI) BEY

1892’de Tarsus’un Müftü Mahallesinde doğan Hasan Fehmi Bey, ilk ve ortaokulu Tarsus’ta okur. 1910’da girdiği Adana Dârülmuallimîn’den 1913’te mezun olur. Antakya’nın Hassa ilçesine bağlı Akbez Köyü İlkokulu’na Başöğretmen atanır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ilanı üzerine askerlik hizmeti için önce İstanbul Halıcıoğlu’ndaki talimgâha, daha sonra Ortaköy’deki Süvari Talimgâhına gönderilir. Eğitiminin ardından Maiyyet-i Seniyye Süvari Alayı, 2. Bölük, 3. Takım Komutanlığına atanır. Kurulan 3. Mızraklı Süvari Tümeni bünyesine Alay’ı ile Sina Cephesi’ne sevk edilir. Nisan 1917’deki İkinci Gazze Savaşı’na katılır. 26-30 Mart 2018’de Şeria Vadisi’ndeki Mendep Geçidi’nde bulunan düşman mevzilerine yapılan taarruzda vücuduna ve boynuna isabet eden mermilerle ağır yaralanır.

Vücudundaki kurşunlar Şam’da çıkarılır. Boynundaki kurşuna müdahale edilemez. Halep’e gönderilir. Hastanede iken Üsteğmenliğe terfi ettirilir. Ordumuzun çekilmesi üzerine, boynundaki kurşunla Adana’ya nakledilir. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Jandarma sınıfına geçer ve Adana Merkez Takım Komutanlığı’na atanır.

Adana’yı işgali eden Fransızların kurduğu Jandarma Takip Bölüğü’ne komutan olarak atanır; birliğine çok sayıda Türk yerleştirir. 15 Mayıs 1919’da Ceyhan Jandarma Bölük Komutanlığı’na getirilse de Ermenilerin şikâyetleri üzerine, 7 Ekim 1919’da Karaisalı Jandarma Bölük Komutanlığı’na atanır.

Bu görevi sırasında Pozantı’ya giderek, burayı işgal etmiş olan 412. Fransız Taburunun tertibat ve vaziyetini inceler. Kuvayı Milliye Batı Çukurova Cephe Komutanı Sinan Tekelioğlu Bey’in Karaisalı’ya gelişi ve kaymakam Cemil Bey’i tutuklamasıyla 9 Nisan 1920’de Merkez Komutanlığı ve Kaymakam Vekilliğine atanır.

Bu tarihten itibaren “Kara Afet” takma adını kullanmaya başlar. “Kara Bomba” adını verdiği müfrezesiyle Fransızların Verdün Kahramanı 412. Tabur’unu Karboğazı’nda esir alarak tarihe geçer.

Kurtuluştan sonra askerliğe devam eder. 7 Aralık 1925’te Yüzbaşılığa, 30 Ağustos 1935’te Binbaşılığa, 30 Ağustos 1942’de Yarbaylığa, 30 Ağustos 1946’da ise Albaylığa terfi eder.

Eskişehir Jandarma Müfettişliği görevinde iken 14 Temmuz 1950’de emekli olur ve İskenderun’a yerleşir.

Milli Mücadeledeki başarılarından dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen, Türkiye Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Derneği’nin iki yıl Genel Başkanlığını yapan Hasan Fehmi Bey, 1969 yılında mücahit arkadaşlarının daveti üzerine taşındığı Mersin’de, 29 Ekim 1970 günü vefat eder. (Çiftçi: 95-104)

Y. ÜTĞM. İSMAİL SAFA (ÇİFTÇİ) BEY

1891’de Tarsus’un Sarıibrahimli köyünde doğan İsmail Safa Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Tarsus’ta tamamlar. 1909’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1912’de mezun olur. Mersin Hamidiye Mekteb-i İptidaiyesi’nde öğretmenliğe başlar.

1914’te askerlik hizmeti için İstanbul Halıcıoğlu İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’na çağrılır. Buradaki eğitiminin ardından 49. Tümen, 153. Alay, 3. Tabur emrine verilir. 1915 Ocak’ta asteğmen, 1916’da teğmen olur. Kafkas Cephesi’ne sevk edilir. 1917 Ekim İhtilali sonrası çekilen Rus ordusunu takip eden birlikte görev alır. Savaş sona erince terhis olur ve Mersin’e döner.

1 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye katılarak Tarsus Grubu Süvari Müfrezesi Komutanlığı görevini üstlenir. Bu gruptaki savaşların birçoğuna katılır.

Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. Adana Müfrezesinin 14. Tümen’e dönüştürülmesiyle 26. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanlığına atanır. Bu cephede birçok savaşa katılır. Dumlupınar Meydan Savaşı’nda Kılıçarslan Beli taarruzunda görev alır. Üsteğmenliğe terfi ettirilir.

Milli Mücadeledeki hizmetlerinden dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir.

Kurutuluş sonrası Mersin’e döner. Ticaret ve ziraatla meşgul olur.

20-31 Ocak 1925 tarihlerinde Mersin’i ziyaret eden Atatürk’ün şerefine Mersin Ziraat Odası Başkanı Hacı Ömer (Kutay) Bey tarafından verilen yemeğe, Veli Haşim Bey ile ev sahipliği yapar.

1925’te Şeyh Sait ayaklanmasının patlak vermesi üzerine ilan edilen seferberliğe katılır. Seferberlik dönüşü öğretmenliğe başlayan İsmail Safa Bey, mesleğinden istifa ederek ticaret ve ziraatla uğraşır. 7 Haziran 1971’de vefat eder. (Çiftçi: 109-111)

Y. TĞM. KOZANLI MUSTAFA NAİL BEY

1898’de Saimbeyli’nin Yardibi köyünde doğan Mustafa Nail Bey, ilk ve orta öğrenimini Saimbeyli merkez okulunda tamamlar. 1915’te kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’de okurken silahaltına alınır.

İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’nda yedek subaylık eğitimi görür. 1918’de Teğmen rütbesiyle gönderildiği Filistin Cephesi’nde çarpışırken İngilizlere esir düşer. Mısır’daki 15 aylık esaretinin ardından Adana’ya döner.

Çukurova’nın işgali üzerine, Kuvayı Milliye’ye katılmak üzere Ocak 1920’de Karaman’a gider. Mersin’i kurtarmak üzere Fedai Müfreze kurmakla görevlendirilen Yzb. Emin Arslan Bey komutasındaki müfrezeye katılır.

Yzb. Emin Arslan Bey ile 22 Ocak’ta Mut’a, 8 Şubat’ta Mağara’ya ulaşır. Mustafa Kemal Paşa’dan gelen ileri harekât emri üzerine Yzb. Emin Arslan Bey tarafından Birinci Fedai Müfreze Komutanlığı’na atanır. Arslanköy’ü kurtarmakla görevlendirilir. Bu görevi 1 Mart 1920 günü başarır.

Mersin Jandarmasının 4 Mart 1920’de Kuvayı Milliye’ye katılması üzerine 5 Mart’ta Erçel’e geçer. Burada görüştüğü Yanparlı Muhsin Bey ve Veli Haşim Bey’in müfrezelerini kurmalarına yardımcı olur. 17 Mart 1920 tarihli Başnalar Savaşı’nda Fransızlara ilk yenilgiyi tattırır.

Mersin’in müfrezeleri, Mersin ve Tarsus Grubu şeklinde ayrılınca, Y. Tğm. Mustafa Nail Bey, Demirbaş Müfrezesi ile Tarsus Grubu’na geçer.

5 Mayıs’taki Birinci Su Bendi ve 10 Mayıs’taki İkinci Su Bendi savaşlarına katılır. Fransızların “Küçük Verdün” adını verdikleri Bağlar tahkimatına 19 Temmuz 1920’de yapılan kanlı saldırıda kahramanca çarpışırken 22 yaşında şehit düşer.

Mübarek naaşı, Eshab-ı Kehf Mezarlığı’na defnedilir. Kutlu adı, Tarsus’ta bir mahalleye verilir. (Çiftçi: 112-117)

Y. ÜTĞM. OSMAN (SENAİ) MUZAFFER (KOÇAŞOĞLU) BEY

1891’de Mersin’in Kerimler köyünde doğan Osman Senai Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de yapar. 1909’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1912’de mezun olur. Kadirli İlkokulu’nda iki yıl başöğretmenlik yapar.

Askerlik hizmetine 1914’te İstanbul İhtiyat Zait Namzetleri Talimgâhı’nda başlar. 1 Ocak 1915’te asteğmen, 23 Temmuz 1916’da teğmen olur. 49. Tümen, 153. Alay, 2. Tabur, 5. Bölük Komutanlığına atanır. Kafkas Cephesi’ne gönderilir.  21. Kolordu 37 Tümen 175. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanı olarak Muğla, Aydın ve Balıkesir çevresinde türeyen asilerin tenkili ile görevlendirilir. 1918’de terhis edilince, doğduğu Kerimler köyüne döner.

6 Mart 1920’de Erçel’de Kozanlı Mustafa Nail ile görüştükten sonra Hebilli köyünde Alsancak Müfrezesi’ni kurar.

19-20 Nisan’daki İçme Savaşı’nı, 23 Nisan 1920’de Kızılyar Çiftliği Baskını’nı yönetir. 27 Nisan 1920’de Yakaköy, 29 Nisan 1920’de Tırmıl Tepedeki Fransız karakollarını basar. 10 Mayıs’taki İkinci Su Bendi Savaşı’na katılır. 22 Temmuz’daki Gudubes Savaşı’nda büyük hizmetleri olur.

14-16 Ağustos 1920’deki Küçük Ziyaret Savaşı’na hastalığı nedeniyle katılamaz. 19 Ekim 1920’de Karadirlik, 15 Aralık 1920’deki Üçüncü Eshab-ı Kehf savaşlarında cephedeki yerini alır.

1 Mart 1921’de Üsteğmenliğe terfi eder ve Mersinlilerin kendisine layık gördüğü “Muzaffer” adını kullanmaya başlar.

5 Eylül 1921’de Adana Müfrezesi emrinde Batı Cephesi’ne gönderilir. Çal-Afyon dolaylarında birçok savaşa katılır. 26. Alay, 1. Tabur, 2. Bölük Komutanı olarak Büyük Taarruza katılır.

Kılıçarslan Beli’nde üç yerinden yaralanır. Afyon Hastanesi’nde tedavi edilir. Zafer sonrası Ayvalık, Ezine çevresinde görevlendirilir. 1922 yılı Aralık ayında terhis olunca Mersin’e döner.

1925 Mart-Haziran tarihleri arasında kısmi seferberliğe katılır. Seferberlik dönüşü başladığı öğretmenliğe, 1950’de emekli oluncaya kadar devam eder.

Emeklilik döneminde ziraatla uğraşan, TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ve Mersin Valisi A. Nazif Demiröz tarafından da Hizmet Şeref Belgesi ile ödüllendirilen Osman Muzaffer Bey, 22 Eylül 1983 günü Mersin’de vefat eder. (Çiftçi: 135-140)

Y. ÜTĞM. ÖMER NAZMİ (ÇİFTÇİ) BEY

1892’de Tarsus’un Sarıibrahimli köyünde doğan Ömer Nazmi Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de yapar. 1910’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1913’te mezun olur. 1 Ekim 1913’te Saimbeyli’nin Hügetçe köyüne, sonrasında Saimbeyli Merkez İlkokulu’na atanır.

Askerlik hizmetine 8 Şubat 1914’te İstanbul’da Halıcıoğlu İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’nda başlar. 20 Mayıs 1915’te Kartal’daki 4. Depo Talimgâhının 1. Tabur, 2. Bölüğüne Atış Öğretmeni olarak atanır. 12 Haziran 1916’da Teğmen olur.

1917’de bölüğüyle Bakırköy, Bandırma ve Manisa’ya gönderilir. Buralardaki er noktalarını ikmal eder. 21. Kolordu emrinde Aydın’da iki ay atış kursu öğretmenliği yapar. 57. Tümen, 76. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanlığı görevini, 20 Şubat 1918’e kadar sürdürür.

Terhis sonrası döndüğü Mersin’in işgal altında olduğunu görünce, 1 Nisan 1920’de Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesinde Bölük Komutanı olarak göreve başlar.

27 Nisan 1920’de Yakaköy, 29 Nisan 1920’de Tırmıltepe’deki Fransız karakollarını basarak jandarmaları esir alır. Tozkoparan Müfrezesi ile katıldığı Bağlar Savaşı’nda, Demirbaş Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Mustafa Nail Bey’in şehadeti üzerine, bu müfrezenin komutanlığına atanır. Müfrezesi ile 10 Ekim 1920 İkinci Eshab-ı Kehf Savaşı’na katılır. Fransızların Adana’dan Mersin’e yaptığı geniş çaplı keşif taarruzuna Tozkoparan, Bozkurt, Alsancak, Gökbayrak ve Selçuk müfrezeleri ile karşılık verir.

Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. 14. Tümen, 26. Alay, 3. Tabur, 11. Bölük Komutanlığına getirilir. Afyon Cephesi’nde iken 15 Ekim 1921’de Üsteğmenliğe terfi eder. 14. Tümen Hücum Taburu 3. Bölük Komutanlığına atanır. 26. Alay ile Büyük Taarruza katılır. Bölüğü ile Menemen’e kadar ilerler.

3 Temmuz 1923’te terhis olunca Mersin’e döner, Şeyh Sait İsyanı üzerine 1925’te kısmi seferberliğe katılır. 1926-1944 yılları arasında öğretmenlik yapan, TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen Ömer Nazmi Bey, 1976’da vefat eder. (Çiftçi: 141-144)

Y. ÜTĞM. SÜLEYMAN FİKRİ (MUTLU) BEY

1893’te Mersin’in Arpaçsakarlar köyünde doğan Süleyman Fikri Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de tamamladıktan sonra kaydolduğu Adana Darülmuallimîn’den 1913’te mezun olur.

Askerlik hizmeti için 20 Şubat 1915’te çağrıldığı İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’ndaki eğitimini 10 Mart 1916’da tamamlar.

Bir süre Kadıköy 1. Depo Talimgâhında görev yaptıktan sonra 2. Ordu, 48. Fırka, 151. Alay emrine verilir. Bu Alay ile İzmir havalisinde ve Kafkas Cephesi’nde görev yapar. Sonrasında Suriye, Havran, Salt, Amman çevrelerinde Bölük Komutanlığı, Evrak Şube Müdürlüğü, Alay-Fırka Yaverliği görevlerinde bulunur. Amman Savaşı’na katılır.

151. Alay, 1. Tabur Komutanı Bnb. Ali Rıza Bey tarafından takdir belgesi ile taltif edilir. 25 Eylül 1918’de İngilizlere esir düşer. Mısır’daki 13 aylık esaretinin ardından Şam ve Halep üzerinden 24 Ekim 1919’da Mersin’e gelir.

Mersin’in işgale uğradığını görünce, Mersin Jandarma Komutanı Yaşar Bey ile temasa geçerek üç ay boyunca Mersin köylerini gezer, 300 kadar silahı gizlice dağıtır. 1 Mayıs 1920’de kurulan Mersin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde Kâtip, Mersin Grubu’nda ise Harp Müşaviri olarak görevlendirilir.

Y. Ütğm. Osman Muzaffer Bey’in hastalığı sebebiyle katılamadığı 16-18 Ağustos 1920’deki Küçük Ziyarettepe Savaşı’nda Alsancak Müfrezesi’ne komuta eder, sol gözünden yaralanır. Bir gözünü kaybetse de çalışmalarına devam eder, Emirler Savaşı’nda Grup Yaveri olarak bulunur.

TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir. Adana Sağcenah Mıntıka Yaveri unvanı ile malulen emekli olur. IV. ve V. Dönem Mersin Milletvekili olarak 1931-1939 yılları arasında TBMM’de görev yapar.

1939’dan itibaren ziraatla meşgul olan, limon ve narenciye yetiştiriciliği konusunda yenilikler getiren Süleyman Fikri Bey, Mersin Halkevi Başkanlığı’nın yanı sıra Çocuk Esirgeme Kurumu Mersin Yönetim Kurulu’nda uzun yıllar görev yapar. Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Cemiyeti Mersin Şubesi’nce çıkartılan Kuvayı Milliye Dergisi’nin sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü görevini yürütür. 28 Ağustos 1977 tarihinde vefat eder. (Çiftçi: 149-156)

Y. ÜTĞM. VELİ HAŞİM BEY

1891’de Mersin’in Musalı köyünde doğan Veli Haşim Bey, ilköğrenimini Bekirde köyünde yaptıktan sonra 1907’de kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1911 yılında mezun olur. 1 Eylül 1911-12 Ocak 1912 tarihleri arasında Adana Turan Okulu’nda öğretmenlik yapar.

Askerlik hizmetine 22 Ocak 1912’de İstanbul İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgâhı’nda başlar. Talimgâhı başarıyla tamamladıktan sonra Almanya’ya kursa gönderilir.

Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle “Takım Başı” yetiştirmek amacıyla kurulan Özel Bölük Komutanlığı’na tayin edilir. Uzun süre öğretmenlik ve komutanlık yaptığı bu bölükteki üstün hizmetlerinden dolayı Osmanlı Harp Madalyası ile ödüllendirilir.

28 Ocak 1917’de terhis olunca Mersin’e döner. Tarım ve ticaretle meşgul olur. Mersin’in işgali üzerine Mersin, Tarsus ve Çamlıyayla köylerini “Naif Efe” takma adıyla teşkilatlandırır.

Ulaş köyü merkez olmak üzere Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesi’ni kurar. Gazilerimizin tedavisi için Y. Ütğm. Osman Muzaffer ve Y. Ütğm. Süleyman Fikri Beyler ile Gözne’de on yataklı hastane kurar.

Birinci Eshab-ı Kehf (19 Nisan 1920), Bağlar (15 Temmuz 1920), İkinci Hacı Talip (22 Temmuz 1920), Kamber Höyüğü (27 Temmuz 1920), İkinci Eshab-ı Kehf (10 Ekim 1920), Karadirlik (19 Ekim 1920), Üçüncü Eshab-ı Kehf (15 Aralık 1920) ve İkinci Kavaklıhan (20 Mayıs 1920) savaşlarına katılır.

“Çukurova’nın Yıldırım Bayezid’i” ve “Cephe Aslanı” olarak anılır.

Eylül 1921’de Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. 14. Tümen, 26. Alay’da Bölük Komutanlığına atanır. Sandıklı Cephesi’nde Savran Sırtlarında, Küçük Sinan Ovası’nda, Tınaztepe ve Balmahmut’da Yunanlılarla cenk eder.

Çukurova ve Batı Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir.

Terhisinin ardından ziraatla meşgul olur. 20-31 Ocak 1925 tarihlerinde Mersin’i ziyaret eden Atatürk’ü, Osmaniye Mahallesindeki bahçesinde İsmail Safa Bey ile misafir eder.

Şeyh Sait İsyanının patlak vermesi üzerine 1925’te ilan edilen kısmi seferberliğe katılır.

Seferberlik dönüşü yine çiftçilikle meşgul olur. 1926’da döndüğü öğretmenlik mesleğini, 1 Ekim 1928’e kadar sürdürür.

Bir türlü tedavi edilemeyen hastalığı nedeniyle 7 Ekim 1928 günü, henüz 37 yaşında vefat eder.

Aziz naaşı, Musalı köyüne defnedilir. Kutlu adı, Musalı Veli Haşim Çiftçi İlkokulu ve Ortaokulu’nda yaşamaya devam eden Veli Haşim Bey’in Tozkoparan Müfrezesi’nin adı, Toroslar ilçesinde bir mahalleye verilir. (Çiftçi: 167-162)

Y. ÜTĞM. AHMET MİTHAT (TOROĞLU) BEY

1897’de Mersin’in Puğ köyünde doğan Ahmet Mithat Bey, ilk ve ortaokulu Tarsus’ta, lise öğrenimini Mersin İdadîsi’nde tamamladıktan sonra İstanbul Dar-ül-Muallimîn-i Âliyesi’ni kazanır. Burada öğrenciyken 1915’te askere çağrılır.

İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’ndan 1916’da mezun olur. 25. Tümen, 75. Alay emrinde iken Teğmenliğe terfi eder.

Birinci Dünya Savaşı’nın Romanya Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı Harp Madalyası ve Alman Demir Salip Madalyası ile taltif edilir.

Gönderildiği Filistin-Hicaz hattı savaşlarında ağır yaralanır. Şam Hastanesi’nde tedavi görürken, cephenin bozulması üzerine iyileşmeden Mersin’e döner.

Mersin İdadîsinde bir süre matematik öğretmenliği yaptıktan sonra, Mersin’in Fransızlar tarafından işgali üzerine 1 Mart 1920’de Milli Mücadeleye katılır.

Y. Sb. Muhsin (Yanpar) Bey’in 12 gönüllü mücahidinin de katılımıyla 26 Nisan 1920’de Bozkurt Müfrezesi’ni kurar. “Özkul Efe” adıyla cepheye koşar.

Mersin-Tarsus demiryolu hattını düzenli aralıklarla tahrip ederek, Fransızların ulamışını sekteye uğratır. Hacı Talip İstasyonu ve Rasim Bey Fabrikasını basar. Küçük Ziyarettepe, Karadirlik savaşlarına katılır. Üsteğmenliğe terfi eder.

Adana Müfrezesi emrinde Afyon cephesine gönderilir. 14. Tümen, 30 Alay, 1. Bölük Komutanı olarak, Afyon, Kalecik Sivrisi, Şeyh Elvan, Kırca Arslan-Kızkalesi, Kaplangı ve Başkomutanlık savaşlarına katılır.

8 Ağustos 1923’te terhis edildikten sonra Mersin’de ticaretle meşgul olur.

1925’teki Şeyh Sait İsyanı sırasında ilan edilen kısmi seferberliğe katılır. Seferberliğin ardından ticareti faaliyetlerine döner.

1929’da 32 yaşında iken Mersin Belediye Başkanlığına seçilir. Bu görevini 1942 yılına kadar sürdürür.

Milli Mücadeledeki hizmetlerinden dolayı Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen Ahmet Mithat (Toroğlu) Bey, 7 Mart 1982’de vefat eder. (Çiftçi: 57-63)

“ORDU MİLLET”İN KOMUTAN ÖĞRETMENLERİ

Cemil Meriç, “Kırk Ambar” isimli eserinde şöyle der:

“Bir kılıcın kazandığı zaferi başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler tarihe mal olur, tarihe yani ebediyete. (s. 545)”

Nurettin Topçu da “Türkiye’nin Maarif Davası” isimli kitabında, okul ve öğretmenin önemine dair şu cümleyi kurar:

“Dünyada hiçbir fetih, sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir. ( s. 184)”

Mondros Mütarekesi’nin ardından işgale uğrayan Çukurova’nın kurtuluşu için şerefli öğretmenlik mesleğine ara verip mukaddes millî dava uğruna cepheye koşan Mersinli mücahit öğretmenler, Meriç ve Topçu’nun işaret ettiği iki büyük fethi gerçekleştirme şerefine ulaşan; Türk’ün “ordu millet” vasfını cihana göstererek tarihe geçen güzidelerdir.

Öte yandan okullarında, miting meydanlarında ve cemiyet hayatında halkımızı aydınlatmak ve direniş gücümüzü artırmak için gecesini gündüzüne katan “kahraman öğretmenlerimizin” fedakârlıkları da tıpkı cephedeki “öğretmen kahramanlarımızın” gayretleri kadar değerlidir.

Gerek cephede ve gerekse cephe gerisinde olağanüstü işler başaran Millî Mücadele dönemi öğretmenlerimizin cesaret, liyakat ve yiğitlikleri, bu kutsal mesleğin, bir milletin hayatının her alanında ne denli etkin olabileceğini göstermesi bakımından hayati önemi haizdir.

Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

KAYNAK

Ali Çiftçi; Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar, Mersin 2002.

]]>
CEPHE ARSLANI VELİ HAŞİM BEY http://hayatitek.com/cephe-arslani-veli-hasim-bey/ Sat, 01 Jan 2022 13:42:23 +0000 http://hayatitek.com/?p=5219 HAYATİ TEK –

Tarih kitapları büyük askerî başarıları, meydan muharebelerini, sembolik başlangıçları ve dramatik sonuçları yazar. Oysa bütün bu büyük olaylar her alanda yapılan hummalı hazırlıkların, elde edilen mevzii başarılarla atılan sağlam temellerin üzerinde yükselir.

Yüz yıl önce zaferle sonuçlandırdığımız Milli Mücadelemiz için de durum böyledir.

Halkımızın zihninde, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919’dan İzmir’in işgalden kurtulduğu 9 Eylül 1922’ye kadar geçen dönemi çağrıştıran Milli Mücadelemiz, aslında Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918’de başlar. Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı 11 Ekim 1922’de askerî bakımdan, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz 1923’te ise siyasî bakımdan son bulur.

Düzenli ordumuzun kurulmasının ardından Yunan taarruzunu durdurduğumuz Birinci İnönü, kesin zaferimizle sonuçlanan İkinci İnönü, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebeleri, varlık-yokluk mücadelemizin öne çıkan askerî başarıları olurlar.

Aynı şekilde Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla başlayıp TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920’ye kadar geçen süreçte önce çıkan Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri, millî direnişimizin ana caddesindeki işaret levhaları olarak tarihe geçerler.

Millî Mücadelemiz, işgale uğramamış Anadolu topraklarında büyük bir azim ve kararlılıkla inşa ettiğimiz askerî ve siyasî başarılarımızdan ibaret değildir.

TBMM’nin açılışıyla zapt olunmaz bir akış halinde Yunan kuvvetlerini önüne katıp İzmir kıyılarında denize döken millî ruh selimizi besleyen nehirlerimiz, bu nehirleri besleyen derelerimiz de vardır.

Tarihin ana caddesinin uzağına düştüğü için pek çoğu bilinmeyen nehir ve derelerimiz; İngiliz, Fransız ve İtalyan işgali altındaki topraklarımızda kurulan Kuvayı Milliye Müfrezelerimiz ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerimizin direniş ruhunun yansımaları olarak Millî Mücadele selimizin gücüne güç, inancına inanç katmışlardır.

Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa’nın TBMM’nin 25 Eylül 1920 tarihli oturumunda yaptığı konuşmada kullandığı şu ifadeler, bu mütevazı akarsuların Millî Mücadelemize nasıl büyük katkılar sağladıklarının en çarpıcı belgelerinden birini oluşturur:

“Muntazam kuvvetlere karşı Adana, Tarsus, Mersin ahalisinin gösterdiği mukavemet, ondan fazla olarak düşman kıtaatına hücum için lâyenkati faaliyeti eğer biz lâyıkile ifade edemiyorsak fevkalâde heyecan içinde, fevkalâde alâka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana ve Mersin cephesinde cereyan eden vukuatı iftihar ile telâkki edecek muazzamat meyanında görecektir.”

İsmet Paşa’nın “söyleyecek söz bulamadığı”, milletimiz adına “iftihar vesilesi” olarak gördüğü Çukurova ve Mersin’deki direnişimizin her cephesi ayrı birer iftihar tablosudur.

Bir asır önceki millî direnişimiz sırasında verdiği mücadeleden dolayı “Kahraman” unvanını alan Maraş, “Gazi” unvanını alan Antep, “Şanlı” unvanını alan Urfa gibi bayraklaşmış illerimiz; isimleri, bu illerimizle bütünleşmiş Sütçü İmam, Şehit Kamil Bey gibi kahramanlarımız vardır.

Çukurova’yı işgal eden Fransız birliğinin merkezinin bulunduğu, nice çatışmaların ve “Kaç Kaç” faciası gibi nice dramların yaşandığı Adana’mız ile Fransızlara karşı en çetin savaşların yaşandığı Mersin’imizin böylesi unvanları yoktur.

Adana’nın Saimbeyli ilçesinin adı, Millî Mücadelemizin kahraman kaymakamı Saim Bey’den; Tufanbeyli ilçesinin adı ise Kuvayı Milliye komutanlarından Aydınoğlu Osman Tufan Bey’den gelir.

Mersin’in herhangi bir ilçesine Kuvayı Milliye Müfrezelerimizin kahraman komutanlarının isimlerinin verilmesi gereği duyulmamıştır. Bu nedenle ilimizin isimsiz kahramanları, bırakın Türkiye kamuoyunu, şehrimizde yaşayanlar tarafından dahi pek bilinmez.

Oysa Fransızların gölgesinde terör estiren Ermeni çetelerine karşı verilen mücadele dışında, Fransız ordusunun düzenli birliklerine karşı tam yirmi savaş yapılmıştır Mersin’de.

Nice şehitler verdiğimiz bu savaşlara katılan her bir müfrezemizin nice yiğit mücahitleri, o yiğitlere komuta eden nice yiğit müfreze komutanları; ateş hattındaki müfrezelerimizin mühimmat ve iaşe ihtiyaçlarını temin eden Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerimizin nice yiğit başkan ve üyeleri vardır. Her biri, hayır ve şükranla yâd edilmeyi fazlasıyla hak eden “Kuvvacı” yiğitlerimizin ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

Okunmakta olan yazıda, o yiğitlerin güzideleri arasında yer alan, Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesi Komutanı Mücahit Gazi Veli Haşim Bey’in hayatını inceleyeceğiz.

OKUL VE MESLEK HAYATI

Çukurova’daki millî direnişimizin önemli aktörlerinden biri olan Veli Haşim Bey, bugün Mersin’in Toroslar ilçesi sınırları içerisinde bulunan Musalı’da, köy eşrafından Molla Veli Oğlu Hacı Osman Ağa ile Emine Hanım’ın oğlu olarak 1891 yılında dünyaya gelir.

İlkokulu Mersin’in Bekirde köyünde okur. 1907 yılında kaydolduğu Adana Erkek Öğretmen Okulu’ndan 1911 yılında pekiyi derece ile mezun olur.

1 Eylül 1911-12 Ocak 1912 tarihleri arasında öğretmenlik yaptığı Adana Özel Turan Okulu’nun müdürü, Millî Mücadele sırasında Mersin Milletvekili, Adana Valisi, Milli Eğitim ve İçişleri Bakanı olarak ülkemize hizmet eden, Kırmızı-Yeşil Şeritli İstiklâl Madalyası sahibi İsmail Safa (Özler) Bey’dir.

ENVER PAŞA’NIN İLTİFATINA MAZHAR OLDU

22 Ocak 1912 tarihinde, 21 yaşında iken vatani görevini yapmak üzere İstanbul Yedek Subay Adayları Okulu’na (İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgâhı) çağırılan Veli Haşim Bey, buradaki eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra Almanya’ya kursa gönderilir.

Almanya dönüşü, “Takımbaşı” yetiştirmek üzere Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle kurulan Hususu Bölük Komutanlığı’na tayin edilir. Bu bölükte uzun süre öğretmenlik ve komutanlık yapar.

Veli Haşim Bey’in İstanbul’daki bu önemli görev dönemi hakkında, Tarsus Grubu’na bağlı Gençler Müfrezesi Komutanı olan Lütfi Oğuzcan’ın, Kuvayı Milliye Dergisi’nin 1968 Nisan’ında yayınlanan 92’nci sayısında aktardığı şu bilgiler kayda değerdir:

“Veli Haşim’in asıl cevheri bu talimgâhta kendisini göstermiş, üstün başarısından dolayı talimgâhta muallim (öğretmen) olarak bırakılmıştır. Kendisini, Pendik’te olan İhtiyat Küçük Zabitleri (Astsubay) talimgâhında tanıdım. O bölük, ben takım komutanı idim. Birinci Cihan Savaşı sonlarında, Ordudaki subay ihtiyacını karşılamak ve “Takımbaşı” yetiştirmek üzere talimgâhta bir bölük kurulmuş ve bu bölüğe “Hususi Bölük” adı verilmişti. Talimgâh ve Alay komutanları, talimgâhta vazifeli yüzlerce subay arasından bu bölüğe komutan olarak Yedek Mülâzimsani (Teğmen) Veli Haşim’i seçmişlerdi.”

ENVER PAŞA’DAN HARP MADALYASI BERATI

Osmanlı ordusunun bu “hususi” bölüğünde yüksek başarılar elde eden Veli Haşim Bey, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisliği ve Osmanlı Orduları Başkomutanlığı görevlerini de uhdesinde bulunduran Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından, padişah adına “Harp Madalyası” ile taltif edilir.

Altında Enver Paşa’nın mührü bulunan beratın metni şöyledir:

“1332-33 Seneleri Harbinde vezaif-i mevduanda hüsn-i hizmet ve say’u gayret göstermiş olduğundan dolayı Nam-ı Humayun-ı Hazret-i Padişahiyye olarak sana Harp Madalyası verildi. Bundan böyle dahi her halde kanun dairesinde ifay-ı hüsn-i hizmetle iktisab-ı feyz-ü memduhiyete say-ı gayret eyleyesin.

Harbiye Nazırı

Enver”

VELİ HAŞİM BEY’E İTHAF EDİLEN KASİDE

Lütfi Oğuzcan, Kuvayı Milliye dergisindeki söz konusu yazısında, Hususi Bölük Talimgâhı’ndan hoş bir hatırayı da şöyle nakleder.

Veli Haşim’in talimgâhta çok değerli bir arkadaşı vardı; o da bölük komutanı idi. Ona yaygın adı ile ‘Urfalı Mahmut Kamil Hoca’ derdik. Hoca adamdı, âlimdi. Bilhassa şark kültüründe çok değerli bir şahsiyetti. Bir ara, Adana’da ikamete memur edilen Kamil Bey, burada 1950’ye kadar avukatlık yapmıştı.

İstanbul Talimgâhında bu iki arkadaş çok sevişirlerdi. Biri Urfalı, ötekisi Mersinli olduğuna göre tabii çiğ köfteyi sever ve unutmazlardı. Urfalı Kamil Bey, köfteyi kendi eliyle yoğurur, hazırlar, hele biberini hiç ihmal etmezdi. Bu arada, çiğköfte için bir de kaside yazdığını, rahmetli Veli Haşim’in oğlu Dündar Çiftçi tarafından dergimize verilen bir yazısından öğreniyoruz.”

MİLLİ MÜCADELEYE KATILIŞI

Urfalı Mahmut Kamil Bey’in Veli Haşim Bey’e ithaf ettiği “Kaside Der Methi Köfte-i Nâpuhte” başlıklı kasideyi nakleden Lütfi Oğuzcan, Veli Haşim Bey’in Millî Mücadele’ye katılma süreci hakkında da şunları yazar:

“Arslanköy’e Mustafa Nail’in gelmesiyle Milli Mücadelenin Mersin bölgesine sirayeti üzerine Veli Haşim’in beklediği an gelmiş ve Tarsus’un Toros etekleri köylerinde teşkilata başlamıştı. Zorlu bir teşkilatçı ve idareci idi. Kuvayı Milliye Tarsus Grubu’nun teşekkülü üzerine Tozkoparan Müfrezesi’ni kurmuş ve başına geçmişti. Bu bölgede yapılan savaşların hepsinde onun adı ve hizmeti vardır.”

Üç yılı Birinci Dünya Savaşı’nda geçen beş yıllık askerlik görevinin ardından 28 Ocak 1917’de köyüne dönen Veli Haşim Bey, bir süre tarım ve ticaretle uğraşır.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından, yaşadığı şehrin 17 Aralık 1918’de İngilizler, 1 Ocak 1919’dan itibaren Fransızlar tarafından işgal edilmesi üzerine, başta kendi köyü Musalı olmak üzere, çevre köylerde teşkilatlanma çalışmalarına başlar ve merkezi Ulaş köyü olmak üzere Tozkoparan Müfrezesi’ni kurar.

GÖZNE HASTANESİNİN KURULMASINDAKİ ROLÜ

Mersin’de Fransızların düzenli ordu birlikleriyle ilk kapışma Başnalar Kalesi civarında yaşanır. 17 Mart 1920 tarihli bu savaştan, düşmanın 23 kaybına karşılık, millî kuvvetlerimizden birkaç mücahit hafif yaralarla çıkar.

İkinci kapışma olan 19-20 Nisan 1920’deki İçme Savaşı’nda, Kuvayı Milliye’den Hanlıoğlu Hanefi şehit düşer, 5 mücahidimiz yaralanır.

5 ve 10 Mayıs 1920 tarihlerindeki Su Bendi Savaşlarında şehit vermeyiz ama yaralı sayımız 50’nin üzerine çıkar.

Yaralı sayımızın hızla artması üzerine Mersin Grubu’na hizmet verecek bir hastane kurulması elzem hale gelir. Y. Ütğm. Veli Haşim Bey, Y. Ütğm. Osman Muzaffer (Koçaşoğlu) Bey ve Y. Ütğm. Süleyman Fikri (Mutlu) Bey’den oluşan üç kişilik heyet, şehir merkezine 30 km. mesafedeki Gözne’de 10 yataklı bir hastanenin kurulmasını sağlar.

Karyola, yatak ve yorganı Gözne halkından temin edilen hastanenin sorumluluğunu, “Yanparlı Doktor Ahmet” diye anılan Sıhhiye Çavuşu üstlenir. 1920 Mayıs sonlarına doğru Gözne’ye gelen Adanalı Dr. Salim (Serçe) Bey, başhekimliği üstlenir ve Mersin’deki Millî Mücadelenin sonuna kadar görevini başarıyla yürütür.

Tarsus bölgesindeki yoğun çarpışmalarda yaralı sayısı artınca, bu kez Tarsus Grubu’na hizmet vermek üzere Manas köyünde bir hastane kurulur. Bu hastanenin başhekimliği görevini Tarsuslu Aziz (Köksal) Bey, yardımcılığını ise Tarsuslu Doktor Varit (Yazgan) Bey üstlenirler.

Kavaklıhan Grubu’ndaki yaralı mücahitlerimiz ise Adanalı Doktor Hayri (Gül) Bey tarafından tedavi edilir.

BOZKURT, GÖKBAYRAK, SELÇUK, KAYIHAN

Şehir merkezini, birbirini destekleyen iki hilal şeklinde kuzeyden kuşatan Tarsus Grubu müfrezelerinin ilk halkası Burhan’daki Tarsus Gençler, Melemez’deki Kayıhan, Akçakoca’daki Çeliktaş’tır. İkinci halkada Yanpar’daki Bozkurt, Dedeler’deki Demirbaş ve Ulaş’taki Tozkoparan yer alır. Grup Merkezi olan Karatiken’in kuzey doğusundaki Çakırlı’da ise Selçuk Müfrezesi konuşlanmıştır.

Tarsus Grubu’ndaki müfrezelerin isimleri hep dikkatimi çekmiştir. Bilhassa Bozkurt, Gökbayrak, Selçuk ve Kayıhan müfrezeleri…

1920’de kurulan bu müfrezelerin komutan ve mücahitlerinin Bozkurt’tan, Gökbayrak’tan, Selçuklu’dan ve Osmanlı’yı kuran Kayı boyundan haberdar olmasını neye yormalıyız?

Türk’ü hiçe saydığı iddia edilen Osmanlı’daki eğitim sisteminin insanlarımıza verdiği tarih şuuruna mı, bu şuurun altı asır boyunca hiç aksamadan atadan toruna anlatılarak geçtiğine mi, yoksa ülkenin dört bir yanında teşkilatlanan İttihat ve Terakki’nin Türk tarihi konusunda toplumu bilinçlendirme konusunda gerçekten başarılı olduğuna mı?

Bunların yahut başkaca gerekçelerin bir önemli yok aslında.

Önemli olan, bu şuura sahip gencecik insanların vatanları uğruna canlarını feda etmeleri; bu serdengeçti tavrı sergilerken köklü bir millet ve tarih şuuruna sahip olmalarıdır.

ÇUKUROVA’NIN KAHRAMAN “EFE”LERİ

Millî Mücadele dönemindeki müfreze komutanlarının hemen hepsinin birer takma ismi vardır.

Batı Çukurova Cephe Komutanı Ali Ratip Bey’in “Tekelioğlu Sinan”, Mersin Grubu Komutanı Yzb. Emin (Resa) Arslan (Karakaş) Bey’in “Turgut Efe”, Kavaklıhan Grubu Komutanı Ütğm. Cemal (Ziyal) Bey’in “Cemal Efe”, Bozkurt Müfrezesi Komutanı A. Mithat (Toroğlu) Bey’in “Özkul Efe”, Efrenk Müfrezesi Komutanı Başçavuş Hüsnü (Yıldırım) Bey’in “Adil Efe”, Kara Bomba Müfrezesi Komutanı Y. Ütğm. Hasan Fehmi (Akıncı) Bey’in “Kara Afet”, Hamzabeyli (Yılmaz) Müfrezesi Komutanı Şeref (Genç) Bey’in “Yılmaz Efe”, Kayıhan Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Ali Rıza (Timurtaş) Bey’in “Doğan Efe”, Müdafaa-i Vatan Müfrezesi Komutanı Zeki (Baltalı) Bey’in “Cemil Cahit” isimlerini kullanmaları bu cümledendir. Tozkoparan Müfrezesi Komutanı Veli Haşim Bey’in takma ismi ise “Naif Efe”dir.

VELİ HAŞİM BEY’İN KATILDIĞI SAVAŞLAR

Sadece 15-27 Temmuz 1920 tarihleri arasındaki on iki günde üç ayrı cephede savaşarak “Çukurova’nın Yıldırım Bayezid’i” unvanını fazlasıyla hak eden “Cephe Aslanı” Veli Haşim Bey’in katıldığı savaşlar şunlardır:

Birinci Eshab-ı Kehf (19 Nisan 1920), İkinci Kavaklıhan (20 Mayıs 1920), Bağlar (15 Temmuz 1920), İkinci Hacı Talip (22 Temmuz 1920), Kamber Höyüğü (27 Temmuz 1920), İkinci Eshab-ı Kehf (10 Ekim 1920), Karadirlik (19 Ekim 1920), Üçüncü Eshab-ı Kehf (15 Aralık 1920) ve Batı Cephesi.

Veli Haşim Bey’in katıldığı bu savaşlar içerisinde, Tarsus Cephesi’ndeki ilk savaş olan Birinci Eshab-ı Kehf, en çok zayiat verdiğimiz Bağlar ve stratejik önemi haiz İkinci Kavaklıhan’daki kahramanlıklarından söz etmekle yetineceğiz.

BİRİNCİ ESHAB-I KEHF SAVAŞI

19 Nisan 1920 günü Fransızlar, henüz kuruluş aşamasındaki millî kuvvetlerimizi boğmak, Pozantı’da kuşatma altında bulunan 412. Fransız Taburu’nu kurtaracak harekât öncesinde Mersin ve Tarsus’taki millî direnişi kırmak amacıyla iki ayrı koldan harekete geçerler. Mersin’deki Fransız birlikleri İçme, Tarsus’taki Fransız birlikleri ise Eshab-ı Kehf istikametine yürürler.

Fransızların Mersin ve Tarsus harekâtlarını, gizli teşkilatlarımızın sağladığı bilgilerle önceden haber alan millî kuvvetlerimiz, gerekli hazırlıklarını buna göre yaparlar.

İçme Boğazı civarındaki hâkim noktaları tutarak pusu atan Alsancak Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Osman Muzaffer (Kocaşoğlu) Bey, civar köylerin de katıldığı zorlu bir savaş sonrasında Mersin’den yola çıkan Fransız birliğini geri püskürtür.

Aynı gün Tarsus’tan hareket eden modern silahlarla donatılmış 300 kişilik Fransız birliğini Eshab-ı Kehf tepesi eteklerinde karşılayan Y. Ütğm. Veli Haşim Bey komutasındaki 70 kişilik Tozkoparan Müfrezesi, iki gün süren şiddetli çarpışmalar neticesinde düşmanı durdurmayı başarır.

Tarsus Cephesi’ndeki ilk savaşın zaferle neticelenmesi, mücahitlerimizin ve halkımızın moralini yükseltir; diğer müfrezelerin hızla kurulması sürecinde etkili olur.

BAĞLAR (KÜÇÜK VERDÜN) SAVAŞI

Verdün Savunması, Birinci Dünya Savaşı’nda Fransızların Almanlara karşı elde ettiği büyük zaferlerden biridir. “Avrupa’nın Çanakkale’si” olarak anılan Verdün’de, Şubat-Ekim 1916 dönemindeki on ayda 40 milyon top mermisi yakılır; 160 bini Fransız, 140 bini Alman olmak üzere toplam 300 bin kişi can verir.

Tarsus’un iki kilometre kuzeybatısındaki “Bağlar” sırtlarına etkili silahlarla donanmış 400 kişilik birlik yerleştiren Fransızlar, müstahkem hale getirdikleri bu mevkie “Küçük Verdün” adını verirler.

Millî kuvvetlerimiz için bu bölgenin ele geçirilmesi, hem stratejik önemi haizdir; hem de Fransızları en güvendikleri noktada mağlup ederek güvenlerini sarsmak anlamına gelmektedir.

“Mersin Tarihi Üzerine” isimli kitabında Fikret Ünver’in, “Bağlar Muharebesi Ana Yurdun, Toros sivrileri ile Akdeniz arasındaki parçasında vukua gelen muharebelerin en çetinidir. Mersin ve havalisinin Milli Mücadele Tarihi, Bağlar Muharebesinden daha şiddetlisini kaydedemez. (s. 228-229)” diyerek dikkat çektiği; Tarsus Grup Komutanı Bnb. İsmail

Ferahim Bey’in, “Bağlar Muharebesini kazanan bu millet her şeyi yapmaya muktedirdir.” diyerek övdüğü savaş, beklenilenden de çetin geçer.

200 civarında zayiat veren Fransız birliklerinden 200 piyade tüfeği, 1 makineli tüfek, 5 otomatik tüfek, 1 dağ topu arka kundağı, 1 telemetre, cephane, erzak ve külliyetli malzeme ve eşya ele geçirilir.

Arslanköy’ü kurtararak Çukurova’daki milli direnişin uyanmasına çok büyük katkılar sağlayan Demirbaş Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Kozanlı Mustafa Nail, 60 yaşında bulunmasına rağmen cepheye koşan Belenkeşlikli Hacı İshak Ağa ve Tozkoparan Müfrezesi Takım Komutanı Kd. Bçvş. Tarsuslu Zahit Bey olmak üzere 15 şehit verdiğimiz bu savaşta, 40 da gazimiz vardır. Sağ el orta parmağından yaralanarak “Bağlar gazileri” arasındaki yerini alan Veli Haşim Bey, artık sadece muharip bir mücahit değil, aynı zamanda gazilikle şereflenmiş bir kahramandır.

Sağcenah Mıntıka Komutanı Yarbay Şemsettin (Salur) Bey’in şu ifadeleri, Bağlar Savaşı’nın milli mücadeledeki önemine vurgu yapması bakımından hatırlanmaya değerdir:

“Orası Çukurova değil, kahramanlar diyarıdır. Bunun ismini bu yolda tashih etmek en doğru bir harekettir. Ben burada bulunduğum müddetçe bu kahramanlara kumandanlık etmek için hiç zahmet çekmedim. Çünkü onlar ne için silaha sarıldıklarını biliyorlardı. Tarsus Bağlar muharebesinde verdiğim emir mucibince hakikaten cephe gerisinde bulunan binlerce halk, silâhı olanlar silahıyla, silahı olmayanlar bıçak ve sopalarıyla bu muharebeye iştirak etmiş ve bunlara 60 yaşındaki Belenkeşlikli Hacı İshak Ağa kumanda etmiştir. Hacı İshak Ağa haremile (eşiyle) beraber bulundu bu muharebede şehit olmuştur. Hacı İshak Ağa Eshab-ı Kehf tepesi yamacında medfundur. Gömülürken hatırasını tebcilen mezarı başında bulundum. Haremi de yanımda idi.

Eşini kaybeden Türk kadını bana:

– Kumandan Bey, Hacı İshak şehit oldu. Fakat Türk milleti yaşayacaktır; diyordu.

Bu ilahî ses hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır. (Fikret Ünver, s. 204-206)”

İKİNCİ KAVAKLIHAN SAVAŞI

Çukurova’da kalıcı olmak arzusu taşıyan Fransızlar için Gülek Boğazı önemlidir.

Toros tünellerini tutmak ve güvenliğini sağlamak isteyen Fransızların Adana merkezli Kilikya Genel Komutanlığı görevini yürüten General Julien Sasthene Dufieux, Mondros Mütarekesi’nin 7 ve 10’uncu maddelerine dayanarak, Bnb. Pierre Mesnil komutasındaki 412. Fransız Taburu’nu Pozantı’nın işgaliyle görevlendir.

27 Aralık 1919 günü Pozantı’yı işgal eden bu tabur, Fransızların Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı kazandığı ünlü Verdün zaferindeki büyük başarısıyla tanınmaktadır.

29 Mart 1920 günü Kavaklıhan Grubu Müfrezeleri tarafından kuşatmaya alınan Pozantı’ya mühimmat ve iaşe desteği verilmesi büyük önem taşımaktadır. General Dufieux’nün, 2 Nisan’da Albay Gracy komutasında gönderdiği sekiz vagon dolusu askerin yan ısıra 6,5’luk top, bol mühimmat ve yiyecek, Pozantı’ya ulaşır.

Bu tür yardımları önlemek amacıyla millî kuvvetlerimiz, aynı gece Yaramış Köprüsü’nü havaya uçurur; Durak ve Bucak istasyonlarını ele geçirir. 6 Nisan’da Hacıkırı İstasyonu ve Kuşçular Karakolu, 7 Nisan’da Kelebek İstasyonu kontrolümüze geçer.

İki günlük kuşatmanın ardından 10 Nisan’da, stratejik Belemedik İstasyonu’nu kurtaran millî kuvvetlerimiz, Bnb. Mesnil’in buradaki Fransız Hastanesinde görevli eşi Edrige Mesnil’i de esir alırlar.

Millî kuvvetlerimizin Batı Kilikya Bölgesi, 11 Nisan 1920’de Niğde’deki 11. Tümen’e bağlanır; Tğm. Cemal Efe Kavaklıhan Grubu’na komutan olarak atanır. 13 Nisan’da ise Yzb. Saffet Bey, Pozantı Kuşatma Komutanlığı’na getirilir.

Millî kuvvetlerimizin üst üste yaptığı başarılı akınlar sonucunda Adana ile Pozantı arasındaki haberleşme ağı ve demiryolu bağlantısı kesilince; General Dufieux, Alb. Gracy komutasındaki Fransız birliğini, Pozantı yolunu açmak üzere harekete geçirir.

Düşmanı Kavaklıhan mevkiinde karşılayan millî kuvvetlerimiz büyük bir başarıya imza atar.

13-15 Nisan 1920’de yaşanan ve tarihe “Birinci Kavaklıhan Savaşı” olarak geçen bu kapışmada Cemal Efe, Kethüdaoğlu İbrahim ve Tğm. Besim’in ani hücumuyla paniğe kapılan Fransızlar, Tarsus’a çekilmek zorunda kalırlar.

Böylesi bir arka planı bulunan İkinci Kavaklıhan Savaşı, 17-20 Mayıs 1920 tarihleri arasında gerçekleşir. Adana’dan gelen yardımlarla birliğini güçlendiren Alb. Gracy; 2 tank, 2 uçak, 3 zırhlı otomobil, 2 zırhlı tren ile desteklenmiş 5.000 kişilik kuvvet ile üç koldan harekete geçer. 1.000 piyade, 100 süvariden oluşan millî kuvvetlerimiz karşısında 500 kayıp veren Fransızlar, Adana’ya elleri boş dönmek zorunda kalırlar.

Kavaklıhan’da iki kez mağlup olan birliğini geri çeken Gn. Dufieuxe; uçaktan atılan şişe içerisindeki bir mesajla Bnb. Mesnil’e, Pozantı’dan çıkarak Namrun-Gözne hattı üzerinden Mersin’e geçmesini, isterse teslim olabileceğini bildirir.

Teslim olmayı askerlik gururuna yediremeyen Bnb. Mesnil, 25-26 Mayıs 1920 gecesiyaptığı yarma harekâtıyla Pozantı’dan ayrılır. Yolda esir ettikleri Kumcu Veli ve Kılavuz Hatice isimli Gülekli iki kahramanlarımızın yönlendirmesiyle Karboğazı istikametinde ilerleyen Fransız birliği, aynı zamanda millî kuvvetlerimizin yakın takibi altındadır. 28 Mayıs günü Sünedir Gediği mevkiine ulaşan Fransız taburu, Kara Bomba Müfrezemizin yoğun ateşine maruz kalınca teslim olur.

İkinci Kavaklıhan Savaşı, 44 Gülekli kahramanın, bir Binbaşı, 3 Yüzbaşı, bir doktor, 5 Teğmen, 522 asker, 150 yaralıdan oluşan Fransız askerini esir aldığı; 830 tüfek, 2 kıta dağ topu, 13 adet makineli tüfek, 27 adet otomatik tüfek ele geçirdiği Karboğazı zaferine giden yoldaki en kritik dönüm noktasını oluşturur.

Bağlar Savaşı’nda “Küçük Verdün” dedikleri muhkem tepeyi kaybeden Fransızlar, en güvendikleri birlik olan Verdün kahramanı 412. Tabur’dan da mahrum kalınca geri adım atmak, Ankara Antlaşması için masaya oturmak zorunda kalırlar.

31 Mayıs-20 Haziran 1920 tarihleri arasındaki bu 20 günlük mütareke, üst üste kazandığımız zaferlerimizin mükâfatı olmakla kalmaz, Çukurova’daki millî güçlerimizin idarî bakımdan daha disiplinli hale gelmesi için gerekli zamanı kazandırır.

Fransa’nın Ankara Hükümeti’ni muhatap alması ise diplomatik açıdan büyük bir başarı olarak tarihe geçer.

İKİNCİ KAVAKLIHAN SAVAŞI’NDA VELİ HAŞİM BEY

Tarsus Grubu’na dâhil olmasına rağmen Kavaklıhan’daki Türk mevzilerini döğen topların seslerini duyar duymaz müfrezesiyle yola çıkan Y. Ütğm. Veli Haşim Bey, Çeliktaş Müfrezesi ile birleşerek Kavaklıhan Grubu’nun yardımına koşar.

Tarsus çayını kayıkla geçen iki müfreze, Çanaktepe üzerinden düşmanın sol kanadına ani bir saldırı düzenleyerek savaşın kaderini değiştirir.

Bu beklenmedik taarruz, düşmanı zor durumda bırakır. Ağır kayıplar veren Fransızlar, Tarsus’a çekilmek zorunda kalırlar.

Fikret Ünver, “Mersin Tarihi Üzerine” kitabında, İkinci Kavaklıhan Savaşı ve bu savaşta Veli Haşim Bey’in mühim rolü hakkında şunları yazar:

“Bu savaşa Kavaklıhan Grubu emrindeki müfrezelerden başka, Cemil Cahit (Zeki Baltalı) komutasındaki Müdafaa-i Vatan Müfrezesi, Mehmet Ağa Komutasındaki Kumdere Müfrezesi ve Rifat Bey Komutasındaki Çakıt Grubu ve Tarsus Grubu’ndan Molla Kerim Komutasındaki Çeliktaş ve Veli Haşim komutasındaki Tozkoparan Müfrezelerinin Tarsus Irmağını kayıkla geçerek Çanaktepe’den düşmanın sol kanadına yaptıkları ateş baskını çok etkili olmuş ve esasen üç günden beri devam eden savaşa rağmen Kavaklıhan Cephesini yaramamaları, morallerini bozmuştur. Bu moral bozukluğundan yararlanmak isteyen Grup Komutanı Cemal Efe, Tarsus Grubu’ndan katılan Tozkoparan ve Çeliktaş Müfrezeleri Komutanları Veli Haşim ve Molla Kerim’le temasa geçerek bir gece baskını yapmayı kararlaştırmışlardır.

Buna göre, Kavaklıhan Grubu’ndan seçilen 25 fedai, Zekeriya Kararyaylalı ve Tarsus Grubu’ndan seçilen 25 fedai de Kuradacılardan Hamza Çavuş komutasında 20/21 Mayıs 1920 gecesi, mümkün olan her çareye başvurarak sessizce düşman karargâhına cepheden ve sol kanadından ateş baskını yapacaklar, düşmanın moralini bozmak için diğer müfrezeler de bulundukları yerlerden bu baskını destekleyeceklerdi.

Baskın, büyük bir ustalıkla yapılmış ve Tarsus-Pozantı yolunu açmaktan ümidini kesen Albay Grasi, Tarsus-Adana şosesini izlemeye dahi cesaret edemeyerek Çatal Köyü üzerinden Adana’ya dönmek zorunda kalmıştır.

Bu savaşa katılmak üzere Tarsus Çayını kayıkla geçerek Çanaktepe’den düşmanı yan ateşine alan Veli Haşim komutasındaki Tozkoparan ve Milis Molla Kerim Komutasındaki Çeliktaş Müfrezelerinin savaşın kazanılmasında birinci derecede amil oldukları tespit edilmiştir.

Fransızların kendi bildirilerine göre zayiatları üç subay, 118 erden ibarettir.

Bizim zayiatımız ise altısı Tarsus Grubu müfrezelerinden olmak üzere on şehit ve 12 yaralıdan ibarettir. (s. 214)”

CEMAL EFE’NİN TEŞEKKÜRÜNE TARİHİ CEVAP

“Kurtuluş Savaşı’nda Çukurova” isimli kitabında Taha Toros, orantısız güçlerin kanlı kapışmalarından biri olan İkinci Kavaklıhan Savaşı’nın hemen sonrasında yaşanan tarihi diyaloğu, Kavaklıhan Grubu Komutanı Ütğm. Cemal Ziyal’ın anılarından şöyle aktarır:

“İkinci Kavaklıhan harbi bitmişti. Silah sesleri kesilmiş, Türk erleri galip olmuş, Türk milletine ilk zafer müjdesi verilmişti.

Ben en müşkül zamanımızda imdadımıza koşan bu kahramanların alınlarından öpmek ve bu kahraman müfrezelerin komutanlarını görmek için Kayadibi’ne gitmiştim. Orada Çukurova’nın yetiştirdiği sayısız kahramanlardan ikisi ile Molla Kerim ve Veli Haşim’le tanıştık. Henüz ortalıktan çekilmemiş olan kan ve barut kokuları arasında kucaklaşarak öpüştük.

Bu savaşın kazanılmasında en büyük şeref hissesinin kahraman arkadaşlarına ve kendilerine ait olduğunu söylediğim zaman, Veli Haşim alçak gönüllü, kibirsiz bir şekilde:

‘Şeref Türk’ün, Çukurovalılarındır. Ben yalnız görevimi yaptım. Türk vatanının her köşesi bizim müdafaa cephemizdir. Top seslerini işitince emir beklemeden Molla Kerim’le beraber yola çıktık.’  dedi. (s. 142)”

Tarsus Grubu’ndaki tüm savaşların yanı sıra İkinci Kavaklıhan’da yaptığı kritik müdahalelerle savaşın kazanılmasına büyük katkı sağlayan, hep ön saflarda yer alan; cesareti, atılganlığı ve sahip olduğu kurmay kafasıyla nice destanlarda önemli pay sahibi olan Y. Ütğm. Veli Haşim Bey’in, bütün bu üstün vasıflarından dolayı taşıdığı sıfatlarına bir de “Çukurova’nın Yıldırım Bayezid’i” unvanını eklemesi, Kavaklıhan’daki gibi hızlı ve isabetli hücumları nedeniyle olsa gerektir.

VELİ HAŞİM BEY BATI CEPHESİ’NDE

Y. Ütğm. Veli Haşim Bey, Tarsus ve Mersin’in kurtuluşundan sonra da boş durmaz.

Eylül 1921’de Çukurova’daki müfrezelerden oluşturulan 14’üncü Tümen’in 26’ncı Alayı’nın Bölük Komutanı olarak Batı Cephesi’ndeki düzenli ordumuza katılır.

Komuta ettiği bölüğü ile Sandıklı Cephesi’nde Savran Sırtlarında, Küçük Sinan Ovası’nda, Tınaztepe ve Balmahmut’da bu kez Yunanlılarla cenk eder.

MUSTAFA KEMAL’DEN KIRMIZI ŞERİTLİ MADALYA

Millî Mücadele yıllarında Çukurova ve Batı Cephesi’nde gösterdiği yararlılıklar nedeniyle Veli Haşim Bey, 1927 yılında TBMM tarafından “Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası” ile ödüllendirilir.

TBMM’nin Veli Haşim Bey ile ilgili kararı şöyledir:

“Bu vesikada yazılı bulunan 66 numaralı kanuna uygun olarak verilen İstiklal Madalyası Belgesi No: 4299

Milli Mücadelede bilfiil ateş altında fedakârca hizmet etmesinden dolayı TBMM, 6.5.1926 tarihinde yapılan birleşik toplantının birinci oturumunda zirde (aşağıda) hüviyeti yazılı olan Veli Haşim Bey’e bir adet Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir.

27.5.1927

Mustafa Kemal”

ATATÜRK’Ü MİSAFİR EDİYOR

Batı Cephesi’ndeki görevinin ardından Mersin’e dönen Veli Haşim Bey, Osmaniye Mahallesi’ndeki –şu andaki adı, Veli Haşim Bey’in müfrezesine izafeten Tozkoparan Mahallesidir- bahçesinde tarımla uğraşmaya başlar.

Her işinde olduğu gibi çiftçilikte de yüksek başarılar elde eder. Örnek uygulamalar yaptığı bahçesinde, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı misafir etme bahtiyarlığına erişir.

İlki, Yıldırım Orduları Komutanlığı’na atandıktan beş gün sonra 5 Kasım 1918’de olmak üzere, Mersin’i on kez şereflendiren Atatürk’ün en uzun ziyareti 20-31 Ocak 1925 tarihlerinde gerçekleşir.

Bu ziyareti sırasında Mersin Ziraat Odası Başkanı Hacı Ömer (Kutay) Bey’in Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın şerefine verdiği yemeğe, İsmail Safa (Çiftçi) Bey ile ev sahipliği yapan Veli Haşim Bey, hayatının en mutlu günlerinden birini yaşar.

Veli Haşim Bey’in, şu anda Toroslar Belediye Başkanlığı binasının tam karşısına düşen bahçesinde ağırlanmaktan son derece hoşnut kalan, Yörük kadınlarının maharetli elleriyle pişirdikleri sıkma ve börekleri afiyetle tadan Atatürk, hayatında ilk kez, bu bahçedeki ağaçların dalından kendi elleriyle portakal koparır.

ÖĞRETMENLİĞE HASTALIK ENGELİ

Şeyh Sait İsyanının patlak vermesi üzerine 1925’te ilan edilen kısmi seferberliğe katılan Veli Haşim Bey, 1926 yılında çok sevdiği öğretmenlik mesleğine döner.

Bugün Mersin’in Akdeniz ilçesi sınırları içerisinde bulunan ve “Mehmet Fatih Deveci İlkokulu” adıyla hizmet veren Kurtuluş Okulu’nda öğretmenliğe başlar. Ancak askerlik yıllarında tutulduğu hastalık bir türlü yakasına bırakmaz.

Mersin ve Tarsus Türk Ocakları tedavisiyle yakından ilgilenir. Başta Mersin Türk Ocağı Başkanı Dr. Reşit Galip Bey olmak üzere, Milli Mücadelede Mersin Grubu Müfrezeleri Harp Müşaviri Y. Ütğm. Süleyman Fikri (Mutlu) Bey ve İsmail Hakkı Bey, tedavi amacıyla kendisini iki kez İstanbul’a gönderirlerse de olumlu sonuç alınamaz.

14 Eylül 1926 ila 7 Ekim 1928 tarihleri öğretmenlik yapan Veli Haşim Bey, hastalığının iyice ağırlaşması üzerine; o yıllarda Kurtuluş İlkokulu Müdürü olan, meşhur “Cenupta Türkmen Aşiretleri” kitabının yazarı Ali Rıza Yalman (Yalgın) Bey’e verdiği dilekçede yer alan şu ifadelerle çok sevdiği mesleğine veda eder:

“14 Eylül 1926’ta Mersin Kurtuluş Okulu öğretmenliğine 1.000 kuruş maaşla tayin olundum. Fakat hastalığım benim bu aziz yavruları doya doya okutmama izin vermedi. Ölürsem yalnız buna yanarım. Hürmet Müdürcüğüm.

1 Ekim 1928

Sevdiğiniz Haşim”

VEDA…

Bu dilekçenin üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, 7 Ekim 1928 günü, henüz 37 yaşındayken göklere kanatlanan Veli Haşim Bey’in naaşı, benim de doğup büyüdüğüm Musalı köyü kabristanına defnedilir.

Kutlu adı, Musalı Veli Haşim Çiftçi İlkokulu ve Ortaokulu’nda yaşamakta olan bu muazzam şahsiyet, sadece Mersin’imiz değil ülkemiz için büyük bir değer ve gençlerimizin için doğru bir rol modeldir.

LAKAPLARI VE HAKKINDA YAZILANLAR

“Naif Efe” takma adıyla cepheden cepheye koşan Tozkoparan Müfrezesi Komutanı Y. Ütğm. Veli Haşim Bey hakkında pek çok kaynakta bilgiler yer almakta; onun üstün vasıfları, Millî Mücadelemizin diğer vatanseverleri tarafından dile getirilmektedir.

Fikret Ünver’in aktardığına göre; Mersin Halkevi Dergisi’nin, İkinci Kanun 1940 nüshasında Ali Galip Bey, Veli Haşim Bey’den ve onun Eshab-ı Kehf Savaşı’ndaki rolünden şöyle bahseder:

“Musalı Köyünden ihtiyat zabiti ateşli genç, yurtsever Veli Haşim, Ulaş Köyü merkez olmak üzere kuvvetli bir müfreze teşkil etmişti.

Bu Eshabülkehf Harbi, Tarsus cephesinin ilk karşılaşması Türkün zaferi ile nihayetlenmişti. Hepimize bir kat daha inan ve iman gelmişti. Artık zafer muhakkak Türkün olacaktı.

Bu harpte fevkalâde kahramanlıkları görülen merhum Veli Haşim, Genç İzzet Beylerle tecrübeli Yahya Hayati, Dadalar Köyünden Evci Ali, Tarsuslu Ziya Nuri ve bilhassa tarassut mevkiinde düşman zabitini gözünden vurmak kabiliyetini gösteren 16 yaşındaki Çakıcı’nın isimlerini anmak bence bir vicdan borcu olur. (Fikret Ünver; Mersin Tarihi Üzerine, s. 251-252)”

Taha Toros’un, Kavaklıhan Grubu Komutanı Ütğm. Cemal Ziyal’ın anılarından aktardığı şu bölüm, Veli Haşim Bey’in bir başka yönüne vurgu yapar:

“Orada Çukurova’nın yetiştirdiği sayısız kahramanlardan ikisi ile Molla Kerim ve Veli Haşim’le tanıştık. Veli Haşim alçak gönüllü, kibirsiz bir şekilde… (Kurtuluş Savaşı’nda İçel, s. 142)”

Halil İbrahim Yıldırım’ın “Karboğazı Zaferi” isimli eserinde Veli Haşim Bey’den şöyle bahsedilmektedir:

“Zeki, çevik, atılgan ve teşkilatçı ruhuyla hep en ön saflarda yer almıştır. Bu üstünlükleri ona ‘Çukurova’nın Yıldırım Beyazıt’ı’ unvanını verdirmiştir. Onu tanıyanlar, ona böyle derlerdi. (s. 224)”

Aynı eserde, Tarsus Grubu Müfrezelerinin tanıtımının yapıldığı bölümde, Tozkoparan Müfrezesi ve Veli Haşim Bey hakkında şu ifadelere yer verilmektedir:

“2) TOZKOPARAN MÜFREZESİ: Müfreze Komutanı öğretmen, Yedek Teğmen Veli Haşim (Çiftçi). Naif Efe adıyla Mersin bölgesinin ‘Yıldırım Bayezid’i’ olarak tanınırdı. ‘Cephe Aslanı’ olarak anılırdı. Subayları arasında Ömer Nazmi Çiftçi, Yedek Teğmen Abdulkerim, Kilisli

Yedek Teğmen Abdullah, Teğmen Hamamî Ahmet Beyler vardı.

Müfreze Merkezi: Ulaş köyü. (s. 85)”

Yine aynı eserde Veli Haşim Bey hakkında şöyle denilmektedir:

“Kuvayı Milliye Tarsus Grubu Tozkoparan Müfrezesi Komutanı, Naif Efe takma adıyla savaştı, Mersin bölgesinin ‘Yıldırım Bayezid’i’ olarak tanınırdı. ‘Cephe Aslanı’ olarak anılırdı. Öğretmen, Yedek Üsteğmendir. (s. 222)”

Halen faaliyetine devam etmekte olan Türkiye Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Cemiyeti’ni Adana merkezli olarak kuran Lütfi Oğuzcan’ın, zorlu bir teşkilatçı ve idareci” olarak nitelendirdiği Veli Haşim Bey için 10 Haziran 1969’da kaleme aldığı bir de şiiri vardır.

VELİ HAŞİM İÇİN

Nasıl sığdırdık otuz yedi yıla bilmem ki,

Bütün bir ömre değer şanı, şeref, şöhreti.

Unuttuk mu sanırsın vatan borcu hizmeti?

Tozkoparan’ın tekti gurup içinde yeri.

***

Bir köy çocuğu idin Musalı köyü yerin,

Veli Haşim! Ararız seni, var mı haberin?

Ulaş’ta başka idin, Batı Cephesinde başka

Tek başına da kalsan, yaman savaş verdiydin!

***

Destanını yazayım desem yetmez ki gücüm.

Alındı Fransız’la, Yunanlılardan öcüm.

Ne yazık ki genç yaşta kaybetti vatan seni

Aramızdan ayrıldın aldı götürdü ölüm.

***

Kaldır başını bir bak, vatan seni özlüyor.

Albayrak örtü olmuş mezarını gözlüyor.

Ulu Tanrı rahmeti üzerine inmiş de

Işık olmuş taşını, toprağını süslüyor.

***

Şehadet; mukadderse ölüm bize vız gelir.

Vatan borcu esastır şeref bize az gelir.

Hatırladım adını gözüm, gönlüm açıldı.

Bundan öte Tanrı’ya duayla niyaz gelir.

SONUÇ: TARİHİ YAPANLAR VE YAZANLAR

Türk Ocakları Genel Başkanlarından Prof. Dr. Osman Turan, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” isimli eserinde şu tespiti yapar:

Milletlerin istikbali için tarih yazmak yapmak kadar mühimdir. Tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi, hiç bir mana ifade etmez(s.9).”

Tarihî romanları, araştırmaları ve şiirleriyle tanınan Hüseyin Nihal Atsız da “Türk Tarihinde Meseleler” kitabında “kahramanlık” üzerine şu cümleyi kurar:

“İnsanlar, çevrelerinde ne kadar çok kahraman örneği görürlerse, yiğit yetişme ihtimalleri o kadar artar(s. 121).”

Mersin’deki kutlu milli mücadelemizin başlangıç dönemini, ilk kurtarılan bölge olan Arslanköy odağında işlemeye çalıştığım “Namus” romanımızın hazırlıkları sırasında ve şu an okunmakta olan yazıyı kaleme alırken pek çok kaynağa ulaşabildiğim için kendimi bahtiyar hissediyorum.

Bu yazılı kaynakları bizlere miras bırakanlar, Prof. Dr. Osman Turan’ın ifade ettiği gibi “en az tarih yazan mücahitlerimiz kadar önemli bir iş” yapmışlardır.

“Kaynakça” bölümünde isimlerini zikrettiğim eserlerin yazarlarına teşekkür etmeyi, tarihî bir vatanseverlik görevi sayıyorum.

Bu güzide şahsiyetlerden göklere kanatlananların ruhları şad, mekânları cennet olsun.

Halen hayatta olanlara ise Cenabı Allah’tan hayırlı, başarılı, uzun ömürler diliyorum.

KAYNAKÇA

  1. Ali Çiftçi; Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar, Mersin 2002.
  2. Av. H. Şinasi Develi; Dünden Bugüne Mersin (1836-1990), Mersin TSO Katkılarıyla, Mersin 2001.
  3. Emin Arslan Karakaş; İçel Kurtuluş Savaşı Tarihi Hatıraları, Yeni Mersin Matbaası 1943.
  4. Fikret Ünver; Mersin Tarihi Üzerine, Mersin Büyükşehir Belediyesi Yayını, Mersin 2016.
  5. Halil İbrahim Yıldırım; Karboğazı Zaferi, Mersin Büyükşehir Belediyesi Yayını, Mersin 2016.
  6. İsmail Ferahim Şalvuz; Kurtuluş Savaşı’nda Kahraman Çukurovalılar (Adana, Tarsus, Mersinliler), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002.
  7. Kuvayı Milliye Dergisi Arşivi (Nisan 1958-Aralık 1975)
  8. Taha Toros; Kurtuluş Savaşında Çukurova, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2001.
  9. Tekelioğlu Sinan Bey; Kuvayı Milliye Komutanı Tekelioğlu Sinan Beyin Günlüğü, Genelkurmay ATESE Yayınları, Ankara 2012.
  10. Yrd. Doç. Dr. Cihat Yıldırım; Milli Mücadele Döneminde Mersin (1918-1922), Mersin Büyükşehir Belediyesi Yayını, Mersin 2015.
  11. Ziya Aykın; Kurtuluş Savaşı’nda İçel; Yazma Komitesi: Mithat Toroğlu, Lütfi Oğuzcan, Hasan Akıncı, Osman Muzaffer Koçaşoğlu, Süleyman Fikri Mutlu, Ömer Nazmi Çiftçi, Zekeriya Karayaylalı, Şeref Genç-; Kurtuluş Savaşında İçel, Baha Matbaası, İstanbul 1971.
]]>
EROL DOK’U ANMAK VE ANLAMAK http://hayatitek.com/erol-doku-anmak-ve-anlamak/ Sat, 25 Dec 2021 18:31:15 +0000 http://hayatitek.com/?p=5205 Mensubu olmakla iftihar ettiğim Türk Ocakları, 30 Ekim 2021 günü ebedi âleme irtihal eden merhum Erol Dok ağabey için Ankara Milli Kütüphane Konferans Salonu’nda bir anma toplantısı düzenlendi bugün.

Prof. Dr. Bülent Aksoy kardeşimin, her zamanki gibi başarılı bir sunuculuk örneği sergilediği toplantı Kur’an-ı Kerim tilavetiyle açıldı.

Türk Ocakları Genel Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Öz’ün duygu yüklü hitabının ardından kürsüye davet edilen Zafer Giray Dok, sevgili babasına dair samimi bir konuşma yaptı.

Duygu yoğunluğunun yanı sıra hayat dersleriyle dolu enfes konuşmasında, “bir babanın çocukları için nasıl rol model olabileceğine” dair şahane örnekler verdi.

Dinleyerek değil gözleyerek öğrenmenin, nasihatle değil yaşayarak öğretmenin gücünü gösterdi.

Cenab-ı Allah, iftiharla dinlediğim Zafer Giray kardeşimin bahtını açık etsin; babası Erol Dok’a layık bir şekilde yaşamayı, ondan devraldığı bayrağı çok daha yükseklere taşımayı nasip etsin.

Açılış konuşmalarının ardından anma oturumuna geçildi.

Türk Ocaklarımızın Genel Sekreteri, kadim dostum Prof. Dr. Emrah Şenel’in yönetimindeki oturum için Hasan Çağlayan, Halil İbrahim Sarı, Yunus Dümen, Dr. Süleyman Eryiğit, Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu ve Prof. Dr. Bülent Aksoy masadaki yerlerini aldılar. Uğruna ne güneşler batan hilalin yıldızları, Kutup Yıldızı Erol Dok’u selamlamak üzere yan yana dizildiler.

Aslında her biri, onun hakkında saatlerce konuşacak bilgi, birikim, donanım ve hatıraya sahipti. Lakin zaman kısıtlıydı. Yine de büyük bir içtenlikle bu muhteşem şahsiyetin ufuk açıcı fikirlerinden, duruşundan, tavrından, güvenilirliğinden, diğerkâmlığından, vefasından, fedakârlığından, nezaketinden, azminden ve daha pek çok meziyetinden bahsettiler.

Oturum Başkanı Prof. Dr. Emrah Şenel, Kur’an-ı Kerim tilavetiyle açılan toplantıyı “Çırpınırdın Karadeniz” ile sonlandırmayı önerdi.

Trabzonlu Erol Dok’u anma toplantısı, her ülkücünün hayatında ayrı bir yeri bulunan bu güzel şarkının gözyaşları eşliğinde okunmasıyla son buldu.

İkram için fuayede buluşanların hali görülmeye değerdi. Emsalsiz bir dostu anmanın hüznü ve Covid-19 nedeniyle aylardır uzak kalınan dostlarla bir araya gelmenin heyecanı, etrafa sinen tarifi zor atmosfer hakkında ipuçları veriyordu.

Zafer Giray kardeşim ve Birol Dok ağabeyimle karşılaştığımda yaşadığım hisleri ne yazmaya ne anlatmaya takatim var. Dudakların sustuğu, gözlerin ve gönüllerin hıçkırıklarla söyleştiği bir andı.

Dostlar arasında dolaşırken Hüseyin Nihal Atsız’ın, “Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden.” diye başlayıp, “Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların…” diye devam eden “Yolların Sonu” şiiri dolandı dilime.

Üçüncü kıtada şöyle diyordu Atsız Ata:

“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz;

Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na.

Hâlbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin

Değişilir topu da bir …”

Aynı gönül ikliminde yaşayan, aynı kutlu hedefe doğru yürüyen nice güzel insanı bir kez daha buluşturmuştu Erol Dok.

Atsız’ın da dediği gibi, kutlu ve çetin bir yoldu yürüdükleri… Lakin yol kadar yoldaş da önemliydi.

Merhum babasının, “İşler yolunda gitmediğinde yoldan mı çıkacağız?” diye sorup, doğru bildiği yolda azim ve sebatla nasıl yürüdüğünü anlatmıştı Zafer Giray kardeşim.

Belki bu yüzden dolanmıştı dilime bu şiir… Kim bilir?

Fakat ifade etmeliyim ki Erol Dok’un yol arkadaşlığı bir başkaydı.

Kutup Yıldızı misali hep doğru yönü gösterirdi yol arkadaşlarına.

Böyle arkadaşı, ağabeyi olunca yoldan mı çıkar insan?

Yokluğunda yol yürümek zor olacak ağabey…

***

Bu duygu ve düşüncelerle ayrıldım Milli Kütüphane’den…

Eve dönüş yolunda “kitap” düştü aklıma.

Kadim dostum Servet Avcı’nın merhum babasının cenazesi için Birol Dok ve Erdoğan Aktaş ağabeylerle Trabzon’a doğru yol alırken, Erol ağabeyle enine boyuna ele aldığımız, sonraları telefonda saatlerce üzerinde konuştuğumuz anılarından oluşan kitap projesinden değil, her birimizin hayatından söz ediyorum.

Sahi, her hayat aslında bir kitaptan ibaret değil mi?

Üzerinde her birimizin adı yazsa da onlarca yazarın ortak imzasını taşıyan birer kitap değil mi hayatlarımız?

1984’te Ankara’ya geldiğimde, Erol Dok ağabeyin de dâhil olduğu nesilden ilk müellifim Mahir Damatlar oldu, sonrasında merhum Başbuğ Alparslan Türkeş… Cezaevinden çıktıktan sonra merhum Muhsin Yazıcıoğlu…

1990’ların başında tanıdığım Erol Dok ağabey ise bilhassa Muhsin Başkan’ın ötelere kanatlandığı 2009’dan sonra hayat kitabımın en güçlü müellifi oldu.

Birlikte görev aldığımız Gönüllerde Birlik Vakfı’ndaki ilk projemiz olan, Ulucanlar Cezaevi’nde düzenlediğimiz “12 Eylül Görülmüştür.” etkinliği sürecinde ondan öğrendiklerime paha biçilemezdi.

Şimdilerde sayısı on üçe ulaşan, merhum Galip Erdem ile başlattığımız “Özdeyişler-Özleyişler” serisinin fikir babası da kendisiydi.

Nerede kalıcı, örnek ve öncü bir iş varsa oradaydı Erol Dok.

Onlarca, yüzlerce, belki binlerce kişinin hayat kitabının kimine bir cümle, kimine bir paragraf, kimilerine ise sayfalar yazan üstat seviyesinde bir müellifti o…

Bu muazzam şahsiyetin elli yedinci vefat gününde gerçekleşen anma toplantısı, bir “noktalı virgül” olarak hayat kitabımdaki yerini aldı.

Ruhun şâd, mekânın cennet, makamın âli olsun ağabey.

Seni seviyor ve çok özlüyorum.

]]>
METİN TOKDEMİR’İN “DÜNYA TÜRKLÜĞÜNE BAKIŞ”I http://hayatitek.com/metin-tokdemirin-dunya-turklugune-bakisi/ Wed, 08 Dec 2021 13:24:18 +0000 http://hayatitek.com/?p=5161 HAYATİ TEK –

Mensubu olmakla iftihar ettiğim Bizim Ocak kadrosunda birlikte çalışma bahtiyarlığına eriştiğim merhum A. Metin Tokdemir’in, dergimizin Temmuz 1989 tarihli 64’üncü sayısında yer alan “Dünya Türklüğüne Bakış” başlıklı yazısı…

Şu satırlar, o yazının son paragrafında yer almaktadır:

“Dış Türkler meselesini yüreğine ve beynine yerleştiren ÜLKÜCÜLER, bu meselenin dün olduğu gibi bugün de takipçisi olacaktır. Esir Türk illerinde dalga dalga yayılan ama bu kez daha dikkatli ve planlı hürriyet mücadelesini gözyaşları ve dualarıyla destekledikleri gibi; gür seslerini Türkiye’den Balkanlara, Asya’nın içlerine kadar bütün esir illere duyuracaktır. Ve bir gün Bahçesaray’da, Akmescit’te, Urumçi’de, Taşkent’te, Buhara’da, Semerkant’ta, Tebriz’de, Kerkük’te, Musul’da, Batı Trakya’da, Dobruca’da, Üsküp’te hürriyetle aşina olacak olan soydaşlarımızın minareleri yıkılmış camilerinde şükür hutbelerini okutacaklardır.”

***

Yüreğine, vefasına, samimiyetine ve gayretine paha biçilemeyecek yiğit bir vatansever olan, daha pek çok vasfıyla Ülkücü Hareket’in itibarına itibar katan Metin Başkanımı hasret ve rahmetle anıyorum.

Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

]]>
SEZAİ KARAKOÇ HAFTASI http://hayatitek.com/sezai-karakoc-haftasi/ Tue, 16 Nov 2021 22:05:07 +0000 http://hayatitek.com/?p=5129
]]>
EROL DOK AĞABEY İÇİN… http://hayatitek.com/erol-dok-agabey-icin/ Sun, 14 Nov 2021 15:16:51 +0000 http://hayatitek.com/?p=5106 HAYATİ TEK –

Hatasız hayat olmaz.

Tecrübe, daha az hata yapmak ve sonraki kuşağa aktarmak için lazımdır insana.

Aynı yola baş koyan birkaç nesil benzer hataları sürekli tekrarlıyorsa; ya gerekli dersler çıkarılmıyor, ya tecrübe paylaşımı yapılmıyor ya da aynı çukura düşülmekten lüzumsuz bir zevk alınıyor demektir.

O hatalardan biri, çok iyi bildiğimiz komitacılığın sınırlarının nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiği konusundaki tereddüdümüzdür.

Ulvi hedeflere yürürken çok işe yarayan komitacılık, başarıya ulaşıldıktan sonra rafa kaldırılması ve fakat asla itibarsızlaştırılmaması gereken bir haslettir. Doğru yer ve zamanda terk edilmediği takdirde hastalığa dönüşme potansiyeli taşımakla beraber, gerektiğinde şeksiz şüphesiz devreye alınması icap eden aşkın bir meziyettir.

Birbirine inanan ve güvenen, ortak bir hedef uğruna canları dâhil her türlü kaybı göze alan insanların sırt sırta verdiği bir yapı olan komitacılığın yumuşak karnı, dar kadroculuk ve güvensizliktir.

Hedefe ulaşıldığında dar kadronun dışındakileri, hatta kimi zaman kadronun içindekileri bile tehdit olarak algılamak, komitacılığın doğasında bulunan “güvensizlik” itiyadının tabii bir neticesidir. Bu hazin tablo, komitacının “başarma uğraşına” atfettiği olağanüstü değerin ve ona karşı geliştirdiği platonik tutkunun marazi bir tezahürüdür.

Mücadele gayreti güzeldir, lakin sürekli hasım aramak sağlıklı bir tavır sayılmasa gerektir. Zira bu marazi tutum, başarıyı topluma yaymanın önündeki en büyük engellerden biri, belki de birincisidir.

O kadar ki her zerresiyle “başarı anına” kilitlenen komitacı, “başardıktan sonra ne yapacağı” konusunu ihmal ettiğinin çoğu kez farkında bile değildir. Dar kadroculuk hevesi ve herkesi “potansiyel tehdit” olarak görme eğiliminden dolayı “güven” esasına dayalı iş yapma kültüründen mahrum kalmıştır. Bırakın sağını, solunu ve ardını kollamayı, gözünün önünde olup bitenlere bile şüpheyle yaklaştığından sürekli tetiktedir. Başardıkça doğru yolda ilerlediğini düşünür, ulaştığı her başarıyı o güne kadar takip ettiği yol ve yöntemin doğruluğuna vehmeder.

Ortaya koyduğu öz güveni ve serdengeçti tavrı göz önüne alındığında haksız da sayılmaz; dünyadaki bütün büyük inkılaplar komitacıların eseridir ne de olsa!

Fikir, inanç ve aksiyon, başarının sacayaklarıdır. Birbirinin tamamlayıcısı olan bu üç unsur ahenkle buluştuğunda mağlup edilemez bir güç terkibine hayat verir.

Öte yandan ne kadar güçlü olursa olsun, aksiyona dönüşmeyen bir fikir yahut inancın hedefine ulaşamayacağı muhakkaktır.

Bu üçlü terkibin baş mimarı olan fikir, komitacı yapılarda zamanla etkisini kaybeder, inanç ve aksiyonun gerisine düşer. Başlangıçta bir fikir insanı olan komitacı, her başarının ardından inanç ve aksiyon adamına dönüşür. Şekil ve kabuk, özün önüne geçer.

Eğer komitacı, uğruna canını ortaya koyduğu hasletlerini bir oluş hamlesine dönüştüremez ve komitacılıktan teşkilatçılığa geçemezse, dar kadroculuk ve güvensizlik hastalığının pençesine düşmekten kurtulamaz.

O halde kimdir teşkilatçı?

Teşkilatçı; fikir, inanç ve aksiyon dengesini kurabilen, gücünü milletinin emrine verebilen, savunduğu aşkın değerleri topluma mal edip kurumsallaştırabilen insandır.

Maşeri vicdanda kabul görmeyen hiçbir fikir ve inancın, aksiyondaki tüm gücüne rağmen hedefine kâmilen ulaşamayacağı tarihteki örneklerle sabittir.

Başarı sürecindeki “serdengeçti” tavır, başarı sonrasında “ikbalden geçebilme” fedakârlığı şeklinde devam ettirilmedikçe hüsran kaçınılmazdır.

İster “ağabeylik hassasiyeti” deyin, isterseniz uygun göreceğiniz bir başka kavramla nitelendirin; kendisinden gayrısının hata yapacağı vehmine kapılmak, en haklı davayı bile sükût-u hayale uğratabilir. Çıkılan yolun değerini düşürebilir, o yolda sarf edilen emek ve umutları hiç noktasına getirebilir, canlar üstü bir davayı üç beş şahsın insaf, kalibre ve kabiliyetinin dar kalıplarına hapsedebilir.

Oysa zeki, uyanık, bilgili, inançlı, cesur serdengeçtiler olan komitacıların olağanüstü dönemlerde ortaya koydukları her fedakârlık, toplumlar için hayati önemi haiz bir kıvılcımdır.

Bu yönüyle komitacılık, yeni başlangıçlar için ihtiyaç duyduğumuz güçlü bir nefes; teşkilatçılık ise ilelebet tütmesini istediğimiz ocağımızın ezeli ve ebedi hamisidir.

Ocaktaki ateş sönmeye yüz tuttuğunda, komitacının üfleyeceği nefese paha biçilemez; lakin gereğinden fazla nefes, ateşi çabuk geçirir, kıvamını bozar, hatta kimi zaman onu söndürebilir.

***

On sekizimden beri yakın çağımızın en komitacı insanlarıyla teşrik-i mesaide bulunuyorum.

İmkânsız görünen işleri kolaylıkla başaran büyük komitacılar tanıdım.

En gerekli zamanda tereddütsüz sahne alan bu muhteşem kadroda gözlemlediğim ve hikmetini bir türlü kavrayamadığım en önemli husus; komitacılıktan teşkilatçılığa, dar kadroculuktan kurumsallaşmaya geçme konusundaki “hassas” tutumdur.

Söz konusu hassasiyetin “aşırı” mı yoksa “kıvamında” mı olduğu, öncelikle “hassasiyet sahiplerine” bırakılması gereken bir karardır. Bu mevzuda “haddimi aşmak” istemem.

Lakin bu tavrım, 30 Ekim 2021 günü Hakk’a yürüyen merhum Erol Dok ağabeyimin hakkını teslim etmeme mâni değildir.

Tanıdığım en başarılı ve gözü kara komitacılardan olan merhum Erol ağabey, komitacılıktan teşkilatçılığa geçiş konusundaki tavrını net bir şekilde ortaya koyabilen ender şahsiyetlerden biriydi.

Her sahada ulaşılan güç ve başarının, milletimizin yarınlarını inşa edecek bir medeniyet hamlesine dönüşmesi yolundaki azim ve gayretine şahidim.

En verimli çağında “karar vericilerden” olamadı.

Çünkü 80 sonrasının statükosunu belirleyen yerel ve küresel güçlere ram olmak yerine, doğru bildiğini söylemeyi ve söylediklerine uygun davranmayı tercih etti.

Fikri, imanı ve duruşuyla örnek bir vatansever olarak yaşadı ve öylece veda etti bizlere.

Komitacılara has serdengeçti bir tavırla hedefe doğru cesaretle yürüyecek; başarı geldiğinde ise ruh kökümüzdeki değerleri toplumun değerleri haline getirecek sağduyulu adımları çağın idrakine uygun şekilde atabilecek Erol Dok gibi “fedakârlara” ne çok muhtacız.

Yirmi ve yirmi birinci asrın hayhuyu arasında sesi gerektiği kadar duyulmasa da yüreklerimize sımsıcak dokunan, dimağlarımıza “Büyük Türkiye” sevdamızı ilmek ilmek dokuyan bir fikir, duruş ve dava adamıydı Erol Dok. Ocağımızın ilelebet tütmesine büyük katkılar sağlayan tam kıvamında bir nefesti.

Kutup Yıldızı olmak gibi bir derdi yoktu; fakat yüksek idealler galaksisinde öylesine mutena bir köşeye çekildi ki, Kutup Yıldızı misali parlıyor. Sabitkadem bir vakar ve tevazu ile “adamlığın” yönünü gösteriyor.

İnsanlık tarihi kadar kadim bir davayı çağımızın gerçekleriyle buluşturmakla kalmayıp, bu ahenkli terkibi hayatının hâkim rengi yapan merhum Erol ağabeyime hitap ederek noktalamak istiyorum.

İki hafta önce bugün, muhtemelen akranın olan bir çınarın gölgesine emanet ettik seni.

Civarını senden önce yurt tutanlar vardı; lakin o, adeta senin için dikilmiş ve on yıllar boyunca seni beklemişti. Takdir-i ilahî, şu an senin başucunda yükseliyor.

Eminim o çınar, senden alacağı feyzle çok daha güçlü tutunacak vatan toprağına, daha hızlı boy atacak; üzerini örten dal ve yapraklarıyla “Büyük Türkiye” sevdamızı terennüm edecek. Gölgesinde dua ve tefekkür eden nice gence Dede Korkut’ça öğütler verecek; onlara, “Milliyetçi Türkiye’yi” nasıl kuracağımızı anlatacak.

Ya o tam karşında duran, bu mevsimde bencileyin saçlarını epeyce dökmüş olan söğüt ağacına ne demeli?

Sımsıcak bakışlarıyla zemheride seni ısıtmak, Ankara’nın kurak yazlarında salkım saçlarını savurup ilahî bir yelpaze gibi seni serinletmek için dikilmiş sanki.

Kardeşini o söğüt ağacının yerine koyar, onunla söyleşmeye devam eder misin?

Son bakışın geliyor gözlerimin önüne, dilimde “La İlahe İllallah-ul Şafi” duası…

Seni özledim ağabey, hem de çok…

Evvel giden yiğitlere; bilhassa Başbuğ’a, Muhsin Başkan’a ve Galip Ağabey’e selam söyle olur mu?

Ruhun şâd, mekânın cennet, makamın âli olsun.

]]>