Ahlak – Hayati Tek http://hayatitek.com Sat, 25 Dec 2021 19:21:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Ahlak – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 MEHMET AKİF ERSOY VE HAL-İ PÜRMELALİMİZ http://hayatitek.com/mehmet-akif-ersoy-ve-hal-i-purmelalimiz/ Sun, 20 Dec 2020 18:59:19 +0000 http://hayatitek.com/?p=3741 HAYATİ TEK –

Mehmet Akif Ersoy denilince İstiklal Marşımız, Safahat ve bu şaheserin “Asım” bölümüne dualarla gömdüğü Çanakkale Şehitlerine şiiri gelir aklımıza.

Bağımsızlığımızın sembolü İstiklal Marşımızı ve Çanakkale Şehitlerine şiirini okurken gözyaşlarımıza hâkim olamıyorsak eğer; bunun nedeni sadece şiirlerin edebî gücü değil, aynı zamanda o muhteşem mısralara can veren berrak dimağın imanı, azmi ve samimiyetinin mısralara sinmiş olmasındandır. Büyük şairin güçlü karakterinin, samimiyetinin ve etkili ifade gücünün zaferidir gözyaşlarımız.

Bununla birlikte Akif sadece duygulara hitap etmez. Akıl, vicdan ve mesuliyet sahipleri için sayısız mesaj vardır şiir, yazı ve vaazlarında. Baştanbaşa bir dönem şaheseri olan Safahat’taki şiirlerin kiminde millî duygularımız şaha kalkarken, kiminde geri kalmışlığımızın sosyo-ekonomik sebeplerini, kiminde ise yakamızı bir türlü bırakmayan sorunlar yumağını nasıl çözeceğimizin yol ve yöntemlerini buluruz. Hatta bazı şiirlerinde, kendi halindeki bir insanın dramında hal-i pürmelalimizin sırrını keşfetmenin şaşkınlığını yaşarız.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu tespiti Akif’in bu yönünü vurgular:

“Yalnız Akif’tir ki, veremlilerin öksürüğünden, cephelerdeki tekbir seslerine kadar, boylu boyunca bir milleti, bir cemiyeti bütün felaketleriyle birlikte kucaklamıştır(1).

Serdengeçti’nin dikkat çektiği bu yön, Safahat’ın sadece “Gölgeler” bölümünde değil eserin tamamında karşımıza çıkar. Osmanlı’nın çöküş yıllarının sebep ve sonuçlarına dair net bir fotoğrafı hükmündeki bu dev eser, hem destansı bir öz taşır hem de yüz yıl öncesinden bugünlere uzanan temel meselelerimizin kaynağında yatan sebepleri gerçekçi bir bakış açısıyla resmeder.

Bu nedenle Akif, Türkiye’de en çok okunan şairlerinden biri, belki de birincisidir. Çünkü her birimiz onun kaleminden kanatlanan her mısrada kendimizden bir parça bulur; etin kemikten ayrılması gibi tarifsiz acılarla veda etmek zorunda kaldığımız imparatorluğumuzun hazin çöküşüne şahitlik etmenin derin ıstırabını ruh kökümüzde ister istemez yaşarız.

“Edepsizlik başladığı noktada edebiyat biter(2) diyen büyük şair, kuru bir edebî başarının pespayeliğine hiçbir dönemde tevessül etmez; her işinde olduğu gibi şairlik ve yazarlığının merkezine de ahlak kavramını yerleştirir.

Ahlak, eğitim, vatan, hürriyet ve gayret kavramlarına yüklediği anlamlar, milli şairimizin şahsi ve mesleki karakterini analiz etmemizi sağlayan kılavuzlar gibidir.

Sanatını imanının emrine veren münevver şairlerimizden olan Akif, 1800’lerin son çeyreğinden itibaren ıstıraptan ıstıraba savrulan bir neslin mensubu ve temsilcisi olmakla taşıdığı mesuliyetinin farkındadır.

Bunun o kadar farkındadır ve bunun için o kadar çabalar ki, Hüseyin Nihal Atsız onun için şu ifadeleri kullanır:

Akif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Karakter adamı olmak bakımından Akif eşsizdir(3).

Yaşadığı devrin temel meseleleri hakkında önemli tespit ve önerilerde bulunan Akif’in dikkat çektiği sorunların aradan geçen yüz yıla rağmen hâlâ çözülememiş olması, onun tavsiyelerini can kulağıyla bir kez daha dinlememiz gerektiğini bizlere ikaz etmektedir.

Bundan bir asır önce ümitsizlikten, sabırsızlıktan, tembellikten, eğitimsizlikten, ahlaki zaaftan ve tefrikadan dert yanan Akif, sabrın, çalışkanlığın, eğitimin, ahlakın, birlik halinde yaşamanın ve tabii ümitvar olmanın erdemlerini anlata anlata bitiremez.

“ÜMİTSİZLİK İNTİHARDIR”

Ümidin şairidir Akif; hem de Nurettin Topçu’nun Fuzuli, Michel-Ange, Goethe, Beethoven, Dostoyevski ile birlikte adını zikredeceği kadar büyük bir ümit şairi(4)

Ümitsizliğe düşmenin intihardan farksız olduğunu(5) düşünen Akif, “Âtiyi Karanlık Görerek(6)” şiirinde, bu illetin girdabına kapılan toplumlara şu tavsiyelerde bulunur:

“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa eminim, budur ancak.

Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle:

İmanı olan kimse gebermez bu ölümle.

Ey dipdiri meyyit… iki el bir baş içindir.

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

(…)

Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!

Herkes gibi dünyada henüz hakk-ı hayatın,

Varken, hani herkes gibi azminde sebatın?

Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.

Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

(…)

Hüsrana rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!

(…)

Sahipsiz, olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki: Telafi edecek bunca zarar var.

Feryad ile kurtulması me’mul ise haykır!

Yok yok… Hele azmindeki zincirleri bir kır!

‘İş bitti… Sebatın sonu yoktur…’ deme, yılma

Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma.”

“ULUYAN YE’Sİ GEBERT, AZMİ UYANDIR.”

Ümitsizlik, “tembelliğe meşruluk vermekten başka bir işe yaramaz(7)” Akif’e göre. “Yeis Yok(8)” başlıklı şiirinde, hem ümitsizliğin bu yönüne dikkat çeker hem de asırların yorgunu aziz milletine umut aşılamaktan geri durmaz.

“Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı bu devlet, ‘batacaktır!’ demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kâfi ona can vermeye bir nefha-i iman;

Davransın ümidin, bu ne haybet, bu ne hirman?

Mazideki hicranları susturmaya başla;

Evladına sağlam bir emel mâyesi aşla,

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

BÜTÜN GÜZEL HUYLARIN ANASI: SABIR

Sabır, sadece ümidin değil “bütün güzel huyların anasıdır(9) büyük şairin nazarında. Sabrın “yokluğu yahut zayıflığı kadar büyük bir musibet(10) düşünülemez.

Sabır, “düşkünlüğe katlanmak değil hayatın sıkıntılarına göğüs germektir. Sonunda, katlanılmayacak acılara katlanmak mecburiyetine mahkûm olmamak için, önceden her türlü meşakkate, her türlü zahmete mertçesine, insancasına göğüs germek(11)”demektir.

Sabır konusuna yüklediği bir başka anlam daha vardır Akif’in:

“Allah yolunda, hak yolunda, din uğrunda, millet uğrunda rahatını, uykusunu, malını, canını feda edivermek yok mu? İşte sabır budur(12).

Her şeyini kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelip varını yoğunu ortaya koyarak hürriyetini gasıpların elinden kurtaran bir milletin durumunu anlatmak için yüz yıl önce kurulan bu cümlenin bugün bile muhatabı olmak ıstırap verici olsa da çok sağlam bir kurtuluş yolu gösterir Akif, “İnsan(13)” şiirinde:

“Dayanmaz pîş-i ikdamında maniler müzahimler;

Kaçar, sen rezm-gâh-ı azme girdikçe muhacimler.

Karanlıklarda gezsen, şeb-çerâğın fikr-i hikmettir,

Ki her işrâkı bir sönmez ziyâ-yı sermediyettir;

Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sayindir,

Ki her hatvende eşler sâye-küster vahalar zahir.

Ne zindanlar olur hâil, ne menfalar, ne makteller…

Yürüsün sedd-i râhın olsa hatta âhenîn eller.”

Yani diyor ki Akif:

Sen çabalarsan, karşına çıkan engeller ve düşmanlar sana karşı koyamazlar. Sen azmin savaş alanına girdikçe, sana hücum edenler kaçmak zorunda kalırlar. Karanlıkta olsan da hikmetli fikirler fenerin olur; zira fikrin aydınlığı sönmez bir ebediyet ışığıdır. Eğer azmedersen, susuz çöllerde de kalsan, gayretinin ilhamı gölgelik vahalar gibi sana kol kanat gerer. Eğer azmedersen, sana ne zindan ne sürgünler ne de idamlar engel olabilir. Demirden eller set çekse de yoluna, yıkar geçersin azim ve gayretin sayesinde.

SELAMET ANAHTARI: “VARSA YOKSA İŞ, HAYIRLI AMEL, İSLAM AKSİYONU”

Sabır ve azmi bu denli yücelten Akif, “Ümitsizlikten büyük tembellik sebebi, ümitsizlikten yaman alçalma sebebi, ümitsizlikten fena miskinlik sebebi mi olur?(14)diye sorduktan sonra şu çağrıyı yapar:

“Ey cemaat-i Müslimîn! Geliniz, ümitsizliğin, bıkkınlığın, tembelliğin küfrün ta kendisi olduğunu kafalarımıza iyice yerleştirelim de ilâhî din için vaat edilmiş olan apaydınlık geleceğe doğru bir an evvel yürümenin çaresine bakalım. (15)

Akif’e göre, “Hayatı gayret etmekle geçenler için vaat olunmadık nimet; manasız bir tevekkülle tembel yaşayanlarınsa mahkûm olmayacağı alçaklık yoktur. (16)

Ve insanın çalışmakla yükselemeyeceği sadece iki mertebe vardır:

“Biri Allah-u Zülcelâle has olan ulûhiyet mertebesi, diğeri de Hametül-enbiyadan sonra kimseye verilmeyecek olan nübüvvet mertebesidir. (17)

Selametin anahtarını “varsa yoksa iş, hayırlı amel, İslam aksiyonu(18) şeklinde tanımlayan Akif, “Ruha ümitsizlik denilen o lanetli hastalık çöktü mü artık vücutta hareket imkânı, çalışma imkânı, gayret gösterme imkânı kalmayacağı(19)”düşüncesindedir.

Bir tek dörtlükten oluşan “Çalışmak Sonra Dinlenmek(20)” başlıklı şiirinde aynı konuyu şu benzersiz ifadelerle ele alır:

“Beden hazzeyler amma, ruh zevk almaz atâletten

Çalışma sonra dinlenmektir, ancak kârı dünyanın

Eğer eğlence iş olmaz da, iş eğlence olmuşsa

Güzâr etmiş demektir zevk içinde ömrü insanın.”

“Durmayalım(21)” başlıklı şiirinde ise hem çalışmanın önemine işaret eder hem de İslam âlemine sert ikazlarda bulunur.

“Kurtuluş yok sa’y-i daimden, terakkiden bugün.

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

Bunların hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur!

Mâsiva bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile:

Bak tecelli eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn ile.

Ey, bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken, yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan.”

“ÖLÜM DÜNYADA MAHKÛMLAR İÇİN SON BİR SAADETTİR”

İnsanlık âleminin, özellikle Batı’nın büyük keşifleri ve yoğun gayretleri sayesinde gelişerek dünyaya hükmettiğini, hatta zamanı bile teslim almak üzere olduğunu muhteşem metaforlarla anlatan Akif, “Alınlar Terlemeli(22)” başlıklı şiirinde, hürriyetin ancak hakkını koruyabilen insan ve milletler için mümkün olabileceğini söyler.

“Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da,

Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda!

(…)

Emeklerken, sabi tavrıyla, topraklarda sen hâlâ,

Beşer doğrulmuş, etmiş, bir de baktın, cevvi istila!

Yanar dağlar uçurmuş, gezdirir beyninde dünyanın;

Cehennemler batırmış, yüzdürür kalbinde deryanın;

Eşer a’makı, izler keşfeder edvar-ı hilkatten;

Deşer âfâkı, bir şeyler sezer esrar-ı kudretten;

Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta;

O heyhat istiyor hâkim kesilmek bu’d-u mutlakta!

(…)

Gebermek istiyorsan, başka! Lakin korkarım, yandın;

Ya sen mahkûm iken, sağlık, ölüm hakkın mıdır sandın?

Zimâmın hangi ellerdeyse, artık, onlarınsın sen;

Behîmî bir tahammül, varlığından hisse istersen!

Ezilmek, inlemek, yatmak, sürünmek var ki, adettir;

Ölüm dünyada mahkûmîne en son bir saadettir.

Desen bir kerre “insanım!” kanan kim? Hem niçin kansın?

Hayır, hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın.

Bu hürriyyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa’y ister:

Nedir üç dört alın? Bu yurdun alnından boşansın ter.”

“ÇALIŞIP DİDİNMEZSEN, BEKA İKSİRİ İÇSEN YAŞAYAMAZSIN”

Sanatını imanının emrine veren büyük şair elbette tevekkül sahibi bir mümindir. Ancak Akif’in anladığı İslam, felçliler gibi sürekli yatarak tevekkül etmeyi değil, çalışıp didinerek ilerlemeyi emretmektedir. “Azimden Sonra Tevekkül(23)” şiiri, bu husustaki görüşlerini anlattığı ibretlik mısralarla doludur.

“Mefluc ederek azmini bir felc-i iradî,

Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdi!

Madem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;

İksîr-i beka içsen, emin ol yaşamazsın.

Mevcûd ise bir hakk-ı hayat ortada, şayet,

Mutlak değil elbette, vazifeyle mukayyed.

(…)

Âlemde ‘tevekkül’ demek olsaydı ‘atalet’?

Mirâs-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?

Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;

Kur’an duramaz, nezd-i İlahî’ye dönerdi.

“Dünya koşuyor’ söz mü? Beraber koşacaktın;

Heyhât!, bütün azmi sen arkanda bıraktın!

Madem ki uyandın o medîd uykularından,

Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa kımıldan.

Ensendekiler “leş” diye çiğner seni sonra;

Ba’sin de kalır ta gelecek nefha-i Sûr’a!

Çiğner ya, tabii, ne düşünsün de bıraksın?

Bir parça kımıldan diyorum, mahv olacaksın!

Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;

Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz.

Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;

Mâziyi fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.

Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücumu:

Mazisi yıkık milletin âtisi olur mu?”

ŞARK ÂLEMİNİN HAL-İ PÜR MELALİ

Batı’nın tehdit ve yükselişi karşısında sürekli gerileyen İslam âleminin perişan halini “Şark(24)” şiirinde tasvir eden Akif’in kullandığı kelimeler, hem kahredici bir itirafın hüznünü hem de yürek burkan bir özeleştirinin hazin tablosunu ortaya koyar.

“Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu,

Asırlar var ki, İslam’ın muattal beyni, bâzûsu,

‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm;

Yer yer,

Harab iller; serilmiş hânumanlar; başsız ümmetler;

Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;

Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;

Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;

Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

Tegallübler, esaretler; tehakkümler, mezelletler;

Riyalar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;

Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;

“Gazâ” namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar;

Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;

Emek mahrumu günler; fikr-i ferda bilmez akşamlar…”

Gördüğü tüm bu sahneler ağlatır Akif’i…

Geçerken ağlar, dururken ağlar Akif

Bakımsızlıktan viran olmuş şehirler, yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar, buruşmuş çehreler, bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, riyalar, türlü iğrenç alışkanlık ve illetler, örümcek bağlamış tütmez ocaklar, kimsesiz köyler, yanmış ormanlar, bereketsiz tarlalar…

Bütün bu vatan manzaralarını görüp de nasıl ağlamasın, nasıl kahrolmasın Akif?

Başsız ümmetler, zorbalıklar, esaretler, alçalışlar, cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar, aldırmayan yürekler, paslı vicdanlar, cihat adı altında dindaşlarını öldüren biçare Müslümanlar… Ve tabii tersiz alınlar, işlemez kollar, heyecanına yitiren kaynamayan kanlar, düşünmeyen başlar, emek mahrumu günler, yarına hazırlanılmayan akşamlar…

Bütün bu insan manzaralarını görüp de nasıl ağlamasın, nasıl kahrolmasın Akif?

Günümüzde altyapı sorunları çözülen şehirlere, bereketli tarlalara, artan nüfusa, konforlu hayata, vızır vızır arabaların işlediği otobanlara, nispeten dikleşen bellere ve kalınlaşan enselere bakıp “Yüz yıl öncesine göre çok ileride bulunduğumuzu” düşünenler elbette çıkacaktır.

Ya cihat adı altında dindaşının canına kasteden Müslümanları, aldırmayan yürekleri, paslı vicdanları, bir türlü kaynamayan kanları, düşünmeyen başları, emek mahrumu günleri, yarına hazırlanmayan buruk akşamları ne yapacağız?

Mamur görünen yönlerimizin çok ama çok daha iyisini yapan; karaları, denizleri fethedip fezayı hatta zamanı gözüne kestiren Batı ile aramızdaki farkı, yüz yıldır yapageldiklerimizle kapatabilecek miyiz?

Kapatamayacağımız ortada.

Bu devasa açığın kapatılma şartlarını ahlaki zaaflarımızı ortadan kaldırmaya, eğitime gerekli önemi vermeye ve birlik olmaya bağlayan Akif’in öğütlerini can kulağıyla dinleme zamanı daha gelmedi mi?

“AHLAK-İ MİLLİ, RUH-U MİLLİDİR”

Nurettin Topçu’nun “XX. Yüzyılda milletimizin ahlakının velisi olmuştur.(25) diyerek hakkını teslim ettiği Akif,

“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”

Mısraıyla başladığı “Ne İrfandır(26) şiirinde ahlakın bir toplum için ne kadar önemli olduğunu anlatır bize:

“Fakat, ahlakın izmihlali en müthiş bir izmihlal;

Ne millet kurtulur zira, ne milliye, ne istiklal.

Oyuncak sanmayın! Ahlak-i milli, ruh-u millidir;

Onun iflası en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir.

(…)

Olur cemiyyet efradınca şahsî menfaat ‘mabûd!’

Sorarsan kimse bilmez var mı ‘hak’ namında bir mevcud.

O, doymak bilmeyen mabuda kurbandan haya hissi,

Hamiyyet, ademiyyet hissi, ulvi hislerin hepsi!

Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış:

Bir ümmet göster, ölmüş maneviyatiyle, sağ kalmış?”

“BİR HALAS İMKÂNI VAR: AHLÂKIMIZ YÜKSELMELİ”

“Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir” Hadis-i Şerifi ile başladığı “Biz ki(27)” şiirinde bir milletin yaşama şartını

“Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar;

Kendi ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar”

Mısraıyla bir kez daha ahlaklı olmaya bağlayan Akif, şöyle devam eder:

“Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkakımız:

Çünkü izzet nerde, bir bak, nerdedir ahlakımız.

Müslümanlık pâk sîretten ibaretken yazık!

Öyle saplandık ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık.

Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;

Kendi âsûdeyse, dünya yansa, başkaldırmamak;

Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehâşî etmemek;

Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek;

Mübtezel birçok merasim: İnhinâlar, yatmalar,

Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar;

Fırka, milliyet, lisan namıyle daim ayrılık;

En samimi kimseler beyninde en ciddi açık;

Enseden arslan kesilmek, cebheden yaltak kedi…

…….

Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi!

Halimiz bir inhilâl etmiş vücudun halidir;

Ruh-u izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir.

Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli:

Bir halas imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli.

Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız…

Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.”

“DÜNYA DA EĞİTİMLE, DİN DE EĞİTİMLE, AHRET DE EĞİTİMLE”

“Eğitim, eğitim! Bizim için başka çare yok; eğer yaşamak istersek her şeyden evvel eğitime sarılmalıyız. Dünya da eğitimle, din de eğitimle, ahret de eğitimle…(28)diyen Akif’in yüz yıl öncesinden bugünlere uzanan kurtuluş ve terakki reçetesinin önemli bir maddesi de eğitimdir.

“Hiç Bilenlerle Bilmeyenler(29)” şiirinde eğitim konusunu enine boyuna ele alan Akif’in bu konudaki tespit ve tavsiyeleri, bugün bile yolumuzu güneş misali aydınlatmaktadır.

“Olmaz ya… Tabii… Biri insan, biri hayvan!

Öyleyse, “cehalet” denilen yüz karasından,

Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet.

Kâfi mi değil yoksa, bu son ders-i felaket?

Son ders-i felâket ne demektir? Şu demektir:

Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir!

Zira, yeni bir sadmeye artık dayanılmaz;

Zira, bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz!

(…)

Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,

Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak, yık!

Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Eyvah… Bu zilletlere sensin yine illet…

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,

Bir hale getirdin ki ne din kaldı, ne namus!

Ey sine-i İslam’a çöken kapkara kabus,

Ey hasım-ı hakiki, seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

Ey millet, uyan… Cehline kurban gidiyorsun!

İslam’ı da “batsın…” diye tutmuş, yediyorsun!

Allah’tan utan… Bari bırak dini elinden…

Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

Lâkin, ne demek bizleri Allah ile ıskât?

Allah’tan utanmak da olur ilm ile… Heyhat!”

“UZAKLAŞSAN DA İMANDAN, CEMAATTEN UZAKLAŞMA”

Akif’in şiir ve yazılarında en sık işlediği ve önem verdiği konulardan biri de İslam âleminin birlik ve beraberlikten yoksunluğudur.

“Alınlar Terlemeli(30)” şiirinde bukonuya dair öyle çarpıcı misaller getirir ki Akif, olağanüstü şartlarda birlik konusunu imanın bile önüne koyar.

“Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır: Devr-i cemiyyet.

Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet,

‘Şu vahdet târumâr olsun!’ deyip saldırma İslam’a;

Uzaklaşsan da imandan, cemaatten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-ü kat’i var ki istinafa yok meydan:

‘Cemaatten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.’

Nedir iman kadar yükselterek bir alçak ilhâdı,

Perişan eylemek zaten perişan olmuş âhâdı?

Nasıl yekpare milletler var etrafında bir seyret?

Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret!”

BİRLİK SONA ERİNCE KIYAMET BAŞ GÖSTERİR

“Hâlâ mı Boğuşmak?(31)” şiirinde,

“Sen! Ben! desin efrâd, aradan vahdeti kaldır;

Milletler için işte kıyamet o zamandır.”

İkazında bulunan Akif, bir ülkeyi ele geçirmek isteyen “Avrupalıların önce o ülkenin halkı arasına ayrılık tohumları ekip yıllarca milleti birbiriyle boğuşturarak güçsüz bıraktığına(32)” dikkati çeker.

Birlikten ayrılan, birbirleriyle uğraşan milletlerin önce cesaret, metanet, özgüven gibi karakter özelliklerinden uzaklaştıklarını; sonra da kuvvet, heybet ve istiklallerine sonsuza kadar veda ettiklerini(33) belirten Akif, “Dinin bütün hükümlerindeki ruh: cemaate, birliğe sevk etmektir.(34) tespitini yaptıktan sonra İslam âlemine şu çağrıda bulunur:

“Ey cemaat-ı Müslimîn, Allah için olsun geliniz, bu ayrılıklara, bu kavimcilik, bu dil, bu bilmem ne gürültülerine son veriniz.(35)

Fertleri birbirine kaynaşmış bir cemaatin düşmanın topuyla tüfeğiyle kolay kolay devrilemeyeceğini(36) kaydeden Akif, fertleri birbiriyle boğuşan bir milletin, dışarıya karşı varlığını koruyabilecek maddi kuvvetler edinmeye ne vakit ne de imkân bulamayacağına(37) dikkat çektikten sonra şu hatırlatmayı yapar:

“İslam’ın ilk devirlerindeki Müslümanların tarihini okuyun da bakın. Dünya, dünya olalı o kadar müthiş bir birlik görülmüş müdür?(38)

“EĞER YÜREKLERİNİZ, AYNI HİSLE ÇARPARSA; BİR DE GAYENİZ VARSA…”

Safahat’ın “Süleymaniye Kürsüsünde (39)” bölümünde,

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. (40)

Mısraına yer veren Akif, “Fatih Kürsüsünden” bölümündeki “Vaiz Kürsüde” şiirinde ise kurtuluş çaresini gösterir:

“Eğer yürekleriniz, aynı hisle çarparsa;

Eğer o his gibi tek, bir de gayeniz varsa;

Düşer düşer yine kalkarsınız, emin olunuz.

Demek ki birliği temin edince kurtuluruz. (41)

AKİF’İN MİLLETİNDEN BEKLEDİĞİ DURUŞ VE KARAKTER

Gerek Safahat’taki şiirlerinde, gerekse düzyazı, vaaz ve tefsirlerinde ülkemizin ve İslam âleminin içinde bulunduğu sorunların sebep ve sonuçlarıyla ilgili çağını aşan tespitler yapan Akif, içinde bulunulan açmazdan çıkabilmek için ortaya konulması gereken karakteri her yönüyle tarif eder.

“Bir adam ki Müslümanların derdiyle dertlenmez; Müslümanların felaketinden üzüntü duymaz; onların imdadına koşmaz; o adam hiçbir vakit Müslüman olamaz.(42)diyen Akif, “Bu memleketin selameti, mutlak çoğunluğu oluşturan Müslüman unsurları İslam bağıyla birbirine sımsıkı bağladıktan sonra Müslüman olmayan kavimleri de vatan bağı ile o çoğunluğa katmaktır.(43) tavsiyesinde bulunur.

Tabii bütün bunlar sadece isteyince olmuyor; sağlam bir duruş ve tavır gerektiriyor.

İşte Akif, o beklenen tavrı “Asım” bölümünde şöyle anlatıyor:

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, ,hatta boğarım…

– Boğamazsın ki!

– Hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar da ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.(44)

SON SÖZ…

Türkiye ve İslam âleminde özlemini çektiği duruşu tarif ederken adeta haykıran Akif’in bu üslubunun gerekçesini şöyle izah eder Osman Yüksel Serdengeçti:

“Akif inkıraz devrinin çocuğudur. 3 kıta ve 7 deniz imparatorluğunun çöküş, yıkılış, dağılış devrine rastlar. Onun içindir ki, eserleri feryat ve figanlarla doludur.(45)

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecimizin hemen her alandaki sancılarına şahitlik eden, tespit ettiği yaralara yazarak ve kürsülerden feryat ederek merhem olmaya çalışan sorumluluk sahibi bir şair ve münevver olarak Mehmet Akif, Hüseyin Nihal Atsız’ın çok yerinde ifadesiyle “Karakter adamı olmak bakımından eşsizdir(46).”

Bu mümtaz şahsiyetin sadece yaşadığı çağın değil günümüzün temel sorunlarından bazıları hakkındaki his ve görüşlerine yer verdiğimiz yazımız elbette ki onu her yönüyle anlatmak iddiasını taşımamaktadır.

Milli şairimizin diğer konulardaki görüşlerini sonraki yazılarımıza bırakarak Nurettin Topçu’nun Akif ve Safahat hakkındaki şu harika önerisine dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

“Eğer millet eğitiminin kökleri olan ilk mektebi bugünkü karanlığından kurtarmak istiyorsak, Mehmet Akif’in yedi ciltlik Safahat’ını sayfa sayfa nesirleştirip, bazılarını nazmıyla aynen, ilkokulun beş yıllık okuma kitaplarına aktarmak icap edecektir.(47)

Topçu haklıdır. Safahat, aradan geçen bunca zamana rağmen güncelliğini halen korumaktadır. Sadece her eğitim öğretim kademesindeki Türk çocuklarının değil aziz milletimizin her ferdinin Safahat’la haşir neşir ve hemhal olması, mısralarının altını çize çize birkaç kez hatmetmesi, maziden ibret alarak yarınlara daha bir umutla bakmamız için hayati önem taşımaktadır.

Bu önemi idrak etmek için onun “Kıssadan Hisse” dörtlüğünü hatırlamak yeterlidir:

“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?

Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?(48)

Milli Mücadelemizin devam ettiği 1921 yılında kaleme aldığı İstiklal Marşımızla, varlık yokluk mücadelesi veren aziz milletimizin ve cepheden cepheye kanatlanan Mehmetçiğimizin maneviyatını şaha kaldıran, “Türk milletinin eseri” olduğu için bu şiirini Safahat’ına almayan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u vefatının 84’ncü yıldönümünde rahmetle ve şükran duygularıyla anıyorum. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

DİPNOTLAR

(1)  Osman Yüksel Serdengeçti; Bütün Eserleri, Cilt 2 (Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Gülünç Hakikatler, Akdeniz Hilalindir), Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 113.

(2)    Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 108.

(3)   Hüseyin Nihal Atsız; Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2011,  s. 149)

(4) Nurettin Topçu; Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2010, s. 149.

(5) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 56.

(6) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 786.

(7) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 99.

(8) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1218.

(9) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 389.

(10) A.g.e., s. 390.

(11) A.g.e., s. 301.

(12) A.g.e., s. 301.

(13) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 566.

(14) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 330.

(15) A.g.e., s. 352.

(16) A.g.e., s. 347.

(17) A.g.e., s.  517.

(18) A.g.e., s. 528.

(19) A.g.e., s. 516.

(20) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 372.

(21) A.g.e., s.  504.

(22) A.g.e., s. 1194.

(23) A.g.e., s. 1220.

(24) A.g.e., s. 1186.

(25)  Nurettin Topçu; Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 2010, s. 126.

(26) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 938.

(27)  A.g.e., s. 950)

(28) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 420.

(29) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 794-796.

(30) A.g.e., s. 1196.

(31) A.g.e., s. 1208.

(32 Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 402.

(33) A.g.e., s. 321.

(34) A.g.e., s. 404.

(35) A.g.e., s. 319.

(36) A.g.e., s. 321.

(37) A.g.e., s. 321.

(38) A.g.e., s. 492.

(39) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 706-755.

(40) A.g.e., s.  741.

(41) A.g.e., s. 897.

(42) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 430.

(43) A.g.e., s. 81.

(44) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1092.

(45) Osman Yüksel Serdengeçti; Bütün Eserleri, Cilt 2 (Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Gülünç Hakikatler, Akdeniz Hilalindir), Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 107.

(46). Hüseyin Nihal Atsız; Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2011, s. 149.

(47) Nurettin Topçu; Türkiye’nin Maarif Davası, Dergâh Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2010, s. 105.

(48) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1316.

]]>
TURAN İDEALİ VE HÜSEYİN NİHAL ATSIZ http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/ http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/#comments Fri, 11 Dec 2020 01:57:14 +0000 http://hayatitek.com/?p=3719 HAYATİ TEK –

Osmanlı Cihan İmparatorluğu’nun Batı’ya doğru son büyük hamlesi olan, sonuçları itibariyle duraklama döneminin sonuna işaret eden İkinci Viyana Kuşatması sonrasında kaybettiğimiz bir dizi savaşın ardından 1699’da imzaladığımız Karlofça Antlaşması’nın anlamı açıktı: Osmanlı’nın gerileme dönemi başlamıştı.

İkinci Osman döneminde başlayıp kimi zaman yavaşlayıp kimi zaman hızlanarak Dördüncü Murad, Üçüncü Selim, Üçüncü Ahmed, Birinci Mahmud, Birinci Abdülhamid, İkinci Mahmud dönemlerinde devam eden ıslahat hareketleri, Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla (1839) birlikte yeni bir safhaya girdi.

1856 Islahat Fermanı, meşrutiyet yönetimine doğru gittiğimizin ilanıydı. Tıpkı Birinci Meşrutiyet (1876) ve İkinci Meşrutiyet’in (1908) Cumhuriyet’in habercisi olduğu gibi.

VATAN VE HÜRRİYET ŞAİRİ NAMIK KEMAL

Tanzimat’la birlikte kötü gidişe nasıl dur denileceğine dair pek çok fikir ortaya atılmaya başlandı. Bu döneme damgasını vuran isim Namık Kemal (1840-1888) oldu. Türk milliyetçiliği davasının ilham kaynağı olan bu gazeteci, yazar ve şair Türk aydını, vatanseverlik, hürriyet ve milliyet kavramlarının hissiyat planındaki ruh kökünü temsil etti.

“Vatan ve Hürriyet Şairi” olarak anılan, Cumhuriyet’imizin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “hislerimin babası” dediği bu büyük fikir ve aksiyon adamı, yine Atatürk’ün “fikirlerimin babası” diye ilan ettiği Ziya Gökalp’i ve daha pek çok Osmanlı aydınını derinden etkiledi.

AKÇURA’NIN ÜÇ TARZ-I SİYASET YAKLAŞIMI

Osmanlı’nın son döneminde üç kurtuluş reçetesi çarpışıyordu: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.

Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin ana mesajını oluşturan bu üç fikirden Osmanlıcılık, 1800’lerin başından anavatandan kopmaya başlayan Balkan toprakları ve Arap âlemindeki kıpırdanmalar nedeniyle inandırıcılığını hızla kaybetti.

İslamcılık fikriyatı ise 1700’lerin ortalarından itibaren Arap Yarımadası’yla yakından ilgilenen İngiltere’nin beşinci kol faaliyetleri sonunda “adı var kendi yok” bir hale geldi. Epeyce bir süre iç isyanları bastırmak için kullanılan, en son İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatırken halkın desteğini almak amacıyla açtığı Hilafet Sancağı (Sancak-ı Şerif) artık sembolik bir anlam taşıyordu.

Geriye bir tek, Osmanlı’nın asli unsuru olan ve cihan devletinin kan deposu durumunda bulunan Türk milletini etrafında toparlayacak Türkçülük fikri kalmıştı.

Türk Derneği’nin, Akçura’nın önderliğinde 1905 yılında kurulmasıyla birlikte “Türkçülük” sadece fikri planda değil teşkilatlı olarak da adını duyurmaya başladı.

TÜRK OCAKLARI VE TÜRK YURDU DERGİSİ

1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti ve dergisiyle birlikte Türkçü fikirler revaç bulmaya başlasa da bu konudaki asıl hamle Türk Ocaklarının 15 Mart 1912’de kurulmasıydı. Bu tarihten sonra Türkçülük ve Turancılık fikirleri el ele birlikte yükseldiler.

Bu yükselişte, 1889’da gizli bir teşkilat olarak kurulan; 1896’dan itibaren Paris, Cenevre, İstanbul, Kahire, Beyrut, Hama, Humus, Şam, Girit, Limni, Rodos, Selânik, Trablus (Suriye) ve Trablusgarp’ın yanı sıra yanı sıra Anadolu’nun dört bir yanındaki şubeleriyle büyük bir güç haline gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hazırladığı altyapının etkisi büyüktü.

1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet sonrasındaki hükümetler üzerinde hâkimiyet kuran İttihatçılar, Türkçü fikirlerin yanı sıra Osmanlıcılık ve İslâm Birliği idealini de savunuyor, Osmanlı’nın içinde bulunduğu dar boğazı aşması için çabalıyorlardı. 1913’te fırkaya dönüşen cemiyet siyasi hayatı domine ederken, Türk Ocakları da kültür sahasında hamle üstüne hamle yeniliyordu.

Türk Ocakları ve Türk Yurdu Dergisi etrafında kümelenen Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Halide Edip (Adıvar), Mehmed Fuad (Köprülü), Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi aydınlar Türkü ve Turancı fikirlerin yayılmasında öncü rolü üstlenmişlerdi.

TURAN İDEALİ UĞRUNDA BİR ŞEHİT: ENVER PAŞA

Enver Paşa’nın 1915’teki Sarıkamış Harekâtı’nın başarısızlıkla sonuçlanması, kardeşi Nuri (Killigil) Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Azerbaycan ve Dağıstan’ı Rus işgalinden kurtardığı halde Mondros Mütarekesi nedeniyle Osmanlı kuvvetlerinin buradan çekilmek zorunda kalması Turancılık yolundaki en trajik adımlar oldu.

Bu iki büyük teşebbüsün başarısızlığına rağmen ülküsünden vazgeçmeyerek Turan idealini canlandırmak üzere Türkistan’a giden Enver Paşa’nın Çeğen tepesinde şehit düşmesi, Kür Şad’ın yaktığı bağımsızlık meşalesini andırıyordu.

Anadolu’daki İttihatçılar ise Milli Mücadele için bir kez daha kelleyi koltuğa almışlardı. Kuvayı Milliye ruhunun merkezinde yer alan muharrik güç Türlük duygusuydu.

Milli Mücadelenin ardından bilhassa Ziya Gökalp’in gayretleriyle hız kesmeden yükselişine devam etti Türkçü yaklaşımlar. Gökalp’ın çerçevesini çizdiği fikirler Türk Ocakları şubelerinin gayretleriyle yurdun dört bir yanına ulaştırıldı.

Gökalp için “fikirlerimin babası” tabirini kullanan Atatürk, siyasi bir Turan birliğine taraftar olmasa da Türkiye dışındaki Türklerle kültürel anlamda ilgilenmeye devam etti.

ATATÜRK VE TÜRK DÜNYASI

1926 Bakü Türkoloji Kongresi’ni yakından takip eden, alfabe birliğiyle Türk dünyasının kaynaşmasına yönelik niyet ve inancını ortaya koyan Atatürk’ün TBMM’de yaptığı bir konuşmada kurduğu şu cümleler, onun Türk dünyasına bakışını ortaya koyuyordu:

“Türk milleti, Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türk Eli’ derler. Türk yurdu daha çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse, Türk’e yurtluk etmemiş kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatler eski ve hususiyle yeni tarih vesikalarıyla malûmdur.”

“Türkiye dışında kalmış olan Türklerin kültür meseleleriyle yakından ilgilenilmelidir” cümlesini kuran liderin vefatından sonra kurulan hükümetler, özellikle 1940’lı yıllarla birlikte Türkçülük düşüncesine karşı hasmane bir tutum içerisine girdiler. Turancılık fikrini savunanları baskı altına aldılar, yargıladılar, tutukladılar.

Bu sıkıntılı günlerde Türkçülük ve Turancılık fikrini ayağa kaldıran isim, tunç bir heykeli andıran duruşuyla Hüseyin Nihal Atsız oldu.

20. ASRIN KÜRŞAD’I: HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

Tam bir karakter abidesi olan Hüseyin Nihal Atsız’ın ömrü boyunca verdiği mücadele ve kaleme aldığı eserler ahenkli bir bütün oluşturur.

Düşündüğünü en kestirme ve en net şekilde ifade eden bu büyük şahsiyet, çıkarları uğruna zikzak çizen fikir münafıklarından değildir. Neye inanıyorsa öyle yaşamış ve öyle yaşanmasını öğütlemiştir.

Romanlarındaki kahramanlar, fikir yazılarındaki kesin ve keskin hükümler, şiirlerindeki coşku, O’nun sarsılmaz karakterinin çarpıcı birer yansımasıdır.

Eserlerinde portresini çizdiği kahramanlar misali yaşayan bu fikir ve aksiyon adamı, dünyanın en büyük kahramanı olarak nitelendirdiği Kür Şad’ın 20. Yüzyılda ete kemiğe bürünmüş hali gibidir.

“TÜRKLÜĞÜN RUHUNU TEMSİL EDEN ADAM”

Ahmet Bican Ercilasun’a göre “Türklüğün ruhunu temsil eden” Atsız, tıpkı hamur mayalar gibi Türk milletine Türkçülük ülküsünü aşılamıştır. (Ahmet Bican Ercilasun, “Ruh Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Düşmanına bile “O’nu bir kaşık suda boğarım, fakat davasından kirpik ucu kadar taviz vermediği için de takdir ederim” dedirtecek kadar abidevi bir hayat yaşamıştır. (Sakin Öner, Nihal Atsız, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s. 70-72)

Necmeddin Hacıeminoğlu’na göre O’nun en önemli özelliği, “şahsiyetinin tam bir bütünlük arz etmesiydi. Ruh, kafa ve fikir yapısında herhangi bir boşluk, eksiklik yahut çelişki yoktu.” (“Bir Yiğit Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Altan Deliorman’ın “Türkçülük tarihinin Ziya Gökalp’ten sonra ikinci büyük şahsiyeti” olarak gördüğü Atsız, Fethi Tevetoğlu’nun nazarında bir mefkûre kahramanıdır:

“Hayatta tanıdığım, sayıları üçü – beşi geçmeyen en cesur, en mert, en dürüst, asla yalan söylemez, yüksek ahlaklı karakter adamlarından biri, hatta birincisidir. Türklüğe adanmış “Çile Destanı” hayatıyla Türk nesillerine örnek olacak bir mefkûre kahramanıdır.” (Yeni Orkun, Ekim-Kasım 1989, Sayı: 19)

ATSIZ’IN ÜLKÜSÜ

Atsız’ın fikirlerinin merkezinde ülküleri vardır. Orkun Dergisinin 17 Kasım 1950’de yayınlanan 7’nci sayısında “milli ülkü” konusunu ele alan Atsız,ülküyü, “bir milletin motor gücü” olarak kabul eder ve ülküsüz bir milletin, gayesiz bir yığından ibaret olacağını ifade eder.

“Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister

Büyük devlet kurmak için büyük kan ister”

Diyen Atsız, büyük devlet olabilmenin şartının, peşinden gidilen ülkü için mücadele vermek ve gerektiğinde kanını seve seve akıtabilmek olduğunun altını çizer.

Tarihi “milletler mücadelesinden” ibaret gören ve milletleri canlı birer organizmaya benzeten Atsız’a göre, bu mücadele sırasında zayıflar ezilip azalır ve hatta kimi durumlarda tamamen ortadan kalkarken güçlüler çoğalır ve ayakta kalır.

Milletler mücadelesindeki muharrik gücün “milli ülküler” olduğunu belirten Atsız, milletlerin bilinçaltında bulunan “yayılıp hâkim olma” içgüdüsünün ülkücü büyük adamlar tarafından sistemli hale getirildiğini söyler.

Mevcut sınırları korumak ve zengin olmak düşüncesinin hiçbir zaman ülkü olamayacağına; ülkülerin kanla, fedakârlıkla, kahramanlıkla beslendiğine dikkat çeken Atsız, büyümek istemeyen bir milletin küçülmeye mahkûm olduğunun altını çizer. (Orkun, 17 Kasım 1950, Sayı: 7)

TÜRKÇÜLERİN SAHİP OLMASI GEREKEN VASIFLAR

Türkçülük ülküsünü, “Turan coğrafyasına (Büyük Türkeli’ne) hâkim olan Türklerin diğer bütün milletlerden ileri ve üstün olması” şeklinde tarif eden Atsız, Türkçülerin sahip olmaları gereken vasıfları da şöyle sıralar:

“Türkçü, soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir.

Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir.

Türkçü, alçakgönüllü olmaya mecburdur.

Türkçü, yükselmek için değil, yükseltmek içindir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur.

Türkçüler, dayanışmalı, yaşamaya mecburdur. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.

Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur.

Türkçünün en büyük görevi Türklüğe hizmettir.

Kısacası, Türkçüler 20. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır.” (Türk Ülküsü, S. 37-38)

EN KUTLU HEDEF: TURANCILIK

“Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır” diyen Atsız, bütün Türkleri birleştirmek ülküsünün bütün Türkçülerin en önemli hakkı ve görevi olduğu düşüncesindedir.

Yeryüzündeki “bütün Türklerin birleşmesi ülküsünü” asil bir düşünce olarak nitelendiren büyük Türkçü, bu birliğin sadece kültürel alanda kurulması isteğinin boş ve yanlış olduğunu kanaatindedir.

Kültür birliğinin ancak siyasi birlik sonunda doğacağına işaret eden Atsız, bunun gerekçesini şöyle izah eder:

“Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Batı Trakya Türkleri’yle, Kerkük Türkleri’yle neden bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve Kerkük. Öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 52)

“YURTTA SULH CİHANDA SULH YANLIŞ YORUMLANIYOR”

Bu çerçevede, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün yanlış yorumlandığını da belirten Atsız, konuyla ilgili şu tespitleri yapar:

“Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.

Aşırı ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtarılabilir. Fakat aşırı ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü gelince saldırmalarını asla önleyemez.

Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka milli istekler yani ülküler, milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır.

Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. (Türk Ülküsü, S. 123-125)

Atsız, Turan ülküsünü gerçekleştirmek için dış Türklerle ilgilenmeyi “emperyalizm” olarak görenlere de şu kısa ve net cevabı verir:

“Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir.” (Türk Ülküsü, S. 125-126)

TÜRK TARİHİNE BÜTÜNCÜL BAKIŞ

Türk tarihini bir bütün olarak gören, Cumhurbaşkanlığı forsundaki “16 Türk Devleti” yaklaşımını reddeden Atsız, Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin milli psikoloji üzerinde yıkıcı tesirler yapabileceğine dikkat çeker:

“Mazideki milli devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü milli devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Hâlbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir.” (Makaleler IV, S. 402-405)

Atsız, Türk tarihinin bölünmez bütünlüğü tezini şöyle temellendirir:

Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır.

Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz.

(…) Tarihi gerçek budur. İlkokuldan üniversiteye kadar tarihin böyle okutulması, böyle gösterilmesi lazımdır. Türklerin kafasında bir tarih birliği, tek devlet şuuru bulunmalıdır.” (Makaleler IV, S. 413)

OSMANLI HANEDANI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Türk tarihinin seyrini bu şekilde ortaya koyan Atsız, Osmanlı padişahlarına yönelik suçlamalara karşı, tıpkı Türkçülüğe yapılan eleştirilerde olduğu gibi sert bir üslup kullanır.

Osmanlı hanedanının yeryüzünde hiçbir hükümdar ailesine nasip olmayacak kadar uzun bir süre (600 yıl) iktidarda kalmasını Türklük adına bir övünç vesilesi olarak gören Atsız, hanedanı üyelerinin “vatan haini” olarak nitelendirilmesine büyük tepki gösterir. (Makaleler IV, S. 413)

Sultan İkinci Abdülhamid Han için “Gök Sultan” tanımlaması yapan Atsız, O’na yönelik eleştirilere tarihçi kimliğiyle cevap verir.

Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamlarının ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan imparatorluğu 33 yıl ayakta tutan İkinci Abdülhamid Han’ın, “katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak” olarak tanıtılmasını haksız bir suçlama olarak nitelendirir. (Türk Tarihinde Meseleler, S. 108)

İKİNCİ ABDÜLHAMİD’İN HAKKINI TESLİM ETMEK…

İkinci Abdülhamid’i tam manasıyla anlayabilmek için tahta çıktığı dönemi iyi bilmek gerektiğine dikkat çeken Atsız, o günler hakkında şu hatırlatmayı yapar:

“1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silahları ile, mesela mavzer tüfekleriyle silahlandırdı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkamlarla durduruldu. Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. (…) Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. (…)Balkanların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi, İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi. Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardır.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 110)

 

“MİLLİ BENLİĞİNİ KORUYAMAYAN YOK OLUR”

Birinci vasfı ülkücülüğü olan, Türklük ülküsünü savunan, Turanın gerçekleşmesini dileyen ve bu bağlamda Türk tarihini bir bütün halinde gören Atsız, milli benliğini koruyamayanların yok olacaklarına dikkat çeker.

“Millî benliğe inanmak, Türk milletinin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherine ve asaletlerine inanmak demektir” diyen Atsız, buna iman edenlerin, ülkenin ilmini ve tekniğini yükseltecek büyük başarılar için çalışacağını belirtir.

Milletine kabiliyetsizlik ve iptidailik izafe ederek çıktığı kabuğu beğenmeyip yabancıların reklâmını yapanları “soysuz dejenereler ve vatansızlar” olarak nitelendiren Atsız’a göre Türk milleti “ne fedakârlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiçbir milletten geri değil ve hatta ileridir.” (“Milli Benlik”, Atsız Mecmua, 1931, Sayı: 7.)

Türkçülüğü nazariye olmaktan kurtarıp hayata geçirmenin yolunun, “Türkiye’de Türk kültürünü hâkim kılmak, yabancı tesirleri silkip atmaktan” geçtiğini belirten Atsız, bunun için Türkçeye sahip çıkılması gerektiğinin altını çizer.

Türkçeye sokulmaya çalışılan yabancı kelimeleri kullanmamayı öğütleyen Atsız, “Yabancı kültüre ait olan şeyleri faydasız ve lüzumsuz yere kullanmak ancak bir ‘aşağılık duygusu’nun sonucu olabilir” tespitinde bulunur. (Orkun, “Türkçülere Birinci Teklif”, 20 Ekim 1950, Sayı: 3.)

KÖKÜ MAZİDE OLAN ATİ…

Milli kültür ve milli değerlerin önemini Yahya Kemal’in  “Kökü mâzide olan atiyim” sözüyle vurgulayan Atsız, bu dört kelimelik mısraın, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düstur olduğunu belirtir.

“Maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevî kanımızda, yani ruhumuzda olan istidatların, iyi ve kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.” diyen Atsız, maziyi küçük görmenin yanlış bir düşünce olduğunu belirtir. (Ötüken, “Milli Değerler ve Milli Ruh”, Yıl: 1972, Sayı: 92)

“TÜRKÇÜLÜĞÜN TEMELİ AHLAKTIR”

Diğer bütün özelliklerinin yanı sıra tam bir ahlak abidesi olan Atsız, Türkçü ideolojinin temeline de “sağlam ahlakı” yerleştirir.

Türk ahlakının “ferdiyete” değil, “şahsiyete” saygı gösterdiğine dikkat çeken Atsız, kadim çağlardaki Türk ahlakından şu çarpıcı misalleri gösterir:

“Milattan önceki yüzyıllarda Kunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. (…) Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar ki, verdikleri sözün yeter olduğunu yazarlar.

Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdani kanaatlerini hiç çekinmeden söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri hiç kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa uygularlardı.” (Atsız, Hüseyin Nihal-; “Türk Ahlakı”, Çınaraltı, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

Ahlakın bozulmasını soydaki bozulmaya bağlayan Atsız, Osmanlılar dönemindeki “devşirme” uygulamasına şu ifadelerle tepki gösterir:

“Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri, devşirmeler ise bunda pek usta oldukları için, II. Murad çağından sonra memleketin yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeye başlamış ve milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.” (Çınaraltı, “Türk Ahlakı”, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

“AHLAK OLMADAN HİÇBİR ŞEY OLMAZ”

“Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz” diyen Atsız, başta Ziya Gökalp olmak üzere, eski Türkçülerin hemen hepsindeki ortak meziyetin “kendinden öncekileri inkâr etmemek” erdemini göstermeleri olduğunu kaydeder. Bunun ahlaki bir mesele olduğunun altını çizen Atsız, şöyle devam eder:

“Her inanç ahlakla yürüyeceğine göre, Türkçülükte de sağlam bir ahlakın bulunması birinci şarttır. (…) En güzel fikri ve prensibi, en şahane ülküyü çürük bir çevreye sokun; hemen paçavraya döndüğünü, değersiz bir hal aldığını görürsünüz. Türkçülüğün de, mukadder olan tam zaferine rağmen, daha köklü olabilmesi için, Türkçülerin ahlakça yüksek insanlar olması lazımdır.” (Bozkurt, “Türkçülükte Ahlak”, 11 Haziran 1942, Sayı: 5.)

ATSIZ’IN BÜYÜK ADAMLARI

Büyük hedeflere ulaşmak için insanların kendi soyunu sevmesi, diline sahip çıkması, törelere saygı göstermesi, kendinden ziyade toplumunu düşünmesi, sağlam bir ahlaka sahip olması, teknik gelişmeleri yakından takip etmesi ve adalet ölçüleri içerisinde şuurlu bir demokrasiden yana olması gerektiğini belirten Atsız, “milli kahramanlar / büyük adamlar” konusuna büyük önem verir.

Tarihin kaydettiği hemen tüm başarıların milli kahramanlar eliyle gerçekleştirildiğini belirten Atsız, büyük adamlarda bulunması gereken vasıfları şöyle sıralar:

“1. Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki amiller cemiyetin yükselmesidir. Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.

2. Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan adamdır.

3. Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiçbir zaman büyük değildir.

4. Mevkii için milleti feda eden değil, bilakis gerektiği zaman millet uğruna mevkiini, hatta hayatını verebilen adam büyük adamdır.

5. Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.

6. Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.

7. Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.

8. Adam seçmesini, her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.

9. Büyük adam olmak için ailevi şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış, çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.

10. Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez.

11. Büyük adam sorumluluktan kaçmaz.” (Makaleler II, S. 15-16)

“TARİHTEKİ EN BÜYÜK KAHRAMAN KÜR ŞAD’DIR”

Dünya tarihinin en büyük kahramanı olarak Kür Şad’ı gören Atsız, bunun gerekçesini şöyle açıklar:

“Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır.

Kür Şad, Kağan sülalesindendi. Büyük kahramanlığı yaptıktan sora kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile.

40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın yapacağı işlerden değildir. (…) Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır.

Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç bir yerde çıkmamıştır.”  (Makaleler II, S. 15-20)

ATSIZ’IN NAZARINDA ZİYA GÖKALP

Atsız’ın büyük adamlar arasında zikrettiği bir başka şahsiyet Ziya Gökalp’tir.

Türkçülük fikrini ilk kez bir programa bağlayan kişi olan Gökalp’in en önemli eserinin “Türkçülüğün Esasları” olduğunu kaydeden Atsız, şöyle devam eder:

“Gökalp, Genç Kalemler dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle formülleştirmişti:

Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!

Türk’ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir.

Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Türklerin birleşmeleri lazımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.

Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.

Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu sonuca varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir!” (Makaleler II, S. 45-49)

Büyük adamların, ülkülerini gerçekleştirmek için müracaat ettikleri yöntem ve hayat tarzlarını eleştirenlere tepki gösteren Atsız, ülkücüleri ihtiyatsızlıkla suçlayanlara şu ironik tavsiyede bulunur: “Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 51)

ATSIZ’A DAİR SON SÖZ…

1927’den itibaren iktidar tarafından siyasallaştırılmaya çalışılan, 1931’de tasfiye edilen Türk Ocakları’nın yerine kurulan Halkevleri kadrosunun şekil verdiği müsamahasız tek parti döneminde Türkçülük Turancılık davasının öncü fikir ve aksiyon adamı olan Hüseyin Nihal Atsız’ın çileli hayatı ibret ve inanç levhalarıyla doludur.

1940’ların zorlu şartlarında “tarihçi, aydın, edip ve dava insanı” kimliğiyle Türkçülük davasını sırtlayan Hüseyin Nihal Atsız, Ziya Gökalp’ten devraldığı bayrağı kendinden sonraki nesillere teslim ederken ardında iftihar tablolarıyla dolu bir mazi bıraktı.

Hayatı, eserleri ve mücadelesi ahenkli bir bütün oluşturan bu büyük şahsiyet, fikirlerini sadece işinde ve sanatında değil, hayatının her anında uygulamaya koymak gibi nadir görülen bir meziyete sahipti.

Türk düşüncesine yaptığı önemli katkılar ve eğilip bükülmeyen karakteriyle gençlere örnek ve önder oldu. Roman, hikâye ve yazılarında işlediği bütüncül tarih anlayışıyla, Türk tarihinin devamlılığı tezini ilmi bir yaklaşımla ortaya koyarak çığır açtı.

Asla taviz vermeden sürdürdüğü büyük mücadelesiyle milliyetçi ve ülkücü gençlere rol model oldu. Tarihi romanlarında canlandırdığı savaşçı yiğitlerin yaşayan timsali gibi bir ömür sürdü. Roman karakterlerinin isimleri öylesine benimsendi ki, çocuklara isim olarak konuldu.

Görüşlerinden dolayı birçok kez takibata uğradı, mesleğini yapmaktan alıkonuldu, zindanlara atıldı ancak uzmanı olduğu tarih, O’nu her seferinde haklı çıkardı.

1960’lı yıllarda kaleme aldığı “bölücülüğe” dair tespitleri, gerekli tedbirler alınmadığı için, 1980’lerden itibaren başımıza bela oldu.

1930’lardan itibaren dile getirdiği, 1944’te uğruna yargılandığı Turan ideali ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kıskacındaki esir Türklerin bağımsızlığına olan inancı, 1991’den itibaren gerçeğe dönüştü.

Kırım Tatarları hâlâ örsle çekiç arasında dövülse de, Doğu Türkistan kan ağlamaya devam etse de, Suriye ve Irak Türkmenleri ateş çemberinin tam ortasında bulunsa da büyük Türk dünyası olarak geleceğe daha bir umutla bakıyorsak, Atsız’ın mücadelesi ve fedakârlığı sayesindedir.

Her konuya “Türk gözüyle, Türk’e göre, Türk için” bakabilme formülünü geliştiren, sağlam karakteri, ehliyetli bilim insanlığı ve engel tanımayan cesaretiyle bir adım öne çıkan Atsız’ın Türk gençliğine aşıladığı ruh, eminiz ki her geçen yıl daha da gelişecek, Dündar Taşer’in “Büyük Türkiye” ideali yakın bir gelecekte tecelli edecektir.

Atsız’ın ömrünü vakfettiği, “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” diyen Gaspıralı İsmail’in rüyasını gördüğü, 1970’li yıllarda nice Ülkücünün uğruna can verdiği, merhum Ebulfez Elçibey’in “Turan’ın yolu ‘Birleşmiş Azerbaycan’dan geçer” cümlesiyle hayalini kurduğu Turan ülküsüne olan inancımız Azerbaycan’daki son gelişmelerle daha da güçlendi.

Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ı vefatının 45’nci yıl dönümünde rahmet ve şükran duygularıyla anarken, Ermeni işgali altındaki Karabağ’ın yeniden Türk ili olması uğruna can veren şehitlerimize Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

]]>
http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/feed/ 2
SAİD HALİM PAŞA: “GAYELERİN İÇİNDE EN HAKİKİ OLANI İSLAM’DIR.” http://hayatitek.com/said-halim-pasa-gayelerin-icinde-en-hakiki-olani-islamdir/ Thu, 11 Jun 2020 13:23:12 +0000 http://hayatitek.com/?p=1413 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Temmuz 1992’da yayınlanan 100. sayısında S. Buğra Bağcı müstearıyla çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu, ikinci kez Said Halim Paşa idi.

]]>
ÇEVRECİLİĞE MANEVİ BAKIŞ http://hayatitek.com/cevrecilige-manevi-bakis/ Thu, 11 Jun 2020 13:16:51 +0000 http://hayatitek.com/?p=1407 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Temmuz 1992’da yayınlanan 100. sayısı için Önder Tektitiz müstearıyla kaleme aldığım “Çevreciliğe Manevi Bakış” başlıklı yazı.

]]>
KÜLTÜR MEDENİYET TARTIŞMALARI-9: KİTLE İLEŞİTİM ARAÇLARI VE ÖZEL TELEVİZYON http://hayatitek.com/kultur-medeniyet-tartismalari-9-kitle-ilesitim-araclari-ve-ozel-televizyon/ Wed, 10 Jun 2020 17:58:01 +0000 http://hayatitek.com/?p=1193 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ağustos 1991’da yayınlanan 89. Sayısı için hazırladığım “Kültür Medeniyet Tartışmaları-9” başlıklı soruşturma dosyası.

]]>
O. YÜKSEL SERDENGEÇTİ: “MİSAK-I MİLLİ RUHU VE ONUN MÜMESSİLLERİ, İTTİHAT VE TERAKKİ KOMİTACILARININ, SELANİK DÖNMELERİNİN HIŞMINA UĞRADILAR. ATILDILAR, ASILDILAR, KESİLDİLER.” http://hayatitek.com/o-yuksel-serdengecti-misak-i-milli-ruhu-ve-onun-mumessilleri-ittihat-ve-terakki-komitacilarinin-selanik-donmelerinin-hismina-ugradilar-atildilar-asildilar-kesildiler/ Wed, 10 Jun 2020 15:41:57 +0000 http://hayatitek.com/?p=1129 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Haziran 1991’da yayınlanan 87 sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu Osman Yüksel Sendengeçti idi.

]]>
HİLMİ ZİYA ÜLKEN: “İNSANLARIN EN KOLAY KANDIKLARI KENDİLERİNE ÜSTÜN HAYAT VADEDEN AŞKIN SÖZLERDİR.” http://hayatitek.com/hilmi-ziya-ulken-insanlarin-en-kolay-kandiklari-kendilerine-ustun-hayat-vadeden-askin-sozlerdir/ Wed, 10 Jun 2020 10:46:54 +0000 http://hayatitek.com/?p=1034 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Şubat 1991’da yayınlanan 83. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken idi.

]]>
M. AKİF ERSOY: “DİNİMİZDEN OLMAYANLARA KARŞI GÖSTERMEDİĞİMİZ NEZAKET KALMIYOR. BİRBİRİMİZİ BİR KAŞIK SUDA BOĞMAK İSTİYORUZ.” http://hayatitek.com/m-akif-ersoy-dinimizden-olmayanlara-karsi-gostermedigimiz-nezaket-kalmiyor-birbirimizi-bir-kasik-suda-bogmak-istiyoruz/ Tue, 09 Jun 2020 12:13:15 +0000 http://hayatitek.com/?p=856 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Mart 1990’da yayınlanan 72. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu İstiklal Marşı’mızın yazarı, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’du.

]]>
S. AHMET ARVASİ: TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ DÜŞÜNMEYİ EMREDER http://hayatitek.com/s-ahmet-arvasi-turk-islam-ulkusu-dusunmeyi-emreder/ Fri, 05 Jun 2020 19:04:43 +0000 http://hayatitek.com/?p=787 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ocak 1990’da yayınlanan 70’inci sayısında “İz Bırakanlarla Mülakat”ımızın konuğu Seyyid Ahmet Arvasi idi.

]]>
SANAL RÖPORTAJ / VLADİMİR İLYİÇ LENİN: “Komünist toplum, her şeyin, toprağın, fabrikaların ortaklaşa sahip olunduğu ve halkın ortak çalıştığı bir toplumdur.” http://hayatitek.com/vladimir-ilyic-lenin-komunist-toplum-her-seyin-topragin-fabrikalarin-ortaklasa-sahip-olundugu-ve-halkin-ortak-calistigi-bir-toplumdur/ Sun, 31 May 2020 16:56:12 +0000 http://hayatitek.com/?p=271
VLADİMİR İLYİÇ LENİN

HAYATİ TEK: Sizce de uygunsa, söyleşimize ilk kez tarafınızdan uygulamaya konulan komünist sistemle ilgili bazı genel kavramlarla başlamak istiyoruz. Siyasi partilerin komünist hareketteki yeri ve önemiyle başlasak nasıl olur?

LENİN: İddia ediyorum ki, hiç bir ihtilal hareketi sağlam ve sürekliliğini muhafaza eden bir önderler teşkilatı olmaksızın mevcut olamaz. Mücadeleye fevri olarak giren halk kitlesi ne kadar büyük olursa, böyle bir teşkilatın olması zarureti de o kadar elzemdir ve bu teşkilat böyle o nispette sağlam olmak zorundadır(1).

HAYATİ TEK: Böyle bir teşkilat kimlerden oluşmalıdır?

LENİN: Böyle bir teşkilat esas itibariyle meslek icabı ihtilal faaliyetiyle uğraşan insanlardan meydana gelmelidir(2).

HAYATİ TEK: Peki, partinin ilk hedefi ne olmalıdır?

LENİN: Partimizin sağlamlığı, dayanıklılığı ve temizliğini korumak vazifemizdir. En sıkı bir parti prensibi çok gelişmiş bir sınıf mücadelesi durumunun beraberinde getirdiği araz ve neticelerdir. Ve aksine açık ve geniş bir sınıf mücadelesinin yararı için, sıkı bir parti prensibinin inkişafına ihtiyaç vardır. Marksizm işçi partisini eğiterek, proletaryanın öncülerini yetiştirmektir(3).

HAYATİ TEK: Partililer ne gibi görevleri yapmak üzere yetiştirilecekler?

LENİN: Bunlar yeni düzeni sevk ve idare etmeye, teşkilatlandırmaya, bütün emekçilerin ve sömürülenlerin öğretmenleri, idarecileri ve önderleri olmaya muktedirdirler. Demir gibi bir mücadele çelikleşmiş bir parti olmaksızın, mevcut sınıf içinde bütün dürüst olanların güvendikleri bir parti olmaksızın, kitlelerin duygu ve düşüncelerini takip etmesini ve etkilemesini bilen bir parti olmaksızın böyle bir mücadeleyi başarılı olarak sevk ve idare etmek mümkün değildir(4).

HAYATİ TEK: Parti nasıl bir strateji izlemeli?

LENİN: Bir partinin taktiğinden o partinin politik tutum ve davranışı veya onun politik faaliyetinin karakteri, yönü ve usulleri anlaşılır. Yeni vazifeleri veya yeni bir politik durumun karşısında partinin politik tutum ve davranışını bir bütün olarak kesinlikle tespit edecek taktik kararlar bir parti kongresinde kabul edilirler. Yalnız kendi kendine güvenmeyen bir kimse, güvenilmeyeceğini bildiği insanlarla da olsa, geçici ittifaklardan korkabilir. Fakat hiçbir siyasi parti böyle birleşmeler olmaksızın varlığını devam ettiremez(5).

HAYATİ TEK: Neden?

LENİN: Eğer biz, proletaryanın sosyalizm uğrundaki büyük kurtuluş mücadelesinde, emperyalizmin münferit zulümlerine karşı girişilen her halk hareketinden krizin şiddetlenmesi ve yayılması için istifa etmesini beceremeseydik, çok kötü ihtilalciler olurduk. Gerçekten de ihtilalci bir partinin vazifesi bütün anlaşmalara karşı imkânsız olması gereken bir istiğna göstermesi ve onu ilan etmesi değildir(6).

HAYATİ TEK: Nedir peki?

LENİN: Onun vazifesi bütün kaçınılmaz olan anlaşmaları yaparken prensiplerine, sınıfına ve ihtilal vazifesine sadık kalmasını bilmekten ibarettir(7).

HAYATİ TEK: İhtilal vazifesinin özü nedir?

LENİN: İhtilal vazifesi, ihtilalin hazırlanması ve ihtilalde halk kitlelerinin zaferinin muktedir bir hale getirilmesidir. Proleter ve yarı proleter kitlelerin mensup oldukları teşkilat, dernek ve birliklerde -çok gerici olsalar bile- sistemli sebatlı ve sabırlı olarak propaganda yapmak ve tahrikte bulunmak için her türlü fedakârlığı yapmayı ve en büyük engelleri aşmayı bilmek gerekir(8).

HAYATİ TEK: Sadece Rusya’da ihtilal yaparak yetinmeyeceğinizi biliyoruz. Hedefiniz olan “dünya ihtilalini” nasıl gerçekleştireceksiniz?

LENİN: İlk olarak, Avrupa’ya sosyalist ihtilalin gelmesi gerektiğine ve geleceğine şüphe yoktur. Sosyalizmin son zaferi hakkındaki bütün ümitlerimiz bu kanaate ve bu ilmi tahmine dayanmaktadır. İşte burada Rus ihtilalinin en büyük zorluğu, en büyük tarihi meselesi karşımıza çıkıyor(9).

HAYATİ TEK: Nedir o?

LENİN: Milletlerarası problemleri çözmek zarureti, milletlerarası ihtilale sebebiyet vermek, dar milli mahiyette olan ihtilalimizden dünya ihtilaline geçişi sağlamak gereği… Bütün bu zorluklardan kurtuluşumuz -gene tekrarlıyorum- bütün Avrupa’da yapılacak ihtilale bağlıdır. Kurtuluşun yalnız milletlerarası ihtilal yoluyla mümkün olacağı… Sosyalist dünya ihtilalinin başka şubeleri bize yardıma gelmedikçe, sanki kuşatılmış bir kalede bulunuyor gibiyiz. Fakat bu şubeler vardır, onlar bizimkilerden daha çoktur; onlar büyüyor, olgunlaşıyor ve güçleniyor. Zafer bizim olacaktır. Çiftlik sahipleri ve kapitalistlerin Rusya’da yıkılmış olan iktidara bütün dünyada da mağlup edilecektir. Artık kısa bir zaman sonra bütün dünyada komünizmin zaferini göreceğiz. Dünyayı kuşatan Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulduğunu göreceğiz. Bütün dünya, istikbal, Sovyet düzeninin olacaktır. Ülkemizde proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirirsek, proletaryanın öncü birliği olan ve onu sevk eden parti vasıtasıyla onun kuvvetlerini en derli toplu bir şekilde toplayabilirsek, o zaman dünya ihtilalini ümitle bekleyebiliriz. Eğer bu olursa, eminim ki, dünya ihtilalinin perspektifleri sadece iyi değil, hatta mükemmel olacaktır(10).

HAYATİ TEK: Ya Avrupa’da beklediğiniz ihtilal gerçekleşmez ve proleterler dünyanın dört bir yanında iktidara gelmezse ne olacak?

LENİN: Biz yalnız bir devlet içinde değil, fakat bir devletler sistemi içinde yaşıyoruz ve emperyalist devletlerin yanında Sovyet Cumhuriyetinin sürekli olarak var olması düşünülemez(11).

HAYATİ TEK: Tam da bunu soruyorum.

LENİN: En sonunda ya biri ya da öteki muzaffer olacaktır. Bu neticeye varıncaya kadar Sovyet Cumhuriyeti ile burjuva devletleri arasında bir sürü ve korkunç çarpışmalar mukadderdir(12).

HAYATİ TEK: Sizin gibi düşünmeyenlerle barış içinde bir arada yaşamanız mümkün olamaz mı?

Sosyalizmin yanında kapitalizm oldukça barış içinde yaşayamazlar. Biri veya öteki sonunda galip olacaktır. Ya Sovyet Cumhuriyeti ya da dünya kapitalizmi mezara götürülecektir(13).

HAYATİ TEK: Bu net ve samimi cevabınız için teşekkür ederiz. Bize kısaca Marksizm’in devlet anlayışından bahseder misiniz? Küresel proleter ihtilal gerçekleştiğinde nasıl bir anlayışla yönetilecek dünya?

LENİN: Tarihte devrimci düşünürlerin öğretileri ile, kurtuluşları için savaş veren ezilen sınıflar önderlerinin öğretileri başına bir çok kez gelen şey bugün Marks öğretisinin başına geliyor(14).

HAYATİ TEK: Ne gibi?

LENİN: Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıkla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları teselli etmek ve onları aldatmak için adlarını bir hale ile süslemeye çalışırlar(15).

HAYATİ TEK: Ödüllendirilmenin nesi kötü? Bunda gördüğünüz art niyeti açıklar mısınız?

LENİN: Böylelikle devrimci öğretiler içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi harekete oportünistleri, bugün işte Marksizm’i evcilleştirme biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor. Bugün bütün sosyal şovenler, -gülmeyin- Marksist’tirler(16).

HAYATİ TEK: Estağfurullah. Gülmek değil de… İnsanın buna inanası gelmiyor doğrusu…

Ve daha düne dek Marksizm’in kökünü kazıma işinde uzmanlaşmış burjuva Alman bilginleri, şimdi bir soygun savaşının yürütülmesi için son derece iyi örgütlenmiş o işçi sendikalarını eğitecek bir milli-Alman Marks’tan gitgide daha sık söz ediyorlar(17).

HAYATİ TEK: Yani Marksizm çarpıtılıyor mu? Peki, bu nasıl yapılıyor?

LENİN: Marksizm’in çarpıtılması iki ana çizgi izlemektedir. Bir yanda, karşı çıkılması imkânsız tarihi olguların baskısı altında, nerede sınıf çelişkileri ve sınıf savaşları varsa, ancak orada devletin var olduğunu kabul etmek zorunda kalan burjuva ve özellikle küçük-burjuva ideologlar, devleti sınıfların bir uzlaşma organı olarak ortaya çıkaracak biçimde, Marks’ı tashih ederler. Marks’a göre, eğer sınıflar arası uzlaşma imkânı olsaydı, devlet ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bol bol Marks’tan söz eden hamkafa profesörler ve gazete yazarlarına göre devletin rolü, sınıfları uzlaştırmaktır(18).

HAYATİ TEK: Bunda ne kötülük var? Sınıfların uzlaşması barış ortamına katkı sağlamaz mı? Marks bunun tersini mi söylüyor?

LENİN: Marks’a göre devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır. Sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir düzenin kurulmasıdır. Böylece, 1917 Devrimi’nde, devletin anlamı ve rolü meselesi, pratik bakımdan ivedi bir eylem meselesi, üstelik bir yığın eylemi meselesi olarak tüm genişliğiyle ortaya çıktığı zaman, Devrimci-Sosyalistler ile Menşeviklerin hepsi, hemen ve gözlerini kırpmadan, sınıfların devlet tarafından uzlaştırılması küçük-burjuva teorisine dört elle sarıldılar(19).

HAYATİ TEK: Devletin temel rolü, toplumsal kesimler arasında uzlaşmayı sağlamak değil mi?

LENİN: Devlet, sınıf karşıtlarını frenleme gereksiniminden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal akımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. Antik devletle feodal devlet, kölelerle serflerin sömürülmesi organı oldular. Ama yalnızca onlar değil, modern temsili devlet de, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aletidir(20).

HAYATİ TEK: Bunun hiç mi istisnası yoktur?

LENİN: İstisna olarak, savaş durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü, sözde aracı olarak, bir zaman için bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. Yani 17. ve 18. yüzyılların mutlak hükümdarlıkları gibi. Fransa’da Birinci ve İkinci İmparatorluğun Bonapartizmi gibi, Almanya’da Bismarc gibi. Buna Sovyetlerin, küçük-burjuva demokratlar tarafından yönelmeleri nedeniyle henüz güçsüz, buna karşılık burjuvazinin de Sovyetleri dağıtmak için henüz yeterince güçlü olmadığı bir anda, devrimci proletaryayı ezmeye başladıktan sonra, Cumhuriyetçi Rusya’daki Kerenski hükümeti gibi, diye ekleyeceğim(21).

HAYATİ TEK: Söz devletten açılmışken, “demokratik cumhuriyet” kavramı hakkındaki düşüncelerinizi almak istiyoruz. Zira birçok devlette olduğu gibi sosyalizmle yönetilen birçok ülkenin adının başında bu kavram var.

LENİN: Demokratik Cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı en iyi politik biçimidir. Çünkü sermaye, demokratik cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği, onu sarsamaz. Bizim Devrimci-Sosyalistlerimizle Menşeviklerimiz gibi küçük-burjuva demokratları, tıpkı ikiz kardeşleri olan Batı Avrupa sosyal-şoven ve oportünistlerinin tümü gibi, genel oy hakkında açıkça daha çok bir şey beklerler. Genel oy hakkının bugünkü devlet içinde, emekçiler çoğunluğunun iradesini gerçekten dile getirmeye ve bu iradenin yerine getirilmesini sağlamaya yetenekli olduğu fikrini paylaşır ve bu yanlış fikri halka da aşılarlar(22).

HAYATİ TEK: Demokrasi insanlığın ulaştığı en eşitlikçi yönetim sistemi kabul ediliyor. Üstelik sözlerinizden, devlet fikrine tamamen karşı olduğunuz anlamını çıkarıyorum.

LENİN: Burada yalnızca, Engels’in açık ve somut açıklamasının, resmi (yani oportünist) sosyalist partilerin propaganda ve ajitasyonunda her an değiştirilip çarpıtıldığına işaret ederek, bu yanlış fikrin altını çizmekten başka bir şey yapamayız(23).

HAYATİ TEK: Ne diyor Engels?

LENİN: Engels, en tanınmış eserinde (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) görüşlerini toplu bir biçimde şöyle özetler: “Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine mecburi olarak bağlı olan belirli bir ekonomik gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de, kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticileri özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, tüm devlet makinesini, bundan böyle kendisine layık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı atika (eski eserler) müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına(24).

HAYATİ TEK: Devletin nasıl yok olduğu yahut yok olacağı konusunu biraz detaylandırır mısınız?

LENİN: Engels’in, devletin sönmesi üzerindeki formülleri öylesine yaygın, öylesine yinelenen, oportünist salçalı uzlaşmacı Marksizm’in alışılmış sahteciliğinin temelinde ne yattığını öylesine ortaya koyan şeylerdir ki, onlar üzerinde uzun durmak gerekir(25).

HAYATİ TEK: Biz yine de kısa kısa temas etsek diyorum… Tabii sizce de uygunsa.

LENİN: Engels şöyle der:

“Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama, bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf ayrımları ile sınıf karşıtlarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış üretim şartlarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı var olan üretim biçimi (kölelik, toprak köleliği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı şartları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurul biçimindeki birleşimiydi. Ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti ilkçağda köle sahibi yurttaşların, orta çağda feodal soyluluğun, çağımızda burjuvazinin devleti olduğu ölçüde böyleydi. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasına gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet ilga edilmez, söner. Özgür halk devleti üzerindeki kof tümcenin, ajitasyon aracı olarak geçici doğruluğu bakımından olduğu kadar, ilmi fikir olarak kesin yetersizliği bakımından da değerlendirilmesini; bunun gibi, anarşist denilen kimselerin, devletin bugünden yarına ortadan kaldırılması yolundaki istemlerinin değerlendirilmesini de, işte bu sağlar.”

Yanılgıya düşmekten çekinmeksizin söylenebilir ki, Engels’in düşünce zenginliği bakımından çok dikkate değer bu yazısı, bugünkü sosyalist partilerde, Marks’a göre devletin ortadan kaldırılması yolundaki anarşist öğretinin tersine, sönmesinin doğruluğu yolundaki bilgilerden başka bir sosyalist düşünce izi bırakmıştır(26).

HAYATİ TEK: Peki, bu düşünce tarzı Marksizm’i pasif düşürmüyor mu?

LENİN: Evet, Marksizm’i bu biçimde güdükleştirmek, onu oportünizme indirgemek demektir(27).

HAYATİ TEK: Nedenini açıklar mısınız?

LENİN: Çünkü, böylesine bir yorumdan sonra, bulanık, yavaş, eşit, kerteli, sıçramasız-patlamasız, devrimsiz bir değişiklik düşüncesinden başka bir şey kalmaz. Devletin sönmesi kavramı, yığınlar arasında genellikle yaygın bulunan günlük anlayışı içinde, hiç şüphe yok ki, devrimin uyutulması, hatta reddedilmesidir. Oysa, böylesine bir yorum, Marksizm’in, yalnızca burjuvazi için yararlı ve teorik olarak, mesela Engels’in “in extenso (enine boyuna)” aktardığımız yargılarında belirtilmiş bulunan başlıca şart ve düşüncelerin unutulması üzerine kurulu ve kaba çarpıtılmalarından biri olmaktan başka bir şey değildir(28).

HAYATİ TEK: Bu çarpıtma nasıl olmaktadır?

LENİN: Birinci olarak, akıl yürütmenin başında, Engels, proletaryanın devlet iktidarını eline geçirerek, böylece devlet olarak devleti ortadan kaldırdığını söyler. Bunun ne anlama geldiğini düşünmek adet olmamıştır. Çoğunlukla, ya bunun anlamı hiç anlaşılmıyor, ya da burada, Engels bakımından, Hegel’ci bir gevşeklik gibi bir şey görülüyor(29).

HAYATİ TEK: Engels’in devletlerin yok oluşunu açıklarken kullandığı “sönme” kavramını mı kastediyorsunuz? Gerçekte ne anlatmak istiyor Engels?

LENİN: Gerçeklikte, bu sözler proleter devrimlerin en büyüklerinden birinin deneyini, sırası gelince üzerinde uzun uzun durmak istediğim 1871 Paris Komünü deneyini, sıkıca dile getirirler. Engels burada, proletarya devrimiyle burjuvazinin devletinin ortadan kaldırılmasından söz eder(30).

HAYATİ TEK: “Sönme” betimlemesinde sanki bir edilgenlik, kendiliğindenlik var ama…

LENİN: “Sönme” üzerine söylediği şeyler, sosyalist devrimden sonra, proleter devletten ne kalmışsa onunla ilgilidir. Engels’e göre, burjuva devlet “sönmez”, devrim sırasında proletarya tarafından “ortadan kaldırılır(31).”

HAYATİ TEK: Peki, devrimden sonra sönen şey nedir?

LENİN: Devrimden sonra sönen şey, proleter devlet, başka bir deyişle, bir yarı-devlettir. İkinci olarak; devlet özel bir baskı gücüdür. Engels’in bu hayranlık verici ve son derece derin tanımlaması burada en yetkin bir açıklıkla dile getirilmiştir(32).

HAYATİ TEK: Buradan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız?

LENİN: Bundan şu sonuç çıkar: proletaryaya karşı burjuvazi tarafından milyonlarca emekçiye karşı bir avuç zengin tarafından kullanılan bu özel baskı aracı yerine, burjuvaziye karşı proleterya tarafından uygulanan bir özel baskı gücü (proletarya diktatoryası) geçmesi gerekir. Devletin devlet olarak ortadan kalkmasının anlamı işte budur. Ve toplum adına üretim araçlarına el koma eyleminin de anlamı budur. Kendiliğinden anlaşılır ki, bir özel gücün (burjuvazinin devleti) bir başka özel güçle (proletaryanın devleti) böylesine bir yer değiştirmesi hiç bir zaman “sönme” şeklinde olmaz. Üçüncü olarak; bu “sönme” ya da daha renkli bir deyimle, bu “uykuya dalma”yı, Engels, hiçbir anlam belirsizliğine yer vermeksizin, “devlet tarafından, toplumun tümü adına üretim araçlarına el koyma”dan sonraki yani sosyalist devrimden sonraki döneme erteliyor. Hepimiz biliriz ki, devletin o andaki siyasi biçimi en tam demokrasidir. Ama, Marksizm’i utanıp sıkılmadan çarpıtan oportünistlerden hiçbirinin aklına gelmez ki, bu durumda Engels’te söz konusu olan şey demokrasinin “uykuya dalması” ve “sönmesi”dir. Bu, ilk bakışta çok garip görünür. Bununla birlikte, bu ancak demokrasinin de bir devlet olduğu ve bunun soncu, devlet yok olduğu zaman, aynı biçimde demokrasinin de yok olacağı gerçeğini düşünmeyen biri için anlaşılmaz bir şeydir. Burjuva devletini ancak devrim ortadan kaldırabilir. Genel olarak devlet, yani en tam demokrasi ise, ancak “sönebilir(33).

HAYATİ TEK: Bu konuda başka çarpıtma var mı?

LENİN: Evet, dördüncü çarpıtmada, Engels, ünlü “devlet söner” tezini formüle ederken, bu tezin hem oportünistlere, hem de anarşistlere karşı yönelttiğini somut bir biçimde gösterir. Ve Engels’te asıl önemli olan şey, onun “devletin sönmesi” tezinden çıkarılmış bulunan oportünistleri hedef alan sonuçtur. Devletin “sönmesi” konusunda bir şey okumuş, ya da bundan söz edildiğini duymuş 10.000 kişiden 9990’ının, Engels’in bu tezin sonuçlarını yalnızca anarşistlere karşı yönetilmediğini ya hiç bilmedikleri, ya da artık unutmuş oldukları üzerine bahse girilebilir. Ve geri kalan on kişinin dokuzu da, “özgür halk devleti”nin nemenem bir şey olduğunu ve bu belgeye saldırmakla, neden oportünistlere de saldırmış bulunduğunu kuşkusuz bilmez. Tarihi böyle yazıyorlar! Büyük Devrimci öğretiyi, egemen hamkafalığa çaktırmadan, yavaş yavaş, böyle uyduruyorlar. Anarşistlere karşı olan sonuç bin kez ele alınmış, bayağılaştırılmış, en dar düşünceli bir biçimde kafalara sokulmuştur. Bir önyargı gücü kazanmıştır bu sonuç. Oportünistlere karşı olan sonuç ise, karanlıkta kalmış ve unutulmuştur! Sonra, her devlet ezilen sınıfa karşı yöneltilmiş özel bir baskı gücüdür. O halde, hiçbir devlet, ne özgürdür, ne de halk devletidir(34).

HAYATİ TEK: Engels’in böyle bir söz ya da tespiti var mı?

LENİN: Bunun böyle olduğunu Marks ve Engels, 70 yıllarında (1870) parti arkadaşlarına birçok kez açıklamışlardır. Beşinci olarak; Engels’in, devletin sönmesi konusunda bir akıl yürütme bulunduğunu herkesin hatırladığı bu yeni eseri, zora dayanan devrimin önemi üzerine bir başka akıl yürütme de içerir. Zora dayanan devrimin oynadığı tarihi role verdiği değer, Engels’te zora dayanan devrimin gerçek bir övgüsü durumuna dönüşür. Ama bunu kimse hatırlamaz; günümüzün sosyalist partileri de, bu fikrin öneminden söz etmek, hatta bunu düşünmek, usulden değildir. Yığınlar arasındaki günlük propaganda ve ajitasyonda, bu fikirler hiçbir rol oynamaz. Oysa bu fikirler, devletin “sönmesi” fikriyle birlikte uyumlu bir bütün oluşturur ve ona çözümlemezcesine bağlı bulunurlar. İşte Engels’in akıl yürütmesi: “… Ama zor, tarihte, başka bir rol (kötülük kaynağı olmaktan başka bir rol) devrimci bir rol” de oynarmış; Marks’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin sayesinde donmuş ve ölmüş siyasi biçimleri alt ettiği ve parçaladığı aletmiş(35).

HAYATİ TEK: Devletlerin yıkılmasıyla bir yönetim boşluğu doğmayacak mı? Bu boşluk nasıl doldurulacak?

LENİN: Marks, bu soruya, 1847’de Komünist Manifesto’da, henüz yalnızca tamamen soyut, ya da daha çok meseleleri belirten, ama çözüm yollarını göstermeyen bir cevap veriyordu(36).

HAYATİ TEK: Neydi o cevap?

LENİN: Devleti “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ile demokrasinin fethi ile değiştirmek: Komünist Manifesto’nun cevabı, buydu(37).

HAYATİ TEK: Bu muğlak ve ütopik bir cevap gibi duruyor.

LENİN: Marks’ta ütopyacılığın zerresi yoktur. O tepeden tırnağa “yeni” bir toplum tasarlamaz. Hayır, o yalnızca yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, tabii bir süreç olarak inceler(38).

HAYATİ TEK: Devletin yerinin nasıl doldurulacağı sorumuza henüz cevap alamadık.

LENİN: 1871 Paris Komünü, emeğin ekonomik kurtuluşun gerçekleştirmeyi sağlamak için proleter devrim tarafından en sonu bulunmuş olan biçimdir. Komün, proleter devrim tarafından, burjuva devlet makinesini parçalamak için yapılmış ilk girişimdir. Parçalanmış olan şeyin yerine geçmesi mümkün ve gerekli olan, en sonu bulunmuş olan siyasi biçimdir. Daha ilerde, 1905 ve 1917 Rus devrimlerinin, ayrı bir çerçeve ve başka şartlar içinde Komün’ün eserini sürdürüp Marks’ın dâhice tarihi çözümlemesini doğruladıklarını göreceğiz(39).

HAYATİ TEK: O halde Paris Komünü örneğinden yola çıkarak komünist toplumun yapısının nasıl olacağını anlatır mısınız?

LENİN: Şimdi, mesele biraz başka türlü konuyor: komünizme doğru giden kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş, siyasi bir geçiş dönemi olmaksızın imkânsızdır(40).

HAYATİ TEK: Tam da onu soruyoruz. Devrim sonrası kurulan ve Engels’in tanımlamasıyla sönecek olan devlet, nasıl bir devlettir?

LENİN: Bu dönemin devleti de, proletaryanın devrimci diktatoryasından başka bir şey olamaz. En sonu, ancak komünizm, devleti büsbütün gereksizleştirir, çünkü o zaman, sırtı yere getirilecek hiç kimse, sınıf anlamında hiç kimse yoktur. O zaman nüfusun belirli bir bölümüne karşı sistemli bir savaş, artık yoktur(41).

HAYATİ TEK: Açıkçası bu düşünce de biraz ütopik görünüyor. Sıfır hatalı bir sosyal yapı kurulabilir mi? Hiç mi çatlak ses çıkmaz?

LENİN: Biz ütopyacı değiliz ve şahsi aşırılıkların mümkün ve kaçınılmaz şeyler olduğunu hiçbir zaman reddetmiyoruz. Ama bu aşırılıkları bastırmanın gerekli olduğunu da reddetmiyoruz. Marks, ütopyaya düşmeden, bu gelecek konusunda şimdiden tanımlanabilecek şeyi, yani; komünist toplumun alt ve üst safhası arasındaki ayrımı en teferruatlı bir biçimde tanımlamıştır(42).

HAYATİ TEK: Nasıl?

LENİN: Kapitalizmin bağrından henüz çıkmış bulunan ve bütün alanlardaki eski toplumun izlerini taşıyan komünist toplumu, Marks, komünist toplumun birinci ya da alt safhası olarak adlandırır. Üretim araçları, daha şimdiden, artık şahısların özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır(43).

HAYATİ TEK: Özel mülkiyet ortadan kalkınca eşitlik ve adalet sağlanmış mı olacak?

LENİN: Komünizmin ilk safhası, adalet ve eşitliği gerçekleştiremez. Zenginlik bakımından insanlar arasındaki farklılıklar, hem de haksız farklılıklar sürecektir. Ama insanın insan tarafından sömürülmesi de imkânsız olacaktır. Çünkü üretim araçları, yani fabrikalar, makineler, toprak vb. üzerinde, özel mülkiyet olarak, egemenlik kurulamayacaktır(44).

HAYATİ TEK: Bu bağlamda demokrasi kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?

LENİN: Demokrasi, eşitlik demektir. Proletaryanın, sınıfların ortadan kalkması anlamında almak şartıyla, eşitlik ve eşitlik sloganı için mücadelenin taşıdığı çok büyük önem kolay anlaşılır. Ama demokrasi yalnızca “şekli” eşitlik anlamına gelir. Ve bütün toplum üyelerinin üretim araçları mülkiyetine göre eşitliği, yani emek eşitliği, ücret eşitliği gerçekleşir gerçekleşmez, şekli eşitlikten gerçek eşitliğe, yani “herkesten yeteneklerine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” ilkesinin gerçekleşmesine geçmek için, insanlığın karşısına tamamlanması gereken yeni bir ilerleme probleminin dikildiği görülecektir(45).

HAYATİ TEK: Nasıl bir problem?

LENİN: İnsanlık bu yüce ülküye doğru hangi safhalardan, hangi pratik önlemlerden geçerek girecektir, bilmiyoruz, bilemeyiz de. Ama önemli olan sosyalizmin ölü, donmuş, değişmez bir şey olduğu yolundaki yaygın burjuva düşüncesinin içinde sakladığı büyük yalanı görmektir. Oysa gerçekte, toplumsal ve özel hayatın bütün alanlarında hızlı, dinamik, gerçek bir yığın niteliğine sahip ve önce çoğunluğun, sonra da tüm nüfusun katılacağı bir ilerleme hareketi, yalnızca sosyalizm ile başlayacaktır(46).

HAYATİ TEK: Eşitlikçi bir yönetim biçimi olarak demokrasi, sosyalizmle bağdaşmaz mı?

LENİN: Demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Öyleyse, her devlet gibi demokrasi de “zor”un; örgütlenmiş olarak sistemli biçimde insanlara uygulanmasıdır. İşin bir yanı bu. Ama öte yandan, demokrasi vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini belirleme ve onu yönetme hakkının resmen tanınması anlamına gelir. Öyleyse bundan şu sonuç çıkar ki, demokrasi, gelişmenin belli bir safhasında, önce, proletaryayı, bu devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir. Sonra da, onun, cumhuriyetçi de olsa, burjuva ve devlet makinesi, yani sürekli orduyu, polisi, bürokrasiyi yıkmasını parçalamasını, yeryüzünden silip atmasını ve onlar yerine “milis”e katılan silahlı işçi yığınlarını, sonra kademeli olarak, tüm halk biçimi altında, daha demokratik, ama gene de bir devlet makinesi olmaktan geri kalmayan bir devlet makinesini geçirmesini sağlar. Bu safhaya eriştikten sonra demokrasi, burjuva toplum çerçevesinden çıkar ve sosyalizme doğru evrimlenmeye, sosyalizme dönüşmeye başlar(47).

HAYATİ TEK: Bu sözlerinizden, demokrasiyi sürekli bir yönetim şekli olarak değil, bir ara süreç olarak gördüğünüz anlaşılıyor. Sosyalizmden komünizme geçildiğinde demokrasinin durumu ne olacak?

LENİN: Devletin büsbütün sönmesinin ekonomik temeli, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki tüm karşıtlık yok olacak ve dolayısıyla çağdaş toplumsal eşitsizliğin, yalnız üretim araçlarının toplumsallaşmasının, yalnız kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinin hiç bir biçimde kökünü hemen kurutamayacağı başlıca kaynaklardan biri yok olacak kadar yüksek bir gelişme derecesine erişmiş komünizmdir(48).

HAYATİ TEK: Nasıl olacak bu?

LENİN: Toplum “herkesten yeteneklerine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” ilkesini gerçekleştirmiş olacağı zaman, yani, insanlar, yeteneklerine göre isteye isteye çalışacak kadar toplum içinde yaşamanın temel kurallarına uymaya alışacakları ve emeklerinin bunu sağlayacak kadar üretken bir duruma geleceği zaman, devlet büsbütün sönebilecektir. Komünizmin üst evresinin gelmesini beklerken, sosyalistler toplumdan ve devletten, çalışma ve tüketim ölçüsü üzerinde en sıkı denetimi uygulamalarını isterler(49).

HAYATİ TEK: Bu denetimi kim, nasıl uygulayacak?

LENİN: Bu denetim kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinden, işçilerin kapitalistler üzerindeki denetiminden başlamalı ve memurlar devleti tarafından değil, “silahlı işçiler” devleti tarafından uygulanmalıdır(50).

HAYATİ TEK: Sohbetimizin son bölümünü, izninizle din konusuna ayırmak istiyoruz. Din olgusuna bakış açınız nedir?

LENİN: Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilemeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeği sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir(51).

HAYATİ TEK: Bununla birlikte bazı sosyalistler, “Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir” düşüncesini savunuyorlar. Bu sözde bir din karşıtlığı bulunmuyor. Oysa siz, tıpkı Marks gibi dini afyon hatta insanların içinde boğulduğu ruhsal bir içki olarak nitelendiriyorsunuz.

LENİN: Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikler bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır(52).

HAYATİ TEK: Lütfen…

LENİN: Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir(53).

HAYATİ TEK: Biraz daha somut cümleler kurar mısınız?

LENİN: Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiç bir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bugüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır(54).

HAYATİ TEK: Buna laiklik deniyor zaten. Din karşıtlığı değil bu yaklaşım.

LENİN: Sosyalist proletaryanın partisi açısından din kişisel bir konu değildir(55).

HAYATİ TEK: Peki, nedir o zaman?

LENİN: Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu adına bir araya gelmiş sınıf bilinçli, ileri savaşçıların toplandıkları bir yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sınıf bilinci yoksunluğuna, bilgisizliğe ve geri kafalılığa kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır. Din diye tanımlanan ve halkın üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazılarımızı kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaşabilmek için kilisenin kaldırılmasını istiyoruz(56).

HAYATİ TEK: Az önce kurduğunuz “kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılması” düşüncenize ne oldu?

LENİN: Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur(57).

HAYATİ TEK: Peki, bu sorunla nasıl mücadele etmeyi düşünüyorsunuz?

LENİN: Hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk “entelektüel” bir sorun gibi ortaya koyma yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın; bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir(58).

HAYATİ TEK: Bu düşüncenizi niçin açık açık söylemiyorsunuz da, “kilise ile devletin ayrılması” şeklinde formüle ediyorsunuz? Açıkça “ateistiz, Allah’a inanmıyoruz” deseniz olmaz mı?

LENİN: Programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız(59).

HAYATİ TEK: Neden ama?

LENİN: Eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli Hıristiyanların tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir(60).

HAYATİ TEK: Anladığım kadarıyla, komünist anlayışın toplumun tüm kesimleri tarafından -tabii bu arada inançlı olanları tarafından- kabul edileceği güne kadar “ateist” olduğunuzu ilan etmeyecek, bunu da bir stratejinin gereği olarak yapacaksınız. Cevaplarınız bizi tam tatmin etmese de, dinle ilgili bir başka konuya geçmek istiyoruz: ahlak. Din konusunda ikircilikli bir tutum sergileyen komünizmin bir ahlak anlayışı var mı?

LENİN: Hiç kuşkusuz vardır. Kendimize özgü ahlak görüşümüz olmadığı sık sık söylenmekte; burjuvazi, biz komünistleri her türlü ahlakı reddetmekle suçlamaktadır. Bu ortalığı karıştırmak, işçi ve köylülerin gözlerini bulandırmak için seçilmiş bir yöntemdir(61).

HAYATİ TEK: Yani ahlaka karşı değil misiniz?

Ahlakı tanrı buyruğuna dayandıran burjuvazinin verdiği anlamda ahlaka karşı çıkıyoruz. Bu noktada, kuşkusuz tanrıya inanmadığımızı, din adamlarının, toprak ağalarının ve burjuvazinin kendi sömürücü çıkarları adına tanrının adından yararlandıklarını bildiğimizi söylüyoruz. Ya da ahlak görüşünü, ahlakın gereklerine dayandırmak yerine, Tanrının buyruklarına, Tanrı buyruğuna pek benzeyen idealist veya yarı idealist sözlere dayandırdıklarını söylüyoruz(62).

HAYATİ TEK: Biraz daha net olur musunuz? Ahlaka karşı mısınız, değil misiniz?

LENİN: İnsan dışı ve sınıf dışı kavramlara dayandırılan her türlü ahlak görüşüne karşıyız. Bunun, toprak ağaları ve kapitalistlerin çıkarları adına işçi ve köylüleri aldatmak demek olduğunu söylüyoruz(63).

HAYATİ TEK: Peki, sizin ahlak görüşünüz neye dayanmaktadır?

LENİN: Bizim ahlak görüşümüzün tamamen proletaryanın sınıf mücadelesi çıkarlarına bağlı olduğunu belirtiyoruz. Bizim ahlak görüşümüz, proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarından uç alır(64).

Eski toplum, işçi ve köylülerin toprak ağaları ve kapitalistler tarafından ezilmesi esasına dayanıyordu. Onların hepsini yıkmak, alaşağı etmek zorunda kaldık, ama bunu yapmak için birlik yaratmamız gerekiyordu. İşte bu Tanrının yaratamayacağı bir şeydir. Bu birliği ancak fabrikalar, ancak uzun süreli uykusundan silkinmiş ve eğitilmiş proletarya sağlayabilirdi. Proleter devriminin bütün dünyada nasıl gelişmekte olduğunu görüyoruz. Deneylerimize dayanarak söylüyoruz ki, dağınık ve birbirinden kopuk köylülerin izleyeceği, peşine takılacağı gücü, sömürücülerin saldırıları karşısında ayakta kalacak gücü ancak proletarya yaratabilirdi. Emekçi kitlelerin birleşmesini, kendi saflarına katılmasını ve bunun sonucu olarak da komünist toplumu kurmasını, savunmasını, güçlendirmesini sadece proletarya sağlayabilir.

İşte bu nedenle, bizim için insan toplumunun dışında kalan bir ahlak görüşü olamaz diyoruz. Böyle bir görüş aldatmacadır. Bize göre ahlak proletaryanın sınıf mücadelesi çıkarlarına bağımlıdır(65).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz sınıf mücadelesi neleri kapsıyor?

LENİN: Sınıf mücadelesi çarı devirmeyi, kapitalistleri devirmeyi ve kapitalist sınıfı ortadan kaldırmayı içerir(66).

HAYATİ TEK: Genel anlamda sınıf nedir?

LENİN: Sınıf, toplumun bir kesiminin, öteki kesimin emeğini satın almasına olanak tanır. Eğer toplumun bir kesimi bütün toprakları elinde tutuyorsa, o zaman ortada bir toprak sahipleri sınıfı, bir de köylüler sınıfı vardır. Eğer toplumun bir kesimi fabrikalara, hisse senetlerine ye sermayeye sahipse, toplumun öteki kesimi de bu fabrikalarda çalışıyorsa, o zaman ortada bir kapitalist sınıf, bir de proleter sınıf vardır(67).

HAYATİ TEK: Sınıfsız bir toplum kurma yolundaki devrim mücadeleniz sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

LENİN: Çarı uzaklaştırmak zor olmadı, bunu başarmak için sadece birkaç gün yeterli oldu. Toprak ağalarını devirmek de pek zor olmadı, o da birkaç ay içinde çözümlendi. Kapitalistleri yenmek de fazla çetin iş değildi. Ama sınıfları ortadan kaldırmak, bunlarla karşılaştırılamayacak oranda zordur. Bugün bile işçiler ve köylüler diye bir ayrım sürmektedir(68).

HAYATİ TEK: Bu konuda neden zorlanıyorsunuz?

Köylü toprağını işler ve artık ürününü, yani kendisi ve hayvanları için gerekli ola üründen fazlasını kendine mal eder, bu arada halkın geri kalan kesimi ekmeksiz kalırsa, o zaman köylü sömürücü olur. Ne kadar ürün elde ederse, bu işi o kadar kazançlı bulur, geri kalanlar da açlarından ölsünler isterlerse. Sömürücü duruma gelen köylü, “Onlar ne kadar açlık çekerse, ben ürünümü o kadar daha pahalıya satarım” diye düşünür. Herkes bir tek ortak plana göre, ortak toprakta, ortak fabrikalarda ve ortak bir sistem uyarınca çalışmalıdır. Bunu gerçekleştirmek kolay mıdır? Gördüğünüz gibi bunu gerçekleştirmek, çarı, toprak ağalarını ve kapitalistleri devirmek kadar kolay değildir(69).

HAYATİ TEK: Köylü sınıfı varlığını sürdürdüğüne göre, sınıfsız toplum hedefinize nasıl ulaşmayı planlıyorsunuz?

LENİN: Gerekli olan, proletaryanın köylünün bir kesimini yeniden eğitmesi, zengin olan ve ötekilerin yoksulluğu sırtından kazanç sağlayan köylülerin direnmesini kırmak için emekçi köylüleri proletarya safına kazanmasıdır.

Görülüyor ki, çarı devirdikten, toprak ağalarını ve kapitalistleri yendikten sonra proletaryanın mücadelesi sona ermiyor. Bu mücadelenin tamamlanması proletarya diktatörlüğü dediğimiz sisteme düşen görev oluyor. Sınıf mücadelesi bugün de sürüyor. Bugünkü mücadelenin sadece biçimi değişmiş durumda(70).

HAYATİ TEK: Nasıl bir değişim?

LENİN: Eski sömürücülerin geri gelmesini önlemek, dağınık durumdaki aydınlanmamış köylü kitlelerinin tek bütünde birleşmesini sağlamak poletaryanın sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi sürmektedir ve bütün çıkarları bu mücadeleye bağlamak da bizim görevimizdir. Komünist ahlak görüşümüz de bu mücadeleye bağlıdır.

Biz diyoruz ki: Eski sömürgen toplumu yıkmaya ve bütün emekçileri yeni, komünist bir toplum kurmakta olan proletaryanın çevresinde toplamaya yarayan şey ahlaktır.

Komünist ahlak da bu mücadeleye hizmet eden emekçi halkı her türlü sömürüye, özel mülkiyete (çünkü özel mülkiyet bütün toplumun emeğiyle yaratılmış olanı bir tek kişiye aktarır. Bizim ülkemizde toprak ortak maldır) karşı birleştiren kavramdır(71).

Bize ahlaktan söz ettikleri zaman diyoruz ki: Bir komünist için ahlak demek, sömürücülere karşı ortak disiplin ve bilinçli kitle mücadelesi demektir.

Biz sonsuz bir ahlaka inanmıyoruz ve ahlak konusundaki bütün masalların aldatmacasını açığa çıkarıyoruz. Ahlak, insan toplumunun daha yüksek düzeye ulaşmasına ve kendini emek sömürüsünden kurtarmasına yardımcı olmayı amaçlar(72).

HAYATİ TEK: Bu hedefe nasıl ulaşmayı planlıyorsunuz?

LENİN: Bunu başarabilmek için, burjuvaziye karşı disiplinli ve amansız mücadele ortamında siyasal olgunluğa erişmeye başlayan genç kuşağa ihtiyacımız var. Genç kuşak bu mücadele içinde gerçek komünistleri yetiştirmektedir. Genç kuşak bu mücadeleye bağlanmalı ve öğreniminin, eğitiminin her adımını bu mücadele ile bağlamalıdır.

Komünist gençliğin öğrenimi, onlara ahlak dersi vermekten ibaret kalmamalıdır. Eğitim bu demek değildir. İnsanlar, toprak ağaları ve kapitalistlerin boyunduruğu altında ana babalarının sürdürdükleri yaşam biçimini görerek, sömürücülere karşı mücadeleye girenlerin çektiği acıları kendileri çekerek, kazanılanı korumak için yapılan fedakârlıkları ve kapitalistlerle toprak ağalarının ne belalı birer düşman olduğunu görerek komünist olmayı öğrenirler.

Komünist ahlakı, komünizmin tamamlanması ve pekişmesi için verilen mücadeleye dayanır. Bu aynı zamanda komünist eğitimin, öğretimin ve öğretinin de temelidir. Komünizm nasıl öğrenilmelidir sorusunun cevabı da budur(73).

HAYATİ TEK: Böylece söyleşimizin de sonuna gelmiş olduk. Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

LENİN: Biz kendimize komünist diyoruz. Komünist nedir? Komünist Latince bir sözdür. Communis, “ortak” sözünün Latincesidir. Komünist toplum, her şeyin, toprağın, fabrikaların ortaklaşa sahip olunduğu ve halkın ortak çalıştığı bir toplumdur. İşte bu komünizmdir(74).

VLADİMİR İLYİÇ ULYANOV (LENİN) KİMDİR?

(1870-1924)

1917 Bolşevik İhtilali’nin lideri olan Vladimir İliç Lenin 22 Nisan 1870’de Simbirsk’te doğdu.

İlk başkanlığına yaptığı (1917-24) yeni Sovyet devletinin temellerini atan Lenin, Dünya işçi hareketinin öncü örgütü III. Enternasyonal’i (Komintern) kurdu. Marks sonrası dönemin en etkili sosyalist düşünürü olarak kabul edilir. Marks’ın kuramlarına yaptığı katkılardan dolayı, 20. yüzyılda komünist hareketin dayandığı ideolojik ve siyasal platform genellikle Marksizm-Leninizm olarak anılmıştır.

1887’de Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Üç ay geçmeden yasadışı bir öğrenci toplantısına katıldığı gerekçesiyle okuldan atıldı. Bu sırada daha yaşlı sürgün devrimcilerle tanışarak devrimci siyasal literatürü okumaya başladı. Özellikle Marks’ın Das Kapital’i, üzerinde derin bir etki bıraktı. Bu okuma süreci içinde Marksizm’i benimsedi.

1889’da ailesiyle birlikte Samara’ya taşındı. Hukuk Fakültesi sınavlarını dışardan girme izni alarak Kasım 1891’de mezun oldu.  1893’te Petersburg’a yerleşti. Avukat olarak çalışırken, Marksist çevrelerle ilişkilerini geliştirdi. 1895’te Rusya’nın en etkili Marksist düşünürü Georgi Plehanov ve öteki sürgün devrimcilerle bağlantı kurmak üzere arkadaşları tarafından Avrupa’ya gönderildi.

Dönüşünde L. Martov ve başka önderlerle birlikte başkentteki Marksist grupları İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’nin çatısı altında birleştirdi. İşçiler arasında Marksist düşünceleri yaymaya çalışan örgütün öteki yöneticileriyle birlikte Aralık 1895’te tutuklanarak 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezayı çektikten sonra üç yıllık bir dönem için Sibirya’ya sürgün edildi. Nisanlısı Nadejda Krupskaya ile orada evlendi.

Sürgün cezasını bitirerek Ocak 1900’de yurtdışına çıkan Lenin, İskra adlı derginin yayın kurulunda Plehanov, Martov ve öteki üç üyeyle birlikte yer aldı. İskra’nın Rus aydınlarını Marksizme çekmede sağladığı başarılardan sonra Lenin ve yoldaşları devrimci bir parti kurma zamanının geldiğine karar verdiler. Görüşlerini “Bize bir devrimciler örgüt verin, Rusya’yı altüst edelim” biçiminde özetledi.

Lenin’in öncülük ettiği Bolşevikler ile Martov’un başını çektiği Menşevikler arasındaki görüş ayrılığı, politika, taktik ve program düzlemine de çıkarak sürekli derinleşti. Bolşevik grup, 1912 Prag Konferansı’nda Menşevik grupla bütün bağlarını kopararak ayrı bir partiye dönüştü.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İsviçre’ye giden Lenin (Eylül 1914) burada savaş karşıtı Bolşevik ve Menşevik siyasal göçmenlerden oluşan küçük bir gruba katıldı. Savaş hakkındaki görüşlerini “Emperyalizm: Kapitalizmin En yüksek Aşaması” adlı kitabında sistemleştirdi. Dünya savaşı sürerken savaşın olumsuz etkileri, yoğun çelişkilerin yaşandığı geri ve zayıf bir sisteme dayalı Rusya’da sarsıcı boyutlara vardı. Petrograd’da ayaklanan işçiler ve askerler kısa sürede Çarlık düzenini yıktı.  (8-15 Mart 1917).

Bu gelişmeler üzerine Lenin, Almanya ve İsveç üzerinden gizlice Rusya’ya geçti. 20 Ekim 1917’de gizlice Petrograd’a giderek Merkez Komitesi’nin 23 Ekim’de düzenlediği gizli toplantıya katıldı. Yaklaşık 10 saat süren hararetli tartışmaların ardından çoğunluğun yanında tutum almasını sağladı.  Böylece Bolşevikler Petrograd Sovyeti’ni savunma görüntüsü altında işçi milislerini silahlı ayaklanma için hazırlamak ve askerlerin desteğini kazanmak üzere yoğun çalışmaya girişti. Ayaklanma konusunda Lenin’in görüşlerini destekleyen Troçki’nin Petrograd Sovyeti’nin başkanlığına getirilmesi Bolşeviklere önemli bir mevzi sağladı. 6 Kasım gecesi Merkez Komite üyelerine hemen harekete geçme yolunda bir mektup gönderdi. Bolşeviklerin yönettiği Kızıl Muhafızlarla devrimci asker ve denizciler 7-8 Kasım gecesi pek bir direnişle karşılaşmadan Geçici Hükümet’i devirdiler. Hemen ardından 2. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi, Boşleviklerin ve Sol Sosyalist Devrimcilerin oylarına dayanan ezici bir çoğunlukla bütün iktidar yetkilerini elinde topladığını ilan etti. Lenin Halk Komiserleri Konseyi’nin başkanlığına getirildi. İtilaf Devletleri’nce tanınmamasına rağmen İttifak Devletleri’yle barış görüşmelerine oturdu.

1920’ye kadar milyonlarca kişinin ölümüne ve büyük yıkıma yol açan iç savaştan ilk zarar görenlerden biri Lenin’in kendisi oldu. Ağustos 1918’de konuşma yaptığı bir fabrikadan ayrılırken Fanni Kaplan adlı bir sosyalist devrimcinin saldırısına uğrayan Lenin, ağır yaralandı.

Ameliyat edildiyse de kısmi felç geçirerek konuşma yeteneğini yitirdi. Yaklaşık bir yıl felçli kaldıktan sonra 21 Ocak 1924’te 54 yaşında öldü.

ESERLERİ

Çeşitli gazete ve dergilerde çıkan makaleleri ile konuşmaları ölümünden sonra Toplu Eserler adı altında 55 cilt olarak basılan Lenin’in 100’ü geçen kitabı yayınlandı.

Bazı kitapları şunlardır:

Marksist Felsefe Yazıları (1976)

Materyalizm ve Ampiriokritisizm (1968)

Din Üzerine (1975)

Kadınların Kurtuluşu (1975)

Sanat ve Edebiyat (1968)

Sosyalizm ve Savaş (1970)

Bir Adım İleri, İki Adım Geri (1969)

Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi (1969)

Kitle İçinde Parti Çalışması (1971)

Toprak Meseleleri (1969)

İşçi ve Köylü İttifakı (1970)

Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (1968)

Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri (1970)

Seçme Yazılaır (1966)

Mektuplar (1969), Son Yazılar Son Mektuplar (1975)

(Kaynak: Ana Britannica)  

DİPNOTLAR

1) Leonhard, Wolfrang-; Bugünkü Sovyet İdeolojisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1980, s. 30

2) a.g.e., s., 30

3) a.g.e., s., 31

4) a.g.e., s., 31

5) a.g.e., s., 59

6) a.g.e., s., 60

7) a.g.e., s., 61

8) a.g.e., s., 62

9) a.g.e., s., 206

10) a.g.e., s., 210

11) a.g.e., s., 354

12) a.g.e., s., 354

13) a.g.e., s., 355

14) Lenin, V. İ.-; Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1989, 7. Baskı, s. 16

15) a.g.e., s., 16

16) a.g.e., s., 16

17) a.g.e., s., 16

18) a.g.e., s., 17

19) a.g.e., s., 20

20) a.g.e., s., 23

21) a.g.e., s., 25

22) a.g.e., s., 25

23) a.g.e., s., 26

24) a.g.e., s., 27

25) a.g.e., s., 27

26) a.g.e., s., 27-28

27) a.g.e., s., 28

28) a.g.e., s., 28

29) a.g.e., s., 28

30) a.g.e., s., 29

31) a.g.e., s., 29

32) a.g.e., s., 29

33) a.g.e., s., 29-30

34) a.g.e., s. 31

35) a.g.e., s., 32

36) a.g.e., s., 59

37) a.g.e., s., 59

38) a.g.e., s., 60

39) a.g.e., s., 60

40) a.g.e., s., 102

41) a.g.e., s., 102

42) a.g.e., s., 103

43) a.g.e., s., 104

44) a.g.e., s., 105

45) a.g.e., s., 111

46) a.g.e., s., 111

47) a.g.e., s., 112

48) a.g.e., s., 105

49) a.g.e., s., 107

50) a.g.e., s., 109

51) Lenin, V. İ.-; Din Üzerine, Ser Yayınevi, Ankara 1975, S. 10

52) a.g.e., s., 11

53) a.g.e., s., 11

54) a.g.e., s., 11

55) a.g.e., s., 13

56) a.g.e., s., 13

57) a.g.e., s., 13

58) a.g.e., s., 14

59) a.g.e., s., 14

60) a.g.e., s., 15

61) a.g.e., s., 84

62) a.g.e., s., 84

63) a.g.e., s., 84

64) a.g.e., s., 85

65) a.g.e., s., 85

66) a.g.e., s., 86

67) a.g.e., s., 86

68) a.g.e., s., 86

69) a.g.e., s., 86

70) a.g.e., s., 87

71) a.g.e., s., 87

72) a.g.e., s., 87

73) a.g.e., s., 89-90

74) a.g.e., s., 91

]]>