Atatürk – Hayati Tek http://hayatitek.com Sat, 25 Dec 2021 19:21:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Atatürk – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 ATATÜRK HAFTASI http://hayatitek.com/ataturk-haftasi/ Mon, 01 Mar 2021 19:32:45 +0000 http://hayatitek.com/?p=4216
]]>
TURAN İDEALİ VE HÜSEYİN NİHAL ATSIZ http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/ http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/#comments Fri, 11 Dec 2020 01:57:14 +0000 http://hayatitek.com/?p=3719 HAYATİ TEK –

Osmanlı Cihan İmparatorluğu’nun Batı’ya doğru son büyük hamlesi olan, sonuçları itibariyle duraklama döneminin sonuna işaret eden İkinci Viyana Kuşatması sonrasında kaybettiğimiz bir dizi savaşın ardından 1699’da imzaladığımız Karlofça Antlaşması’nın anlamı açıktı: Osmanlı’nın gerileme dönemi başlamıştı.

İkinci Osman döneminde başlayıp kimi zaman yavaşlayıp kimi zaman hızlanarak Dördüncü Murad, Üçüncü Selim, Üçüncü Ahmed, Birinci Mahmud, Birinci Abdülhamid, İkinci Mahmud dönemlerinde devam eden ıslahat hareketleri, Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla (1839) birlikte yeni bir safhaya girdi.

1856 Islahat Fermanı, meşrutiyet yönetimine doğru gittiğimizin ilanıydı. Tıpkı Birinci Meşrutiyet (1876) ve İkinci Meşrutiyet’in (1908) Cumhuriyet’in habercisi olduğu gibi.

VATAN VE HÜRRİYET ŞAİRİ NAMIK KEMAL

Tanzimat’la birlikte kötü gidişe nasıl dur denileceğine dair pek çok fikir ortaya atılmaya başlandı. Bu döneme damgasını vuran isim Namık Kemal (1840-1888) oldu. Türk milliyetçiliği davasının ilham kaynağı olan bu gazeteci, yazar ve şair Türk aydını, vatanseverlik, hürriyet ve milliyet kavramlarının hissiyat planındaki ruh kökünü temsil etti.

“Vatan ve Hürriyet Şairi” olarak anılan, Cumhuriyet’imizin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “hislerimin babası” dediği bu büyük fikir ve aksiyon adamı, yine Atatürk’ün “fikirlerimin babası” diye ilan ettiği Ziya Gökalp’i ve daha pek çok Osmanlı aydınını derinden etkiledi.

AKÇURA’NIN ÜÇ TARZ-I SİYASET YAKLAŞIMI

Osmanlı’nın son döneminde üç kurtuluş reçetesi çarpışıyordu: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.

Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin ana mesajını oluşturan bu üç fikirden Osmanlıcılık, 1800’lerin başından anavatandan kopmaya başlayan Balkan toprakları ve Arap âlemindeki kıpırdanmalar nedeniyle inandırıcılığını hızla kaybetti.

İslamcılık fikriyatı ise 1700’lerin ortalarından itibaren Arap Yarımadası’yla yakından ilgilenen İngiltere’nin beşinci kol faaliyetleri sonunda “adı var kendi yok” bir hale geldi. Epeyce bir süre iç isyanları bastırmak için kullanılan, en son İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatırken halkın desteğini almak amacıyla açtığı Hilafet Sancağı (Sancak-ı Şerif) artık sembolik bir anlam taşıyordu.

Geriye bir tek, Osmanlı’nın asli unsuru olan ve cihan devletinin kan deposu durumunda bulunan Türk milletini etrafında toparlayacak Türkçülük fikri kalmıştı.

Türk Derneği’nin, Akçura’nın önderliğinde 1905 yılında kurulmasıyla birlikte “Türkçülük” sadece fikri planda değil teşkilatlı olarak da adını duyurmaya başladı.

TÜRK OCAKLARI VE TÜRK YURDU DERGİSİ

1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti ve dergisiyle birlikte Türkçü fikirler revaç bulmaya başlasa da bu konudaki asıl hamle Türk Ocaklarının 15 Mart 1912’de kurulmasıydı. Bu tarihten sonra Türkçülük ve Turancılık fikirleri el ele birlikte yükseldiler.

Bu yükselişte, 1889’da gizli bir teşkilat olarak kurulan; 1896’dan itibaren Paris, Cenevre, İstanbul, Kahire, Beyrut, Hama, Humus, Şam, Girit, Limni, Rodos, Selânik, Trablus (Suriye) ve Trablusgarp’ın yanı sıra yanı sıra Anadolu’nun dört bir yanındaki şubeleriyle büyük bir güç haline gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hazırladığı altyapının etkisi büyüktü.

1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet sonrasındaki hükümetler üzerinde hâkimiyet kuran İttihatçılar, Türkçü fikirlerin yanı sıra Osmanlıcılık ve İslâm Birliği idealini de savunuyor, Osmanlı’nın içinde bulunduğu dar boğazı aşması için çabalıyorlardı. 1913’te fırkaya dönüşen cemiyet siyasi hayatı domine ederken, Türk Ocakları da kültür sahasında hamle üstüne hamle yeniliyordu.

Türk Ocakları ve Türk Yurdu Dergisi etrafında kümelenen Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Halide Edip (Adıvar), Mehmed Fuad (Köprülü), Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi aydınlar Türkü ve Turancı fikirlerin yayılmasında öncü rolü üstlenmişlerdi.

TURAN İDEALİ UĞRUNDA BİR ŞEHİT: ENVER PAŞA

Enver Paşa’nın 1915’teki Sarıkamış Harekâtı’nın başarısızlıkla sonuçlanması, kardeşi Nuri (Killigil) Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Azerbaycan ve Dağıstan’ı Rus işgalinden kurtardığı halde Mondros Mütarekesi nedeniyle Osmanlı kuvvetlerinin buradan çekilmek zorunda kalması Turancılık yolundaki en trajik adımlar oldu.

Bu iki büyük teşebbüsün başarısızlığına rağmen ülküsünden vazgeçmeyerek Turan idealini canlandırmak üzere Türkistan’a giden Enver Paşa’nın Çeğen tepesinde şehit düşmesi, Kür Şad’ın yaktığı bağımsızlık meşalesini andırıyordu.

Anadolu’daki İttihatçılar ise Milli Mücadele için bir kez daha kelleyi koltuğa almışlardı. Kuvayı Milliye ruhunun merkezinde yer alan muharrik güç Türlük duygusuydu.

Milli Mücadelenin ardından bilhassa Ziya Gökalp’in gayretleriyle hız kesmeden yükselişine devam etti Türkçü yaklaşımlar. Gökalp’ın çerçevesini çizdiği fikirler Türk Ocakları şubelerinin gayretleriyle yurdun dört bir yanına ulaştırıldı.

Gökalp için “fikirlerimin babası” tabirini kullanan Atatürk, siyasi bir Turan birliğine taraftar olmasa da Türkiye dışındaki Türklerle kültürel anlamda ilgilenmeye devam etti.

ATATÜRK VE TÜRK DÜNYASI

1926 Bakü Türkoloji Kongresi’ni yakından takip eden, alfabe birliğiyle Türk dünyasının kaynaşmasına yönelik niyet ve inancını ortaya koyan Atatürk’ün TBMM’de yaptığı bir konuşmada kurduğu şu cümleler, onun Türk dünyasına bakışını ortaya koyuyordu:

“Türk milleti, Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türk Eli’ derler. Türk yurdu daha çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse, Türk’e yurtluk etmemiş kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatler eski ve hususiyle yeni tarih vesikalarıyla malûmdur.”

“Türkiye dışında kalmış olan Türklerin kültür meseleleriyle yakından ilgilenilmelidir” cümlesini kuran liderin vefatından sonra kurulan hükümetler, özellikle 1940’lı yıllarla birlikte Türkçülük düşüncesine karşı hasmane bir tutum içerisine girdiler. Turancılık fikrini savunanları baskı altına aldılar, yargıladılar, tutukladılar.

Bu sıkıntılı günlerde Türkçülük ve Turancılık fikrini ayağa kaldıran isim, tunç bir heykeli andıran duruşuyla Hüseyin Nihal Atsız oldu.

20. ASRIN KÜRŞAD’I: HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

Tam bir karakter abidesi olan Hüseyin Nihal Atsız’ın ömrü boyunca verdiği mücadele ve kaleme aldığı eserler ahenkli bir bütün oluşturur.

Düşündüğünü en kestirme ve en net şekilde ifade eden bu büyük şahsiyet, çıkarları uğruna zikzak çizen fikir münafıklarından değildir. Neye inanıyorsa öyle yaşamış ve öyle yaşanmasını öğütlemiştir.

Romanlarındaki kahramanlar, fikir yazılarındaki kesin ve keskin hükümler, şiirlerindeki coşku, O’nun sarsılmaz karakterinin çarpıcı birer yansımasıdır.

Eserlerinde portresini çizdiği kahramanlar misali yaşayan bu fikir ve aksiyon adamı, dünyanın en büyük kahramanı olarak nitelendirdiği Kür Şad’ın 20. Yüzyılda ete kemiğe bürünmüş hali gibidir.

“TÜRKLÜĞÜN RUHUNU TEMSİL EDEN ADAM”

Ahmet Bican Ercilasun’a göre “Türklüğün ruhunu temsil eden” Atsız, tıpkı hamur mayalar gibi Türk milletine Türkçülük ülküsünü aşılamıştır. (Ahmet Bican Ercilasun, “Ruh Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Düşmanına bile “O’nu bir kaşık suda boğarım, fakat davasından kirpik ucu kadar taviz vermediği için de takdir ederim” dedirtecek kadar abidevi bir hayat yaşamıştır. (Sakin Öner, Nihal Atsız, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s. 70-72)

Necmeddin Hacıeminoğlu’na göre O’nun en önemli özelliği, “şahsiyetinin tam bir bütünlük arz etmesiydi. Ruh, kafa ve fikir yapısında herhangi bir boşluk, eksiklik yahut çelişki yoktu.” (“Bir Yiğit Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Altan Deliorman’ın “Türkçülük tarihinin Ziya Gökalp’ten sonra ikinci büyük şahsiyeti” olarak gördüğü Atsız, Fethi Tevetoğlu’nun nazarında bir mefkûre kahramanıdır:

“Hayatta tanıdığım, sayıları üçü – beşi geçmeyen en cesur, en mert, en dürüst, asla yalan söylemez, yüksek ahlaklı karakter adamlarından biri, hatta birincisidir. Türklüğe adanmış “Çile Destanı” hayatıyla Türk nesillerine örnek olacak bir mefkûre kahramanıdır.” (Yeni Orkun, Ekim-Kasım 1989, Sayı: 19)

ATSIZ’IN ÜLKÜSÜ

Atsız’ın fikirlerinin merkezinde ülküleri vardır. Orkun Dergisinin 17 Kasım 1950’de yayınlanan 7’nci sayısında “milli ülkü” konusunu ele alan Atsız,ülküyü, “bir milletin motor gücü” olarak kabul eder ve ülküsüz bir milletin, gayesiz bir yığından ibaret olacağını ifade eder.

“Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister

Büyük devlet kurmak için büyük kan ister”

Diyen Atsız, büyük devlet olabilmenin şartının, peşinden gidilen ülkü için mücadele vermek ve gerektiğinde kanını seve seve akıtabilmek olduğunun altını çizer.

Tarihi “milletler mücadelesinden” ibaret gören ve milletleri canlı birer organizmaya benzeten Atsız’a göre, bu mücadele sırasında zayıflar ezilip azalır ve hatta kimi durumlarda tamamen ortadan kalkarken güçlüler çoğalır ve ayakta kalır.

Milletler mücadelesindeki muharrik gücün “milli ülküler” olduğunu belirten Atsız, milletlerin bilinçaltında bulunan “yayılıp hâkim olma” içgüdüsünün ülkücü büyük adamlar tarafından sistemli hale getirildiğini söyler.

Mevcut sınırları korumak ve zengin olmak düşüncesinin hiçbir zaman ülkü olamayacağına; ülkülerin kanla, fedakârlıkla, kahramanlıkla beslendiğine dikkat çeken Atsız, büyümek istemeyen bir milletin küçülmeye mahkûm olduğunun altını çizer. (Orkun, 17 Kasım 1950, Sayı: 7)

TÜRKÇÜLERİN SAHİP OLMASI GEREKEN VASIFLAR

Türkçülük ülküsünü, “Turan coğrafyasına (Büyük Türkeli’ne) hâkim olan Türklerin diğer bütün milletlerden ileri ve üstün olması” şeklinde tarif eden Atsız, Türkçülerin sahip olmaları gereken vasıfları da şöyle sıralar:

“Türkçü, soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir.

Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir.

Türkçü, alçakgönüllü olmaya mecburdur.

Türkçü, yükselmek için değil, yükseltmek içindir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur.

Türkçüler, dayanışmalı, yaşamaya mecburdur. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.

Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur.

Türkçünün en büyük görevi Türklüğe hizmettir.

Kısacası, Türkçüler 20. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır.” (Türk Ülküsü, S. 37-38)

EN KUTLU HEDEF: TURANCILIK

“Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır” diyen Atsız, bütün Türkleri birleştirmek ülküsünün bütün Türkçülerin en önemli hakkı ve görevi olduğu düşüncesindedir.

Yeryüzündeki “bütün Türklerin birleşmesi ülküsünü” asil bir düşünce olarak nitelendiren büyük Türkçü, bu birliğin sadece kültürel alanda kurulması isteğinin boş ve yanlış olduğunu kanaatindedir.

Kültür birliğinin ancak siyasi birlik sonunda doğacağına işaret eden Atsız, bunun gerekçesini şöyle izah eder:

“Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Batı Trakya Türkleri’yle, Kerkük Türkleri’yle neden bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve Kerkük. Öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 52)

“YURTTA SULH CİHANDA SULH YANLIŞ YORUMLANIYOR”

Bu çerçevede, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün yanlış yorumlandığını da belirten Atsız, konuyla ilgili şu tespitleri yapar:

“Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.

Aşırı ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtarılabilir. Fakat aşırı ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü gelince saldırmalarını asla önleyemez.

Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka milli istekler yani ülküler, milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır.

Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. (Türk Ülküsü, S. 123-125)

Atsız, Turan ülküsünü gerçekleştirmek için dış Türklerle ilgilenmeyi “emperyalizm” olarak görenlere de şu kısa ve net cevabı verir:

“Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir.” (Türk Ülküsü, S. 125-126)

TÜRK TARİHİNE BÜTÜNCÜL BAKIŞ

Türk tarihini bir bütün olarak gören, Cumhurbaşkanlığı forsundaki “16 Türk Devleti” yaklaşımını reddeden Atsız, Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin milli psikoloji üzerinde yıkıcı tesirler yapabileceğine dikkat çeker:

“Mazideki milli devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü milli devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Hâlbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir.” (Makaleler IV, S. 402-405)

Atsız, Türk tarihinin bölünmez bütünlüğü tezini şöyle temellendirir:

Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır.

Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz.

(…) Tarihi gerçek budur. İlkokuldan üniversiteye kadar tarihin böyle okutulması, böyle gösterilmesi lazımdır. Türklerin kafasında bir tarih birliği, tek devlet şuuru bulunmalıdır.” (Makaleler IV, S. 413)

OSMANLI HANEDANI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Türk tarihinin seyrini bu şekilde ortaya koyan Atsız, Osmanlı padişahlarına yönelik suçlamalara karşı, tıpkı Türkçülüğe yapılan eleştirilerde olduğu gibi sert bir üslup kullanır.

Osmanlı hanedanının yeryüzünde hiçbir hükümdar ailesine nasip olmayacak kadar uzun bir süre (600 yıl) iktidarda kalmasını Türklük adına bir övünç vesilesi olarak gören Atsız, hanedanı üyelerinin “vatan haini” olarak nitelendirilmesine büyük tepki gösterir. (Makaleler IV, S. 413)

Sultan İkinci Abdülhamid Han için “Gök Sultan” tanımlaması yapan Atsız, O’na yönelik eleştirilere tarihçi kimliğiyle cevap verir.

Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamlarının ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan imparatorluğu 33 yıl ayakta tutan İkinci Abdülhamid Han’ın, “katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak” olarak tanıtılmasını haksız bir suçlama olarak nitelendirir. (Türk Tarihinde Meseleler, S. 108)

İKİNCİ ABDÜLHAMİD’İN HAKKINI TESLİM ETMEK…

İkinci Abdülhamid’i tam manasıyla anlayabilmek için tahta çıktığı dönemi iyi bilmek gerektiğine dikkat çeken Atsız, o günler hakkında şu hatırlatmayı yapar:

“1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silahları ile, mesela mavzer tüfekleriyle silahlandırdı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkamlarla durduruldu. Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. (…) Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. (…)Balkanların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi, İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi. Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardır.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 110)

 

“MİLLİ BENLİĞİNİ KORUYAMAYAN YOK OLUR”

Birinci vasfı ülkücülüğü olan, Türklük ülküsünü savunan, Turanın gerçekleşmesini dileyen ve bu bağlamda Türk tarihini bir bütün halinde gören Atsız, milli benliğini koruyamayanların yok olacaklarına dikkat çeker.

“Millî benliğe inanmak, Türk milletinin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherine ve asaletlerine inanmak demektir” diyen Atsız, buna iman edenlerin, ülkenin ilmini ve tekniğini yükseltecek büyük başarılar için çalışacağını belirtir.

Milletine kabiliyetsizlik ve iptidailik izafe ederek çıktığı kabuğu beğenmeyip yabancıların reklâmını yapanları “soysuz dejenereler ve vatansızlar” olarak nitelendiren Atsız’a göre Türk milleti “ne fedakârlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiçbir milletten geri değil ve hatta ileridir.” (“Milli Benlik”, Atsız Mecmua, 1931, Sayı: 7.)

Türkçülüğü nazariye olmaktan kurtarıp hayata geçirmenin yolunun, “Türkiye’de Türk kültürünü hâkim kılmak, yabancı tesirleri silkip atmaktan” geçtiğini belirten Atsız, bunun için Türkçeye sahip çıkılması gerektiğinin altını çizer.

Türkçeye sokulmaya çalışılan yabancı kelimeleri kullanmamayı öğütleyen Atsız, “Yabancı kültüre ait olan şeyleri faydasız ve lüzumsuz yere kullanmak ancak bir ‘aşağılık duygusu’nun sonucu olabilir” tespitinde bulunur. (Orkun, “Türkçülere Birinci Teklif”, 20 Ekim 1950, Sayı: 3.)

KÖKÜ MAZİDE OLAN ATİ…

Milli kültür ve milli değerlerin önemini Yahya Kemal’in  “Kökü mâzide olan atiyim” sözüyle vurgulayan Atsız, bu dört kelimelik mısraın, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düstur olduğunu belirtir.

“Maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevî kanımızda, yani ruhumuzda olan istidatların, iyi ve kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.” diyen Atsız, maziyi küçük görmenin yanlış bir düşünce olduğunu belirtir. (Ötüken, “Milli Değerler ve Milli Ruh”, Yıl: 1972, Sayı: 92)

“TÜRKÇÜLÜĞÜN TEMELİ AHLAKTIR”

Diğer bütün özelliklerinin yanı sıra tam bir ahlak abidesi olan Atsız, Türkçü ideolojinin temeline de “sağlam ahlakı” yerleştirir.

Türk ahlakının “ferdiyete” değil, “şahsiyete” saygı gösterdiğine dikkat çeken Atsız, kadim çağlardaki Türk ahlakından şu çarpıcı misalleri gösterir:

“Milattan önceki yüzyıllarda Kunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. (…) Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar ki, verdikleri sözün yeter olduğunu yazarlar.

Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdani kanaatlerini hiç çekinmeden söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri hiç kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa uygularlardı.” (Atsız, Hüseyin Nihal-; “Türk Ahlakı”, Çınaraltı, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

Ahlakın bozulmasını soydaki bozulmaya bağlayan Atsız, Osmanlılar dönemindeki “devşirme” uygulamasına şu ifadelerle tepki gösterir:

“Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri, devşirmeler ise bunda pek usta oldukları için, II. Murad çağından sonra memleketin yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeye başlamış ve milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.” (Çınaraltı, “Türk Ahlakı”, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

“AHLAK OLMADAN HİÇBİR ŞEY OLMAZ”

“Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz” diyen Atsız, başta Ziya Gökalp olmak üzere, eski Türkçülerin hemen hepsindeki ortak meziyetin “kendinden öncekileri inkâr etmemek” erdemini göstermeleri olduğunu kaydeder. Bunun ahlaki bir mesele olduğunun altını çizen Atsız, şöyle devam eder:

“Her inanç ahlakla yürüyeceğine göre, Türkçülükte de sağlam bir ahlakın bulunması birinci şarttır. (…) En güzel fikri ve prensibi, en şahane ülküyü çürük bir çevreye sokun; hemen paçavraya döndüğünü, değersiz bir hal aldığını görürsünüz. Türkçülüğün de, mukadder olan tam zaferine rağmen, daha köklü olabilmesi için, Türkçülerin ahlakça yüksek insanlar olması lazımdır.” (Bozkurt, “Türkçülükte Ahlak”, 11 Haziran 1942, Sayı: 5.)

ATSIZ’IN BÜYÜK ADAMLARI

Büyük hedeflere ulaşmak için insanların kendi soyunu sevmesi, diline sahip çıkması, törelere saygı göstermesi, kendinden ziyade toplumunu düşünmesi, sağlam bir ahlaka sahip olması, teknik gelişmeleri yakından takip etmesi ve adalet ölçüleri içerisinde şuurlu bir demokrasiden yana olması gerektiğini belirten Atsız, “milli kahramanlar / büyük adamlar” konusuna büyük önem verir.

Tarihin kaydettiği hemen tüm başarıların milli kahramanlar eliyle gerçekleştirildiğini belirten Atsız, büyük adamlarda bulunması gereken vasıfları şöyle sıralar:

“1. Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki amiller cemiyetin yükselmesidir. Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.

2. Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan adamdır.

3. Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiçbir zaman büyük değildir.

4. Mevkii için milleti feda eden değil, bilakis gerektiği zaman millet uğruna mevkiini, hatta hayatını verebilen adam büyük adamdır.

5. Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.

6. Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.

7. Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.

8. Adam seçmesini, her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.

9. Büyük adam olmak için ailevi şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış, çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.

10. Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez.

11. Büyük adam sorumluluktan kaçmaz.” (Makaleler II, S. 15-16)

“TARİHTEKİ EN BÜYÜK KAHRAMAN KÜR ŞAD’DIR”

Dünya tarihinin en büyük kahramanı olarak Kür Şad’ı gören Atsız, bunun gerekçesini şöyle açıklar:

“Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır.

Kür Şad, Kağan sülalesindendi. Büyük kahramanlığı yaptıktan sora kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile.

40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın yapacağı işlerden değildir. (…) Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır.

Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç bir yerde çıkmamıştır.”  (Makaleler II, S. 15-20)

ATSIZ’IN NAZARINDA ZİYA GÖKALP

Atsız’ın büyük adamlar arasında zikrettiği bir başka şahsiyet Ziya Gökalp’tir.

Türkçülük fikrini ilk kez bir programa bağlayan kişi olan Gökalp’in en önemli eserinin “Türkçülüğün Esasları” olduğunu kaydeden Atsız, şöyle devam eder:

“Gökalp, Genç Kalemler dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle formülleştirmişti:

Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!

Türk’ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir.

Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Türklerin birleşmeleri lazımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.

Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.

Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu sonuca varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir!” (Makaleler II, S. 45-49)

Büyük adamların, ülkülerini gerçekleştirmek için müracaat ettikleri yöntem ve hayat tarzlarını eleştirenlere tepki gösteren Atsız, ülkücüleri ihtiyatsızlıkla suçlayanlara şu ironik tavsiyede bulunur: “Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 51)

ATSIZ’A DAİR SON SÖZ…

1927’den itibaren iktidar tarafından siyasallaştırılmaya çalışılan, 1931’de tasfiye edilen Türk Ocakları’nın yerine kurulan Halkevleri kadrosunun şekil verdiği müsamahasız tek parti döneminde Türkçülük Turancılık davasının öncü fikir ve aksiyon adamı olan Hüseyin Nihal Atsız’ın çileli hayatı ibret ve inanç levhalarıyla doludur.

1940’ların zorlu şartlarında “tarihçi, aydın, edip ve dava insanı” kimliğiyle Türkçülük davasını sırtlayan Hüseyin Nihal Atsız, Ziya Gökalp’ten devraldığı bayrağı kendinden sonraki nesillere teslim ederken ardında iftihar tablolarıyla dolu bir mazi bıraktı.

Hayatı, eserleri ve mücadelesi ahenkli bir bütün oluşturan bu büyük şahsiyet, fikirlerini sadece işinde ve sanatında değil, hayatının her anında uygulamaya koymak gibi nadir görülen bir meziyete sahipti.

Türk düşüncesine yaptığı önemli katkılar ve eğilip bükülmeyen karakteriyle gençlere örnek ve önder oldu. Roman, hikâye ve yazılarında işlediği bütüncül tarih anlayışıyla, Türk tarihinin devamlılığı tezini ilmi bir yaklaşımla ortaya koyarak çığır açtı.

Asla taviz vermeden sürdürdüğü büyük mücadelesiyle milliyetçi ve ülkücü gençlere rol model oldu. Tarihi romanlarında canlandırdığı savaşçı yiğitlerin yaşayan timsali gibi bir ömür sürdü. Roman karakterlerinin isimleri öylesine benimsendi ki, çocuklara isim olarak konuldu.

Görüşlerinden dolayı birçok kez takibata uğradı, mesleğini yapmaktan alıkonuldu, zindanlara atıldı ancak uzmanı olduğu tarih, O’nu her seferinde haklı çıkardı.

1960’lı yıllarda kaleme aldığı “bölücülüğe” dair tespitleri, gerekli tedbirler alınmadığı için, 1980’lerden itibaren başımıza bela oldu.

1930’lardan itibaren dile getirdiği, 1944’te uğruna yargılandığı Turan ideali ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kıskacındaki esir Türklerin bağımsızlığına olan inancı, 1991’den itibaren gerçeğe dönüştü.

Kırım Tatarları hâlâ örsle çekiç arasında dövülse de, Doğu Türkistan kan ağlamaya devam etse de, Suriye ve Irak Türkmenleri ateş çemberinin tam ortasında bulunsa da büyük Türk dünyası olarak geleceğe daha bir umutla bakıyorsak, Atsız’ın mücadelesi ve fedakârlığı sayesindedir.

Her konuya “Türk gözüyle, Türk’e göre, Türk için” bakabilme formülünü geliştiren, sağlam karakteri, ehliyetli bilim insanlığı ve engel tanımayan cesaretiyle bir adım öne çıkan Atsız’ın Türk gençliğine aşıladığı ruh, eminiz ki her geçen yıl daha da gelişecek, Dündar Taşer’in “Büyük Türkiye” ideali yakın bir gelecekte tecelli edecektir.

Atsız’ın ömrünü vakfettiği, “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” diyen Gaspıralı İsmail’in rüyasını gördüğü, 1970’li yıllarda nice Ülkücünün uğruna can verdiği, merhum Ebulfez Elçibey’in “Turan’ın yolu ‘Birleşmiş Azerbaycan’dan geçer” cümlesiyle hayalini kurduğu Turan ülküsüne olan inancımız Azerbaycan’daki son gelişmelerle daha da güçlendi.

Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ı vefatının 45’nci yıl dönümünde rahmet ve şükran duygularıyla anarken, Ermeni işgali altındaki Karabağ’ın yeniden Türk ili olması uğruna can veren şehitlerimize Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

]]>
http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/feed/ 2
HARF İNKILABI VE DİL DEVRİMİ ÜZERİNE… http://hayatitek.com/harf-inkilabi-ve-dil-devrimi/ Sun, 06 Dec 2020 18:17:33 +0000 http://hayatitek.com/?p=3651 HAYATİ TEK –

Atatürk İlke ve İnkılapları arasında bulunan Harf İnkılabı ve Dil Devrimi konularında bugüne kadar onlarca kitap, yüzlerce belki binlerce makale yayınlandı.

Konuyu neden-sonuç bağlantısı içerisinde teferruatlı bir şekilde incelemek zahmetine katlanmak istemeyenler için en kolay yol, 1928 yılını milat kabul edip bu inkılapların “Türkiye’yi nasıl çağdaş bir ülke yaptığını” yahut “Atatürk’ün çağdaşlaşma adı altında milletimizin geçmişle olan bağlarını nasıl kopardığını” biraz da köpürterek anlatmaktır.

Yıllarca şahit olduğumuz her iki tavrı sergileyenler maalesef meseleyi anlamayı değil, bu konu üzerinden siyasi güç ve popülizm devşirmeyi tercih ettiler, ediyorlar.

Elbette meseleyi olması gereken şekliyle ele alan çok değerli bilim insanlarımız var. Ancak onların bu hasbi gayretleri ve sözleri, siyasi güç ve popülizm peşinde koşanların ağız dalaşından yükselen “yaşasın!” yahut “kahrolsun!” feryatları arasında kaybolup gidiyor.

HARF İNKILABI NİÇİN YAPILDI?

Türk dili konusundaki çalışmalarıyla haklı bir şöhrete sahip olan, “hocaların hocası” unvanını fazlasıyla hak eden Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, “Harf İnkılâbının 70. Yıldönümü” dolayısıyla 26 Eylül 1998’de İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada Harf İnkılabı ve Dil Devrimi konularında önemli tespitlerde bulunur.

Korkmaz’a göre Harf İnkılabı şu amaçla yapılmıştır:

“Harf inkılâbı veya ‘yazı inkılâbı’ diye adlandırdığımız bu inkılâp, Arap alfabesi yerine Lâtin alfabesi temelindeki millî bir Türk alfabesini geçerli kılan bir değişimin ifadesidir. Bu inkılâp 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde, ulu Atatürk’ün Sarayburnu Parkı’ndan halka yaptığı bir konuşma ile müjdelenmiş ve bir iki ay içinde gerekli ön çalışmalar tamamlanarak 1 Kasım 1928 tarihinde, 1353 sayılı kanunla TBMM’nin onayından geçmiş ve yürürlüğe girmiştir.”

Arap yazısının Arap dilinin ihtiyaçlarından doğduğunu ve Türk dilinin özelliklerine aykırı olduğunu örnekleriyle açıklayan Prof. Dr. Korkmaz, değerlendirmelerine şöyle devam eder:

“Arap yazısının Türk dili açısından getirdiği bu yetersizlik, Tanzimat döneminden başlayarak sık sık Osmanlı imlâsını gündeme getirmiş ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmalar sonunda, zamanla iki farklı görüş su yüzüne çıkmıştır. Bunlardan biri Arap yazısı temelindeki Osmanlı imlâsının ıslahı görüşüdür. Ancak, bu görüşle ilgili denemeler olumlu bir sonuç vermemiştir. O hâlde, geriye kalan ikinci görüş, alfabe değişikliğidir.”

LATİN HARFLERİNE GEÇİŞ TARTIŞMALARI

Konuşmasında, milat olarak zikrettiği Tanzimat dönemine değinmeksizin Cumhuriyet yıllarına geçen Korkmaz, Latin alfabesine geçiş konusundaki ilk teşebbüslerin 1923 yılında başladığını söyler.

Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşen İzmir İktisat Kongresi’nde Lâtin harflerinin kabulü konusunda Ali Nazmi Bey tarafından sunulan önerinin kabul görmediğini belirten Korkmaz, en büyük tepkinin “Lâtin Harflerini Kabul Edemeyiz” başlıklı yazısı ile Kongre Başkanı Kâzım (Karabekir) Paşa’dan geldiğini bildirir.

Hüseyin Cahit Yalçın’ın aynı yöndeki önerisi de Atatürk tarafından “zamansız olduğu” gerekçesiyle reddedilir. Korkmaz’ın aktardığına göre Atatürk,  “bu isteksizliğinin sebebini daha sonraki yıllarda Falih Rıfkı Atay’a ‘Hüseyin Cahit bana vakitsiz bir iş yaptırmak istiyordu. Yazı inkılâbının daha zamanı gelmemişti.” diye açıklamıştır.

Meselenin TBMM müzakerelerinde de ele alındığını kaydeden Korkmaz, 1924-1928 yılları arasındaki sürede yazı ve dil inkılâbına öncülük eden bazı yenilikleri şöyle sıralar:

“3 Mart 1924’te öğretim birliği ile ilgili, Tevhid-i Tedrisat kanununun, 26 Aralık 1925’te İslâm takvimi yerine uluslararası takvimin ve saat ölçülerinin kabulü, 24 Mayıs 1928’de çıkarılan bir kanunla Arap harfli rakamlar yerine Lâtin esaslı uluslararası rakamların alınmış olması.”

DİL ENCÜMENİ GÖREVE BAŞLIYOR

Konunun ilgili çevrelerde yeterince tartışıldığına ve harf inkılabı için uygun zamanının geldiğine hükmeden Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla, birkaç ay evvel kurulmuş olan Dil Encümeni 26 Haziran 1928’den itibaren resmen çalışmalarına başlar. Korkmaz, Encümen’de görevlendirilen isimleri şöyle sıralar:

“Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre), Ragıp Hulûsi (Özdem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Emin (Erişirgil) ve İhsan (Sungu).”

Encümen’in titiz çalışması sonunda 29 harfli Türk alfabesinin hazırlandığını kaydeden Korkmaz, konuyla ilgili nihai görüşünü şöyle açıklar:

“Görülüyor ki, gerçekleştirilen dil inkılâbı ile dil ve kültür tarihimizin çetin bir dönüm noktası başarı ile aşılmıştır. Plânlı ve düzenli sosyal değişimin mükemmel bir örneği ortaya konmuştur. Tasarlanan daha sonraki inkılâpların hedeflerine ulaşabilmesi için de sağlam bir temel hazırlanmıştır. Getirdiği sonuçlar bakımından da eğitim ve kültür hayatımızda verimli gelişmeler sağlanmıştır.”

LATİN ALFABESİNE GEÇİŞ SÜRECİNİN TARİHİ GELİŞİMİ

Latin alfabesinin kabulüyle sonuçlanan sürecin kaynaklarını araştıran uzmanlar, bu konudaki ilk gayretlerin 17’nci yüzyıla kadar uzandığına dikkat çekiyorlar.

Yrd. Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli, Yeditepe Üniversitesi’nce 10-11 Kasım 2008 tarihleri arasında düzenlenen “80. Yılında Türk Harf İnkılabı Uluslararası Sempozyumu”nda sunduğu “Amerikan Basınında Türk Harf ve Dil Devrimi” başlıklı bildirisinde; Arap harflerinin Türk dilini yazmadaki yetersizliğine ilk dikkat çeken kişinin Kâtip Çelebi (1609-1657) olduğunu söyler. Osmanlı Devleti’ndeki Fransızlara Türkçe öğretmek amacıyla 1730 yılında Latin harfleri kullanılarak bir kitap basıldığını hatırlatan Değerli, şöyle devam eder:

“Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilan edilmesinin hemen ardından ‘Arap alfabesindeki yazım şeklinin düzeltilmesi’ gerektiğini savunan Mehmet Tahir Münif Paşa, Latin harflerinin kolayca okunup yazılmasındaki faydalara dikkat çekmekle birlikte dilimizdeki kelimeleri Arap yazısı ile ayrık yazmayı tercih etmiştir.”

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN “DİLDE SADELEŞME” ÇABASI

Sonraki dönemde Tanzimat Fermanı’nı ilan eden Mustafa Reşit Paşa tarafından kurulan, 1851-62 yılları arasında hizmet veren, Ahmet Cevdet Paşa’nın “Tarih-i Cevdet” eserinin yazılmasına vesile olan Encümen-i Daniş’in öncelikli işlerinden biri de “Türkçeye sade dille yazılmış ve tercüme edilmiş bilimsel eserler kazandırmak” olur.

Ayda bir kez toplanan ve her biri ayrı bir bilim dalında uzman 40 dâhili üyeden oluşan Encümen’in bir diğer önemli faaliyeti, “1863–1864 ders yılı kitaplarında Arap harflerinin harekeli (üstün, esre ve ötüreli) olarak” kullanılmasıdır.

1869 yılında İbrahim Şinâsi, 1884 yılında ise Ebuzziya Tevfik, Arap harflerini Türk diline uygun hale getirmek konusuna yoğunlaşırlar.

İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE DİL MESELESİ

İkinci Meşrutiyet’in 1908’de ilanıyla beraber ülkede birçok alanda başlatılan yenileşme hareketleri ve bu hareketlerin edebiyatta yapmış olduğu etkiler kapsamında Genç Kalemler dergisinin önem ve fonksiyonunu hatırlamak gerekir.

Nitekim Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının konuşma dilinden yola çıkarak yeni bir yazı dili meydana getirmek maksadıyla Genç Kalemler dergisinde başlattıkları Yeni Lisan Hareketi, Türkiye Türkçesinin başlangıcı kabul edilir.

Aynı dönemde “Arap harfleri mi, Latin harfleri mi?” tartışması başlar. Doktor Musullu Davut’un Meclis-i Mebusan’a sunduğu “Latin harflerinin kabulüne ilişkin bir tasarısı” kabul görmez. İstepan Karayan ve Binbaşı Hidayet İsmail’in aynı konudaki teklifleri de aynı akıbete uğrar.

1911’de İstanbul’da kurulan “Islah-ı Huruf Komisyonu”nun “Arap alfabesinin Türk diline uygun hale getirilmesi” yönündeki teklifini de bu cümleden saymak gerekir.

ENVER PAŞA’NIN ALFABE GİRİŞİMİ

Alfabe konusundaki en ciddi adım, Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce “Hurûf-ı Munfasıla”, “Ordu Elifbası”, “Hatt-ı Cedid”, “Hatt-ı Enveri”, “Enver Paşa Yazısı” ya da “Enveri” gibi adlarla anılan bir yazı geliştiren Enver Paşa tarafından atılır. Otuz beş ünsüz, on ünlü olmak üzere kırk beş harften oluşan bu yazının öğretilmesi için 1917 yılında “Elifbâ” adlı bir okuma kitabı hazırlayan Enver Paşa’nın girişimi, devam etmekte olan Birinci Dünya Savaşı nedeniyle olumlu sonuçlanmaz.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın aktardığına göre Atatürk, Enver Paşa’nın alfabe girişimiyle ilgili olarak 1918 yılında şu değerlendirmeyi yapar:

“Bu iş, iyi niyetle yapılmış olmasına rağmen, yarım yamalak ve zamansız yapılmıştır… Savaş zamanı, harflerle uğraşılacak zaman mıdır? Ne için? Haberleşmeyi kolaylaştırmak için mi? Bu sistem haberleşmeyi eski sisteme göre daha yavaş ve daha güç kılmıştır. Hızın önem kazandığı bir zamanda, işleri yavaşlatan ve insanların kafasını karıştıran bu atılımın avantajı nedir? Fakat madem bir işe başladınız, bari bunu doğru dürüst yapacak cesareti gösteriniz. (Ruşen Eşref Ünaydın, Hatıralar, Ankara 1956, S. 28-29)”

Atatürk’ün Enver Paşa’nın çabası hakkında 1928 yılında yaptığı değerlendirmeyi de Falih Rıfkı Atay’dan dinleyelim:

“Atatürk bana sordu: Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz? Bir on beş yıllık uzun ve bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklifim var, dedim. Teklif sahiplerine göre ilk devirlerde iki yazı birden öğretilecekti. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektepler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştü. Yüzüme baktı: Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi. Hayli radikal bir inkılapçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım. Çocuğum dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp bir iç buhran bir terslik oldu mu bizim yazı da Enver’in yazısına döner. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 479)”

İNÖNÜ, ENVER PAŞA’NIN TECRÜBESİNDEN DOLAYI HARF İNKILABINA KARŞI ÇIKIYOR

Harf inkılabına başlangıçta karşı çıkan İsmet (İnönü) Paşa’nın öne sürdüğü gerekçe de Enver Paşa’nın yaşadığı tecrübedir.

Atatürk’ün 1926’tan itibaren harf inkılabını ilan etmek için her an hazır olduğunu ancak kendisinin mukavemeti nedeniyle konunun iki sene kadar tehir edildiğini belirten İsmet İnönü, Bilgi Yayınevi tarafından basılan iki ciltlik “İsmet İnönü Hatıralar” adlı kitabında o günleri şöyle anlatır:

“Harf inkılabı, 1928’de ilan olundu. Atatürk, bir iki seneden beri bunu düşünüyordu. Vakit vakit bana açmıştı. Ben önce buna mukavemet ettim.

Başından beri benim söylediğim, ‘Enver Paşa harp ilan edilmeden böyle bir şeye teşebbüs etmişti; sonra muharebenin ilanı üzerine kaldırıldı. Tekrar eski hale döndük. Yine öyle olacak.’ Çünkü, bu tecrübeyi yakından biliyordum. Enver Paşa, yeni yazı şeklini emir olarak genelkurmaya verdiği zaman ben oradaydım. Yine o zaman da itiraz ettim. Bunu çıkaramazsınız, dedim. Nasıl yazıp, nasıl okuyacaklarını soruyordum. Onlar da yapacağız, edeceğiz, diyorlardı.

(…) Şimdi, ben bu macerayı biliyorum. Harf inkılabı ilan edilmeden iki sene evvel Atatürk’e söyledim:

‘Bu, kolay bir iş değildir. Sen, harp zamanı karargâhta çalıştın mı?’ dedim.

‘Hayır,’ dedi.

‘Ben bilirim, dedim. Bunu tecrübe ettim. Bütün devlet muamelatı, her şey bozulacak. Herkes iki yazı kullanacak. Kabul edildi diye kendisini mecbur hissederek yeni harfleri kullanacak, bir de asıl işidir, kıymetli işidir diye eski harfleri kullanacak. Başa çıkamayız. İyi düşün.’

Atatürk’e bunları söyledim ve benim ikazım cesaretini kırdı. Harf inkılabını iki sene sürükledi. Resmi beyanlarında, grupta, partide yaptığı konuşmalarda, yeni harfleri düşünüyoruz, diyordu. Fakat, başlayamıyordu.

Nihayet, harf inkılabını emrivaki halinde ilan etmeden önce kendisine şöyle dedim:

‘Bunu istiyorsunuz, yapacaksınız. Fakat, tatbik etmeyeceksiniz.’

‘Kim?’ dedi.

‘Siz,’ dedim. ‘Başta siz olmak üzere hiçbiriniz tatbik etmeyecekseniz. Büyük bir inkılap hareketi yapacağız. Bir inkılap yapıldığı zaman, bunu tatbik etme mevkiinde bulunanların kararlarındaki inanç, ciddiyet ve sebat hakkında hiçbir şüphe olmamalı. Evvela biz, bunun birinci derecede tatbikçisi olmalıyız. Riayet etmeliyiz.’

Atatürk, söz verdi:

‘Tatbik edeceğiz, ben başta olmak üzere hepimiz tatbik edeceğiz’ dedi.

Harf inkılabı oldu. Herkes bilir ki, ondan sonra, ben eski yazıyı kullanmış değilim. (S. 221-222)”

İNÖNÜ: “KÜLTÜR HAYATININ KÖTÜRÜM OLACAĞINDAN ENDİŞELİYDİM”

İnönü, inkılaptan sonra ortaya çıkan tabloyu da şu ifadelerle dile getirir:

Yeni harfleri öğrenmek için mektepler açıldı. Atatürk, her yeri dolaştı.

Tahmin olunmaz bir şahsi gayret göstererek yeni harfleri memlekete mal etmeye çalıştı. Ama yaşlı bir adamın alıştığı harfleri bırakıp yeni harfleri öğrenmesi kolay olmuyor. Bu gibi kimselere bunu öğrenin demek de güç bir şey. Bunca zaman önce, çocuklukta öğrendiğim ilk harflerin şurası burası benzemez, yine de söker, okurum. Sonradan öğrenilen bir harfle bunu sökmeye imkân yoktur. Hiç eski yazı bilmeyen insanların yazılarını ben okuyamıyorum. Hâlbuki eski yazılardan okuyamayacağım yazı yoktur. En aciz adamın en karışık yazdığını mutlaka söker, çıkarırdım.

Bütün bu anlattığım güçlükleri düşünerek, bilhassa yetişmiş insanların yazı ile münasebetlerinin bozulacağından ve cemiyette kültür hayatının kötürüm olacağından endişeliydim, iki harf kullanacağız ve yeni yazıyla tek harfli bir cemiyet hayatına geçiş için son derece uzun bir intikal devri olacak. Bu endişeyi duyuyordum. ‘Yapamazsınız; siz yapmayacaksınız, başkası hiç yapmaz’ derken, bana işin aslından gelen bir endişe havası hâkimdi.

Esas olarak harf inkılabının taraftarıyım. Başlangıçta gösterdiğim mukavemet, anlattığım sebeplere dayanıyordu ve Atatürk benim bu mukavemetimi samimi olarak karşılıyordu. Kendisi; bir emrivaki yaparak bu inkılabı kabul ettiririm, İsmet Paşanın söylediği doğru, ben de uyarım, hep beraber çalışmalıyız, çalışırız, olur biter diye düşünüyordu. Onda böyle samimi bir kanaat vardı. (S. 222-223)”

“HARF İNKILABI KÜLTÜR DEĞİŞMESİNİ KOLAYLAŞTIRDI”

Latin harflerine geçişin en önemli gerekçesi olarak genellikle “Araf harflerine dayalı Osmanlı Türk alfabesini öğrenmenin zorluğu” gösterilir. İnönü bu konuda farklı düşünmektedir:

Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşayı tahrik eden sebeptir. Ama harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında, yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler.

(…) Anadolu’da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk beyi olarak devlet başına geçmişler ve milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi milli kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur.

Şimdi, bütün sapmalara rağmen, yazıyı yeni harflerle öğrenmiş olanlar eski harflere dönemezler. Kuran kursuna gidenler için de böyledir. (s. 223)”

ATATÜRK’ÜN “DOĞRU ZAMAN”I

Alfabe değişikliği konusuyla Suriye’de bulunduğu 1905-1907 yılları arasında meşgul olmaya başlayan Atatürk’ün, Latin alfabesine geçilmesi gerektiği yönündeki düşüncesini 1919 yılında Erzurum’da bulunduğu sırada Mazhar Müfit (Kansu) Bey ile paylaştığını da bu bilgilere ilave edelim.

17’nci yüzyıldan itibaren Osmanlı aydınlarının gündemine giren, Tanzimat’tan sonra yoğun bir şekilde tartışılmaya devam eden dil meseleleriyle yakından ilgilenen Atatürk’ün “doğru zaman” olarak gördüğü 1928’den iki yıl önce yaşanan önemli bir gelişmeye kısaca bakmakta yarar var.

1926 BAKÜ TÜRKOLOJİ KONGRESİ

26 Şubat – 6 Mart 1926 tarihleri arasında Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi’nde Türkiye’yi Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü temsil eder. Rus Türkolog Vasili Vasilyeviç (Wilhelm) Radloff ve İsmail Gaspıralı şerefine toplanan ve “Türk toplulukları için ortak bir Latin alfabesine geçilmesi kararı alınan” kurultayı yakından takip eden Atatürk, bu konuda ilk adımı atan liderden biri olur.

Ümit Özgür Demirci, kongrenin Türkiye’nin 1 Kasım 1928’de Latin alfabesine geçişi üzerindeki etkisini, Türk Yurdu Dergisinin Temmuz 2001 tarihli 287’inci sayısında yer alan makalesinde, Prof. Dr. Bilal N. Şimşir’i kaynak göstererek şu cümlelerle açıklar:

“Türkiye Cumhuriyetinin Latin alfabesine geçmesinin nedenleri; Arap alfabesinin Türkçenin fonetiğine uygun olmaması, matbuattaki zorluklar, Arap alfabesi ile okuma yazmanın zorluğu ve 1926 yılında 1. Bakü Kongresi’nde alınan tüm Türkler için Latin alfabesine geçme kararıdır. Türk devletleri ile kültürel bağı koparmamak düşüncesinde olan Atatürk, bu sebeplerden dolayı Latin alfabesine geçmiştir.”

BAKÜ KONGRESİ’NİN ÖNCESİ VE SONRASI

Dr. Fahri Kılıç’ın Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nin Güz 2019 nüshasında yayınlanan “Azerbaycan’ın Latin Alfabesine Geçişinin Türkiye’deki Alfabe Tartışmalarına Etkisi” başlıklı makalesinden öğrendiğimize göre, 1926 Bakü Türkoloji Kongresi sırasında ve sonrasında önemli gelişmeler yaşanır.

Kongre’de görüşülen “Latin esaslı yeni Türk alfabesinin SSCB Türk bölgelerinde benimsenmesi” teklifi 7 olumsuz, 6 kararsız, 101 olumlu oyla kabul edilir. Kongreyi hararetle destekleyen SSCB, Türk bölgelerinde yeni alfabeye geçme sürecini tek merkezden yürütmek üzere “Yeni Türk Alfabesi Tüm Sovyetler Birliği Merkez Komitesi” kurulmasına destek verir ve bu iş için bütçe tahsis eder.

Kılıç’ın aktardığına göre; “Komite, ‘Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi (Yanalif)’ adıyla yeni bir alfabe hazırlayıp yayımlamış, bu alfabe, Sovyetlerde yaşayan bütün Türk halklarının ortak alfabesi olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Merkez Komitenin Azerbaycan başta olmak üzere Özbekistan, Kırgızistan, Başkurdistan, Türkmenistan, Tataristan, Kuzey Kafkasya, Transkafkasya ve Yakutistan’da şubeleri açılmıştır. Rus hükümeti tarafından Merkez Komiteye 600 rublelik bir maddi yardım ve Türk bölgelerinde Latin alfabesini benimsetmesi için tam yetki verilmiştir.”

LATİN ESASLI BİRLEŞTİRİLMİŞ YENİ TÜRK ELİFBASI

Merkez Komite’nin 1927 yılında yaptığı çalışmalar sonunda “Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası” adıyla 33 Latin harfinden oluşan bir alfabe hazırlanır.

Bu alfabenin Azerbaycan başta olmak üzere Yakut Türkleri, Hakas Türkleri, Şor Türkleri, Tuva Türkleri, Altay Türkleri, Kırım Türkleri, Nogay Türkleri, Kumuk Türkeri, Karaçay-Balkar Türkleri, Karakalpak Türkleri, Kırgız ve Başkurt Türkleri, Özbek Türkleri, Kazak Türkleri tarafından kabul edilmesiyle Arap alfabesi terk edilir.

Karara ilk başta karşı çıkan Tataristan 1927 yılında aynı alfabeyi kullanmaya başlar.

STALİN’İN TÜRK DÜNYASI HESABI

Konu üzerine çalışanlar, SSCB’nin Türk dünyasının Latin alfabesine geçiş sürecine destek vermesini, “Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçişin dini çağrışımları bulunan Arap alfabesinden Kiril alfabesine geçişten daha kolay olacağı” düşünmesine bağlıyorlar.

Biz bu değerlendirmeye, “SSCB’nin bir taşla iki kuş vurma operasyonu” olarak da bakabiliriz. Arap alfabesinin terkiyle birlikte İslami kaynaklara ulaşma zorluğuyla karşılaşacak olan Türklerin, komünizmin “dinsizleştirme” politikasına daha kolay uyum sağlayacağını söylemeye bilmem gerek var mıdır?

Prof. Dr. Osman Turan’ın şu tespiti, bu ihtimalin en çarpıcı karinelerinden birini teşkil eder:

“Ruslar Orta Asya’da Türkistan adı ile birlikte Türk birliğini yıkmak için bu ülkeyi yalnız siyasi bakımdan dört cumhuriyete ayırmakla kalmadılar; aynı zamanda onların kültür, dil ve yazılarını bozmak; tarih, edebiyat ve mefkûrelerini kazımak suretiyle Asya Türklüğünü imha siyasetine yarım asırdan beri bütün şiddeti ile devem etmişlerdir. Türkiye ile mevcut manevi bağları yıkmak için de evvelce İslam yazısı yerine Latin alfabesini Türklere zorlamışlardı. Fakat Türkiye’de harf inkılabı yapılınca da aynı maksatla her cumhuriyet için Rus (Kiril) harflerinden ayrı ayrı alfabeler tertip ettiler.

Avrupalılaşma hevesine kapılan Türkiye dini ve milli kıymetleri tahripte garbı değil Rusya’yı taklit etmiş; fakat Bolşevikler Rus kültürü ve milliyetçiliğini dirilttikleri halde Türkiye bu sefer hem Avrupa’dan, hem Rusya’dan ayrı olarak, demokrasi devrinde bile milli benliğine dönememiş; Rusların kendi menfaatleri için Türkistan’da yaptıkları manevi tahribata Türkler kendi memleketlerinde devam etmişlerdir. (Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları, s. 274 ve 276)”

Türk dünyasının Kiril alfabesine geçiş hikâyesini gelin bir de Dr. Fahri Kılıç’tan dinleyelim:

“Stalin döneminde Latin alfabesinin yerine Türk topluluklarının Kiril alfabesine geçmesine karar verilmiştir. Merkezi Sovyet yönetiminin baskısı ile Türk toplulukları, 1938 yılından itibaren Latin esasına dayalı alfabelerini bırakarak Kiril alfabesini kabul etmeye başlamışlardır. İlk önce Altay, Şor, Kumuk, Kırım ve Nogaylar bu alfabeye geçmek zorunda kalmışlardır. Bir yıl sonra 1939’da Hakas, Tatar, 1940 yılında ise Özbek, Türkmen, Karaçay-Balkar, Kırgız Başkurt ve Kazaklar Kiril alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Bu zorunluluk nedeniyle Azerbaycan Bilimler Akademisi ve yazarlar birliği tarafından, Azeri Türkçesi için Kiril alfabesinin Latin alfabesinden daha uygun olduğuna dair bir karar alınmıştır. Bu kararın ardından da Azerbaycan Yüksek Sovyeti Halk Komiserliği, 1 Ocak 1940 tarihinden itibaren Azerbaycan’da Kiril alfabesine geçileceği kararının alındığını açıklamıştır.”

HARF İNKILABINA ÖZET BAKIŞ

Harf inkılabı konusunda buraya kadar yapılan tespitleri, 2008 yılında Başkent Üniversitesi ile Türk Dil Kurumu’nun ortaklaşa düzenlediği “I. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu”nda konuşan Doç. Dr. Fatma Açık’ın “XX. Asrın Başlarında Türk Dünyasında Yaşanan Alfabe Değişikliklerinin Sebepleri, Gelişimi ve Sonuçları” başlıklı bildirisinden yola çıkarak şöyle özetleyebiliriz:

“Türkiye’de Tanzimat döneminden yeni alfabenin kabulüne kadar geçen sürede yapılan dil tartışmalarını şu ana başlıklar etrafında toplamak mümkündür:

  • Orhun veya Uygur alfabesinin kabulü
  • Ermeni harflerinin kabulü (Macid Paşa)
  • Yeni modern bir alfabe yaratma (İsmail Şükrü Bey)
  • Latin harflerine geçiş (Falih Rıfkı, Hamdullah Suphi vb.)
  • Arap harflerinin devamı (iki farklı görüş var; aynen kalmasını isteyenler ve ıslah edilmesini isteyenler).

Tüm bu fikirler içerisinde özellikle Arap harflerinin devamı yolunda fikir bildirenlerin önerileri şöyledir:

  • Ahmet Cevdet Paşa: Arap harflerini işaretlendirmeli,
  • Şinasi: Bazı harfler atılmalı,
  • Ahmet Mithat Efendi: Harf sayısı arttırılmalı,
  • Hoca Tahsin Efendi: Soldan sağa doğru yazılmalı,
  • Ali Kenan Kufi: Yazı stili değişmeli,
  • Servet-i Fünuncular: Hareke yerine vokalleri karşılayan harfler konulmalı.

Ayrıca;

  • 1908’den sonraki tartışmalar Huruf-ı Munfasıla fikri etrafında odaklanmıştır. Alfabe ıslahına yönelik çalışmalar amacıyla Milaslı İsmail Hakkı Bey’in öncülüğünde 1911’de kurulan “Islah-ı Huruf Cemiyeti”, “Yeni Yazı” adlı bir de gazete çıkarmıştır.
  • Ziya Gökalp’in de aralarında bulunduğu bir grup Türkçü aydın, Latin harflerine geçişi savunanlara; Arap harflerinden vazgeçilmesinin Müslümanlar arasındaki bağları zayıflatacağı düşüncesiyle karşı çıkmıştır. Onlara göre Arap alfabesi, Türk lehçeleri arasındaki fonetik farkları da gizleyebilmesinden dolayı dil birliğini sağlayıcı önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
  • Zeki Velidi (Togan) uzun vadede bir “kültür buhranı”na yol açabileceğini düşündüğü alfabe değişimine karşı çıkmıştır.
  • Cumhuriyet döneminde Latin alfabesine geçişle ilgili ilk öneri 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde, işçi delegelerinden Ali Nazmi tarafından verilmiştir ve büyük tepki çekmiştir.
  • TBMM’ne tartışmaları taşıyan İzmir milletvekili Şükrü Saraçoğlu olmuştur. 25 Şubat 1924’te Arap harflerinin Türk dilini yazmaya müsait olmadığını vurgulamıştır.
  • Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan kararlar ve Atatürk’ün bu konudaki kararlı tutumu sonucunda; Meclis tarafından oluşturulan Dil Encümeni’ni Latin esasında bir alfabenin ortak ve edebi dilimizin dayandığı İstanbul Türkçesine uygulanabileceğine karar vermiş ve bu amaçla yeni bir harf sistemi meydana getirmiştir.
  • Türkiye’de linguistik bir problem olarak ortaya atılan alfabe meselesinin siyasî ve sosyal boyutu göz ardı edilmiş ve 28 Ağustos 1928’de Latin alfabesi temelindeki Türk alfabesi kabul edilmiştir. 1353 sayılı kanun, 3 Kasım 1928’de Resmi Gazete’de yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir.”

DİL DEVRİMİNİN ESBAB-I MUCİBESİ

1839 Tanzimat Fermanı’ndan itibaren gündemde olan ve 1 Kasım 1928’de çıkarılan kanunla resmileşen Latin alfabesine geçiş konusu ve 17’nci yüzyıldan itibaren Osmanlı aydınları tarafından zaman zaman dile getirilen dilde sadeleşme meselesi, 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu ve 12 Temmuz 1932’de de Türk Dil Kurumunun kurulmasıyla farklı bir çehreye bürünür.

Dil Devrimi kapsamında “öz Türkçe” ve “dilde özleşme” adı altında “kelime ve kültür soykırımı” olarak nitelendirilebilecek olan bir sürece girilir.

Bu süreç, tam da Doç. Dr. Fatma Açık’ın “alfabe meselesinin siyasî ve sosyal boyutu göz ardı edilmiş” cümlesiyle kastettiği konudur.

Aynı tecrübe Sovyetler Birliği’nde de denenir. Bu konuda hazırlanan rapor, “böyle bir adımın Rusçaya neler yapabileceğini” gören Stalin tarafından derhal sumen altı edilir; bilahare Türk topluluklarına uygulanır.

SSCB’NİN “ÖZ DİL” TEŞEBBÜSÜ VE ÇARK ETME SEBEBİ

Gelin bu tecrübenin hikâyesini öğrenmek üzere Nihad Sami Banarlı’nın “Türkçenin Sırları” kitabına müracaat edelim.

“Sovyet Rusya’nın kurulduğu yıllarda, zamanın en büyük İlimler Akademisi olmasına çalışılan Şura Cumhuriyetleri İlimler Akademisi’ne bir vazife verilmişti. Buna göre, akademi, Rusçayı ‘öz Rusça’ haline getirmek için ne yapmak gerektiğini araştıracak, neticeyi bir rapor halinde Rus hükümetine verecekti.

Bu rapor, çok ciddi araştırmalardan sonra, yine çok ciddi şekilde hazırlandı. Raporda hülasa olarak şu neticeye varılıyordu:

‘Rusçayı öz Rusça yapmak mümkündür. Ancak bunun için Rusçada kullanılan kelimelerin yüzde yetmiş beşini terk etmek ve yerlerine yeni kelimeler bulmak gerekir.’

Bu rapor Rusça için derhal hasıraltı edildi. Fakat aynı rapor, Moskova’nın dış siyasetine yaman bir ışık tutmuş oldu.

Mademki bir dili ‘öz dil’ yapmaya çalışmak, o dile bu derece yaşayan kelime kaybettiriyor, şu halde bu sistemi mesela Türkiye Türkçesi’ne tatbike çalışalım, denildi.

Neticeyi biliyorsunuz. (S. 224-225)”

“KENDİ GÜZEL DİLİNİ ZİYAN EDEN TEK ÜLKE TÜRKİYE’DİR”

Banarlı’nın “biliyorsunuz” dediği neticenin nasıl meydana çıktığını ve nelere sebep olduğunu öğrenmek için yine kendisine kulak verelim.

“Kendi güzel dilini, özleştireceğiz diye yıkmaya çalışanların eline bırakarak her bakımdan ziyan eden tek ülke, Türkiye’dir.

Bir vatan coğrafyasında asırlarca işlendikten sonra, güzelliğinin şahikasına varmış bir dile böyle bir kasıt karşısında kayıtsız kalanların bolluğu da yine Türkiye’dedir. Bir zümrenin, millet dilini yıkmak için harekete geçip, resmi ve hususi nice teşkilatı bu cinayetin emrine vermesi gibi görülmemiş bir dalalet de yine yurdumuzda görülüyor!

Hemen söyleyelim ki, tarih, böyle bir sapıklığı, bir daha ve hiçbir yerde görmeyecektir. Çünkü dilini yıkan bir millet nasıl bir içtimai anemiye tutulur; nasıl birbirine düşman insanlar ve kütleler haline gelerek bölüm bölük bölünür? Bunun misali Türkiye’de çok açık görülmüştür.

Başkaları, böyle bir illetten, artık, koleradan, taundan daha şiddetle korkacaklardır.

Bunun ilk örneği, Yunanistan’da görülmüştür.

Yunanistan’da da baş gösteren bir uydurma Yunanca hastalığı, mektep kitaplarına kadar girmiş fakat bu kitaplar bugünkü milli Yunan Hükümeti tarafından, büyük şehirlerin meydanlarına toplanarak yakılmıştır.

Bunun belki en büyük sebebi, Yunanistan’ın önünde bir Türkiye misali bulunmasıdır. (S. 269-270)”

İNÖNÜ’NÜN “ÖZ TÜRKÇE” İSYANI

Banarlı’nın bu denli tehlikeli bulduğu hatta “sapıklık” olarak nitelendirdiği “öz Türkçecilik” gayreti o raddeye varır ki, yapılan işten hiç de hoşnut kalmayan dönemin Başvekili İsmet İnönü kime yakınacağını bilemez hale gelir.

“Şu sözleri, aynen Yahya Kemal’den dinlemiştim:

– Başvekil, Mareşal Fevzi Çakmak’a gidiyor:

– Paşa! Paşa! Konuşamaz olduk. Söyle de bu sevdadan vazgeçsin!

Diye şikâyet ediyordu (Söyle dediği Atatürk’tü). Beni gördüğü zaman:

– Yahya Kemal Bey! Yahya Kemal Bey! Siz Türkçenin büyük şairisiniz fakat, hangi dille, kime şiir yazacaksınız? Söyleyin de… diyordu. Fuad Köprülü’yü gördüğü zamanlarda ise:

– Fuad Bey! Fuad Bey! Siz Türk dilinin en büyük âlimisiniz. Hani? İlminiz nerde? Türkçe elden gidiyor, bir söz söylemiyorsunuz!

Demeği nakarat haline getirmişti. (s. 254)”

ATATÜRK’ÜN “ÖZ TÜRKÇE” İTİRAFI

Gidişatın iyi olmadığını görmekte gecikmeyen Atatürk, bu konudaki pişmanlığını Falih Rıfkı Atay’la paylaşır.

“Türkçeyi ne kadar özleştirebiliriz? Her yabancı kelimenin bir öz Türkçe karşılığı bulunacağını iddia eden dilciler ne dereceye kadar haklıdırlar? Atatürk bunu denemeye karar verdi. Şimdi hiçbirimizin manasını bilmediğimiz ‘baysal utku’ onun resmi bir nutkunda kullanılmıştır. Bir gün beni yanına çekip:

– Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola döneceğiz, demişti.

Özleşme denemesi de orada durdu idi. (Dünya, 3 Ocak 1954).”

Atatürk “tabii yola” nasıl dönecekti?

Banarlı’nın bu konudaki kanaati şöyledir:

Atatürk, her yaptığını milletin iyiliği için yaptığına inanırdı. Dil İnkılabı’ndaki tutumu da böyleydi: Önce ‘dilimizi ne ölçüde özleştirebiliriz?’ diye bir tecrübede bulunmuş, sonra, bunun iyi netice vermediğini görünce, ‘özleştirmeden’ vazgeçmişti. Arkasından, güzel ve ‘tabii Türkçeyi’ alaylı dil âlimleriyle bozguncuların elinden kurtarmak için de bütün gücüyle Güneş Dil Teorisi’ne sarılmıştı.

Bu teori, Türkçeleşmiş her kelimenin Türkçe olduğunu ispat yolunda kullanılıyordu. Böylelikle 1935 sonralarında, ilk bakışta biraz fantastik gibi görünen fakat vazifesi ‘Türkçeyi korumak ve kurtarmak’ olan yeni bir güneş doğmaya başlamıştı.

Daha sonra Türk Dili Belleten’lerine ‘güneş kursu’nun resmi konmuş ve zamanın Dil Kurumu azası, aldıkları emir üzerine Türkçeye Arapçadan, Farsçadan hatta Fransızcadan geçmiş kelimelerin Türkçe olduklarını harıl harıl ispata koyulmuşlardı.(S. 102)”

ATATÜRK’ÜN SON SÖZLERİ

Atatürk’ün hayatının son dört yılının “Türkçeyi kendi tabii yoluna getirmek” çabasıyla geçtiğini belirten Banarlı’nın bu konudaki son tespiti şöyledir:

“Yaptığı inkılabın alaylı âlimlerin veya bozguncuların oyununa geldiğini çok iyi anlayan Atatürk, şimdi bütün gücünü Türkçeyi bu oyundan kurtarmaya sarf ediyor ve bu işi de milletin uydurmacaya inandırılmak istenmiş ruhunu zedelemeyecek, yeni bir incelikle yapıyordu. Atatürk’ün dünyaya göz yumarken son sözünün ‘dil’ olması da milletine Türkçeyi korumak ve kurtarmak için bulunan son yolda devam manasında, aziz işaretiydi. (S. 103)”

YAHYA KEMAL, ATATÜK’ÜN DAVETİNİ NİÇİN KABUL ETMEDİ?

Atatürk’ün öz Türkçe konusunda pişmanlığını anlatan bir diğer sahne, Yahya Kemal’in de bulunduğu bir sofrada yaşanır.

Bu sahneye geçmeden önce belirtmekte yarar var. Atatürk Yahya Kemal’i Dil İnkılabı’nda çalışmak üzere davet eder, bu talebi kabul edemeyeceğini nazikçe belirten büyük şair, daveti ileten kişiye şu ricada bulunur:

“Lütfen Paşa Hazretleri’ne arz ediniz, dedi, benim yaşayan Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok, yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehimle baş başa kalmak istiyorum. Beni affetsinler.”

Dilde özleştirme konusunda “tabii yola” dönüldüğü günlerde yine bir meclis toplayan Atatürk, yakınına oturttuğu Yahya Kemal’den şiirlerinden birini okumasını rica eder.

Sonraki gelişmeleri Banarlı’nın aktardığı şekliyle takip edelim:

“Bunun sebebini hemen sezen Yahya Kemal, o mecliste Ses gibi, Açık Deniz gibi yeni şiirleriyle birkaç gazelini okudu. Şiirleri büyük bir zevkle dinleyen Atatürk, meclistekilere:

– Beyler! İşte hakiki ve güzel Türkçe budur!

Dedi ve aynı büyüklükle devam etti:

– Yahya Kemal Bey! Hatırlıyor musunuz? Sizi dil çalışmalarına davet ettiğim zaman, bana: ‘Benim dilde ilmim değil, sadece vehmim vardır, müsaade edin, ben bu vehimle baş başa kalayım, demiştiniz. Şimdi hep birlikte anlıyoruz ki dil davasında siz haklı çıktınız.

Yahya Kemal, derhal, o kendine mahsus ve o büyük vücuttan beklenmeyecek bir incelikle doğruldu, eğildi, ceketini düğmeledi ve:

– Paşam! Dedi. Size karşı haklı çıkmak, çok tehlikeli değil mi?

Mustafa Kemal Paşa, bu sözdeki ‘nükte’yi ve bu sözdeki ince vehmi, tabii çok iyi anlamıştı:

– Hayır, asla! Diye çok samimi konuştu. Çünkü bu aynı zamanda bizim millete ve tarihe karşı haklı çıkmamız demektir, sizin o zamanki vehminiz, bizi bugün mesut ediyor.

Sonra yanındakilere döndü:

– Görüyorsunuz ya, Beyler, dedi, Yahya Kemal Bey’in vehmi sizin ilminizi mağlup etti! (S. 104-105)”

HARF İNKILABININ MAKÛS TALİHİ

“İnkılaplar, onları yapan ‘büyük insan’ların elinden çıkıp da ‘küçük insan’ların ellerine düşünce bütün tılsımları kaybeder. Türk Dil İnkılabı’nın da acıklı macerası böyledir.” diyen Banarlı, “Türkçe’nin Sırları” kitabının son bölümünde yer alan “Dil İnkılabından 28 Yıl Sonra” başlıklı uzunca değerlendirmesinde konuyla ilgili önemli tespitlerine devam eder.

“Nice yıllardan beri herkes biliyor ki Türkiye’de dil işleri tam bir çıkmaz içindedir. Milli kültürün can damarı olan dil, memleketimizde ya çeşitli politikalara alet edilerek; ya inat, menfaat ve cehaletin kurbanı olarak; yahut da, korkarız ki, kasden yıkılmaktadır. (s. 277)”

Asırlarca, Türk dilini, Türk vatanı gibi, yabancı emellere karşı canla başla koruyan Türk milletinin, aynı dili bu sefer içinden yıkmak isteyenlere karşı artık çaresiz kaldığını belirten Banarlı, 1932 ile 1960 arasında geçen 28 yılın hiç de azımsanmayacak kayıp bir süre olduğunu belirterek şöyle devam eder:

28 yıl, eğer herhangi bir milletin, metotlu ve sistemli, gerçek ilim adamları elinde bir zaman olsaydı, bizim dil davamız çoktan yoluna girmiş ve milletimiz ‘dil yapmak’ veya ‘yıkmakla’ uğraşacağı yerde, ‘dil vasıtasıyla büyük işler yapmaya’ başlamış, hatta bu yolda ilerlemiş olurdu. (s. 277-278)”

TÜRK MİLLETİNİN DİL MELESESİNDEKİ UMUDU NİÇİN KIRILDI?

Türk halkının dil hareketlerine itimadının sarsıldığını hatta tamamen tükendiğini gizlemeye lüzum bulunmadığını kaydeden Banarlı, bunun gerekçelerini dört madde halinde şöyle açıklar:

“1- Dil tüccarlarımız, Atatürk’ün “öz Türkçe’yi tecrübe etmek isteği” üzerine derhal, kraldan fazla kral taraftarı bir hızla, dilde aşırı bir tasfiyeciliğe girişmiş, akla hayale gelmez çirkinlikte, meçhul kelimeler uydurmuş ve bu uydurma kelimelerle hazırlanan metinler bizzat Atatürk’ün hiddetine ve ıstırabına sebep olmuştur.

2- Yine Atatürk’ün, “Bir çıkmaza girmişizdir, dili bu halde bırakamayız. Tabii yola döneceğiz.” demesi üzerine, bu sefer aynı dil âlimleri(!) 180 derece tersine dönerek, ileride birer birer sayacağımız, Arap, Acem,  Frenk asıllı binlerce kelimenin, aslında Türkçe hatta öz Türkçe olduğunu ve dilimizden atılmalarına lüzum kalmadığını ileri sürmüş ve bu kelimelerin Türkçeliğini ispata başlamıştır.

3- Atatürk’ün, son vasiyeti “Türkçeyi özleştirme adıyla yapılan kelime katliamı”ndan kurtarmak ve tabii yola girmek olduğu halde, bu büyük adamın vefatı üzerine, aynı dilciler, Atatürk’ün gösterdiği bu “en doğru” yolu derhal terk etmişlerdir. Yukarıdan gelen, bu hedefe tamamen zıt bir emirle, tekrar dilde tasfiyeciliğe, özleştirmeciliğe ve “öz Türkçe” adı altında, yine zevksiz ve seviyesiz kelimeler uydurmaya hız vermişlerdir.

4- Tahsin Banguoğlu’nun Maarif Vekilliği zamanında, Dil Kurumu, tekrar tabii ve ilmi yola dönme anlayışına uymuş, hatta bu yolda ilk defa bir “ilim heyeti” kurmuş, fakat Demokrat Parti iktidarının, Dil Kurumu’nu kendi haline bırakması üzerine, yeniden “özleştirme” yoluna dönmüştür.

Görülüyor ki 28 yılda dört, hatta beş defa ve bazen birbirinin tamamıyla zıddı emirlere uyularak ve her şekilde aşırılığa gidilerek yapılan bu hareketler ortasında Türkçemiz, bir o yana, bir bu yana itilmiş ve dildeki bu tezatlar komedyası, halkımızın, dil hareketlerine karşı olanca itimadını sarsmış, tüketmiştir. (S. 278-279)”

MEDENİ GELİŞMEDE DİLİN ÖNEMİ

Milletlerin medeniyet yarışında kullanacakları ilk vasıtanın lisan olduğunu; çağdaş medeniyetlerle eşit ve zengin lisanı olmayan hiçbir milletin, medeniyetler dünyasında söz sahibi olamayacağını belirten Banarlı bu tezinin dayanağını şöyle açıklar:

“Medeniyetleri anlamak, lisanla; ilimleri, fikirleri, sanatları ve her şeyi anlamak, ancak zengin bir lisanla mümkündür. Bunun içindir ki, bütün medeni şahlanışlar tarihin her çağında ve coğrafyanın her yerinde ancak lisanları zengin milletler tarafından yapılmış ve yapılmaktadır.

Bu hakikat bu derece meydanda iken ve dünya milletleri, gerek dil zenginliği, gerek dillerde ses güzelliği bakımından tam bir yarışa girerek, bu yollarda büyük adımlar atarlarken, Türk milletinin, lisanını zenginleştirme yerine fakirleştirme yoluna sapması, kasıt veya cehaletten başka hiçbir sebeple izah olunamaz: Türkiye’de dilciler, bu facianın mesulüdürler. (S. 281-282)”

YUNUS’TAN YAHYA KEMAL’E TÜRKÇE’NİN GÜCÜ

Türkçe’nin bir halk ve edebiyat dili olarak sanıldığı kadar fakir olmadığını kaydeden Banarlı’nın şu tespiti de dikkate şayandır:

“Bir dilin daha Yunus Emre asrında, Şark’ın engin bir felsefesini nasıl kudretle terennüm ettiğini bilmeyen Türk aydını yoktur. Daha sonraki asırlarda, devirlerine göre, birer Türkçeci ve halkçı olan Fuzûli’lerin, Nedim’lerin birçok mısralarında Türkçe, Yirminci Asır Türkçesini müjdeleyen hammaddelerle doludur.

Asrımızda büyük misal olarak, Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirini söyleyen bir dil, ‘fakir lisan’ olamaz. (S. 296)”

Türkçenin bilhassa mecazlar ve cinaslar bakımından zengin bir dil olduğunu örnekleriyle ortaya koyan Banarlı, yalnız Fuzûli’nin şiirlerinde Türkçe “düşmek” kelimesinin elliye yakın manada kullanıldığına dikkat çeker.

Benzer durumda bulunan onlarca kelime misali getiren Banarlı, Türk milletinin farklı dillerden ithal ettiği “Türkçeleşmiş” kelimeleri benimsemesinde bir sakınca görmediğini “imparatorluk dili” yaklaşımıyla ortaya koyar.

İMPARATORLUK DİLİ TÜRKÇE

Banarlı’nın “imparatorluk dilleri” konusundaki tespitleri, “Türkçeleşmiş” kelimeler konusunu daha ayrıntılı ve sağlam bir şekilde anlamamızı sağlar.

Bu konudaki değerlendirmelerine “Milletlerin dilleri üzerinde söz sahibi olacakların; dili, milletten ve milli maziden ayrı bir varlık gibi görmeleri gaflettir” ikazıyla başlayan Banarlı şöyle devam eder:

“Türkçeyi sevmek ve anlatmak için,  önce, Türk milletini sevmek; milletimizin bir tarih boyunca emek verip yarattığı her milli eseri sevmek ve anlamak lazımdır. (S. 28)”

Tarih ve kaderin yalnız milletlere değil milli dillere de karakter vereceğini belirten Banarlı; “dillerin fonetik gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit veya ‘sentetik diller’ oluşlarına ve daha başka dil kanunlarına” göre incelenebileceğini; bununla birlikte dillerin, milletlerin tarihi maceralarına göre bizzat tarih eliyle yapılan bir sınıflandırmasının bulunduğunu söyler.

Bu kapsamda bazı dillerin kültür ve edebiyat dili olarak başka dillere boyun eğdiğini, hatta zamanla başka bir dil haline geldiğini hatırlatan Banarlı, “başka dillerden faydalanmaya bile gücü yetmeyen” bu gibi kavim ve kabile dillerinin dar bir coğrafyada işlendiklerini söyler.

BANARLI’NIN “FETHEDİLMİŞ KELİMELER” YAKLAŞIMI

Bazı dillerin yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet ve hâkimiyet kurmuş büyük milletlerin dili olduğunu kaydeden Banarlı, “imparatorluk dili” olarak nitelendirdiği bu diller için şu değerlendirmeyi yapar:

“İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsul toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lazım olduğu kadar veya canları istediği kadar alabilirler.

Bir taraftan kendi kültür, sanat ve iktidarlarını bu ülkelere yayar; dünyanın dört bucağında kendi hükümlerinin geçtiğini görüp kendi dillerinin konuşulduğunu duymanın; kendi bayraklarının dalgalandığını görmenin hazzını, gururunu tadarlar.

Öte yandan, aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre ‘millileştirerek’ kendi kelimeleri yaparlar.

Biz, bunlara öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi, ‘fethedilmiş kelimeler’ diyoruz. (S. 30)

Dünya tarihinde askeri ve idari imparatorluk ile birlikte dil ve kültür imparatorluğu da kurabilmiş pek az millet bulunduğu için “imparatorluk dili” vasfını kazanmış dillerin de sayılı olduğunun altını çizen Banarlı’ya göre bu vasfa haiz diller “Latince, Arapça, İngilizce ve Türkçe’dir. Bu dillerin hiçbiri özdil değildir. (S. 30)”

TÜRKÇE NASIL İMPARATORLUK DİLİ OLDU?

Latince, Arapça ve İngilizceyi “imparatorluk dili” kapsamında ayrı ayrı inceleyen Banarlı, Türkçenin nasıl “imparatorluk dili” haline geldiğini şöyle anlatır:

“Türk diline içeriden ve dışarıdan musallat olanların, gafletle veya kasıtla, görmek istemedikleri bir hakikat de budur ki, Türkçe, daha Orta Asya’daki kuruluş asırlarında bile, ‘özdil’ değil, bir ‘imparatorluk dili’ydi.

Bir dilin doğuşunda, karakterinde, ananesinde ve dehasında, başka dillerden derlenmiş kelimeleri millileştirme hayatı ve kudreti varsa, artık o dili özdil yapmaya kalkmak, dili kendi tabiatından ve dehasından uzaklaştırmaktır ki bunu ancak cehaletin ve dalaletin elleri yapar.

Türk milleti, Asya kıtasında başka milletleri, bir devlet ve iktidar olarak, idare vazifesini almıştı. Bu vazifeyi şiddetle benimsemiş ve bütün ömrünce yapmıştı.

Türk dilini anlamak için, yalnız bu noktaya dikkat etmek kâfidir. (s. 35)”

TÜRKÇEYİ ANLAMAK İÇİN KÂŞGARLI FORMÜLÜ

Türk milletinin kaderine bağlı olarak Türk dilinin aldığı çeşitli şekiller nedeniyle daha en başta “özdil” olmadığını savunan Banarlı, bu düşüncesini Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk adlı şaheserinden aktardığı şu cümleyle kuvvetlendirir:

“Gördüm ki yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Onlara Türk adını kendisi vermiş; onları yeryüzünün hakanı kılmış, ve cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış. (s. 35)”

Banarlı’ya göre, “Türkçeyi anlayış, Türk tarihine olduğu kadar, Türk diline de böyle cümlelerin ışığı altında bakabilmekle mümkündür. Türkçenin dar, mahdut ve küçük millet dili olduğunu sanmak ve sandırmak değil, ‘büyük millet dili’ olduğunu, böylece bilmek ve anlamak lazımdır. (…) Ömürlerini ‘nizam-ı âlem’e vakfeden Türkler, vardıkları her ülkede beğendikleri kelimeyi, ‘Türkçe’ yapmış, fakat kendileri saraylar, ulu mabetler, kütüphaneler, mekteplerle süslü, büyük şehirler kurup buralarda engin ilim yapmaya, felsefe yapmaya hatta büyük bir edebiyat yapmaya vakit bulamamışlardır. Bunun içindir ki eski Türklerin en büyük edebiyatı, asırlarca şifahi bir ‘destan edebiyatı’dır.

Aynı macera, daha ilk asırlardan başlayarak, Türkçeye bir ‘imparatorluk dili’ olma kaderi ve karakteri vermiştir. (S. 36).”

TÜRK DİLİNDE NİCE IRMAKLARIN SESİ YANKILANIR

Banarlı’ya göre Türk’ün at sırtında dolaştığı her coğrafyanın sesi, suyunu içtiği her ırmağın akışı, içini ferahlattığı her rüzgârın sadâsı, nice zaferlerin heybet ve hatırası “imparatorluk dili Türkçede” kendisine yer bulur.

“Türk dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan ‘gür’ ve ‘erkek sesli’ bir musikiyle gelmiştir. Bu sebepledir ki Türkiye Türkçesinde eski bozkır sesleri ve ‘İdil’ ırmağının akışının yükselen sesler vardır.

Fakat Türkiye Türkçesinde bu kadim sesler yanında ‘Nil’ nehrinin taşkınlığı da seslenir; ‘Dicle’nin, ‘Fırat’ın, ‘Tuna’nın, ‘Meriç’in ve Anadolu ırmaklarının akışları da…

Türkiye Türkçesinde ‘Karadeniz’ kıyılarının, poyraz rüzgârı kadar canlı, çevik ve çabuk sesleri de vardır; Adalardenizi sahillerinin lodos rüzgârı, zeybek musikisi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da…

Aynı dil ‘Tanrıdağı’ rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hatıra saklıyorsa, ‘Macaristan’ ovalarından, dünyaya Türk gücünü tanıtmak için ilerleyen Sultan Süleyman ordusunun hür davullarından da o kadar heybet ve hatıralarıyla yüklüdür. (s. 39)

Arabistan çöllerinin uzun, İran yaylalarının uzatılan sesleri; İtalyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan levendlerin ve bu zafer ve macera ufuklarından getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesinde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde bir musiki saltanatı halinde mevcuttur.

Böyle bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir örmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az, onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük gaflettir

Çünkü, milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de tarihi vardır. (s. 40)”

“HER DİL İMPARATORLUK DİLİ OLAMAZ”

Türkçenin gücünü göstermek amacıyla Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinden bölümler sunan Banarlı, “Her dil, imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz. (S. 42)” tespitini yaptıktan sonra, Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa, aynı millet tarafından fethedilmiş kelimelerin de öylece Türk kelimesi olacağını ifade eder.

Vatan kutsiyetinin kelimeler için de geçerli olduğunu güçlü bir belagatle dile getiren Banarlı’nın şu sözlerine hak vermemek mümkün değildir?

“Asırlarca Türk’ün malı olmuş, Türk sesiyle ve Türk sanatıyla işlenmiş; ev, aile, köy Türkçesine, aşk ve iman Türkçesine girmiş; Türk’ün heyecanına işlenip vicdanına yerleşmiş ve Türk olmuş kelimeler de, verilemez.

Bunlar, bizim zafer ve şeref hatıralarımızdır.

Bunlar, bir takım aşağılık duyguları içinde çürüyenlerin değil, bizim büyüklük devirlerimizin ve yukarılık duygularımızın zafer abideleridir.

Bizimdirler ve bizim kalacaklardır. (s. 43)”

“BİLİM, TEKNOLOJİ VE TEFEKKÜRÜN ANAHTARI DİLDİR”

Dil ile medeniyet arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çeken Banarlı, “bilim, teknoloji ve tefekkürün anahtarı” olarak gördüğü dilin bu yönü hakkında şu tespitleri yapar:

“Lisan, her ilmin, her fennin, her tefekkürün kapısını açan altın anahtardır. Ancak bu anahtara sahip olan milletlerdir ki, medeniyette hızlı ve hayırlı adımlar atabilirler. Türk milletinin çağdaş medeniyetlere yetişmesi, hayatı, saadeti, refahı ve yukarılık duygusunun devamı için hayati bir zarurettir. Bu böyle iken, milletimizi bir dil macerasına ve bir dil anemisine sürüklemek, bizi, hiçbir ilimde hiçbir fende söz sahibi olamayacak hale düşürmek demektir. (S. 293)”

“Öz Türkçe” gayretini asla şuurlu ve sistemli bir hareket olarak görmeyen Banarlı, girilen bu yanlış yolun milli kalkınmamızı da sekteye uğrattığını söyler.

“Dil meselemiz bir ayak takımı meselesi haline girdi ve Atatürk’ün ikaz ve irşatlarına rağmen bu yanlış yolda ısrar edildi. Neticede dilcilerimiz, bizim ‘milli kalkınmamıza’ adeta engel oldular. (S. 296)”

“MİLLİ KÜLTÜR VE VARLIĞIN EN KUVVETLİ DAYANAĞI TÜRKÇEDİR”

Tarihçi kimliğinin yanı sıra dil ve medeniyet konularına hayli kafa yoran, esaslı tespitleriyle yakın tarihimizi anlamamıza yardımcı olan, getirdiği önerileriyle yolumuzu aydınlatan Prof. Dr. Osman Turan, “Türkiye’de Manevi Buhran: Din ve Laiklik” adlı eserinde önemli konuların altını çizer.

“Milli kültür ve varlığın en kuvvetli dayanağı şüphesiz Türkçedir. (S. 167)” diyen Turan, Türkiye’nin 1932’den sonra girdiği dil felaketinin “ancak Bolşeviklerin Asya Türklüğüne karşı giriştikleri imha teşebbüsleriyle karşılaştırılabileceğini (S. 251)” belirtikten sonra son derece önemli bir ikazda bulunur:

“Hiçbir medeni memlekette, büyük mütefekkirler dışında, kimse bir kelimeyi değiştirmeye veya farklı bir manada kullanmaya cesaret edemez. (S. 257)”

“DİL DEVRİMİ TÜRKÇEYİ KISIRLAŞTIRDI”

Dil devrimi sırasında Türkçenin kısırlaştırıldığını, bu süreçte “yalnızca uydurmacaların değil öztürkçe kelimelerin de cepheye sevk edildiğini (S. 253)” kaydeden Turan, “yazı ve dil değişikliği” gayretlerinin “yeni nesli eski eserleri okuma imkânından mahrum” bırakmakla kalmayıp, “dini ve milli kültürün sükûtunu hazırladığını(S. 85)” söyler.

Orta öğretimde “ana dilini, üç beş asırlık tarihiyle öğretmeyen tek medeni memleketin Türkiye olduğunu (s. 257)” dile getiren Turan, “Yazı ve edebiyat dilini halkın seviyesine düşürmenin bizzat milli kültürü yıkmaktan başka bir netice vermeyeceğini (S. 253)” belirttikten sonra asıl hedefi belirler:

“Medeniyet ve milletlerin ideali münevveri halkın değil, mümkün mertebe, halkı münevverin seviyesine yaklaştırmaktır. (S. 253)”

“DİL DAVASI, TÜRK AYDINININ ÖNCELİKLİ MESELESİDİR”

“Yüksek bir kültür dili seviyesine yükselmekte olan Türkçenin, ilim ve mantıkla istihza eden bir zorlama ile bugünkü duruma düşürülmesi dil davasını, Türkiye için birinci mesele haline getirmiştir. (S. 16)” tespitini yapan Turan, Türk aydınlarının öncelikli meselesini şöyle tanımlar:

“Türkiye’de mevcut manevi meselelerimiz başında, hiç şüphesiz, dilimizin kurtarılması, onu bu hale sürükleyen parazitlerden temizlenmesi gelmektedir. Bütün ciddi mütefekkir ve münevverlerin bu milli cihada katılması gerekmektedir. (S. 257)”

Türk Ocakları Genel Başkanlarından Prof. Turan’ın dil ve medeniyet meselesi hakkındaki görüşlerini, onun, meselenin özüne işaret eden şu sorusuyla noktalayalım:

“Hudutlarımıza saldıranlarla harsımıza saldıranlar arasında ne fark vardır? (S. 269)”

EROL GÜNGÖR’ÜN “DİL VE MEDENİYET” YORUMU

Prof. Dr. Erol Güngör “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” adlı eserinde, Nihad Sami Banarlı ve Osman Turan’ın dikkat çektiği dil-tarih-medeniyet ilişkisine dair mühim tespitler yapar.

Bir memleketin fikir seviyesinin “iki-üç neslin hayatını da aşan çok uzun bir geleneğin eseri (S. 298)” olabileceğini kaydeden Güngör, bugünkü Batı düşüncesinin temellerinin en azından Galile’ye kadar götürebileceğini belirttikten sonra şöyle der:

“Ancak asırların bilgi ve tecrübesidir ki her yeni neslin kendisinden öncekilere nazaran daha ileri bir merhale kat etmelerini mümkün kılar. Her neslin kendi başına bütün bir kültürü yaratması gerekseydi, insan cemiyetlerini hayvan sürülerinden ayıran içtimai organizasyonun kurulmasına imkân kalmazdı. (S. 298)”

“TÜRKİYE ELLİ YIL GERİYE GİTTİ”

Batı düşüncesinin Türkiye’ye ciddi bir şekilde İkinci Meşrutiyet’le birlikte girmeye başladığı halde Türkiye’deki cari düşünce geleneğinin ancak otuz-kırk yıllık bir mazisi bulunduğunu hatırlatan Güngör, bu tezinin dayanaklarını şöyle açıklar:

“Cumhuriyet nesli kendisinden önceki düşünceye ister istemez yabancı kaldığı için her şeyi yeniden bulmak mecburiyetinde kalmış bu yüzden kırk yıllık bir gayretten sonra elli yıl önceki düşünce seviyemize ancak ulaşabilmiştir. Şimdi Türkiye’de yeni fikirleri temsil ettiklerini zanneden ideologlar, bugünkü ideoloji kavgalarının yarım asır önce daha da seviyeli ve haysiyetli bir şekilde yapılmış olduğunu bilmezler, onlar bilseler dahi genç nesiller bu eski satıcılarını teşhis edemeyecek kadar kültür geleneğine yabancı bulunmaktadırlar. Eğer o beğenmedikleri dedelerinin düşüncelerini öğrenselerdi, elli yıl sonra hâlâ siyasi ideoloji kavgalarıyla uğraşmanın bir bakıma gericilik olduğunu yani bizi yarım asır önceye götürdüğünü anlarlardı. (S. 299)”

“GÜNEŞ DİL TEORİSİ BÜYÜK BİR ZAMAN KAYBI OLDU”

Düşünce geleneğinin oluşumunda nesiller arasındaki ilişkilerin önemini vurgulayan Güngör, Türkiye’deki sıkıntının kaynağına şu ifadelerle işaret eder:

“Türk düşünce geleneğinin kesilmesini ve bundan doğan zararlı neticeleri başlıca iki sebebe bağlayabiliriz. Bunlardan birincisi Cumhuriyet devri içinde yetişen nesillerin Türk kültürünü anlayabilmek için gereken anahtarlardan mahrum kalmış olmasıdır. (…) İktidarın kendi mantığı içinde haklı bir tedbir olarak alfabenin değiştirilmesi ve yeni bir dil yaratılması, eski kültürün maziye gömülmesini temin etti. Böylelikle yeni yetişenler karşılarında fikir ve düşünce aleti olarak sadece Latin harfleriyle yazılmış kitapları ve babalarının bile anlamadığı bir dili buldular. Bu kısır düşünce atmosferini genişletmenin tek yolu kalıyordu. Doğrudan doğruya Batı kültürüyle temasa geçmek. Yerli kültürün çözülme halinde bulunduğu bir memlekette Batı medeniyetinden eklenen faydayı tam manasıyla sağlamak çok güç olmakla beraber, Türkiye bu imkânı da kullanamadı. En kıymetli yıllarımızı Batı medeniyetini ve kültürünü öğrenmek yerine, bu medeniyetin uzak geçmişte hep Türkler tarafından yaratıldıklarını ispat etmekle geçirdik. (S. 299-300)”

Ayrıca “Anadolu’nun bir Türk vatanı olduğunu göstermek için eski çağlarda burada yaşamış kaimleri de Türk saymanın lüzumu yoktu. Türk tarihi milletimize hamle gücü verebilecek her şeye sahip bulunurken, Hititlerden ve Sümerlerden medet ummanın ne manası vardı? (S. 300)”

“TÜRKİYE GERİ KALMIŞ DEĞİL, GERİYE GİDEN BİR MEMLEKETTİR”

Merhum Erol Güngör’ün Harf İnkılabı ve Dil Devrimi’nin doğurduğu vahim sonuçlar hakkındaki görüşlerini, onun şu tespitiyle noktalayalım:

“Türkiye geri kalmış bir memleket değil, fakat geriye giden bir memlekettir. İstediğimiz kadar ilerici olduğumuzu, 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de yepyeni ve ileri fikirlerin ortaya çıktığını iddia edelim. Bu iddialar belki birçoklarımızın gururunu okşar, ama hakikati değiştirmez. (…) Biz şu veya bu alfabenin savunmasını yapmıyoruz, sadece bilginin zararı olmadığını iddia ediyoruz. İsteyen Sovyetlerin Kiril alfabesini, isteyen Osmanlı alfabesini, isteyen Göktürk alfabesini kullansın, fakat alfabede keramet olmadığını, bütün meselenin hangi harflerle yazılmış oluşa olsun fikir eserlerini okuyabilmek olduğunu unutmasınlar. (S. 301)”

CEMİL MERİÇ: “KAMUSA UZANAN EL NAMUSA UZANMIŞTIR”

Dil ve medeniyet söz konusu olduğunda üstad Cemil Meriç’e kulak vermeden olmaz.

Kamusu “bir milletin hafızası” olarak gören Meriç’in nazarında “Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. (Bu Ülke, S. 88)”

Dil meselesini “namus” kadar önemseyen üstada göre “Öz Türkçe” gayretinin sonunda varılan nokta şu olmuştur:

“Bu ülkenin aydınları yıllarca tek hürriyet tanımışlar: Dillerini tahrip hürriyeti. Tefekkür yasaklanmış, irfana sadakat, vatan ihaneti sayılmıştır. Zekâları felce uğratan bir devrimdir bu. (Mağaradakiler, S. 270)”

Üstadın “devrim” dediği bittabi Dil Devrimidir.

“Dile saygının, düşünceye saygı” anlamına geleceğini, dilsiz bir toplumun düşünülemeyeceğini kaydeden üstadın bu konudaki tavsiyesi şöyledir:

“Önce dilimizi öğrenelim. Dava, olmak veya olmamak davası. (Kırk Ambar, S. 544)”

Üstad bu tavsiyesinde o kadar nettir ki, “Kendi edebiyatını, kendi düşünce tarihini tanımayana insan demek bile aşırı nezaket olur. (Kırk Ambar, S. 544)”

“ELLİ YILLIK MAZİYLE MEDENİYET OLMAZ”

1932-1935 yılları arasında uygulandıktan sonra Atatürk tarafından bizzat son verilen, ancak O’nun vefatından sonra yeniden başlatılarak 1980’e kadar devam ettirilen öz Türkçe ve kelime uydurma dönemini “Elli yıllık maziyle tefekkür de, medeniyet de olamaz. (Kırk Ambar, S. 544)” cümlesiyle mahkûm eden Cemil Meriç’in şu tespiti de aynı döneme işaret eder:

“İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım’ demeye başladı, ‘Asya bir cüzamlılar diyarıdır.’ (Bu Ülke, S. 98)”

MAZİSİNDEN UTANAN TÜRK AYDINININ DRAMI

“Sosyoloji Notları ve Konferanslar” adlı eserinde, Türk aydınının “Mazisinden, ihtişamından utanan ve Avrupalı dostları gücenmesinler diye hazinelerini gübre ile saklayan gafil bir çocuk (S. 253)” durumuna düştüğünü öne süren Meriç, aydınımızın asıl bedbahtlığının, “kendi kafasıyla düşünmek imkânlarından mahrum bırakılarak yozlaştırılması (s. 241)” olduğunu söyler.

“Millet intelijansyasıyla millettir. Kendisinden utanan bir intelijansya ne getirebilir? (s. 196)” diye soran üstad, “Türk aydınının dilini, dinini ve tarihini bilmek zorunda (s. 348)” olduğuna işaret eder. Bu çerçevede Tanzimat aydınının İslam’ı 20. Asır Türk aydınlarından çok daha iyi bildiğini, Namık Kemal’in Ernest Renan’a İslam’ı öğrettiğini hatırlattıktan sonra o dönem aydınlarıyla ilgili olarak şu tespiti yapar: “Hepsi medeniyetçi idiler, Batıcı değildiler, mefhumun kendisi de yoktu. (s. 348)”

“AVRUPALININ GÖZÜNDE OSMANLIYIZ; OSMANLI, YANİ İSLAM”

“Bu Ülke” eserinde Avrupa’nın Tanzimat’tan itibaren “Türk aydınındaki mukaddesi yani İslam’ı öldürmek (S. 176)” amacı güttüğünü belirten Meriç’e göre, “Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce. Türkçe konuşan birer Fransız’dık. Genç Batı’nın her nazına, her cilvesine katlanan ihtiyar birer âşık olduk. (S. 139)”

Tanzimat’tan 1980’lere kadar uzanan süreç içerisinde Türk düşünce tarihini “ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı (S. 141)” olarak nitelendiren Meriç, bu safhadan sonra artık ne yapılması gerektiğine dair şu tavsiyede bulunur:

“Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. (Mağaradakiler, s. 285)”

Aydınları irşat etmek…

Gerçekten müthiş bir ironi.

Üstadın şu tespiti ise tam bir trajedi:

“Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır. (Umrandan Uygarlığa, S. 9)”

Nedir bunun nedeni?

Üstadın cevabı çoktan hazır:

“Yirmi aydını toplasanız Meşrutiyet’in bir aydını yapmaz. Dilsiz ve dinsiz. Adeta beyni ve gönlü çıkarılmış bu sürünün. (Jurnal C. 1, S. 305)”

Oysa, “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. (Umrandan Uygarlığa, S. 9)”

TÜRKÇE SEVDALILARININ YÜKSELTTİĞİ BAYRAK: YAŞAYAN TÜRKÇE

“Yazarların Sultanı” Ahmet Kabaklı’nın 1979’da Tercüman gazetesinde başlattığı “Yaşayan Türkçe” hareketinin günümüzdeki en güçlü temsilcilerinden Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, 16 Nisan 2017 tarihli Yeniçağ’da yayınlanan “Türkçecilik” başlıklı makalesinde, “Yeni Lisan/Dilde Türkçülük” hareketinin 1911 yılında Genç Kalemler dergisinde Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp tarafından başlatıldığını kaydeder.

Seyfettin ve Gökalp’in “yazı dilini, İstanbul halkının konuştuğu dile yaklaştırmak” amacını güttüklerini belirten Ercilasun, edebiyat ve basın dilinde başarıya ulaşan bu hareketin resmi yazılar, kanun dili ve bilim terimlerinde aynı başarıyı yakalayamadığını söyler.

1932 yılında Türk Dil Kurumu’nu kurarak “dilde özleştirme” çalışmalarını başlatan Atatürk’ün, “günlük konuşma dili de dâhil olmak üzere yabancı kökenli bütün kelimelerin atılması ve yerlerine öz Türkçelerinin konulması” şeklinde uygulanan teşebbüsünü onaylamayan Ercilasun şöyle devam eder:

“Atatürk durumun farkına vardı. Güneş Dil Teorisi’ni çıkararak bundan vazgeçti. 1935 yılının güz aylarında bizzat kaleme alıp Ulus gazetesinde yayımladığı etimoloji yazılarında rab, sabah, hakikat, mühim gibi kelimelerin, Güneş Dil Teorisi’ne göre Türkçeden geldiğini ispat etmeye çalıştı.

Ancak Atatürk terimlerin Türkçeleştirilmesi işinden hiç vazgeçmedi. Bilindiği üzere birçok geometri terimini bizzat türetti.”

“TÜRETİLEN KELİMELERİN BİRÇOĞU DİL KURALLARINA AYKIRIYDI”

Atatürk’ten sonra “Öz Türkçe / Arı Türkçe” hareketine tekrar dönüldüğünü, halkımızın günlük hayatında kullandığı, şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize girmiş bulunan yaşayan kelimelerin yerine “öz Türkçe” olduğu ileri sürülen kelimelerin kullanılmasının istendiğini, üstelik bunun okullarda kurulan “Arı Dil Kolları” ve Türkiye Radyoları kullanılarak zorla yaptırıldığını kaydeden Ercilasun şöyle devam eder:

“Öz Türkçe/Arı Türkçe terimleri, bu hareketin millî bir hareket olduğunu düşündürebilir. Özellikle o günleri yaşamamış genç nesiller böyle zannedebilirler. Ancak millîlik, kelimelerin kökenleriyle değil, millî bağı mümkün olduğu kadar çok sağlamasıyla ölçülmelidir. Yeni kelimelerin çoğu (çoğu kelimesine dikkat!), yaşayan nesilde ve bir önceki nesilde yoktu; kasaba ve köylerimizde yaşayan halkta yoktu; Azerbaycan’da, Özbekistan’da, Tataristan’da yoktu. Buna karşılık atılmak istenen kelimeler hemen hepsinde vardı. Yani yaşayan ve daha önce yaşamış olan nesillerle, Anadolu’da ve Balkanlarda yaşayan insanlarımızla, Türk dünyasında yaşayan soydaşlarımızla bağlar kopuyordu.

Bu millî görünümlü, fakat millî olmayan, aynı zamanda ilmî de olmayan harekete karşı elbette milliyetçi aydınlar ve özellikle Türk diliyle uğraşan bazı bilim adamları mücadele bayrağını açtılar. Tercüman gazetesinde 19 Aralık 1979 tarihinde başlayan ‘Yaşayan Türkçe’ hareketi bu mücadelenin doruk noktasını teşkil eder.”

“YAŞAYAN TÜRÇECİLER HAKLI İDİLER”

Yaşayan Türkçecilerin getirdiği tekliflere de temas eden Ercilasun, değerlendirmelerini şu cümlelerle sonlandırır:

“Yaşayan Türkçeciler, Osmanlı dönemi yazı diline dönelim, demediler. Akıl, zevk, mümkün, sebep, millet, hukuk, ilim gibi kelimeler kökeni Türkçe olan kelimeler kadar bizimdir; bunlar halk şiirimizde vardır, atasözlerimizde vardır, dediler. Bunlara karşı türetilen kelimelerin birçoğunun da dil kurallarına aykırı olduğunu yazdılar.

Elbette bazı yanlışlar da yaptılar. Elbette aralarında birkaç Osmanlıcacı da vardı. Ancak işin esasında haklı idiler. 12 Eylül’den sonra ‘Arı Türkçe’ hareketi durdu. Mücadele de büyük ölçüde bitti. Fakat Türkçe meselesi bitmedi.”

SONUÇ

Baştan beri aktardığımız uzman görüşleri, alfabe değişikliği konusunun Atatürk dönemiyle sınırlı olmadığını, kökleri daha öncelere dayanmakla birlikte Tanzimat’tan sonra ciddi şekilde tartışıldığını gösteriyor.

Milletimizin binlerce yıllık hayatı boyunca hiçbir devlet müdahalesi olmaksızın, bir insanın soluk alıp verişi gibi doğal bir akış içerisinde devam ettirdiği bir meselenin Atatürk tarafından kanun yoluyla çözülmek istemesi, en bariz fark olarak göze çarpıyor.

Bu vadideki asıl sıkıntının, 1928’deki alfabe değişikliğinden ziyade 1932’den itibaren girilen “öz Türkçe/arı Türkçe” yolunda ortaya çıktığı anlaşılıyor.

Girilen yolun sonunun çıkmaz sokak olduğunu gören Atatürk’ün, üç yıllık tecrübenin ardından Güneş Dil Teorisi’ni ortaya attığını da yine uzmanların tespitlerinden öğreniyoruz.

Dil Devrimi konusundaki hatasını kabul ve itiraf etme erdemini gösteren Atatürk’ün bununla da yetinmediğini, 1935’ten sonraki demeç ve yazışmalarında “yaşayan kelimeleri” kullanmasından anlıyoruz.

Onun vefatından sonra “dilde tasfiyecilik ve özleştirme” gayretini eskisinden çok daha hararetle devam ettirenlerin, çoğu Türkçe kaidelerine uymayan “öz Türkçe(!)” kelimelerle milletimizi birleştirici değil ayrıştırıcı hamlelere kalkıştıklarını hayretle gözlemliyoruz.

Dil, kültür ve tarih sahasında faaliyet gösteren uzmanlara göre Dil Devrimi, başta düşünce hayatımız olmak üzere her alanda büyük tahribata yol açmış, büyük hamlelere hazırlanan milletimize en az yarım asır kaybettirmiştir.

***

Konu hakkında düşündükçe, üzerime çullanan karabasanların altında ezildiğimi hissediyorum.

Ve kendime soruyorum:

  • Tarihte nice imparatorluklar kuran, nice coğrafyaları ve toplumları yöneten bir milletin, asırlar boyunca emek verip “Türkçeleştirdiği” kelimelere kıymak hangi akla hizmettir?
  • Türkçe dışındaki kelimeleri atarak “daha Türk ve daha güçlü” olacağımızı sanmak nasıl bir zihniyetin ürünüdür?
  • Asya’nın ortasındaki Türkistan’dan çıkıp Avrupa ve Afrika ortalarına kadar ilerleyen, bu uzun ve meşakkatli yolculuğu sırasında nice kültürlerle haşır neşir olan bir milletin binlerce yıl içerisinde biriktirdiği kelimelerden birine kıymak; yemeğinden bir baharatı atmak, müziğinden bir nağmeyi silmek, mimari eserinden bir nakışı kazımak, dillere destan halısından paha biçilemez bir motifi koparıp almakla aynı anlama gelmez mi?

Eğer Dil Devriminin bir benzeri mutfağımızda, müziğimizde, halımızda hatta mimarimizde yapılsaydı, vahametin derecesini belki daha iyi idrak edebilirdik diye düşünüyorum.

Kim bilir, benzer his ve düşünceler 1930’lar Türkiye’sinde yaşayanlarda da bencileyin hafakanlara neden olmuştur. Keşke milletçe günlük tutma yahut hatırat yazma alışkanlığımız olsaydı da milletimizin o günlerde neler düşünüp hissettiğini daha iyi anlayabilseydik.

  • Hıyanet-i Vataniye Kanununu tatbik etmek üzere kurulan olağanüstü İstiklal Mahkemelerinden farksız bir mantıkla hareket eden Dil Encümeni’nin “vatan haini” ilan ettiği ulu kelimeleri ulu canlar misali bölük bölük idam sehpasına çıkardığını görenler acaba ne düşünmüşlerdi?
  • “Anafartalar Kahramanı”, “Payitaht Kurtaran Kahraman”, “Fahri Yaver-i Hazreti Şehriyari”, “Başkomutan”, “Milli Timsal”, “Kumandan-ı Besâlet”, “Gazi Paşa Hazretleri”, “Dahi-i Muazzam”, “Halaskar”, “Müncî-i Azam” sıfatlarıyla yücelttikleri Başöğretmenlerinin ağzından Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” sözünü işittiklerinde acaba ne hissetmişlerdi?

Atatürk bu cümleyi, 2 Eylül 1930 günü Sadri Maksudi Arsal’ın kitabına düştüğü şu notun sonuna iliştiriyor:

“Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.24, S.262.)”

10 Mayıs 1931 günü toplanan CHP 3. Kongresi’nde yaptığı konuşmada Türk dilinin bağımsız hüviyeti ile mükemmel ve medeni bir gayeye erişmesi için esaslı mesai de geçen devrede başlamıştır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.25, S.97)” diyerek yaklaşmakta olan Dil Devrimi’nin işaretlerini veren Atatürk’ün, “Arapça, Farsça kökenli kelimeleri birer düşman askeri gibi gördüğünü” düşünmek çok mu yersiz olur?

13 Ağustos 1923 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci dönemini açarken aşağıdaki cümleleri kuran bir liderin, “asırlardır kullanılmakta olan kelimelere” düşman muamelesi yapması mümkün müdür?

“Efendiler!

Mücadele seneleri teakup ettikçe genç ordumuz şehamet temelleri üzerinde mütemadiyen yükseldi. İrade-i millîyenin tevcih ettiği en mühim vezaifi, kahramanane ifa kudret ve haşmeti gösterdi. Ankara‘ya yürüyen mağrur Yunan ordusunu Sakarya Meydan Muharebesinde mağlûp ve ricate mecbur etti. Nihayet tekmil Yunanı Asya-yı Suğra Ordusu Afyon Karahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesinde tamamen boğdu ve bütün aksamiyle Anadolu topraklarına serdi, imha etti (Şiddetli alkışlar). Her safhası vatan için, ahfad-ı ensalimiz için şerefli hâdiselerle dolu büyük bir menkıbe-i celâdet teşkil eden Anadolu muharebelerinin heyecanbahş tafsilâtını lisan-ı tarihe terkediyorum.

Fakat Efendiler!

Millet; milletin ruh sanatı, musikisi, edebiyatı ve bütün bediiyatı bu kudsî cidalin ilâhî teranelerini müebbet bir vatan aşkının vecdleriyle daima terennüm etmelidir (alkışlar). (Söylev ve Demeçleri, S. 179)”

Daha bir yıl önce Yunan’ı denize nasıl döktüklerini bu lisanla anlatan Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın on yıl sonra “öz Türkçe” olmayan kelimelere savaş açmasını bilmem nasıl anlamalı?

17 Şubat 1931 günü “Türk demek ‘dil’ demektir. Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim; diyen insan, her şeyden önce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır.” cümlesini kuran Atatürk’ün, Türk’ün lisan gücüne güç katan “Türkçeleşmiş kelimelere” düşmanlık besleyebileceğine ihtimal vermek dahi istemiyorum.

Ancak 26 Eylül 1932 – 5 Ekim 1932 tarihleri arasında toplanan I. Türk Dili Kurultayı’nda seçilen Yönetim Kurulu’nun, Atatürk’ün başkanlığında yaptığı oturumdan sonra Dil Devrimi’nin amacını anlatan 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde yer alan şu ifade üzerinde düşünmeden edemiyorum:

“1-Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek. Türkçeyi çağdaş uygarlığın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek,

2-Bunun için, bugün yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış öğeleri atmak. Halkçı bir yönetimin istediği biçimde, halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri Öz Türkçe ulusal bir dil yaratmak.”

Bildirideki “halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak” ifadesinin altının kalınca çizilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum.

Çünkü Dil Devrimi’nin “halkı aydınlar seviyesine yükseltmekten” ziyade “aydınları halkın seviyesine indirmek” şeklinde hiç de beklenmedik sonuçlar doğurduğunu, bugün büyük bir üzüntüyle tarihe not düşmek durumundayız.

Böyle bir anlayışın ve böylesine yanlış bir tutumun mahsulü olan Dil Devrimi’nin hiç de verimli olmadığını çok geçmeden anlayan Atatürk’ün, girilen yolun çıkmaz sokak olduğunu gördüğünü, bunu Falih Rıfkı Atay’a itiraf ederek, “Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola döneceğiz.” dediğini, “Atatürkçü” yazarlarımızın kitap ve makalelerinde maalesef göremiyoruz.

Tam da bu noktada Prof. Dr. Osman Turan’ın şu sözünü hatırlamamız gerekiyor mu?

“Milli ve insani gayeler için tarihi hadiseler ne zorlanmalı ve ne de aykırı gözüken cepheleri meskût geçirilmelidir. (Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, s. 182)”

Prof. Dr. Erol Güngör’ün şu tespiti de aynı vadinin yamaçlarında yankılanmalı değil mi?

“Aydın, fikirlerini hiçbir zaman sevgilerinin ve nefretlerinin emrine veremez. Hiçbir insanın, hiçbir teorinin kusursuz olmayacağını peşinen hesap ettiği için, kendi tuttuğu tarafa olan sevgisinde olduğu gibi karşı tarafa olan aleyhtarlığında da hiçbir zaman aşırı harekete girişmez. ‘Yaşasın’ ve ‘Kahrolsun’ sloganları altında haykırmak, yumruk sıkmak, canhıraş feryatlarla nutuklar çekmek, etrafına adam toplamaya çalışmak,  hele hele tek doğruyu kendisinin temsil ettiğini söylemek aydına yakışan şeyler değildir. Tenkit etmekten korkmayan insan tasvip etmekten de korkmamalıdır. Yeter ki inandığı prensiplere ihanet etmesin. (Sosyal Meseleler ve Aydınlar, S. 374-375)”

Şu an okunmakta olan satırlarda yapmaya çalıştığımız, Osman Turan ve Erol Güngör’ün tavsiyelerine uyma çabasından ibarettir.

İdeolojik kaygılarla tarihi gerçekleri eğip bükmemeye, pek çok inkılabını tasvip ettiğimiz bir milli kahramanın hatalı kararlarını tenkitten kaçınmayarak, bugünün ve geleceğin Türkiye’si için doğru sonuçlara ulaşmaya gayret ediyoruz.

Konunun asıl sahiplerinin “dil uzmanları” olduğunu belirterek, bu alandaki çalışmalara ufak da olsa bir katkı sunabilmeyi umuyoruz.

Türkçeyi çağdaş uygarlığın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek” niyetiyle başlatılan, Atatürk’ün tam aksi kararına rağmen,  O’nun vefatının ardından hız verilen işlerin, dil ile medeniyet arasındaki ilişkiyi güçlendirmek şöyle dursun daha da zayıflattığını görüp hayıflanıyoruz.

***

Öte yandan “alfabe değişikliği ile çağdaş uygarlık arasında” olumlu yönde kuvvetli bir bağ kurmanın pek de gerçekçi bir yaklaşım olmadığı kanaatini taşıyoruz.

Türk milleti olarak kadim tarihimiz boyunca irili ufaklı birçok alfabe kullandık. Bunlar arasında öne çıkanlar; Göktürk, Soğd kökenli Uygur, Arap kökenli Türk, Kiril kökenli Türk, Latin kökenli Türk alfabeleridir.

Dünyanın en büyük imparatorluklarını kurarken bu alfabelerle okuyup yazıyorduk.

Avrupa’nın karanlığa gömüldüğü Ortaçağ’da biz, Latin alfabesi kullanmayan büyük bilim insanlarımızın buluşlarıyla dünyaya yön veriyor, büyük zaferler elde ediyorduk.

Harezmi (770-840), Farabi (870-950), İbni Sina (980-1037), Yusuf Has Hacib (1017-1077), Ali Kuşçu (1403-1474), Sabuncu Oğlu Şerefeddin (1386-1470), Akşemseddin (1389-1459), Uluğ Bey (1394-1449), Kadızade Rumi (1337-1430), Mimar Sinan (1489-1588), Takiyyüddin Er Raşit (1521-1585), Seydi Ali Reis (?-1562), Piri Reis (1465-1554), İsmail Gelenbevi (1730-1791), İbrahim Hakkı (1703-1780), Kambur Vesim (?-1761), Lagarî Hasan Çelebi (17. Yüzyıl), Hazerfen Ahmed Çelebi (17. Yüzyıl), Evliya Çelebi (1611-1682), Katip Çelebi (1609-1657) ve daha niceleri…

Hiçbiri, çalışmalarını yaparken yahut eserlerini yazarken Latin alfabesi kullanmadılar, lakin her biri dünya tarihinde silinmez izler bıraktılar.

Demek ki eksiğimiz, Arap esaslı Türk alfabesini kullanmak değil kaht-ı ricaldir; ülkenin liyakatsiz kadrolar eliyle yönetilmesidir.

***

Bütün bu gerçeklere rağmen; günümüzden 88 yıl önce alınmış bir kararla girişilen “öz Türkçe” felaketinin sosyal, kültürel ve ilmi bünyemizdeki tahribatına bakıp ye’se kapılacak değiliz.

Tarihin kaydettiği en köklü milletlerden biri olan Türkler “Ah!” çekip dövünmek yerine “titreyip” kendine dönmeyi, “Ya Allah!” deyip ayağa kalkmayı bilen millettir.

Tam da bu gerekçeyle, Cumhuriyet tarihimizin bu en tahripkâr adımında ısrar edenlerin peşine düşmekten ziyade “meseleyi nasıl çözeceğimize” odaklanmamızın daha doğru bir hareket tarzı olacağı kanaatindeyim.

Peki bu nasıl olacak?

Dil Devrimi konusu da dâhil olmak üzere pek çok meselemizin çözümü, dünyayı siyah ve beyazdan ibaret görme hastalığından bir an önce kurtulmamıza bağlıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945’ten SSCB’nin dağıldığı 1990’a kadar geçen yaklaşık yarım asırlık sürede yakamıza yapışan, “demir perde” ve “hür dünya” tanımlamalarında ete kemiğe bürünen “çift kutuplu” yahut “çift renkli” dünya yaklaşımının bedelini insanlık âlemi olarak çok ağır ödedik,  ödemeye devam ediyoruz.

Ülkemizin ödediği bedel diğerlerinden az değildir. 1968-1980 yılları arasında maruz kaldığımız “gençlik soykırımı”, ödediğimiz bedellerin hacmi ve tahrip gücü hakkında fikir vermeye tek başına yeterli değil midir?

  • İki renkli dünya algısı nedeniyle öylesine cemaatlere, topluluklara, ideolojik kamplara ayrıldık ki, belli bir toplum kesimine mensup olanları “kızıl” yahut “yeşil” gibi renklerle nitelendirmeyi marifet saydık.
  • Gülün karşısına karanfili, lalenin karşısına kasımpatını çıkarmakla medeniyet davasını hallettiğimizi sandık.
  • Gerek bir milletin ve gerekse topyekûn bütün insanlığın tek tek fertlerden oluştuğunu, her bir insanın ayrı bir değer ifade ettiğini idrak edemediğimiz için, ortaya attığımız “tarafgir” ve “toptancı” önerilerle hiçbir meselemizi çözüme kavuşturamadık.

En kolay yolu seçtik ve asla terk etmedik: Ötekileştirme.

***

Ötekileştirme kaderimiz mi? Bu illetten yakamızı kurtaramayacak mıyız?

Elbette kurtaracağız ve kurtarmalıyız.

Peki nasıl?

  • Atatürk’ün de her insan gibi “hata edebileceğini” yahut “doğru işler yapmış olabileceğini” kabul ve idrak etmek, bu yolda iyi bir başlangıç adımı olabilir mi?
  • Kemalistlerin tutumlarına bakıp Mustafa Kemal’i, İslam’ı temsil ettiğini söyleyenlerin hatalarına bakıp İslam’ı yargılamaktan vazgeçmek mesela… Bu da fena durmuyor, iyi bir başlangıç için…

Eğer böyle düşünmeye başlarsak, şöylesi sonuçlara ulaşacağız:

  • Atatürkçülerimiz, tarihimizin 600 yıl gibi önemli bir safhasını ve pek çok bakımdan zirvesini oluşturan Osmanlı’ya ve Osmanlı Türkçesine düşmanlığı bir kenara bırakabilecekler.
  • Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Cumhuriyeti kuran kadronun Osmanlı subay ve aydınlarından oluştuğunun, her birinin Osmanlı Türkçesi ve Arap kökenli Türk alfabesi ile yetiştiğinin farkına varabilecekler.
  • Son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin, en geniş anlamda 17’inci yüzyıldaki ıslahat hareketlerinin, daha dar bir kapsamda Tanzimat’tan sonra atılan Islahat Fermanı, Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet adımlarının doğal bir sonucu olduğunu görebilecekler.
  • Osmanlı’nın, pek çok kurum ve kuruluşuyla birlikte halen devam etmekte olduğu gerçeğiyle yüzleşebilecekler. Üstelik bunu, tarihi kırk asır derinlere inen Türk milleti için normal karşılayabilecekler.
  • Temel konular hakkında Osmanlı Türkçesi ile yazılmış metinleri doğru anlayabilmek amacıyla belki Arap harflerini öğrenecekler. Bunu yaptıklarında bir günde cahilleşmediklerini hatta tam tersine edindikleri yeni bilgilerle daha bir aydınlandıklarını fark edebilecekler.

Atatürk muhaliflerine gelince…

  • Onlar da bu büyük liderin memleket için “doğru işler yapmış olabileceğini” düşünmekle bir anda kâfir olmadıklarını görecekler. Bir yandan ibadetlerine özgürce devam ederken öte yandan belki dualarına O’nun adını da katabilecekler.
  • “Atatürk, Bir Siyasi Partinin Tescilli Markası Değil Aziz Milletimizin Ortak Değeridir” başlıklı yazımızda dikkat çektiğimiz ihtimallere belki hak bile verecekler.

Tabii bütün bunları yapabilmek için öncelikle şu konular üzerinde düşünmemiz gerekiyor:

  • Bu uğurda, tıpkı yüz yıl önceki nesil gibi, her türlü sıkıntıyı göze alabilecek miyiz?
  • Milletimizin ortak değerlerini sömürerek iktidar olmak yahut iktidarda kalmak hülyasına kapılan siyasi partilerimiz bu hedeflerini biraz erteleyebilecek, hatta mümkünse bu anlayışı külliyen terk edebilecekler mi?
  • Güç ve iktidar sahipleri, hiçbir fark gözetmeksizin 82 milyonluk Türkiye’nin tamamına, fedakâr bir baba merhameti ve cefakâr ana şefkatiyle yaklaşabilecekler mi?
  • Bunları göze almadan ve ortak idealler etrafında kenetlenmeden hak ettiğimiz medeniyet seviyesine ulaşamayacağımızı idrak idrak edebilecek miyiz?

***

Vatanımız, milletimiz, devletimiz ve mukaddeslerimiz, fert veya zümre çıkarlarımızdan çok daha kıymetli ve önceliklidir. Bu ortak kıymetlerimizin tahrip olması, hiçbirimize hayat hakkı tanımayan kahredici bir ortamın doğuşuyla sonuçlanabilir.

Tabii bu noktada en büyük sorumluluk aydınlarımıza ve siyasilerimize düşmektedir.

Türkiye coğrafyasında kader birliği eden 82 milyon insanımızın bugünü ve geleceği, toplum hayatımıza yön veren devlet çarkımızın merkezinde bulunan siyaset dişlisinin etrafında şekilleniyor.

Devletimizi, milli birlik ve dirliğimizi öğüten uğursuz bir değirmen yapmak yahut huzur, refah ve güç üreten bir güzellik değirmeni haline getirmek bizim elimizde.

Güzellik değirmeni kurmanın, esas mesleği “devlet kurmak” olan milletimiz için hiç de zor olmayacağı açıktır.

Yeter ki, şu “ötekileştirme” musibetinden bir an önce kurtulalım.

Kutlu devlet çarkımızı istediğimiz yön ve ahenkte döndürecek yegâne kuvvet kaynağının milletimizi mazide, bugünde ve gelecekte birleştirecek “ortak idealler” olduğu gerçeğini iş işten geçmeden anlayalım.

Tıpkı yükseklik çağlarımızın Kızıl Elmalarında olduğu gibi…

Konuya ilgi duyanlar için detaylı bilgi bağlantıları:

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1382

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1557

http://turkoloji.cu.edu.tr/CAGDAS%20TURK%20LEHCELERI/fatma_acik_turk_dunyasi_alfabe_degisimi.pdf

https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/Fahri-Kılıç.pdf

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/186796

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/55502

https://www.researchgate.net/publication/328981118_TARIHI_GELISIMI_BAKIMINDAN_TURKIYE_TURKCESI_TURKISH_LANGUAGE_IN_TERMS_OF_HISTORICAL_DEVELOPMENT

http://www.turkoloji.cukurova.edu.tr/DIL%20SORUNLARI/Nadir_ilhan_Turk_Dilinin_Sesleri.pdf

https://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2019/07/Nail-Tan-_-TÜRK-DİL-KURUMU-_23.pdf

http://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/8.php

]]>
“ATATÜRK’Ü SEVMİYORUM” TAG’İ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ http://hayatitek.com/ataturku-sevmiyorum-tagi-uzerine-birkac-soz/ Sat, 28 Nov 2020 16:44:40 +0000 http://hayatitek.com/?p=3637 HAYATİ TEK –

Bugün fark ettim.

Dün Twitter’da “AtatürküSevmiyorum” diye bir tag açmışlar.

28 Kasım 2020 tarihi itibariyle bu tag altında 15 Binden Tweet paylaşılmış.

Kayıtsız kalmak istesem de birden aklıma, Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Cumhuriyet fırkalarının kapatılmaları üzerine yapılan “Atatürk, muhaliflerinin sayısını öğrenmek için bu partileri kurdurdu. Sonra da irticai faaliyetten kapatılmalarını sağladı. Bu partiyi destekleyen pek çok kişiyi de tutuklattı ve astırdı.” meyanındaki değerlendirmeler geldi.

Acaba malum “tag” de benzer bir amaçla açılmış olabilir miydi?

Bir çeşit toplum mühendisliği aracı mıydı?

Birileri Atatürk’ü sevenler ile sevmeyenler arasındaki yüzdelik oranı mı merak etmişti?

Atatürk’ün sevilme yahut sevilmeme gerekçesi hakkında kamuoyu yoklaması yapmak yerine böyle bir yöntemi daha mı uygun görmüştü bazıları?

Benzeri sorular peş peşe sökün edince, malum “tag” altındaki Tweet’lere ve bunlara verilen cevaplara şöyle bir göz atma lüzumunu hissettim.

Gördüğüm manzara ülkem ve milletim adına hiç de iç açıcı değildi.

Atatürk’ü seven veya sevmeyenlerin bilgiden çok yargıya dayanan gerekçelerini, bunları ifade ederken sarf ettikleri hakaretleri buraya taşıyıp propagandalarını yapacak değilim.

Ancak gördüğüm en temel sıkıntıya temas etmeden de geçemeyeceğim.

Bu “tag” altında paylaşılan sağduyulu Tweet’lerin, ilgi çekmek bir yana derhal linç edildiklerini gördüğümde, “Bîtaraf olan bertaraf olur” sözünü bir kez daha hatırlamadan edemedim.

Karşıt görüş sahiplerinin, fikirlerini çarpıştırmak yerine “En etkili küfür ve hakareti nasıl ederim?” sorusuna odaklandıkları meydandaydı.

Tartışmanın seviyesi için “yerlerde sürünüyor” demek bile iltifat sayılırdı.

Ancak beni asıl endişelendiren, Atatürk’e hakaret edenlerin ve onu savunanların aralarındaki hesabı “din” üzerinden görmeye çalışmalarıydı.

Ne hakla?

Merhum Cemil Meriç şöyle sorar Mağaradakiler’de:

“Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar? (S. 281)”

Tıpkı bu sözde olduğu gibi, inananların, Batı Çalışma Gurubu tarafından “kuduz köpek misali” takibat altına alındığı; bir gazeteci olarak şahsımın, “başörtüsüne destek verdiğim ve orduya hakaret ettiğim” gerekçesiyle yargılanıp hüküm giydiği 28 Şubat süreci, Twitter âleminde zombi misali yeniden hayat bulmuş gibiydi.

O talihsiz dönemde çeşitli toplum kesimleri, siyasi partiler ve maalesef Türk Silahlı Kuvvetlerimiz bazı açık hesapları din üzerinden kapatmaya kalkışmış, toplum yapımızdaki onulmaz yaralara yenilerini eklemişlerdi.

Tam da bu noktada çeyrek asır önce yaşadığımız şartlarla ilgili ibretlik bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum.

***

Başörtüsü, sekiz yıllık kesintisiz eğitim, yeşil sermaye konuları etrafında dönen 28 Şubat tartışmaları sırasında dinî hassasiyetleri nedeniyle her an kovuşturulan, bu nedenle de sürekli stres altında bulunan azımsanmayacak bir toplum kesimi vardı. Homojen bir yapı oluşturmayan bu toplum kesiminin fikir ve inançları çeşitli siyasi partiler, gazeteler ve televizyonlar tarafından dile getiriliyordu.

Milli dirliğimizi tahrip eden ve dönemin Genelkurmay Başkanı tarafından “gerekirse bin yıl süreceği” ilan edilen bu hassas dönemde çok kritik bir gelişme oldu.

Hiçbir siyasi parti yahut toplum kesiminin dar kalıplarına sokulamaması gereken “tesettür” konusu, başındaki örtüyle TBMM’ye giren Refah Partisi Milletvekili Merve Kavakçı’nın ismi etrafında siyasi kapışmaların odağına yerleşti. O kadar yerleşti ki, sosyal anlamda 1930’lardan itibaren hissedilen, siyasi anlamda 1946’dan sonra Türkiye’nin yakasına yapışan “ötekileştirme” belası en olmayacak bir şekilde milli dirlik ve istikrarımızı tehdit etmeye başladı.

İslam’ın örtünme emrine destek verdiğini iddia edenlerin bir kısmı, “başörtüsünün kamusal alanda takılıp takılmaması” konusunda referandum isteme cüretini dahi gösterdiler.

İlahi bir emri savunduklarını öne sürenler, kahhar ekseriyeti Müslüman olan bir ülkede böyle bir referandumun sonucundan emin görünüyor, buradan devşirecekleri gücü siyasi arenada kullanmayı hesaplıyorlardı.

Teklif, bu tarz düşünenlerin sözcülüğüne soyunan ve bugün de bir başka isimle yayın hayatına devam etmekte olan günlük bir gazete tarafından gündeme getirilmişti.

O yıllarda Gündüz gazetesinin genel yayınına bakıyordum.

Gazetenin vitrin sayfasına üç dört cümleden oluşan kısa bir yazı koyarak, aşağı yukarı şu ifadeleri kullanmıştım:

“Cenabı Allah’ın tesettür emrini kulun reyine sunmak hadsizliktir. Şu anda siz, çıkacak sonuçtan emin görünüyorsunuz ama yarın devran döner de birileri çıkıp İslam’ın bir başka emrini referanduma tabi tutmaya kalkışırsa, bu vebalin altında ne Merve Kavakçı kalkabilir ne de ona destek verenler.”

Yanılmıyorsam Hedef Radyo bu kısa yazıyı birkaç gün süreyle haber bültenlerinde dinleyicilerine defalarca duyurmuştu.

Güç devşirmek yahut siyasi çıkar sağlamak uğruna dini siyasete alet ederek “Cenabı Allah’ın emrini kulun reyine sunmaya” cüret edenlerin bulunduğu bir Türkiye vardı o yıllarda.

Hamdolsun başörtüsü meselesi bugün öncelikli gündem maddemiz olmaktan çıkmış durumda. Toplumsal ayrışmayı “toplumsal yarılma” noktasına taşıma potansiyeli bulunan böyle bir suni gündemi zor da olsa aşmış bulunuyoruz.

Ancak “AtatürküSevmiyorum” tag’i altında paylaşılan Tweet’ler gösteriyor ki, kanunen halledilmiş görünen bu mevzu zihinleri hâlâ meşgul ediyor. Hem de çeyrek asır öncesinden zerrece farkı bulunmayan bir üslup ve seviyesizlik halinde…

***

Açılmasının üzerinden henüz bir gün dahi geçmeden malum tag altında paylaşılan 15 Binden fazla Tweet’in özeti aşağı yukarı şöyle:

“Dindarlar cahildir, Atatürkçüler aydın.”

Cumhuriyet elitinin, iktidar gücünün yanı sıra kültür ve sanat alanındaki her mecrayı kullanarak onlarca yıldır işlemekte olduğu bu mesajın, 2020 Türkiye’sinde de aynıyla vaki olmasını bilmem nasıl anlamalı?

Bu tag’i açanların yahut onlar üzerinden dine ve dindarlara hakaret edenlerin adeta fırsat kolladıklarını anlamak için kâhin olmaya gerek yok.

10 Kasım 2020 günü kaleme aldığımız “ATATÜRK, BİR SİYASİ PARTİNİN TESCİLLİ MARKASI DEĞİL AZİZ MİLLETİMİZİN ORTAK DEĞERİDİR” başlıklı yazımızda dikkat çekmeye çalıştığımız temel sorunun milletimizi ayrıştırmaya, kaos ortamından beslenenlerin ekmeğine yağ sürmeye devam ettiği gün gibi aşikâr.

O yazıda Atatürk’ün “milletimizin ortak değeri” olduğu ifade etmiştim.

Genellikle olumlu karşılanan bu düşüncemizi onaylamayanlar da vardı.

Bir kişi, olay ve kavrama olumlu yahut olumsuz yaklaşabilirsiniz. O konudaki düşüncenizi, hakaret cümleleri kurmadan ifade ettiğiniz sürece muhatabınızdan alacağınız cevap “teşekkürden” ibaret olacaktır.

Nitekim öne sürdüğümüz fikirlere karşı çıkanlar, bu düşüncelerini gayet medeni bir şekilde ifade ettiler ve karşılığında hak ettikleri teşekkürlerini fazlasıyla aldılar.

Herkes aynı düşünceyi taşımak durumunda değil. Eşyanın tabiatına aykırı olan ve insanlığın gelişmesi önündeki en büyük engeli teşkil eden bu durum, istenilecek bir şey değil aynı zamanda.

Kutsal ya da değil, her fikri temsil eden figürler tarih boyunca var olmuştur, olacaktır.

Temsil ettikleri fikirlerin önüne geçen figürleri kutsallaştırmak, her şeyden önce o figürlerin varlık sebebi olan fikirlere saygısızlık değil midir?

Figürlerin ömrü temsil ettikleri fikirler kadardır.

Türk tarihinin son asrına damgasını vuran en güçlü figür durumundaki Atatürk’ün hâlâ yaşıyor olması, temsil ettiği fikirlerin gücünü göstermektedir.

Ancak önümüzde şöyle bir tehlike var:

Çağ değişiyor, ülkemizin ve insanlığın karşısına yeni yeni tehditler çıkıyor. Bu tehditlere kafa tutabilmemiz için içinde bulunduğumuz çağın idrak ve gerçeklerine uygun fikir ve araçları kuşanmamız gerekiyor.

Atatürk’ün yüz yıl önce ortaya koyduğu fikirlerinin, yaşadığı dönemin şartlarına uygun tavır ve politikalarının sonsuza kadar aynıyla geçerli olacağını düşünmek, “Muallimler! Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” diyen bir inkılapçıyı yeterince anlamamak değil midir?

Atatürk nasihat işitmeyi seven biri değildi; ancak buna karşı olduğu da söylenemez.

Kurduğu şu cümleler bu özelliğini anlatır:

Tuhaf bir halim daha var, ne ana—babam çok erken ölmüş—, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve telâkkilerine göre bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî ihtarlardan masun bulunamazlar. Bu vaziyet karşısında iki tarz-ı hareketten birini intihap etmek zarurîdir. Ya itaat, yahut bütün bu ihtar ve nasihatleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. İtaat nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın ihtarlarına itaat maziye ricat demek değil midir? İsyan etmek, faziletine, hüsnüniyetine, yüksek kadınlığına kani olduğum anamın kalbini, telâkkilerini altüst etmektir. Bunu da doğru bulmam. (Milliyet, 13 Mart 1926)”

Atatürk’ün yolundan gitmek demek, O’nun yüz yıl önce dile getirdiği fikirleri bir slogan halinde tekrarlamaktan ibaret olamaz, olmamalıdır.

Fikirle hemhal olmadıkça, sloganlarla yetindikçe, Atatürk gibi yeni ve güçlü figürler çıkarma isteğimiz sadece bir temenniden ibaret kalır.

Atatürk’ü yaşatacak olan O’nun yüz yıl önceki sözlerini tekrarlamak veya dönemin şartları gereği takındığı tavır ve izlediği politikaları “taklit” etmek değil, “çağın gerçeklerine uygun yeni fikirler” üretmektir.

***

Atatürk’ü sevmek yahut sevmemek, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olan herkesin ihtiyarına kalmış bir konudur.

Hiçbir kişi, kurum ve kuruluş bu konuda kimseye baskı uygulamak hak ve salahiyetine sahip değildir.

Yeter ki lehte ve aleyhteki his ve görüşler, kimseye ve özellikle de milletimizin ortak değer ve mukaddeslerine hakaret edilmeksizin dile getirilsin.

Güçlü karakterler hakaret etmezler, hareket ederler.

Ne düşündüklerini dağdağalı bir üslupla cihana ilan etmek yerine, bunu icraatlarıyla gösterirler.

Tıpkı Atatürk’ün dediği gibi:

“Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakikî mefkûre neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemetsiz olacaksın, önüne namütenahi manialar yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telâkki ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine kani olarak bu maniaları aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin. (Milliyet, 13 Mart 1926)”

***

Hülasa edersek…

Farklı fikirler toplumların kalp atışlarıdır.

Namık Kemal’in tavsiyesine uyup fikirlerimizi çarpıştırmak yerine, çeşitli figür ve mukaddesleri kendimize kalkan edip rakiplerimize hücum etmek alışkanlığımızı bir an önce terk etmeliyiz.

Atatürk’ü seviyorum.

O’nu sevmeyenlerin hakaret içermeyen fikirlerine saygı duyuyor ve gerekçelerini anlamaya çalışıyorum.

Ne olur, ötekileştirme illetinin değirmenine su taşıyan rövanşist yaklaşımları bir kenara bırakalım.

1970’li yıllarda, “Türkiye, yalan ve iftiranın saltanat sürdüğü bir diyardır. Gerçekler, en ufak bir merhamet duyulmadan kurban ediliyor. (Ülkücünün Çilesi, S. 15)” diyen merhum Galip Erdem’e kulak verelim.

Ve O’nun “Ülkücünün Çilesi” kitabında yer alan şu sözlerini hatırlayalım:

“Demokrasi, hürriyet ve değerli sayılan diğer bütün mefhumlar, milletimizin yükselmesine ve güçlenmesine yardım ettikleri sürece saygı görürler. Fakat nifak tohumlarının yeşermesine müsait bir zemin haline gelirlerse, itibarlarını yitirmekten kurtulamazlar. Fikir ayrılıklarının düşmanlığa dönüşmesine izin verilmez. Milletin varlığını kıyamete değin sürdürmek ülküsü cümle hakların üstünde kutsal bir vazifedir. (S. 172)”

“Bir millet ancak sınır boylarında dövüşür, vatanının, imanının,  soyunun düşmanlarına karşı dövüşür. Kardeş kavgası başlarsa kimin haklı olduğunu araştırmanın bile bir değeri kalmaz. Milliyetçilik iddiasını güdenler, kendi hesaplarına zararlı sonuçlar verse de, gittikçe büyüyen düşmanlığı önlemeye mecburdurlar. Doğruluğu şüpheli ucuz hükümlerin peşine takılmak, ‘millete fenalık edenlerle dövüşüyoruz’ demek, hataların bağışlanmasına yetmez. (S. 173)”

“Türk milletini sevmekte birleşenler, birbirlerini sevmekte birleşmeye de mecburdurlar. Aksi takdirde millet sevgileri kimsenin inanmayacağı boş bir laftan ibaret kalır. (s. 174)”

Ve yine Galip Erdem’in şu “yakarışıyla” vermek istediği mesajdan hesabımıza düşen hisseyi almaktan lütfen çekinmeyelim:

“Sevmesini unuttuk, Allah’ım. Aşk yolunu bıraktık, kin yoluna girdik. Önce seni sevmeyi unuttuk, hatta seni sevmeyi suç saydık. Sonra birbirimizi sevmeyi unuttuk. Dostluğun hazzını teptik, düşmanlığın zehrine alıştık. Seni sevmeyince, birbirimizi zaten sevemezdik. Birbirini sevemeyen, birbirini yumruklamağa hazırlanan insanların artık bir millet sayılamayacaklarını, birlikte yaşama isteğinden gittikçe uzaklaşacaklarını düşünemedik. (S. 163)”

1970’li yıllarda ülkemizi yangın yerine çeviren, 28 Şubat sürecinde bir başka çehre ile ortaya çıkıp aynı sonuçları doğuran kardeş kavgaları ve ötekileştirme illetinden ders çıkarabilmek için yeni bedeller ödemeye ne lüzum var?

Bu yolda atılacak en güzel adım; fikirlerimizi, hakaret içermeyen ifadelerle dile getirmek ve farklı fikirlere tahammül göstermektir.

Merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun şu muhteşem tespitiyle noktalayalım:

“Türkiye’de küfür ve Türkiye’de nifak kemalini bulmuş ve zevali olmuştur. Şimdi riya, saltanatını sürüyor. Onun da ömrü çok kısadır. Gelecek bir mübarek vakte hazır olunuz. (Gerçek Olan Aşktır, S. 188)”

]]>
ATATÜRK, BİR SİYASİ PARTİNİN TESCİLLİ MARKASI DEĞİL AZİZ MİLLETİMİZİN ORTAK DEĞERİDİR http://hayatitek.com/ataturk/ http://hayatitek.com/ataturk/#comments Tue, 10 Nov 2020 06:30:57 +0000 http://hayatitek.com/?p=3545 HAYATİ TEK –

Tek Adam (Ş. Süreyya Aydemir), Atatürk (Y. Kadri Karaosmanoğlu), Çankaya (F. Rıfkı Atay), Güneşi Özledik (R. Eşref Ünaydın), Gazi Paşa (Attila İlhan), Hangi Atatürk (Attila İlhan), Ama Hangi Atatürk (Taha Akyol), Atatürk ve Demokratik Türkiye (Halil İnalcık), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (İlber Ortaylı)…

Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu (Lord Kinross), Bozkurt (H. C. Armstrong), Atatürk (Klaus Kreiser), Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu (Andrew Mango)…

Atatürk hakkında bugüne kadar yüzlerce kitap, binlerce makale yayınlandı. Birkaçının ismini vermekle yetindiğimiz temel eserler ve Büyük Nutuk okunmadan Atatürk hakkında kalem oynatmak hariçten gazel okumaktan öteye geçmeyecektir. Bırakın Atatürk gibi büyük bir lideri, herhangi bir konu hakkında fikir yürütebilmek için önce fikir sahibi olmak gerekir.

Ne yazık ki son dönemde Atatürk’ü konu edinen kitap ve makalelerin çoğunda slogandan ibaret ifadelerin ötesine geçilemiyor olması, meseleyi siyasi hesaplaşmalardan galip çıkmak yahut alkış devşirmek amacıyla kullanma alışkanlığını henüz terk etmediğimizi gösteriyor.

Ne söylediğinizden çok nasıl söylediğinizin ön plana çıktığı, fikirleriniz değil tarafgir ifadeleriniz kadar önemli kabul edildiğiniz günümüzde, kurmay kafalardan çok makineli tüfek hızıyla söz söyleyebilen pratik zekâya sahip silahşorlar revaç buluyor.

Mertçe ve medenice tartışmak yerine sahte veya gerçek sosyal medya hesapları üzerinden karşı cepheye güdümlü mesaj yağdırmak, pusu kurmak, çamur atmak ve karşılıklı hırlaşmak popüler olmaya fazlasıyla yetiyor. Popüler kişilerin doğruyu yazıp söyledikleri varsayılınca da asıl gerçekler kimsenin umurunda olmuyor.

Birini alkışlamak yahut suçlamak dışında kurulan cümlelerin pek hesaba alınmadığı, kafa yorarak doğruya ulaşmak yerine gerdan kırarak medya mecralarında arz-ı endam etmenin geçer akçe olduğu bir toplum yapısında bîtaraf olanın bertaraf olacağı açıktır.

Fakat biz yine de umutluyuz. Su, yolunu bulur. Doğru fikir eninde sonunda ellerindeki kelepçeleri, ayaklarındaki prangaları parçalayıp aziz milletimizin akıl ve ruh ikliminde hak ettiği yerini mutlaka alır. Doğru fikir, duruş ve ideal er ya da geç kazanır.

Atatürk’ün uçmağa vardığı 10 Kasım 1938’in seksen ikinci yıldönümü olan bu hüzünlü günde bertaraf olmayı göze alarak bîtaraf kalmaya gayret edeceğiz. Atatürk’e dair değerlendirmeler kapsamında ihmal edildiğini düşündüğümüz bazı noktalara dikkatleri çekmeye çalışacağız.

***

19 Mayıs 1919’dan 10 Kasım 1938’e kadar geçen on dokuz senede Türkiye’de olup bitenler hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bizim özetimiz şöyle:

1911’de Trablusgarp ile başlayıp 1912 Balkan faciası ve 1914 Birinci Dünya Savaşı’yla devam eden felaket yıllarının açtığı yaraları Milli Mücadele ile sarmaya çalışan aziz milletimizin o dönemdeki öncelikli hedefi bağımsızlığını korumak, kurduğu yeni devletini istikrarlı bir kurumsal altyapıya kavuşturmak ve hızlı bir şekilde kalkındırmaktı. 1921 ve 1924 Anayasaları bu öncelikler göz önünde bulundurularak şekillendirildi. Cumhuriyet formunda yenilediğimiz devletimizin, “yönetimde istikrarı” temin etmeden “temsilde adaleti” sağlaması zaten mümkün olamazdı.

Rahat koltuklarımıza oturup yüz yıl öncesinde olup bitenler hakkında ahkâm kesmekten, “1923-38 döneminde niçin temsilde adalet ve demokrasi yoktu?” diye hesap sormaktan, dönemin liderini despotlukla suçlamaktan çok daha sağduyulu yaklaşımlara ihtiyacımız var bugün.

Bir şeyin iyiliği ya da kötülüğünden söz edebilmek için o şeyin her şeyden önce var olması gerekir.

1815 Viyana Kongresi’nde adı konulan “Şark Meselesi” uyarınca dönemin güçlü devletleri tarafından adım adım geriletilen, eli kolu bağlanan, ayaklarına prangalar vurulan, “cihan devleti” vasfını büyük ölçüde kaybetmiş olan Osmanlı’nın bakiyesinden yeni bir devlet çıkaran kadronun ilk icraatı, hayatta kalmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktı.

Elbette bunun hiç istenmeyen acı sonuçları da oldu. Kemiğe kadar inen derin yaralar açıldı toplum yapımızda. Bilhassa hassas dönemlerde sızlayan o yaralarımızı hâlâ tedavi edebilmiş değiliz.

Ancak varız işte, buradayız. Yaralarımız olsa da yaşıyoruz. Atamadılar bizi bin yıllık yurdumuzdan. Sonsuza kadar da atamayacaklar. Yüz yıl öncesinden çok daha güçlü bir şekilde var olmaya devam edeceğiz bu topraklarda.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’ten 1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen çeyrek asırda Misak-ı Millimizin önemli parçalarından biri olan Hatay’ımızı vatan topraklarımıza dâhil etmek başta olmak üzere pek çok alanda büyük başarılar elde ettik.

Başarılarımızın arkasında asil bir evladının liderliği etrafında sıkı sıkıya kenetlenen aziz milletimizin bilhassa zor günlerde imdada yetişen sarsılmaz millî şuuru ve yirmi üç asırlık devlet tecrübesi vardı.

Bu güçlü şuuru muharrik enerji, kadim devlet geleneğimizi ise sağlam bir manivela olarak kullanan Atatürk, milletimize mal olmuş yüksek değerleri temsil eden “kurucu lider” vasfıyla birçok riskleri göze alarak bir adım öne çıktı. Son birkaç asırda örneğini çok az gördüğümüz cesurane adımları birbiri peşi sıra atmaktan çekinmedi. Bir yıldız gibi parladığı Çanakkale’de göğsüne taktığı “Anafartalar Kahramanı” rozetiyle girdiği her savaştan biraz daha parıldayarak çıktı. Sakarya’da “Gazilik” şerefini ekledi taşıdığı unvanlar listesine. Milletimizin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilen Milli Mücadelemizi, “Meclis Başkanı ve Başkomutan” sıfatıyla başarıya ulaştırarak dünyanın saygısını kazandı. 10 Kasım 1938 günü, aziz ve asil Türk milletinin sinesinden göklere kanatlandı.

Dualar günahlara kefaret oluyorsa eğer, O’nun her fanide bulunabilecek zaafları dolayısıyla işlediği hataların binlerce hatta milyonlarca kez affolunduğu kanaatindeyiz. Zaman zaman dile getirilen “kul hakkı” ve “adaletsiz uygulamalar” konularındaki hüküm ise, doksan dokuz isminin rahmet ve kudretiyle Cenabı Allah’a aittir. Nasıl olsa o dehşetli hesap günü gelip çattığında hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın her birimiz ayrı ayrı sigaya çekiliyor olacağız aynı konulardan. Bunun farkında olduğumuzu varsayarak asıl konumuza geçmek istiyoruz.

***

Aziz Türk milletinin asil bir evladı olan Atatürk, hem çok şanslıydı hem de çok şanssız.

Şansı, yirmi dört asırlık Türk devlet geleneğinin son merhalesini temsil eden “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri” sıfatıyla şanlı tarihimizdeki yerini alması; “Yaratılışımdaki tek fevkalâdelik Türk olarak dünyaya gelmemdir. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.” diyerek mensubu olmakla iftihar ettiği aziz milletimizin kahhar ekseriyeti tarafından sevilip sayılmasıdır. Metehan, Attila, Bumin Kağan, İlteriş Kağan, Bilge Kül Kadir Han, Selçuk Bey, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Osman Bey gibi seçilmişlerin arasına katılıp “kurucu lider” sıfatını taşımak şerefi kaç faniye nasip olur?

Şanssızlığına gelince…

Necip Fazıl Kısakürek şöyle diyor:

“Dava ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi onun üstüne çıktığı anda yıkılır(Çerçeve, Cilt 1, S. 56).”

Atatürk’ün davası; vatanımızı, milletimizi, devletimizi ve bunlara anlam katan değerlerimizi korumak, kollamak ve çağın şartlarına uygun şekilde geliştirerek sonsuza kadar yaşatmaktı.

10 Kasım 1938’den sonra durum değişti. Atatürk ilkeleri arasında yer alan milliyetçiliği kâfi görmeyen birileri yenisini icat etti: Atatürk Milliyetçiliği! Atatürk neyin, kimin milliyetçisiydi? Soyadında şerefle taşıdığı Türk milletinin değil mi?

Bu icat ile birlikte Atatürk’ün izinden gittiklerini öne sürenlerin bazıları, Atatürk’ün “muhkem davası” üzerinde kafalarına göre at koşturmaya başladılar. Üstelik bunu “Atatürkçülük” adına yaptıklarını söyleme cüretini bile gösterdiler. Yaptıkları hatalarla, savunduklarını iddia ettikleri kişiye ve davasına en büyük zararı verdiler.

Nasıl mı?

Şöyle: Atatürk’ün davasına sahip çıkmak demek; bıraktığı eseri belli bir siyasi parti yahut toplum kesimine mal etmeye çalışmak yerine aziz milletimizin tamamını bu mirasa ortak etmeye çabalamaktır. Devletimizin kurucu liderinin hatıralarının bütün toplum kesimleri tarafından benimsenmesini ve sahiplenilmesini sağlamaktır.

Atatürk’ün oturduğu koltukta oturmak kolay, o koltuğun hakkını vermek zordur.

Atatürk gibi Harp Okulu’ndan mezun olmak kolay, askeri deha olmak zordur.

Atatürk olmaya öykünmek kolay, O’nun gibi olmak zordur.

O’nun gibi olmayı istemek hatta bunun için çabalamak bile yetmez Atatürk olmak için. Aslında buna gerek de yoktur. Hiçbir Türk evladı yeni bir Atatürk olmak zorunda değil.

Ancak her birimiz O’nu her yönüyle tanımak, anlamak ve uçmağa vardığı gökyüzündeki son Kutup Yıldızımız olarak gösterdiği doğru yön ve yolda ilerlemek durumundayız.

Maalesef Atatürk’ün izinden gittiklerini iddia edenler böyle yapmak yerine hatalı bir yol ve yöntemi tercih ettiler. O’nu anlamaya çalışmak yerine taklit etmeye kalkıştılar.

Oysa taklidin freni yoktur. Dilediği kadar hız yapabilen hevesli taklitçi nerede duracağını, hangi sapaktan döneceğini bilemez. Ne donanımı ne ufku ne liyakati ne de ehliyeti uygundur böylesi mühim kararları almaya. Tank ehliyetiyle otobüs kullanırsanız, yolcularınızla birlikte ilk uçurumdan yuvarlanacağınız muhakkaktır.

Öyle de oldu. Atatürk’ü anlamak yerine O’nu taklit etmeye yeltenenler sık sık yol kazaları yaptılar. Milli varlığımızı defalarca felaketin eşiğine getirdiler.

Hamdolsun binlerce yıllık millet şuuru ve devlet tecrübemizle savuşturduk o badireleri. Ancak son devletimizin kurucu liderinin hatıralarının yara üstüne yara almasına bir türlü mani olmadık.

O yaraları açmak için Sakarya’daki gibi şarapnel parçasına ihtiyaç yoktu. Biz kendi ellerimizle, dillerimizle, kalemlerimizle açtık onları. İktidar olmak yahut iktidarda kalmak için açtık. Atatürk’ün kurduğu partinin lideri, üyesi, sempatizanı olarak yahut o partiye muhalefet edenler olarak açtık o olmaz olası yaraları…

27 Mayısları, 12 Martları, 12 Eylülleri, 28 Şubatları yapanlar; cumhuriyetimizi “tam demokrasi” hedefine taşımak yerine ara dönem karanlıklarına sürükleyenler bizlerdik.

Yeni bir seçim kazanmak uğruna Atatürk’ün ismini, resmini, temsil ettiği değerleri bir siyasi partiye mal etmeye çalışanlar bizlerdik.

Günlük basit politik manevralardan galip çıkmak yahut siyasi başarısızlıklarımızı örtmek için O’nun hatıralarını bir şal gibi kullanmaktan imtina etmeyenler bizlerdik.

Bir yandan “tam bağımsızlık” sloganları atıp öte yandan vatanımızı Sovyetlerin peyki haline getirmeye çabalayanlar bizlerdik.

Şehir gerillası olup banka soyan, kır gerillası olup dağlara çıkan; askere, polise, memura silah doğrultanlar bizlerdik.

Milletimizi bir arada tutacak en zayıf halkayı bile güçlendirmemiz gerekirken, Cumhuriyetimizi silsile halinde Büyük Hun İmparatorluğu’na bağlayan en güçlü bağımızı yıpratmaktan çekinmeyenler bizlerdik.

Bırakın birinci hatta ikinci eli, beşinci el kitaplar ve kulaktan dolma malumatlar üzerinden Atatürk hakkında hüküm verip pozisyon belirleyenler, ahkâm kesenler bizlerdik.

Evet, bütün bunları biz yaptık. Kendimizi nasıl tarif edersek edelim, hangi toplum kesimine yahut siyasi yapıya mensup olursak olalım, biz hep birlikte Türk milletiyiz.

Şanımızla, şerefimizle olduğu kadar gafletimiz, vurdumduymazlığımız ve hatalarımızla da aynı milletin mensuplarıyız.

Sayıp döktüğümüz bütün bu haksızlıkları Cumhuriyetimizin kurucu liderine, devletimize, mukaddeslerimize bilerek yahut bilmeyerek biz yaptık.

İyi niyetli olsak da masum değiliz hiç birimiz.

Tabii bazılarımızın sorumluluğu çok daha fazla…

***

Atatürk’ün en büyük talihsizliği, bizzat kurduğu siyasi parti tarafından milletimizin ortak değeri olarak değil yalnızca o partinin marka değeriymiş gibi görülmesi ve gösterilmesi oldu.

Bu siyasi partinin mensup ve yöneticileri Atatürk’ü sevmeyi sadece kendilerine layık gördükleri; O’nun isim, sıfat ve eserlerine bir çeşit ambargo koydukları için, yaptıkları hatalarla sadece kendilerini değil Atatürk’ü de yıprattılar. Hem de doğru yaptıklarından zerre tereddüt etmeden.

Atatürk’ün kurduğu partiyi yönetenlerin 10 Kasım 1938’den, bilhassa 1946’dan sonraki tavırları, muhkem bir davanın nasıl zaafa sürüklenebileceğini trajik bir şekilde gösterdi.

1950-60 arası dönemde pek çok şeyi başaran Demokratlar’ın başarısız olduğu kritik bir alan, karşı karşıya kaldığımız zorluklara yenilerini ekledi. O alan ötekileştirmeydi. Daha önce ötekileştirilenlerin iktidar gücünü ellerine alır almaz yaptıkları ötekileştirme, Türkiye’yi önlenemez bir partizanlığın kucağına itti.

Parti, ideoloji, mezhep, cemaat hatta tarikat kaynaklı ötekileştirme illetinin başımıza açtığı gaileler azalmak şöyle dursun her geçen gün daha da artıyor. Gücü eline geçiren herhangi bir kadro nefsine gem vurarak bu fasit daireyi sadece bir kez kırabilse, önümüzde muhteşem ufuklar açılacak ama nafile… Sebebini anlayamadığım bir şekilde halimizden memnun görünüyoruz.

Milletçe yakamızı bırakmayan bu olumsuz tablonun oluşmasında kimin daha suçlu olduğunu tartışacak değiliz. Sorunun değil çözümün parçası olmak, rövanşist yaklaşımları bir kenara koymak durumundayız.

Güç ve iktidar cazip ve konforlu görünür. Ancak bu, sorumluluğu ve riski hayli yüksek bir konfordur. Gücün tabiatı tehlikelidir. Güç sahiplerinin omuzlarındaki sorumluluk yükü, ellerindeki yetkiden de sahip oldukları konfordan da fazladır.  Bazı değerleri temsil ettikleri varsayıldığı için iktidara gelenlerin başarısızlıklarının faturası bu nedenle kendilerinden önce temsil ettikleri değerlere kesilir. Sorumluluk ve riskin boyutu tam da bu noktada kendisini belli eder.

Atatürk neyi temsil ediyordu?

1937 yılından bu yana Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında yer alan ve kendi adıyla anılan ilkelerini: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık…

Bunların bir kısmı, Atatürk’ün koltuğunda oturmakla Atatürk olduklarını sananların hataları yüzünden zarar gördü yıllarca.

Siyasi kadrolarımızın yanı sıra gözbebeğimiz olan silahlı kuvvetlerimiz de düştü aynı hataya. Hem de defalarca. Atatürk’ün vasiyet ettiği “tam demokrasi” idealimizi, 1960-1997 yılları arasında tam dört kez sekteye uğrattılar. Milletimizin hür iradesiyle seçtiği Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarımıza silah doğrulttular.

Bütün bunları yaparken ihanet içinde miydiler?

Kanaatimizce hayır.

Kabiliyetleri o kadardı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yedi yıllık tarihinde görev alan hiçbir Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı ihanet içinde olmamıştır.

Maşeri vicdanı dillere destan aziz ve asil milletimiz böylesi şahısların o kritik mevkilere gelmesine asla müsaade etmez. Hasbelkader gelenleri de usulüne uygun şekilde uzaklaştırır. Milli hafızamızı yokladığımızda ne demek istediğimiz kolayca anlaşılacaktır.

Darbeci olsun veya olmasın hiçbir Genelkurmay Başkanımız vatanına ihanet etmemiştir.

Ancak bu demek değildir ki, her biri devlet adamı yahut asker olarak birer Atatürk’tür.

Olmadıkları, olamadıkları meydandadır.

Her biri ülkesi ve milleti için samimiyetle çalışmış, becerebildiği kadarını yapabilmiştir.

Bu anlamda hiç kimseyi vatana, millete, devlete ihanetle suçlayacak durumda değiliz.

Lakin şunu söylemeye mecburuz:

Bir değeri benimsemek başkadır, onu tekeline almaya çalışmak başka. Bu nedenledir ki yükselmek için ortak milli değerlerimizi kendilerine payanda yapan, o değerin tek mümessili olarak kendilerini gören ve gösteren partiler, milletimiz için en tehlikeli olanlardır. Çünkü yaptıkları hatalarla sadece kendi siyasi geleceklerini tehlikeye atmakla kalmaz, temsil ettiklerini söyledikleri ortak değerlerimize de zarar verirler.

Liyakat ve ehliyet önemlidir.

Savunduğu değerler uğruna canını ortaya koyacak kadar vatansever, liyakatli, ehil ve fedakâr kadroların inşa ettikleri davaların en ölümcül zaafı liyakatsiz kadroların eline düşmektir.

Ülke liyakatli bir kadro tarafından yönetilirken sorun yoktur. Kaht-ı rical başladığında ise aysbergin görünmeyen yüzü bütün haşmetiyle ortaya çıkar. Yıpranan iktidarla birlikte temsil ettiği değerler de yaşanan felaketten nasibini alır. Hem de fazlasıyla… Zira o değerler, tıpkı aysbergin görünmeyen kısmı gibi derinlerdedir. Uğradığı tahribat bu nedenle büyük olur.

Güç kaybeden bir iktidar asla tek başına düşmez. Temsil ettiği değerleri de aşağı çeker.

Rönesans’ı başarıya ulaştıran sadece kanaat önderlerinin akıl ve kabiliyeti değil, aynı zamanda evrensel dinî değerleri dünyevî çıkarlarına alet eden Kilise’nin asırlardır kazdığı kendi kuyusudur. Şu anda insanlığın önemli bir kısmını tehdit eden semavi din karşıtı hareketlerin ve her geçen gün yükselişine dehşetle şahit olduğumuz deizmin vebali, dine sahip çıktığını sanan ve onu temsil ettiğini söyleyen din tüccarlarının omuzlarındadır.

Bu örnekten hareketle siyasi partilerimize şöyle bir çağrıda bulunmakla yükümlüyüz:

İktidar olmak yahut iktidarda kalmak uğruna milletimizin ortak değerlerini parti ambleminizin dar kalıplarına lütfen hapsetmeyin.

İlmin ve sanatın zirvesi Selçuklu’nun formüle edip Cihan Devleti Osmanlı’nın bayraktarlığını yaptığı “Din-ü Devlet Mülk-ü Millet” şiarında bütünleşen mukaddeslerimizi siyasi çıkar uğruna kullanmayı aklınızın ucundan dahi geçirmeyin.

Partizanlık illetinin başımıza sardığı “ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek yahut iktidarda kalmak” hırsından bir an önce kurtulun.

Atatürk ve Cumhuriyet söz konusu olduğunda bu husustaki ilk ve en önemli sorumluluk, Atatürk’ün kurduğu partinin mevcut yöneticilerine düşmektedir.

Atatürk’ü aziz Türk milletinin sinesinden çıkarıp bir siyasi partinin marka değeri haline getirmeye cüret edenler, büyük bir hata yaptıklarını artık anlamalıdırlar.

Atatürk, bir siyasi partinin tescilli markası değil aziz ve asil Türk milletinin ortak değeridir.

Atatürk tam demokrasiyle yönetilen çok partili bir Türkiye hayal ediyordu. Dolayısıyla onun kurduğu parti, 1945’ten bu yana diğerleriyle eşit hak ve salahiyete sahip bir siyasi partidir.

Atatürk’ün kurduğu partiden kopup bir başka siyasi parti kuran istiklal madalyalı milletvekillerinin Cumhuriyet’i ve onun kurucu liderini sevmediğini, gözünü iktidar hırsı bürüyenler dışında kim iddia edebilir?

Bu hususta birçok cümle kurulabilir. Yıllardır kuruluyor zaten. Bununla birlikte çatışmadan, kaostan beslenenlerin kurmayı istemedikleri cümleler de var. Bugün biz, yıllardır kurulmayı bekleyen o cümleleri kurmaya çalışıyoruz.

Atatürk, milletimizin ortak değeri oldukça Atatürk’tür; bir siyasi partinin marka değeri yapıldıkça değil. Atatürk’ün kurduğu partinin mevcut kadrosu bu gerçeği anladığı gün Ata’sının hatırasına gerçek anlamda sahip çıkmış olacaktır.

Millete mal olmuş lider, şair, yazar, sembol, kahraman ve kavramları belirli bir siyasi görüşün dar kalıplarına hapsetmeye kalkışmak, tarihteki ihtişamlı günlerine bir an önce kavuşmayı arzulayan milletimize haksızlıktır.

Millete ait olanın ötekileşmesine zemin hazırlamak hadsizliktir.

Milletimize ait olması gerekeni kendimize saklamak bencilliktir.

Atatürk’ün belli bir kesimin değil milletimizin ortak değeri olmasını istiyorsak, O’nun hatıra ve eserlerine bu anlayışla sahip çıkmalıyız. O’nu şahsi yaşantısından dolayı yargılamaya bir son vermeli, milletimiz ve mukaddeslerimiz için yaptıklarına odaklanmalıyız.

Bugün 10 Kasım 2020.

Aziz Atatürk’ün asil ruhunun ebediyete irtihalinin seksen ikinci yıldönümü…

Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

Cenabı Allah milletimize ve milli irademizin temsilcilerine akıl, fikir, izan ve feraset nasip etsin.

İnsanlarımıza şahıs, olay ve kavramları tarafsız bir şekilde değerlendirebilmeyi, onları tarihi serüvenimiz içinde layık oldukları yere oturtabilmeyi, milletimize mal olmuş ve olması gereken değerlerimizi basit hesaplar uğruna yıpratmak illetinden bir an önce kurtulabilmeyi nasip etsin.

]]>
http://hayatitek.com/ataturk/feed/ 2
REŞİD RAHMETİ ARAT http://hayatitek.com/resid-rahmeti-arat/ Tue, 21 Jul 2020 10:30:12 +0000 http://hayatitek.com/?p=2864 Doç. Dr. Muharrem Ergin’in, Türk Kültürü Dergisinin Ocak 1965 tarihli 27’nci nüshasında yayınlanan yazısı…

]]>
OKUMALAR / ATATÜRK VE İSTİKLAL http://hayatitek.com/okumalar-ataturk-ve-istiklal/ Mon, 06 Jul 2020 09:18:36 +0000 http://hayatitek.com/?p=2805 Dr. Nejat Göyünç’ün, Türk Kültürü Dergisi’nin Aralık 1964 tarihinde yayınlanan 26’ıncı nüshasında yer alan yazısı…

]]>
BAŞBAĞLAR’IN ACISI YÜREĞİMİZİ DAĞLASIN AMA GÖZLERİMİZİ BAĞLAMASIN http://hayatitek.com/basbaglarin-acisi/ Sun, 05 Jul 2020 17:04:33 +0000 http://hayatitek.com/?p=2779 HAYATİ TEK –

Güncel sorunlarla uğraşırken esas vizyonlarını kaybedenler, bir süre sonra sorunlardan başlarını kaldıramazlar. Gelecekten umutlarını keser, bir zamanlar canlarını ortaya koydukları dava ve değerleri anlamsız görmeye başlarlar.

Bundan 27 yıl önce 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ı yangın yerine çevirip -adeta sembolik bir mesaj vererek- cumhuriyetimizin temellerine saldıranlar ile üç gün sonra Başbağlar’ı kana bulayanlar aynı merkezlerden emir alanlardır.

Başbağlar, kader ortağımız Kürt kardeşlerimizin değil, aklını ve kalbini kiraya vermiş kuklaları istedikleri ritimde oynatanların karanlık bir icraatıdır.

Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyen merkezler ve onların Türkiye’deki uzantıları tarafından zamanın şartları gereği kullanılan bu iki olayı farklı cephelerinden düşünmek ve tarih içerisindeki en doğru konumuna oturtmak durumundayız.

BAŞBAĞLAR’IN ANLAMI

28 Haziran’da yayınladığımız “Küresel Güçlerin ‘Gerçek Gündemini’ Doğru Okuyor Muyuz?” başlıklı yazımızda, İkinci Viyana bozgunundan sonra adım adım gerilemeye başlayan Osmanlı’nın 1800’lerden itibaren İngilizler tarafından nasıl kuşatıldığını özetlemeye çalışmıştık.

2 Temmuz günü yayınladığımız “Gelecek Bin Yıla Sivas’tan Bakmak” yazımızda ise Cumhuriyet tarihimiz boyunca karşılaştığımız sorunların, Osmanlı’nın baş etmek zorunda kaldığı gailelerin bir devamı olduğuna dikkat çekmiştik. Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı Sivas’ın, cumhuriyetimizin temelini oluşturan birlik ve dirliğimize yönelik bir beşinci kol faaliyetinin hedefi olduğunu ifade etmiştik.

Sivas’tan üç gün sonra 5 Temmuz 1993’te gerçekleşen, 33 sivil vatandaşımızın hunharca katledildiği Başbağlar olayını tarihi perspektifi içinde değerlendirmenin sayısız faydaları vardır.

2 Temmuz Sivas ve 5 Temmuz Başbağlar, kökü 1800’lerin ilk çeyreğine kadar uzanan iki asırlık davanın, Batı cephesinde hâlâ kapanmadığını gösteren ibret verici iki olaydır.

DOĞU SORUNU (ŞARK MESELESİ)

1789 Fransız İhtilali’nden sonra girilen süreçte bilhassa Napolyon Bonapart ile yükselişe geçen Fransa’nın, İngiltere-Prusya ittifakı tarafından 18 Haziran 1815’teki Waterloo Savaşı’nda yenilmesiyle Avrupa’da yeni bir dönem başladı.

Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan ve uluslararası literatürde “Pax Britannica” olarak adlandırılan bu dönem, 1815’teki Viyana Kongresi’nde alınan kararların üzerine bina edildi.

Bu kongrede ilk kez dile getirilen “Şark Meselesi (Doğu Sorunu)”, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilip yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına rağmen, küresel güçler tarafından ısrarla takip edildi ve ediliyor.

Karl Marks ve Friedrich Engels’in birlikte yazdıkları “Doğu Sorunu” kitabında da enine boyuna tartışılan bu küresel sorunun mührü, 1815’ten bu yana geçen 205 yıllık süre zarfında başımıza açılan hemen her gailede karşımıza çıkmaktadır.

KÜRTÇÜLÜK HAREKETİNİN ANA KARARGÂHI: ÖNCE LONDRA, ŞİMDİ WASHİNGTON

Kürt kardeşlerimiz maalesef iki asırdır küresel güçlerin kullanmaya çalıştıkları bir toplum kesimi olmuşlardır. İngiltere tarafından temeli atılan, 1800’lerin sonuna doğru Fransa ve Rusya’nın da dâhil olmasıyla daha geniş bir destekçi grubuna sahip olan “Kürtçülük” hareketleri, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ni istikrarsızlaştırmak için en sık başvurulan yollardan biri olmuştur.

1985’ten itibaren Mihail Sergeyeviç Gorbaçov tarafından uygulamaya konulan Glasnost ve Perestroyka politikaları sonunda SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle, “Kürtçülük” sorunu da bambaşka bir çehreye bürünmüş, Türkistan’daki kardeşleriyle ilgilenmesi gereken Türkiye iç sorunlarla boğuşmaya başlamıştır.

1990-1991’deki Birinci Körfez Savaşı’na kadar Londra’dan idare edilen bu süreç, bu tarihten sonra ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın aktif rol üstlenmesiyle Washington’dan yönetilmeye başlanmıştır. Günümüz şartlarında Kürtçülük hareketinin hamileri çoğalmış olsa da ana merkez, 1990’ların ortalarından bu yana Washington’dur.

KÜRT KARDEŞLERİMİZİ KULLANMAYA ÇALIŞANLARIN BEŞ AMACI

Gerek Londra ve gerekse Washington sürecinde Kürt kardeşlerimizi kullanmaya çalışanların başlıca beş güncel hedefi vardır:

  • Vaktiyle Osmanlı’ya yaptıkları gibi bugün Türkiye’mizi istikrarsızlaştırmak,
  • Irak ve Suriye petrollerini üzerinde kesin hâkimiyet kurmak,
  • Ortadoğu’da kendi kontrollerinde oluşturacakları sömürge üssü sayesinde Türkistan’dan Avrupa’ya uzanan petrol ve doğalgaz transfer güzergâhına nezaret etmek,
  • Geleceğin en önemli mücadele alanlarından biri olan güvenli gıda üretim merkezleri ve transfer güzergâhlarını (Türkistan, Türkiye ve Afrika) güven altına almak,
  • Kudüs’ün İslam âleminin parçası olma özelliğini ortadan kaldırmak…

Kürt kardeşlerimizin 1815’ten bu yana sürüp giden “kullanılma” serencamına yapılacak hızlı bir bakış, konunun tarihi temellerinin anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır.

İLK KÜRT İSYANI’NI NEDEN MUSUL’DA ÇIKTI?

İlk Kürt isyanı, İngilizler’in Osmanlı topraklarındaki petrol bölgelerini kuşatma ve istikrarsızlaştırma gayretleri kapsamında 1800’lerin başlarında patlak verdi.

1806’da Musul’da ayaklanan Babanzade Abrurraman Paşa, 1812’de bir kez daha aynı cüreti gösterdi.

Osmanlı’nın Balkanlar, Lübnan ve Vahhabilik sorunuyla boğuştuğu bir dönemde zuhur eden isyanlar hızla çoğaldı.

1820’deki Zaza isyanını, 1831’de Bitlis-Şerefhan, 1835’te Botan-Bedirhan ayaklanmaları takip etti. Tanzimat Fermanı’nı ilan ettiğimiz 1839’da Diyarbakır’da Garzan isyanı baş gösterdi. 1881’de Hakkâri’de Ubeydullah, 1872’de Mardin-Cizre hattında Berdirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa’nın ayaklanması gerçekleşti. 1889’da Bedirhan Emin Ali, Erzincan’ı karıştırdı.

Payitaht Balkan ve Trablusgarp gaileleri ile uğraşırken, 1912’de Mardin’de Bedirhani ve Halil Rema, Bitlis’te ise Şeyh Selim Şehabettin isyanları ağzımızın tadını kaçırdı.

Milli Mücadele sürerken patlayan 1920’deki Koçgiri isyanı, Kürtçülük akımının niyetini en net şekilde anlatan gelişmelerden biri oldu. Doğu Sorunu’nu tezgahlayanlar, Osmanlı bakiyesi üzerinde milliyetçi anlayışa sahip güçlü bir devlet kurulmasını istemiyorlardı.

1923’TEN 1937’YE 24 İSYAN VE ATATÜRK’ÜN GAYRETİ

Cumhuriyet tarihimiz boyunca Bingöl, Muş, Diyarbakır bölgesini etkileyen Şeyh Sait (1925), Siirt’te patlayan Sason (1935) ve Tunceli’de gerçekleşen Dersim (1937) başta olmak üzere yirmi dört isyan meydana geldi.

Genç Cumhuriyet’imizin kurumsal yapısını sağlamlaştırmaya, tam bağımsızlık yolunda ekonomik özgürlüğümüzü kazanmaya, dört bir yanını demiryollarıyla birbirine bağladığımız yurdumuzu imar etmeye çabalarken çıktı tüm bu isyanlar.

1930’da Türk milletinin tanımını, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” şeklinde yaparak, Osmanlı bakiyesi 15 milyon vatandaşımızı barış içinde bir arada tutmayı hedefleyen Atatürk’ün bu gayretine en büyük darbe, bu isyanlar sırasında vurulmaya çalışıldı.

İSYANLARI BASTIRAN ATATÜRK, TEHCİR KADAR VİZYONER BİR HAMLE YAPTI

Ermeni Meselesi ve bölücü Kürtçülük hareketinin, Doğu Sorunu’nu kendi çıkarlarına uygun şekilde çözmeye çalışan İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından sürekli gündemde tutulması sebepsiz değildir.

Türkiye toprakları ve bulunduğumuz bölge üzerinde emelleri bulunan ülkelerin kışkırtmalarıyla çıkan bölücü Kürtçü isyanları bastıran Atatürk, vatan bütünlüğümüz ve milli dirliğimiz noktasında Ermeni tehciri uygulaması kadar değerli bir hizmette bulundu.

Vatan bütünlüğümüzü ve milli bağımsızlığımızı her şeyin üstünde tutan Atatürk’ün bastırdığı isyan hareketleri, son Kürtçü isyandan iki yıl sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında girdiğimiz çok partili hayatımız süresince sustu.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ

Suskunluğun nedenini anlamak zor değildi. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın daha mühim işleri vardı. Hitler kapılarına dayanmış, can derdine düşmüşlerdi. Kürt kardeşlerimizi kışkırtmak için ayıracak ne bütçeleri, ne de oraya dikkatlerini çevirecek halleri vardı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uluslararası statüko Doğu-Batı blokları ekseninde oluşunca, Türkiye ciddi bir yol ayrımına girdi. Batı bloğunu tercih eden Türkiye, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950’den sonra Dünya Bankası’ndan aldığı kredi, Kore’ye gönderdiği Mehmetçik ve NATO üyeliği ile birlikte Batıya entegrasyonuna dair niyet ve hevesini net bir şekilde ortaya koydu.

Türkiye’nin artık yeni bir Kızılelma’sı vardı: Küçük Amerika olmak ve her mahalleden bir milyoner çıkarmak!

27 MAYIS DARBESİ VE 61 ANAYASASI KİMLERE HİZMET ETTİ?

Şu an okunmakta olan yazının konusu olmadığı için detaya girmeyeceğimiz iç ve dış gelişmeler neticesinde yapılan 27 Mayıs 1960 darbesiyle Türkiye, darbe gerekçesi olarak sunulandan çok daha kötü bir döneme yelken açtı.

Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete sahip çıkmak adına yapılan bu darbe, Atatürk’ü sürekli meşgul eden yirmi dört Kürtçü isyanı kışkırtanların etkin olacağı bir ortamın oluşmasını sağladı.

Atatürk’ün “yönetimde istikrar” şeklinde özetlenebilecek iç politikası terk edilerek, “temsilde adalet” prensibine öncelik tanıyan 1961 Anayasası hazırlandı.

Ne olduysa ondan sonra oldu.

Kürtçülük hareketi ve sol örgütlenme, Türkiye İşçi Partisi’nin 1961’de kurulmasıyla olağanüstü bir hız kazandı.

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ VE KÜRTÇÜ HAREKET

13 Şubat 1961’de kurulan ancak o yıl yapılan seçimlere katılamayan Türkiye İşçi Partisi’nin 10 Ekim 1965 seçimlerinde kazandığı 15 milletvekiliyle TBMM’ye girmesi, Kürtçülük hareketi için can suyu oldu. 24 Ocak 1965’te Diyarbakır’da kurulmuş olan Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi (TKDP), başı sıkıştığında sırtını dayayacağı bir güce TİP ile kavuşmuştu.

1968 rüzgârının tesiriyle bölgesel hüviyetini terk eden Kürtçü hareket, büyük şehirlere ve üniversiteli gençlere yöneldi. Marksist-Leninist-Kürtçü örgütler birbiri peşi sıra sökün etmeye başladı.

Cumhuriyet tarihi boyunca hep sol hareketlerle kol kola yürüyerek büyüyen Kürtçü hareketin pek çok örgütü, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Dev-Genç, Türkiye Halkın Kurtuluşu Partisi-Cephesi (THKP-C) gibi yapılardan doğdu.

KÜRTÇÜ HAREKETİN ÖNÜNÜ AÇAN DÖRT MÜHİM GELİŞME

Kürtçü hareketin hızla büyümesinin arkasında dört önemli gelişme vardı.

TİP’in TBMM’ye girmesi, 68 Kuşağı’nın estirdiği rüzgâr, 1974 Genel Affı ve Kıbrıs Barış Harekâtı.

Bunlardan TİP, Kürtçü hareketlere fikri zemin hazırladı ve korumacılığını üstlendi.

68 olayları, tıpkı 1789’daki Fransız İhtilali gibi küresel bir kelebek etkisi oluşturdu. Hızla dünyanın dört bir yanına yayılan olaylar, Türkiye’yi de sarstı. Emperyalizm karşıtı sol örgütlerin yanı sıra bölücü örgütler de kurulmaya başlandı.

Anti Emperyalist olmak SSCB’nin güdümüne girmeyi ya da Türkiye’yi bölmeyi gerektirmiyordu ama sonuçlar böyle olmadı.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO), 21 Mayıs 1969’de Dev-Genç’ten ayrılan Kürtçüler tarafından kuruldu.

1974 Genel Affı, 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında cezaevine konulan Marksist, Leninist ve Kürtçü militanları serbest bıraktı.

Kıbrıs Barış Harekâtı ise, Türkiye karşıtı ülkeler arasında yeni ittifakların doğmasına neden oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını saran ülkeler, Kıbrıs üzerinden Yunanistan ile işbirliğine giderek, Ermeni terör örgütü ASALA’yı destekleyerek Türkiye’yi istikrarsızlaştırma faaliyetlerine ağırlık verdiler.

KÜRTÇÜ ÖRGÜTLER, CHP İKTİDARINDA KÖK SALIYOR

1965-1971 yılları arasındaki Süleyman Demirel hükümetleri döneminin 12 Mart 1971 Muhtırası ile sona ermesi üzerine silahların gölgesinde dört hükümet kuruldu. Partiler üstü olduğu söylenen bu teknokrat hükümetlerinin ilk ikisi Nihat Erim, diğerleri Ferit Melen ve Naim Talu’nun başbakanlığında hayat buldu.

1973 seçimlerinden birinci parti çıkan CHP’nin genel başkanı Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan CHP-MSP koalisyonu bir yıldan az bir süre görev yapsa da, çıkardığı Genel Af ve Kıbrıs Barış Harekâtı ile yakın tarihimize damgasını vurdu.

1974 aynı zamanda Kürtçü örgütlerin pıtrak gibi çoğaldığı bir yıl oldu. Genel Af ile cezaevinden çıkan bölücü militanlar hızla örgütlenmeye başladılar. Devrimci Halk Kültür Dernekleri (DHKD),  Anti Sömürgeci Demokratik Kültür Derneği (ASDK-DER), Kürdistan Öncü İşçi Partisi (KÖİP-PPKK) ve Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP) bu yıl içerisinde kuruldu.

Bu Kürtçü örgütlere 1975’te Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri (DDKD), 1976’da Rizgari ve Kawa eklendi. 1977’de Tekoşin ve Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK), 1978’de Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve 1979 Ala Rizgari sahne aldı.

Siyasi istikrarsızlığın zirveye çıktığı bu beş yıllık süreçte ortalık Kürtçü örgütlerden geçilmiyordu.

SAHİ, 12 EYLÜL NİÇİN YAPILMIŞTI?

Ülkede kaybolan istikrarı sağlamak amacıyla yapılan tüm darbeler, Türkiye’mizi daha da istikrarsızlaştırdı. 27 Mayıs ve 12 Mart’tan sonra yirmi yıl içerisinde üçüncü askeri darbe olan 12 Eylül’de yayınlanan 1 nolu ihtilal bildirisine şöyle deniliyordu:

“Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir.

Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

12 Eylül’ün gerekçesi olarak sayıp dökülen tüm her şey, 27 Mayıs ve 12 Mart’a rağmen nasıl olabilirdi?

Suçlu bulundu. Temsilde adaleti önceleyen 1961 Anayasası’nın yerine hem “temsilde adalet” hem de “yönetimde istikrar” sağlayacağı düşünülen 1982 Anayasası hazırlanarak hayata geçirildi.

Ülke, 1980-1983 yılları arasında Emekli Amiral Bülend Ulusu Başbakanlığındaki cunta hükümeti tarafından yönetildi.

6 Kasım 1983 seçimlerini kazanan Anavatan Partisi’nin genel başkanı Turgut Özal, 13 Aralık’ta Başbakanlık koltuğuna oturdu.

Darbeye maruz kalan Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin aldığı 24 Ocak Kararları’nın altında imzası bulunan, darbe sonrasında kurulan Bülend Ulusu hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev almış olan Özal, ekonomi öncelikli bir programla icraatlarına başladı. 12 Eylül sonrası sivil hükümetin göreve başlamasının üzerinden sadece 9 ay geçmişti ki, 15 Ağustos 1984’te bölücü terör örgütü ilk ciddi eylemini gerçekleştirdi.

Bu nasıl olabilirdi?

Ülke üç yıldır cunta hükümeti tarafından yönetiliyor, sıkıyönetim kimseye göz açtırmıyordu.

İşin aslı belliydi.

12 Eylül darbesi ile birlikte Suriye’ye geçen Abdullah Öcalan liderliğindeki bölücü örgüt kadroları, Bekaa Vadisi’ne yerleşmişti. Buradaki Helve kampında militanlarını eğiten örgüt, Irak’taki Barzani’nin öncülüğündeki Kürdistan Demokrat Partisi ile de ilişkiler kurmuştu.

Bu ilişki 1984’ten sonra çok işine yaradı. Bölücü örgüt, Barzani’nin etkin olduğu bölgelerden Türkiye’ye rahatça sızmaya başladı.

12 EYLÜL CUNTASI NASIL OLMUŞTU DA BÖLÜCÜ BİR ÖRGÜTÜ GÖZDEN KAÇIRMIŞTI?

12 Eylül cuntası darbe sırasında ve takip eden aylarda 650 bin kişiyi gözaltına almış, 1 milyon 683 bin kişiyi fişlemiş, 230 bin kişiyi yargılamıştı. 50 kişiyi idam etmiş, 171 kişiyi işkence ile öldürmüştü.

Ülkede kuş uçsa haberi olan 12 Eylül cuntası, nasıl olmuştu da dört yıl sonra eylemlerine başlayıp kırk yıl ülkeyi kana bulayacak bir örgütün palazlanma sürecini kaçırmıştı?

Hâlâ cevabını arayan bu soruyu bir kenara bırakıp, bölücü Kürtçü hareketin gelişimini izlemeye devam edelim.

Türkiye’de darbe hükümeti hüküm sürerken tüm hazırlıklarını tamamlayan, militanlarını eğiten ve sızacağı bölgelerdeki güçlerle anlaşan PKK, yurt içinde eylem koymaya artık hazırdı. 15 Ağustos 1984’te Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerine yaptığı baskın, hem bu hazırlığın sonunda ulaştığı gücü gösteriyor hem de bölücü örgütün “silahlı direnişi başlattığını” dünyaya ilan ediyordu.

SORUNUN ADINI DOĞRU KOYMAK

1984’ten beri 36 yıldır bölücü terör örgütünün başımıza açtığı gailelerle uğraşıyoruz. Bugün Suriye’de oluşumuzun ve hemen her gün yüreğimize şehit ateşlerinin düşmesinin sebebi de bu örgüt ile Türkiye arasında güvenli bir tampon bölge oluşturma çabamızdır.

2 Temmuz 1993’te, Cumhuriyetimizin temellerini, atıldığı yerde sarsmaya yeltenen; 3 gün sonra bu kez Kürt kardeşlerimiz ile aramıza 33 şehitlik dev bir duvar örmeye çalışan çevrelerin iplerini elinde tutanlar, maalesef “dost ve müttefik” görünümlü ülkelerdir.

Türkiye’nin literatüründe “bölücü terör” adıyla anılan sorunun bir parçası olan 5 Temmuz 1993 Başbağlar katliamını; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın temellerini attığı iki asırlık “Doğu Sorunu”ndan ayrı düşünmek, bizi birbirimize kırdırmaya çalışanların ekmeğine yağ sürmektir.

HALKÇILIK, HALKLARIN KARDEŞLİĞİ, HALKLARA ÖZGÜRLÜK!

Bu süreçte dikkat çekilmesi gereken en önemli konulardan biri de, kendisini Atatürkçü, Cumhuriyetçi olarak nitelendiren pek çok insanımızın, bu terör örgütüne ve örgütün siyasi uzantılarına sempatiyle bakabildikleri gerçeğidir.

Atatürk ilkelerinden biri olan “Halkçılık” anlayışının geçirdiği evrim, ibret almamız gereken önemli gelişmelerden biridir.

“Halkçılık” ile başlayıp, 68 Kuşağı tarafından “Halkların Kardeşliği” ile devam ettirilen ve nihayet “Halklara Özgürlük” sloganıyla yeni bir safhaya ulaşan bu süreci, özellikle gençliğimizin çok iyi idrak etmesi gerekiyor.

Atatürk’ün, 1930’da yayınlanan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında yaptığı “millet” tanımını tekrar hatırlayalım:

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”

Atatürk’ün vatanını, milletini ve devletini bir arada tutmak amacıyla kurduğu bu cümleyi, vatanımızı parçalayacak, milletimizi bölecek bir şekilde yorumlamak, ne Atatürkçü düşünceye yakışır, ne de Nutuk’ta 1160 kez “millet”, 967 kez “milli”, 483 kez “Türk”, 429 kez “memleket”, 288 kez “vatan” diyen Atatürk’ün yolunda gidenlere…

Cumhuriyetimizin yedinci yılında söylenmiş bu sözü, bugün buralara kadar getirmek en basit ifadesiyle “cehalet” ile açıklanabilir.

Bu cehalete bir son vermeli, Atatürk’ün birleştirici, bütünleştirici milliyetçilik anlayışını eğip bükme gayretlerini bir an önce bırakmalıyız.

ZİYA GÖKALP’İN MÜHİM BİR TESPİTİ

Cumhuriyetin “halkçılık” ve “milliyetçilik” prensiplerine dair Atatürk’ün “fikir babam” dediği Ziya Gökalp’ten aktaracağımız iki paragrafın, “halkçı” vatandaşlarımızın önünde geniş bir ufuk açacağı kanaatindeyim.

“Türkçülüğün Esasları” kitabının 166’ncı sayfasında şöyle diyor Ziya Gökalp:

“Türkiye’de Allah’ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki, adı Türk Milleti’dir.

İstikbalde de daima halkçılıkla Türkçülük el ele vererek mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da hars sahasında Türkçü olacaktır. Dinî ilmihalimiz, bize ‘akaitte mezhebimiz Mâturîdîlik ve fıkıhta mezhebimiz Hanefilik’ olduğunu öğretiyor. Biz de buna teşbihle, şu düsturu ortaya atabiliriz: Siyasette mesleğimiz halkçılık ve harsta mesleğimiz Türkçülüktür.”

Ne dersiniz “halkçı” arkadaşlar, üzerinde düşünmeye değmez mi?

SON SÖZ…

Bir milletin saldırıya uğradığı yerler, düşmanlarının önceliğini de ortaya koyar.

Cumhuriyet tarihimiz boyunca küresel güçler tarafından sürekli gündeme getirilen bölücü ve ayrıştırıcı tezlerden ikisi, Alevi-Sünni ve Türk-Kürt karşıtlığı oluşturma gayretinin ürünüdür.

2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde, 5 Temmuz 1993’te ise Başbağlar’da bu iki hassas konu üzerinden Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çabalayanlara verilecek en güzel cevap, bu iki olayı tarihi perspektifi içerisinde değerlendirmektir.

Milli birlik ve dirliğimize kasteden bu iki olayın sırtındaki “Şark Meselesi” mührünü; bu mührü elinde tutan İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD’yi teşhis etmektir.

Yüreğimizi dağlayan bu iki olayın gözlerimizi bağlamasına izin vermeyelim.

]]>
OKUMALAR / İNSANLIK İDEALİ VE TÜRKLER http://hayatitek.com/okumalar-insanlik-ideali-ve-turkler/ Wed, 01 Jul 2020 17:25:04 +0000 http://hayatitek.com/?p=2689 Dr. Nejat Göyünç’ün, Türk Kültürü Dergisi’nin Temmuz 1964 tarihinde yayınlanan 21’inci nüshasında yer alan yazısı…

]]>
OKUMALAR / ATATÜRK: “BEN YAŞAYABİLMEK İÇİN MÜSTAKİL BİR MİLLETİN EVLADI KALMALIYIM” http://hayatitek.com/okumalar-ataturk-ben-yasayabilmek-icin-mustakil-bir-milletin-evladi-kalmaliyim/ Wed, 01 Jul 2020 16:03:42 +0000 http://hayatitek.com/?p=2669 Atatürk’ün, Türk Kültürü Dergisi’nin Temmuz 1964 tarihinde yayınlanan 21’inci nüshasında yer alan hürriyet, istiklal ve milliyetçilik konusundaki değerlendirmesi…

]]>