İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

GELECEK BİN YILA SİVAS’TAN BAKMAK

HAYATİ TEK –

Oğuz Kağan’ın, gökyüzünü baştanbaşa kaplayacak çadırımızın önüne tuğ olarak dikmemizi vasiyet ettiği güneşimiz, 13 Eylül 1683 Viyana bozgunuyla bulutların ardına çekildi. Tam 238 yıl yeniden doğuşunu beklediğimiz o güneş, yine bir 13 Eylül günü yüzünü gösterdi. 1921 Sakarya zaferiyle tazelenen umudumuz, 9 Eylül 1922’de gerçeğe dönüştü. Cumhuriyetimizi ilan ettiğim 29 Ekim 1923 tarihi, yüreğimizdeki karamsarlığı söküp attığımız, yarınlara güvenle baktığımız bir dönemin başlangıcı oldu.

DEVLET MİLLETİN ZIRHIDIR

Devlet milletin zırhıdır; delinir, paslanır hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapıp yoluna devam eder büyük milletler. Tarihin kaydettiği en büyük milletlerden biri olarak, Osmanlı’nın bütün yenileşme çağları boyunca üzerimizdeki zırhın tamiratıyla uğraştık. Baktık olmuyor, yenisini, yani Cumhuriyet’imizi kuşandık.

İdam fermanımız olan Mondros ve Sevr’i tarih çöp sepetine attığımız Lozan’da, yeni devletimizi tüm dünyaya kabul ettirdik.

Misak-ı Milli’ye dâhil olduğu halde vatan parçamız yapamadığımız Musul’u 1926 Ankara Antlaşması ile Irak’a bırakmak zorunda kalsak da, çözülmüş gibi görünen Ege Adaları ve Batı Trakya sorunuyla uğraşmaya devam edeceğimiz bilsek de moralimizi bozmadık.

Boğazımızı mengene gibi sıkan Boğazlar Komisyonu meselesini çözüme kavuşturmak için 1936’da imzaladığımız Montrö’yü beklememiz gerekiyordu.

Tüm dünyanın, 1 Eylül 1939’da patlak verecek olan İkinci Dünya Savaşı’na hazırlandığı bir dönemde, 29 Haziran 1939 plebisitiyle Hatay’ımıza kavuştuk.

Lozan’da masaya yatırılan konuları tek tek çözüyorduk ama karşımıza çıkan yeni sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyorduk.

HER FIRSATTA KANATILACAK YARALAR…

Tarihin tozlu raflarında masaya sürüleceği günü bekleyen daha pek çok potansiyel tehdit vardı önümüzde…

3 Mart 1878 Ayastefanos ve 13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşmaları ile uluslararası bir kimliğe bürünen Ermeni Meselesi ve 1915 Tehcir (Sevk ve İskân) uygulamamız…

Lozan’da çözemeyip üç yıl sonra Irak’a bırakmak zorunda kaldığımız Musul koridorunun başımıza musallat edeceği Kürtçülük…

Lozan’da Taç Koloni olarak devraldığı Kıbrıs’tan, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine çekilen İngiltere’nin yokluğunu fırsat bilen Yunanistan’ın sahneye koyduğu ENOSİS hayali ve EOKA terörü…

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Batı merkezli küresel rüzgârın etkisiyle adeta savrularak geçtiğimiz çok partili hayatımızın ilk seçim deneyiminin açtığı yaralar… 1946’da döşediğimiz bu eğri büğrü raylar üzerinde ilerlemeye çalışan demokrasimizin 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997’de uğradığı kazalar…

Süngülerle yarılan sosyal hayatımızın istikrarsız toprağında ayrık otu gibi biten Sağ-Sol, İlerici-Gerici, Alevi-Sünni ayrımcılıkları… Ve hatta Sünnileri de kendi içlerinde bölmek amacıyla matah bir şeymiş gibi piyasaya sürülen; Türk’ün imanını, kuyumcu tartısı dururken canlı hayvan baskülünde tartmaya yeltenen “önce Türk müsün, Müslüman mı” zırvası…

Ve tabii, son üç asırdır elini içimizden bir an olsun çekmeyen beşinci kol faaliyetlerinin neden olduğu iç yaralar…

RÖVANŞİST YAKLAŞIMLAR YAKAMIZI BIRAKMIYOR

Bütün bu badireleri aşarak bugünlere ulaştık ulaşmasına da, her bir badire hafızalarımızda derin izler bıraktı. Hâlâ tazeliğini koruyan bu izler orta yerde dururken, biz ne yapıyoruz?

Maalesef, yüreğimizin dağlandığı dönemleri çok çabuk unutuyor, kabuk bağlamış / bağlaması gereken yaraları kanatmak, yeni yaralar açmak için fırsat kollayanların işini kolaylaştırıyoruz.

Rövanşist yaklaşım bir türlü yakamızı bırakmıyor. Güç ve yetki sahibi olduğumuz andan itibaren geçmişte canımızı yakanların boğazına sarılıyoruz.

Vatan toprağımızda kader birliği ettiğimiz vatandaşlarımızın ortak bağımsızlık sembolü ve hizmet aracı olan devletimizi iyi yönetmeyi değil, ele geçirmeyi düşünüyoruz. Ele geçirince de dün başkalarında görüp eleştirdiğimiz icraatları bu sefer kendimiz yapmaya başlıyoruz.

Birbirimizi kırmak için adeta tetikte bekliyoruz.

2 TEMMUZ’UN ANLAMI…

2 Temmuz yıldönümlerini, milletçe ders çıkaracağımız bir “beşinci kol faaliyetinin ibret levhası” olarak görmek yerine, birbirimize saldırı fırsatı olarak algılıyoruz.

Farklı fikirleri milletimizi geliştirecek zenginlikler olarak görmek; karşıt görüş sahiplerini dikkat, sabır ve istifadeyle dinlemek yerine, bir kaşık suda boğmaya çalışıyoruz.

Cumhuriyet tarihimiz boyunca yüreğimizi yakan neredeyse her olayın yıldönümünü, ortalığı ayağa kaldıracak “hesap günü” olarak görüyor ve bekliyoruz.

2 Temmuz 1993 Madımak Olayı ve daha pek çok konu üzerinden milletimizin birliğine, dirliğine kastetmenin kime ne faydası var?

Asırlarca yönettiği coğrafyalara istikrar götürmüş, Pax Ottomana gibi muhteşem bir çağa damgasını vurmuş aziz ve asil milletimize, siyasi menfaatler için ortak millî değer ve acıları kullanmak davranışını konduramıyorum.

Uğradığımız partizanlık hastalığını ulusal pandemiye çevirmenin bize bir şey kazandırmadığı meydanda. Bu sorunu yetmiş yıldır aşamıyor olmamız, bizim gibi kadim devlet geleneğine sahip bir millete yakışıyor mu?

Karşıtlık üzerine kurulu sosyal, kültürel ve siyasi bir yapıyı devam ettirmek adına ödediğimiz ağır bedeller artık yetmez mi?

Bu sevgisizlik ikliminde serpilip boy atan sorunlarla boğuşmaktan yorulmadık mı?

KLASMAN İDRAKİ…

Rövanşist yaklaşımları bir kenara bırakmanın, adeta mahalli ligde oynuyormuşuz gibi, en ufak bir sorunda mahalle kavgası çıkarmaktan vazgeçmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Hiç kimsenin, hiçbir toplum kesiminin kendisini deplasmanda hissetmeyeceği, Türkiye’nin her karış toprağının bin yıldır ve daima hepimizin iç sahası olacağı bir dönemi başlatmalıyız.

Sadece cumhuriyet döneminde değil, nice acı deneyimler pahasına üç asırdır yürüdüğümüz “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma” yolculuğumuzu başarıya ulaştıracak, aziz ve asil milletimizi etrafında kenetleyecek somut hedefleri tarif eden bir Kızılelma’ya ihtiyacımız var.

Kırk asırlık tarihimizden, yirmi üç asırlık devlet geleneğimizden ve bin yıllık vatanımız Anadolu’nun gerçeklerinden ilham alan, Türkiye’de kader birliği eden 83 milyon vatandaşımızın azami mutabakatla sarılacağı bir Kızılelma…

Hedefi olmayan milletler, birbirini yemekle vakit geçirirler. Fetret ve inkıraz dönemlerimiz bunun şahididir.

İnsanlığın kaderine dair son sözünü henüz söylememiş olan bizim gibi enerjik ve deneyimli bir milletin geleceğe umutla bakabilmesinin temel şartı, ortak bir ideal etrafında kenetlenmek ve yeni hamle için gerekli gücü bir an önce kazanıp ayağa kalkmaktır.

Pamuk ipliğini andıran “asgari müşterek” teranesiyle güçlü devlet olunmaz. Asgari müştereklerde buluşanların ilk anlaşmazlıkta dağılmaları kaderin cilvesidir. Mühim olan azami mutabakatı yakalamak için ihtiyaç duyduğumuz çağdaş Kızılelma’yı bulmaktır.

Artık, yeni devletinin onuncu yılını coşkuyla kutlayan yolun başındaki bir toplum değil, kurduğu cumhuriyetinin yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanan, kaidesinde güvenle yükseldiği yirmi üç asırlık devlet geleneğinin önemini kavrayan, 83 milyon nüfusa ulaşan güçlü bir ülkeyiz.

Bu güç ve birikimin hakkını vermeliyiz.

NE YAPMA(MA)LIYIZ?

Her fırsatta yaralarımızı kaşıyıp kanatarak, azami mutabakat sağlayamayacağımız ortadadır.

“Ehvenle” idare zamanı artık tarihe karışmalı, layık olduğumuz ve arzuladığımız “en güzele” ulaşmalıyız.

Yeni devletimizi kurduğumuz günden beri yüz yıldır yakamızı bırakmayan beşinci kol faaliyetlerinin saldırdığı alanlar ve uyguladığı yöntemler bellidir. Ülkemizi istikrarsızlaştırma gayretleri aralıksız sürmektedir.

Milli şuur sahibi aydınlarımıza ve karar alıcılarımıza düşen görev; kadim devlet geleneğimizin hakkını vermektir. Ortak hareketimizin önündeki en büyük engel olan kimlik tartışmalarını acilen sona erdirecek, bu yarayı her geçen gün daha da derinleştiren partizanlığın yol açtığı yaraları saracak somut bir hedefi milletimizin önüne koymaktır.

FİKİR TARTIŞMASINDAN SAVAŞ ÇIKARMAK

Aynı safta buluşmak, her konuda aynı şeyi düşünmek anlamına gelmez. Böyle bir tutum, en hafif tabirle insan onurunu hiçe saymaktır.

Elbette farklı düşüneceğiz. Ancak bir olaya “farklı cepheleri”nden bakmak demek, “farklı cephelere” ayrılıp birbirimize hücuma kalkmak değildir. Birincisinde doğruya ulaşma, ötekinde farklı düşünceyi yok etme gayreti vardır.

İkinci yolu defalarca denedik ve bedelini çok ağır ödedik. Olaylara “farklı cepheler”den değil, “farklı cepheleri”nden bakmayı artık öğrenmeliyiz.

Doksan yedi yıllık cumhuriyet tarihimiz boyunca defalarca düştüğümüz çukura bir daha düşmek şöyle dursun, hamle üstüne hamle yenilememiz gereken bir dönemden geçiyoruz.

Bu kapsamda, o talihsiz 2 Temmuz 1993 gününün, milletimizin bağrına sinsice sokulmuş kanlı bir hançer olduğunu idrak etmeliyiz.

Evet, kayıplarımız için ağıtlar yakmalıyız; ancak bin yıldır aynı kaderi paylaşan insanların birliğine, dirliğine kastetmiş olan bu kanlı hançerdeki parmak izinin milletimize ait olmadığını da görmeliyiz.

Benzer ihanetlerin bir daha yaşanmaması için de her an uyanık ve tetikte olmalıyız.

SİVAS, 2 TEMMUZ’LARDA DEĞİL 4 EYLÜL’LERDE GÜNDEM OLMALI

Bundan bir asır önce yeni devletimizin temelini attığımız Sivas’ımızın, 27 yıl önce ciğerimizi dağlayan bu talihsiz olayla anılıyor olması, kadim tarihi boyunca nice büyük badireleri atlatan aziz milletimizin tarihi birikimine uygun düşmemektedir..

Türkiye’yi vatan bilen, bu topraklarda kader birliği eden herkes, bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı, hak ve sorumluluk sahibidir.

Milliyetçilik; vatanını, milletini, devletini sevmektir. Sevmek, sahip olma hakkından çok sahip çıkma, yaşatma ve geliştirme sorumluluğudur.

Milletini bu anlayışla seven herkes, ister istemez milliyetçidir.

Alevi’si, Sünni’siyle milletimi çok seviyorum.