AYTUNÇ AYHAN –
Atilla İlhan ilk romanı Sokaktaki Adam’ı 1953 yılında yayımladığında hem roman tekniği açısından çok yenilikçi hem de tema olarak çok da değinilmeyen bir konuyu ülke gündemine taşımıştı.
İlhan’ın, daha sonraları yayımlayacağı Aylak Adam ve Tutunamayanlar’ın öncüsü olan Sokaktaki Adam’ın önsözünde kurduğu şu cümleler, bir yandan romanın özü hakkında fikir verirken öte yandan roman türüne karşı duyduğu ilginin gelişimine dair ipuçları veriyordu:
“Sokaktaki Adam’da toplumsal ve bireysel anlamda iflas etmiş bir delikanlı vardır. Anlayışlı duyarlı fakat kötümser. Kendisinin de dediği gibi, ‘Neyi istemediğini bilmekte fakat neyi istediğini bilmemektedir.’ Onun yanı başında Sokaktaki Adam delikanlının bir türlü bağlanıp bağdaşamadığı memleket gerçeğini, memleket halkını ve sorunlarını temsil ediyor. Bu ikisi arasındaki ilişki, delikanlı yönünden ne yazık ki kurulamıyor.”
Bu ilk romanında memleket gerçeğini, halkın sorunlarıyla özdeşleştiren İlhan’ın Sokaktaki Adam’ı; itilip kakılan, hor görülen, tramvayda biletçilik yapan, Dolmabahçe’de stadın çevresinde oğlunu arayan, gündüz bankada kâtiplik yapıp akşam bir tüccarın defterini tutan, kaynanasını vuran, futbolcuların kafasına ayva atan, kahvelerde yatıp kalkan, yük taşıyan, tramvayda ayağınıza basan, İstanbul’u sırtında taşıyan insanlardır… İstanbul’un ta kendisidir Sokak’taki Adam…
Romanın esas kişisi Hasan, toplumun yaşam gailesinden çok uzakta bulunmasının yanı sıra bir parçası olduğu toplumuna yabancı kalan ve zaman içerisinde kendisine de yabancılaşan milyonlarca insandan biridir aslında.
Güzel Sanatlar Akademisi’ni yarıda bırakıp yüreğindeki fırtınaları dindirmek üzere Amerikan yazarları Herman Melville, Jack London gibi denizlere açılan, kamarotluk yapan, gittiği ülkelerde çeşit çeşit insanlar tanıyan Hasan, derdini de yüreğiyle birlikte yanına aldığı için aradığı huzuru bir türlü bulamaz. ‘Ne istemediğini bilen fakat ne istediğini bilmeyen’ insanların dramını temsil eden Hasan, 1950’lerde kimliğini arayan insan yığınlarının dertlerini sırtlanmış bir karakterdir.
***
Cumhuriyetin henüz ikinci yılında doğan, bir ülkenin adeta sıfırdan nasıl kurulduğuna daha çocukluk çağlarından itibaren şahitlik eden, Atatürk 10. Yıl Nutku’nu okuduğunda henüz 8 yaşında bulunan İlhan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşlarının izlerinin tazeliğini koruduğu bir zaman tünelinden geçerek gençlik çağlarına ulaşır.
Cumhuriyetimizi kuran Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu 1938’de henüz 13 yaşında bulunan, dünyayı kasıp kavuran II. Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, yaşadığı İzmir’de devam ettiği lise eğitimi sırasında sevdiği kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleri nedeniyle tutuklanan, üç haftalık gözaltının ardından iki yıl hapis yatan bu genç adamın hayatı, İstanbul Işıklar Lisesi’ne kaydolduğu 1944’ten itibaren hızla değişir…
1948 yılında ilk kez gittiği Paris’te edindiği deneyimler ve yaptığı gözlemler, İzmir-İstanbul-Paris üçgenindeki deli bir yürek ve zehir gibi bir zekânın hem kaderine yön verir hem de çok yönlü bir sanat adamı olmasını sağlar.
Paris yıllarında özellikle “batının Türkiye’ye bakışı” ve “batılılaşmanın toplumsal anlamda Türkiye’de yarattığı değişimler” üzerine uzun uzun düşünme fırsatı bulan İlhan’ın, nice eserler ortaya koyacağı ulusal ve çağdaş bakış açısının oluşmasında Avrupa’nın bu rüya şehrinin ne denli etkili olduğunu görmek için fazla zahmete gerek yoktur.
Ve onun çağının çok ilerisindeki bu bakış açısı; kırsaldan şehre ve özellikle de İstanbul’a göçerek bu yeni dünyada kalıcı bir yer edinmek isteyen, ancak bunu nasıl yapacağını pek de bilmeyen insanların hayatını kasıp kavuran kavramsal kaos ortamının çözümlenmesinde epeyce işimize yaradığı açıktır.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin 50’lerdeki çehresine ve geleceğine şekil verecek kavramları yerli yerine oturtma konusunda İlhan’ın önünde geniş ufaklar açan bir ilham kaynağıdır Paris deneyimi.
Bilhassa romanları ve film senaryolarında gördüğümüz “Türk aydının kendi toplumuna yabancılaşması” tezinin de Paris yıllarının yadigârı olduğu söylenebilir.
Cumhuriyetten sonra daha batılı bir ülke olma yolunda ilerleyen Türkiye’de birçok değişimler yaşanmaya başlanır. Özellikle kent yaşamında meydana gelen daha bireysel bir yaşam anlayışı, birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Dönüşmeye başlayan toplumda birey olma sürecini tamamlayamayan ve kimlik sorunu yaşayan insanlar, aslında bir ulusun yakasına yapışan ve pek çok açıdan hâlâ varlığını sürdüren büyük bir sorunun habercisidir.
Sokaktaki Adam’ın başkahramanı olan Hasan, işte bu “varoluş krizinin” ete kemiğe büründüğü bir karakter olarak karşımıza çıkar. Onun macerası aslında Türkiye’nin macerasıdır.
***
Romanın konusuna gelince…
Ana karakter Hasan’ın gemisi İstanbul limanına demir atmak üzeredir. Arkadaşı kamarot Yakup ile birlikte getirdikleri kaçak kürkleri gizlice satmayı planlayan Hasan’ın “taşı toprağı altın” kabul edilen bu şehre indiği sıradaki düşünceleri, içine çöreklenen sıkıntıyı ele verir:
“İstanbul başka sıkıntı. Ben bu şehri sevmez değilim. Ne var ki bir şeyi, bu şey ister bir şehir, ister bir kadın olsun, sevmek yetmez; onunla ilgilenmek onunla kaynaşmak, onu kendisine ait bir şeymiş gibi hissetmek gerek”
“Herkes nasıl mutlu olur? Laf mı bu? Mutlu olmak yakınmakla yetinmesini bilmek demektir. Kalem şefi, her gece böyle yakınır ve ertesi sabah mutlu uyanır. Ben bunu bir türlü öğrenemedim. Belki öğrensem içim rahat edecek. Fakat nasıl öğrenmeli? Ne türlü? Bazı bazı, her genç adam gibi; bir ev, bir kadın, bir çocuk hülyasına kapılıyorum. Bütün öbür sinekler gibi, bir sinek olmak hülyasına. Ve neden bu, hep bir rüya olarak kalıyor?”
Hasan’ın çevresiyle hakiki bir iletişim yoktur. Arkadaşlarıyla beraber eğlenirken dahi bulunduğu mekânda değildir Hasan; zamanın akışı içinde kaybolmuştur sanki… Zaman ve mekân kavramı birbirine girmiştir. Hasan’ın iç monoloğu bu durumun itirafıdır:
“Yaşamak; münasebetler kurmak demekse, ben onu yapamıyorum. Sanki mekân içinde değil, zaman içinde yaşıyorum. Geçmiş ve gelecek, bende hiçbir kaygı, hiçbir ilgi uyandırmıyor. Yalnız şu an için de varım ondan kurtulmak için de can atıyorum. Kendim, kendi hareketlerim, benim için birer düşünce vesilesi olmaktan çıktı. Böyle olunca onlar bana hükmediyor.”
Kürkleri elden çıkarmaya çalışırken hayat kadını Meryem’le karşılaşan Hasan, sıkıntılarından kurtulmak ve içindeki boşluğu doldurmak için ona sığınır. Abayı yaktığı gencin bir derdi olduğunu hemen fark eden Meryem, nedenini sorduğunda şu cevabı alır:
“Yaşamak için yaşamak sersemliği! İnsani olan ve olmayan, bütün amaçların dışında kalmış olmak.”
Hasan acı çekmektedir.
Hasan’ın acısı, bir varoluş sancısıdır.
Çektiği acılar nedeniyle hayata ancak tek elle tutunabilmektedir.
Kucağında kıvrandığı ıstırapları anlatmak için kurduğu “Ben İsa’yım İsa, yarım İsa” cümlesini mırıldanırken, Hz. İsa’nın “yaraları iyileştiren ve ölüleri dirilten” vasıflarından imdat beklemektedir adeta… Kurtuluşunu, kendini Hz. İsa ile özdeşleştirerek, onun kutsallığına sığınarak gerçekleştirmeye çabalamaktadır.
Herkesten farklı baktığı “mutluluğa” ulaşması mümkün olabilecek midir?
«… hiç bir şeye inanmamak sırrına erebilmek, daha önce bazı şeylere inanmış olmayı gerektirir. Aslolan inanmayı, inanmamayı, hiç düşünmemektedir. Bunu ancak gerçek cahiller, yani köylüler ve büyük tüccarlar yapabilir. Keyiflerine dokunulmadıkça gerçekten mutludur bu adamlar. Biz genellikle acı içindeyiz. Mutluluk dediğimiz zaman bile, acıyla karışık bir şey anlıyoruz.”
Kamorat olmaya karar veren Hasan, gemisinin İstanbul’dan ayrılışını beklediği günlerden birinde yarıda bıraktığı Güzel Sanatlar Akademisi’ne gider. Okuldaki ortama iyice yabancı kaldığını fark etmekte gecikmez. Öğrencilerden birisi seçtiği mesleği öğrenince kendisi ile dalga geçer. O sırada okul yıllarında sevdalandığı eski kız arkadaşı Ayhan’la karşılaşır. Yıllar önce terk ettiği kıza olan aşkı hâlâ devam etse de, artık Ayhan’ın dünyasına iyice yabancılaşmıştır Hasan. Aslında Hasan sadece sanat çevresine değil bütün topluma yabancılaşmıştır; yaşadığı toplumun yabancısıdır, bu topluma ait değildir epeydir…
Ayhan ile gelecekleri hakkında konuşurken kurduğu şu cümleler, bu gerçeğin ifadesidir:
“Beni sev ve beni unut diyor, sen Babil’desin.”
“İşte benim için, bütün mesele bu! Babil’den öte gitmek.”
Babil, Hasan için insanların şöhret, makam, kariyer, daha çok para kazanma peşinde koştukları ve amaca ulaşmak için hırslarının ve tutkularının peşine takılmış hile, yalan gibi sahteliklerin olduğu bir diyardır. Ne acıdır ki Ayhan da Babil’in sakinidir ve oradaki halinden gayet memnundur. Artık aynı dünyanın insanları olmadıkları ayan beyan ortadadır.
Hasan’ın seçimi, Babil’in ötesine kanatlanmaktır.
Sevdiği kıza vedasının ardından hayata tutunmasını sağlayan son bağı da koparan Hasan’ın elinde kalan tek şey, bu ölümcül kopuşun neden olduğu hiçliğin dayanılmaz hafifliğinde utanmaktır…
“Neyi kaybettiğimi düşünebilsem, istiyor istiyor, fakat asla bunu başaramıyordum. Yoksa artık ben yok muyum? Acıyan bir tarafımı biliyorum ve bunu, azarlanmaktan korkan bir çocuğun yarasını sakladığı gibi saklıyayım, dost düşman gözünden saklıyayım istiyorum.”
Bu son kopuş, Hasan’ı hayatının son macerasına sürükler.
Arkadaşı Yakup ile beraber bir gece vakti demir almaya hazırlanan gemilerine giderken, kavga eden insanlarla karşılaşırlar.
Kavgayı ayırmak amacıyla kalabalığa dalan Hasan, aldığı bıçak darbesiyle yere yığılır.
Arkadaşı Yakup’un, talihsiz olay hakkında polis memuruna ifade verirken aktardığı son sözleri, Babil’in ötelerine kanatlanan Sokaktaki Adam’ın sadece dramını değil umudunu da haber veriyordu:
“- Ölmeyeceğim diye fısıldıyor. Sesi genç kızın fısıltısına benziyor. Gidiyorum o kadar: Babil’den öteye!
-Babil’den öteye mi?
-Evet! Diyor ve ikinci sefer nasıl geleceğimi biliyorsun! Diyor.”