Darbe – Hayati Tek http://hayatitek.com Sun, 24 Apr 2022 09:34:19 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Darbe – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 YUSUF KUYU’DAN ÇIKABİLECEK Mİ? http://hayatitek.com/kuyu/ Wed, 25 Aug 2021 12:44:52 +0000 http://hayatitek.com/?p=5094 HAYATİ TEK

Adnan İslamoğulları’nın “Kuyu” romanındaki Yusuf’tan söz ediyorum.

Hakkında konuşulmamak üzere adeta suskunluk yemini edilmiş bir dönemi temsilen seçilen doğru karakterleri, merak hissini sürekli canlı tutan olay örgüsü, şahane tasvirleri ve musikili üslubuyla fark oluşturan bu başarılı eserin satırlarında gezindikçe bir duygudan ötekine savrulduğumu itiraf etmeliyim.

Hüzün, tebessüm, kızgınlık, hayal kırıklığı, umut, hayıflanma ve diğerleri, yer yer yanaklarımdan süzülen gözyaşlarımın açtığı dere yataklarında usulca ilerleyerek özeleştiri ırmağında buluştular.

Sayfalar ilerledikçe debisi artan, bir “sağa” bir “sola” vurarak menderesler çizen özeleştiri ırmağının bir düşünce denizinde durulacağını daha en başından seziyordum, ancak o denizin bir anda dipsiz bir okyanusa dönüşeceğini nereden bilebilirdim?

Bir sol örgüt içine sızarak, atalarından tevarüs ettiği bir yazgıyı bütün risk ve heyecanıyla yaşayan Ülkücü Yusuf Sancaktar’ın maceralı hayatı, 1970’ler Türkiye’sini yangın yerine çeviren, etkileri hâlâ devam etmekte olan devasa bir sosyal travmanın ibretlik yansımalarıyla dolu.

Başarıyla işlenen olaylar örgüsü, yakın tarihimizin en kritik dönemlerinden birine ışık tutuyor. Kimi zaman sadece adı, kimi zamansa ne adı ne de soyadı zikredilen gerçek kişilerin ayrı bir gizem kattığı eser, yeri geldikçe bahsi geçen Ülkücü şehitlerin hatıralarıyla okuru bambaşka bir iklime sürüklüyor.

Başkarakter Yusuf ile çocukluk aşkı Defne arasında Bursa’da başlayıp İzmir’de devam eden fırtınalı gönül ilişkisi; girdiği sol örgütte tanıştığı ve çok yakınlaştığı Ender Kolcu’nun kız kardeşi Neşide’nin içten içe onu sevmesi ama bir türlü açılamaması…

Devlet umuru görmüş, nice acılar çekmiş, “memleketin selameti” ile “oğlunun canı” arasında kalmış, üstelik eşini kaybetmiş Nilüfer Hanım’ın, hayatına mal olabilecek tehlikeli bir görev üstlenen oğlu Yusuf’la olan imrenilecek ilişkileri…

Cami imamı kisvesi altında görev yapan ancak kökü yüzyıllar öncesine uzanan gizli millî yapının en önemli aktörlerinden biri olarak nice hayati meseleleri çözen Mehmet Selim Efendi’nin, Paris’te tanışıp gönlünü kaptırdığı Madam Eugenie ile zoraki ayrılığı…

Duygusal yoğunluğun zirve yaptığı bu bahisler, bir yandan Kuyu’nun derinliğine derinlik katarken, öte yandan okurun yüreğinde kâh bahar tomurcukları açtırıyor kâh hazan yaprakları döktürüyor.

Eserde fazlaca rol verilen kadın karakterlerin her birinin çok özel vasıflara sahip olmaları, özellikle Yusuf’un annesi Nilüfer Hanım ile Ender’in annesi Münevver Hanım’ın “aydın kadın” kimlikleriyle bir adım öne çıkmaları, ülkeyi iç savaşa sürükleyen terörün tahrip ettiği bağların kadın eliyle nasıl onarılabileceğini belgesel tadında anlatıyor.

Bu iki güçlü anne figürünün ailelerini toparlamada üstlendikleri roller, kalite kokan tavırları, yaşadıkları yuvayla nasıl özel bir hukuk geliştirdiklerini resmeden mekân tasvirlerine ustalıkla yerleştirilmiş detaylar, hem aile kurumunun önemine işaret ediyor hem de kültürel bir seviyenin altını çiziyor. İster sağ ister sol görüşlü olsunlar, güngörmüş ailelerin medenî ve şehirli yönlerine vurgu yapıyor.

Bu vurgu sadece “aydın kadınlar” üzerinden değil, aynı zamanda bizzat Mehmet Selim Efendi ve onun etrafında kümelenen karakterlerde de karşımıza çıkıyor: Ağabey, Antikacı Salih Efendi, Nilüfer Sancaktar, Yusuf Sancaktar, Bayan Eugenie…

Romanın başlangıç bölümlerinde sıkça karşılaştığımız “Ağabey” ile olay örgüsünde kendisine neredeyse hiç yer verilmeyen “Başkan” karakterlerinin konumları, aldıkları riskler, devlete bakışları ve fedakârlıkları, ihtişamlı bir “ahde vefa örneği” gibi parıldıyor.

Küresel bir senaryonun Türkiye’deki dehşet verici sonuçlarının aktörü durumundaki ideolojik kesimlerin, özellikle de karşıt grupları temsil eden Ülkücü ve Devrimcilerin canlarını ortaya koyarken önceledikleri amaçları, kendileri açısından vatansever olan her iki kesimi kullanmak isteyen güçlerin başvurduğu yol ve yöntemler, yer yer Emine Işınsu’nun Sancı romanını akla getiriyor. Sancı’daki profesörün yerini Kuyu’da bir istihbarat albayı, profesörün kızı Leyla’nın yerini ise albayın kızı Defne alıyor.

Galip Erdem’in ülkücüler hakkında yaptığı, “Ülkücüler, Ülkücü geçinenler, Ülkücülükten geçinenler.” tasnifi, İzmir’deki bir sol örgütte ete kemiğe bürünüyor. Roman, bir ideolojik hareketin, özellikle sol örgütlerin yüzlerce hatta binlerce genci nasıl olup da ölüme sürükleyebildiğini; kimi şahsî kaygı ve beklentilerin, uğruna can verilen bir davanın önüne nasıl geçebildiğini de örnekler üzerinden aktarıyor.

Orta alt gelir grubuna dâhil, geleneksel Anadolu insanı kimliğiyle yetişen, üniversite okumak üzere büyük şehirlere gelen gençlerin örgütlerce nasıl ikna edildiği yahut kandırıldığına dair ipuçları da veren romana ustalıkla yedirilmiş olan “evrensel insanî değerlere sahip çıkma” hassasiyeti, özellikle Yusuf’un kendisi ve davası hakkında yaptığı özeleştiri bölümlerinin hâkim rengini oluşturuyor.

“Her sol örgütün lider kadrosunda en az iki devlet görevlisi bulunduğu” vurgusu, bir yandan romandaki “devrimcilik oyunu” ve “ihtilalcilik oyunu” kavramlarına hayat verirken, öte yandan devletin bekası uğruna, binlerce genci birbirine kırdırmak dâhil, her şeyi mubah gören bir anlayışın toplumların başına ne gibi gaileler açabileceğini de gözler önüne seriyor.

Yusuf’un iç yolculuğu sırasında sıkça kendisine sorduğu, haddini aşma pahasına zaman zaman Mehmet Selim Efendi’ye de yönelttiği ve fakat pek azına cevap alabildiği sorular, eserin yazılış gayesi hakkında okura yol gösteriyor.

Sancı’daki Bulgar KGB Ajanı Bakof’a benzer bir karaktere yer verilmemiş olsa da sol örgütlerin millî görüntüsünün arka planındaki “dış mihrak” unsuru, romanda kendisine kuvvetli bir yer buluyor. Abdi İpekçi ve Gün Sazak cinayetlerine yönelik değerlendirmeler, konunun bu yönüne dikkat çekiyor.

Üzerindeki sır perdesi hâlâ aralanmamış bir trafik kazası sonucu 1972 yılında kaybettiğimiz Dündar Taşer’in “fenafiddevle” kavramıyla tanımladığı vatanseverlik anlayışı, romanın son bölümüne damgasını vuruyor.

Devlet olgusunun enine boyuna tartışıldığı bu bölümde; devletin Tanrı gücüne dayandığına inanan Oğuz Kağan’dan “Zamanı Tanrı yaşar.” diyen Bilge Kağan’a, “Allah, Vatan, Namus, İttihat” kavramlarını bayraklaştıran İttihat Terakki’den 1980’lere kadar devam eden “Devlet, Tanrı kadar ve Tanrı gibi ebedî.” anlayışının mağdur ve müftehir mümessillerinin Ülkücüler olduğu mesajı veriliyor.

Kadim Türk tarihinin kırılma noktalarının hatırlatıldığı, cumhuriyetimizin kuruluş dönemi sancıları ve demokrasiye geçiş sürecinde yaşadığımız sıkıntıların dile getirildiği bölümde; Mehmet Selim Efendi’nin dudaklarından dökülen, “Bize biçilen yazgı değişmez evladım, fenafiddevle kanla yazılır.” sözü, Ülkücülerin 70’lerdeki duruşunun ilham kaynağına işaret ediyor. Şehit Ülkücüler, “yaşatmanın destanını ölerek yazan” Kür Şad’ın 20’nci yüzyıldaki temsilcileri olarak, okurun bilinçaltına havale ediliyor. “İttihatçılar ölse de İttihatçılık ölmez.” düsturuyla özdeşleştirilen “fenafiddevle” anlayışının, Türk milliyetçilerinin temel varlık sebebi olmaya yarınlarda da devam edeceği tezi işleniyor.

Mehmet Selim Efendi ile Yusuf’un son görüşmeleri sırasında yaptıkları tahlil ve tespitler, Türk milliyetçilerinin devlete bakış açılarının kökeni ve yarınlara uzanan kadim savunma mekanizmaları hakkında sadece tarihî bilgileri aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda meseleye doktriner bir bakış açısı getiriyor.

12 Eylül darbesi ile biteceği sanılan romanın sonundaki “Birinci Cildin Sonu” ibaresi, bu değerli eserin damağımızda kalan tadının en azından bir cilt daha devam edeceği anlamını taşıyor.

İkinci ciltte en merak ettiğim husus, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecimizde İttihatçılığı doğuran, cumhuriyet tarihi boyunca başka suretlerle varlığını sürdüren, 1970’lerde yaşanan felakete rağmen ilk ciltte “temize çıkarılan” devlet algısının, son kırk yılda nasıl bir değişim geçirdiği sorusuna yazarın vereceği cevap olacak. Yusuf’un yaşayacağı heyecan dolu yeni maceralardan ziyade bu konunun nereye varacağını merak ediyorum.

Devlet-Ebed-Müddet prensibi uğruna her şeyini feda etme tavrını kutsallaştıran anlayış, Mehmet Selim Efendi’nin sükûnet ve inancıyla mı yoluna devam edecek yoksa Yusuf’un nereye varacağını henüz kestiremediğimiz sorgulamalarının neticesinde yeni bir şekil mi alacak? Bu önemli soruya verilecek cevabın, ikinci cildin temel konularından birini teşkil edeceği kanaatindeyim.

Kuyu’nun zihnimdeki izdüşümlerini paylaşmaya, kulağıma çalınan “Romanın başkarakteri epeyce abartılmış.” yönündeki eleştiriye cevap vererek devam etmek istiyorum.

Kuyu, her şeyden önce bir roman; bir Ülkücünün günlüğü, görev icabı tuttuğu bir seyir defteri yahut 12 Eylül öncesine dair akademik bir inceleme metni değil.

Edebiyatın gücü, biraz da bazı meseleleri daha görünür kılabilmek gayesiyle gerektiğinde abartıya cevaz vermesinde saklıdır. Yazar, yerine göre bazı konuları abartmalı ki okurun dikkatini ana mesaja çekebilsin.

Bu nedenle, gayet kıvamında bir “abartı” görüyorum Kuyu’da. Fatih’in Fedaisi Kara Murat yahut Rambo’dan çok daha gerçekçi bir kahraman Yusuf Sancaktar…

Üstelik üç nesil boyunca her şeyini devletin bekasına adamış “vasıflı” ve “vazifeli” bir aileye mensup her gencin, biraz gayret ve cesaretle dönüşebileceği kadar “gerçek” bir karakter…

Hatta Yusuf Sancaktar’dan daha abartılı görünen nice destansı kahramanın Ülkücü Hareket safında yer aldığı, konuya vakıf olanlarca malumdur.

Onların hikayeleri de yazılır mı bir gün?

Ketumlukta Mehmet Selim Efendi’yi aratmayan, kendilerinden bahsetmeyi ar kabul eden “ağabeyler” de yazarlar mı yaşadıklarını?

Yazmaları, uğruna kelleyi koltuğa aldıkları “davaya” ne gibi bir faydalar sağlar yahut zararlar verir?

Tarihe tanıklık etmenin yahut bir döneme ışık tutmanın ötesinde sağlam bir “yüzleşme” romanı olan Kuyu, bu yolda atılacak adımlara esin kaynağı olur mu?

Bunu zaman gösterecek.

12 Eylül sonrası Ülkücü Hareketi değerlendirme salahiyetine sahip en yetkin isimlerden biri olarak gördüğüm, musikili üslubuna bayıldığım, kadrosunda yer almakla iftihar ettiğim Bizim Ocak yıllarında kendisiyle yakın çalışma imkânı bulduğum Adnan İslamoğulları ağabeyimin Kuyu romanının ikinci cildini büyük bir merak ve sabırsızlıkla bekliyorum.

]]>
80 SONRASI SAĞ BASIN http://hayatitek.com/80-sonrasi-sag-basin/ Fri, 05 Jun 2020 18:36:25 +0000 http://hayatitek.com/?p=772

HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ocak 1990 tarihinde yayınlanan 70. sayısının Kapak Dosyasını Ali Osman Soydemir ve Doğan Kutlu ile birlikte hazırlamıştık.

]]>
EROL GÜNGÖR: VİCDAN HÜRRİYETİ HERKESİN VİCDANINA AİT ŞEYLERİN YİNE VİCDANDA KALMASI DEMEK OLSAYDI O ZAMAN BUNA HÜRRİYET DEĞİL, ESARET DEMEK GEREKİRDİ http://hayatitek.com/erol-gungor-vicdan-hurriyeti-herkesin-vicdanina-ait-seylerin-yine-vicdanda-kalmasi-demek-olsaydi-o-zaman-buna-hurriyet-degil-esaret-demek-gerekirdi/ Fri, 05 Jun 2020 17:22:03 +0000 http://hayatitek.com/?p=758 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Kasım 1989’da yayınlanan 68. sayısında yaptığımız “İz Bırakanlarla Mülakat”ın konuğu Prof. Dr. Erol Güngör’dü.

]]>
“DÜN DÜNDÜR” DER POLİTİKACI.. AYNI SÖZÜ KALEMLER DE SÖYLEMEYE BAŞLADIYSA? – BU BİR MEDYA ELEŞTİRİSİDİR… http://hayatitek.com/dun-dundur-der-politikaci-ayni-sozu-kalemler-de-soylemeye-basladiysa-bu-bir-medya-elestirisidir/ Sun, 31 May 2020 21:30:01 +0000 http://hayatitek.com/?p=477 FEHMİ KORU

(www.fehmikoru.com., 22 Ağustos 2019)

Kıdemli bir meslektaş kendisinden daha kıdemli bir başka meslektaşa atfettiği bir benzetmeyi bir ara sıkça hatırlatarak gazeteci-politikacı ilişkisi hakkında tarafları uyarırdı. Benzetmesi şuydu: “Gazeteci ile dostluk bir numara küçük ayakkabı giymek gibidir; arkadan vurur.”

Bu iki meslek, görev tanımları gereği, dostluğu kolay kaldırmaz.

Siyasetle ilgilenen, o alanda görevler üstlenmiş kişilerin her birinin dağarcığında, ‘dost’ bildiği bir veya daha fazla gazeteci tarafından kendisine yaşatılan hayal kırıklıkları vardır. Mutlaka vardır.

Ayakkabı iki tarafta da arkadan vurur

Peki ya gazeteci milletinin yaşadığı hayal kırıklıkları?

Her insan gibi ‘gazetecilik’ mesleği mensuplarının da siyasi eğilimleri vardır, bu da yazılarına bir biçimde yansır. Eğilimlerini temsil ettiğine inandığı partiyi veya kişileri diğerlerinden daha fazla kendisine yakın bulur gazeteci, bunu haberlerinden veya yazılarından anlarsınız.

Çoğu kez politikacılar da kendilerine inanan, güvenen gazeteci ve yazarları hayal kırıklığına uğratır.

Süleyman Demirel cumhurbaşkanı olduğunda, siyasi hayata girmesine ve lider arayan Adalet Partisi’ne genel başkan seçilmesine haberleri ve yazılarıyla vesile olmuş eski gazeteci dostu Cüneyt Arcayürek’i kendisiyle birlikte Çankaya Köşkü’ne taşımıştı; basın müşaviri olarak… Cüneyt Arcayürek orada geçirdiği yıllarda bizzat tanığı olduğu olayları sonradan çok sayıda kitabına malzeme yaptı.

Demirel bir numara küçük ayakkabı giymiş gibi kendisini hissettiğini belli etti kitaplar birbiri ardına raflarda yerini almaya başladığında…

Ancak Arcayürek’in kitaplarına sinmiş havayı koklamasını bilenler, ikili ilişkide esas hayal kırıklığı yaşayanın yazarın kendisi olduğunu mutlaka fark etmiştir.

İkili ilişkide kantarın topuzu her zaman gazetecinin aleyhine çalışır.

Hakkında hep iyi hisler beslediğim şimdi rahmetli olmuş bir politikacı bana da büyük bir hayal kırıklığı yaşatmıştı. Hakkında ciddi ithamlar taşıyan bir haberi mahkemeye taşımıştı o politikacı; değerlendirmenin kaynağı olan yabancı yazarın güvenilmez biri olduğunu yargıca kabul ettirmek istiyordu. O yabancı kaynağın ne kadar güvenilmez olduğuna dair geçmişte bir şeyler yazmıştım.

Bir gün randevu alarak bir avukat yanıma geldi. O politikacının avukatıydı ve istediği de kaynakla ilgili yazılarımı mahkeme heyeti önünde tekrarlamamdı.

“Elinizde yazılarım var, onları mahkemeye sunun” dememe “Sizin mahkeme heyeti karşısına bizzat çıkarak onları tekrarlamanız önemli; müvekkilim sizden bunu bekliyor” cevabı geldi.

Daha önce zaten bildiğim gerçeği o gün bir kez daha anladım: Politikacı için en önemli değer kendisiydi; gözünde başkalarının zerre kadar değeri yoktu. Herkes, en yakın bildiği insanlar bile, kullanılması gereken birer piyondu onun gözünde.

Hayal kırıklığımın derecesini anlatamam.

Bugün ve basınımız

Bugün neden bu konu?

Şundan: Günümüzde görev tanımlarını ‘yakınlık duyduğu politikacıları övmek’ olarak belirlemiş geniş bir kitle var medyamızda. Politikacıların her sözünü mutlaka sahip çıkılması gereken düz ve temiz bir çizgi olarak değerlendiriyor bu kişiler. Geçmişte yazdıkları ve yaptıklarıyla taban tabana zıt tavırlar sergileyebiliyorlar. Bir zamanlar politikaya soyunmuş ‘liberalin en hası’ iki kişinin hemen yanı başında yer aldığını hatırladığım bir yazar sözgelimi; bugün tam tersi politikaları hararetle savunabiliyor…

Yukarıdaki paragrafı okuyunca “Acaba beni mi kast etti?” sorusunu soracak birden fazla kişi çıkacaktır.

Hadi onun çelişkili tavırları arasında birkaç on yıl var; bazıları fazla uzak olmayan geçmişte yazdıklarını şimdi yazdıklarıyla yalanlayabiliyor. Hatta, geçen hafta “Ne iyi” diye övdüğü bir politik çıkış bu hafta politikacı tarafından atılan geri adımla boşa çıktığında, bu defa o geri adımı “Aman ne iyi” diye yere göğe koyamayanlar da var.

Bugünkü gazeteler bile o tavrı sergileyen yazılarla dolu.

İktidara yakın olanlar arasında da var böyleleri muhalefete yakın olanlar arasında da.

Yazıların hepsi arşivde yerini alıyor doğal olarak.

Bir numara dar ayakkabı her gün iki taraflı olarak arkadan vuruyor.

Kitaplığımda hep en görünür yerde tuttuğum ve gözümün önünden ayırmak istemediğim kitaplar arasında en başta darbeler öncesi ve sonrasında bizim basınımızda çıkmış ibretlik yazıları toplayan eserler bulunur. [Hayati Tek’in ‘Darbeler ve Türk Basını’ ile Mine Söğüt’ün ‘Darbeli Kalemleri’ bu alanda birer başyapıt sayılabilir.] 27 Mayıs’tan (1960) 28 Şubat’a (1997) kadar her darbe basınımızdan şöhretli pek çok kalem için birer utanç galerisidir.

İleride bugünleri yazacak olanların da elinde çok malzeme olacak.

Ne yazacaklar?

]]>
SINAV http://hayatitek.com/sinav/ Sun, 31 May 2020 21:28:20 +0000 http://hayatitek.com/?p=475 YAVUZ DONAT

(Sabah, 17 Temmuz 2008)

Hayati Tek 2003’te bir kitap yazdı: Darbeler ve Türk Basını (Elips Kitap-432 sayfa)

Kitapta “darbeler, müdahaleler, muhtıralar, darbe girişimleri” de anlatılıyor…

Bu olaylarda “medyanın tutumu” da.

Gazete gazete, isim isim “yüzlerce örnek” var.

***

Kitapta “bir hususun” altı çiziliyor:

– Demokrasiyi kurtarmak adına yapılanlar sırasında en büyük darbeyi demokrasi yedi.

“Bu tespite” kim itiraz edebilir.

En büyük darbeyi demokrasi yediği içindir ki, demokrasimiz hala “ağır aksak, kör topal” yürüyebiliyor.

***

Kitaptan bir başka tespit:

– Her darbe süreci demokratik kurumlar ve medya için bir sınav dönemi olmuştur.

Bu tespite de katılmamak mümkün değil.

“Sınava” gelince…

Kitapta verilen örneklerin medya açısından “parlak bir karne notu” olduğunu söylemek imkansız.

***

Hayati Tek‘in kitabı “bugün yaşananların ışığında” okununca daha da ilginçleşiyor.

Sanki bir filmi “yeniden izliyorsunuz.

Şimdi olup bitenler, geçmişteki örneklerin “fotokopisini andırıyor.”

***

Kitabın “sonuç” bölümünden bir cümle ile konuyu kapatalım:

Kitapta ortaya koyduğumuz yüzlerce haber, yazı ve belge göstermektedir ki, Türk basını darbe süreçlerinden yüzünün akıyla çıkamamıştır.

]]>
FENA BİLLAH! http://hayatitek.com/fena-billah/ Sun, 31 May 2020 21:26:26 +0000 http://hayatitek.com/?p=473 EMRE AKÖZ

(Sabah, 29 Haziran 2008)

Hayati Tek‘in kaleme aldığı ‘Darbeler ve Türk Basını’ adlı kitabı okuyorum: Hangi darbede basın nasıl bir tavır aldı? Kim, kimi, hangi kelimelerle destekledi?

Ekler bölümünde yer alan bir söyleşide Hayati Tek şöyle bir değerlendirme yapıyor:

“27 Mayıs’ta ( 1960 ) Demokrat Parti’yi destekleyenler dahil bütün basın darbenin yanında olmuştur. 12 Mart’ta ( 1971 ) durum biraz farklılaşır. Orada Marksist bir cunta beklentisi içinde bulunan sol kalemler hariç, basın muhtıraya karşı durur. 12 Eylül ( 1980 ) 27 Mayıs’ı çağrıştırır. Üç beş kalemin haricinde hepsi darbecilerle saf tutar. 28 Şubat ise tamamen farklıdır ve umut vericidir. Darbeyi destekleyenlerle karşı duranlar neredeyse eşit sayıdadır. Bir de tarafsız kalanlar var. Onların derdi demokrasi. Ben onları da darbe karşıtlarına dahil ediyorum.”

***

Gelelim bugüne.

Benim değerlendirmem şudur: Avrupa Birliği süreciyle derinleşmeye başlayan demokratikleşme ve şeffaflaşma, ardından 22 Temmuz 2007 seçimleriyle gelen yüzde 47’lik oy oranı, Cumhurbaşkanının ‘ karşı kamptan’ olması ve ‘ Yeni Anayasa’ çalışmaları bürokratik eliti rahatsız etmiştir.

Mevcut şartlarda tanklı tüfekli ” açık darbenin ” mümkün olmadığı değerlendirmesini yapanlar; yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Milliyet yazarı Hasan Cemal’in dile getirdiği gibi bir ” yargı darbesine ” soyunmuştur.

Yargı darbesinin su yüzüne çıktığı tarih 14 Mart 2008’dir: Yani “kapatma davasının” açıldığı gün.

Ancak hazırlıkların daha önceye dayandığı, en azından Eylül 2007’ye dek gittiği, kamuoyuna geçenlerde yansıyan ve kısaca ‘ Eylem Planı’ dediğimiz belgeyle ortaya çıktı.

Bu belgeye hiç şaşırmadık. Çünkü Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, aynı 28 Şubat’ta olduğu gibi, medyanın bir kısmı bazen düpedüz yalan haberlerle, bazen de olaylara takla attırarak, yargı darbesi değirmenine su taşımaya başladı.

***

Ancak 1997 ile 2008 arasında önemli bir ” değişken ” devreye girmişti:

’28 Şubat’a tam destek veren Sabah Grubu bu kez darbe sürecinden uzak duruyor, demokrasinin yanında yer alıyordu.

Ortamda böyle olunca, haliyle “darbe yanlısı” yazarlar ile “darbe karşıtı” yazarlar arasında atışmalar başladı.

İşte bu süreçte ilginç bir durumla karşılaştık: Darbeci yazarların yalanlarını eleştirdiğimizde karşımızda yüksek ahlaklı bir AD borazanı bulduk.

Bu nameci adeta bir ” Eylem Planı Müfettişi ” gibi grubun yayın politikasını karalıyor, ” gitsem mi/kalsam mı ” diye fır fır dönüyordu.

Müşteri kızıştırmayı o hale vardırdı ki darbe destekçisi rakip grubun spor ilavesine katkıda bulunuyor, bunu da ” sohbet ” adıyla maskeliyordu.

***

Bu süper haysiyetli numaralarını ortaya çıkarırken ” dnglk ” kodunu kullanmıştım.

Görüyorum ki ahlaklı davranmaya devam ediyor ve tam 19 haftadır rakip gazeteye katkıda bulunuyor.

O halde, bu durumu adlandırmak için ” Dnglk 19 ” gayet uygun görünüyor.

Önümüzdeki salı günü de, aynı marifeti gösterdiği takdirde ’19’a ‘1’ eklemek zorunda kalacağız.

Bizim eski patron, hem yeni girdiği basın sektörünü iyi tanımadığından, hem de boş bulunduğundan, bunun için ” fenafillah mertebesine çıktın ” demişti.

Şimdi olsa ” fena billah ” der! Darbe destekçisine başka ne denir?

Not: Fenafillahın düz anlamı; ” Ölmeden önce ölmek .” Hakikaten de oluyor böyle şeyler.

]]>
GAZİ MECLİS’İN YÜZ YILLIK DEMOKRASİ MÜCADELESİ http://hayatitek.com/gazi-meclis/ Sun, 31 May 2020 20:41:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=454

HAYATİ TEK –

Dünya tarihi boyunca toplumlar Monarşi, Meşrutiyet, Oligarşi, Otoriter, Totaliter, Komünist, Faşist, Nasyonal Sosyalist, Teokratik, Demokratik, Cumhuriyet gibi çeşitli isim ve özellikler taşıyan devletler kurdular. Bu devlet şekillerinin pek çoğu bugün hâlâ yürürlükte olmakla birlikte çağımızın ideal yönetim şekli olarak demokrasi esasına dayanan cumhuriyetler gösterilmektedir.

Cumhuriyet bir rejimin adını, demokrasi ise bu rejimin çeşitli uygulama şekillerinden birini tarif eder. Tarihteki ilk demokrasi örneği, doğrudan demokrasiye çok yakın bir şekilde antik çağ site devletlerinde uygulandı. Kadınların yanı sıra kölelerin ve şehirde doğmamış erkelerin oy kullanamadığı Atina ilk demokrasi uygulaması olarak kabul edilir. Elitlerin yönettiği Roma İmparatorluğu da demokrasiyle yönetilen ilk örnekler arasında sayılır. Ortaçağ’daki en bariz örnek İngiltere’dir. Bu ülkede kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta’nın (Büyük Şart) ilan edilmesinden sonra ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştır.

Bu erken örneklere rağmen yöneticilerin seçimlerle belirlenme kültürü, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasasının 1788’de kabul edilmesi üzerine bu ülkede ortaya çıkabildi; hükümetler seçim yoluyla belirlenmeye başlandı. 1861-1865 yılları arasındaki Amerikan iç savaşının ardından girilen süreçte kölelere özgürlük ve oy verme hakkı tanınması ile birlikte bir yönetim biçimi olarak demokrasinin itibarı daha da arttı. Benzer bir gelişme 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da yaşandı. Kabul edilen anayasaya göre iktidar yetkisi, halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırılsa da bu uzun sürmedi; Napolyon dönemiyle birlikte demokrasi rafa kaldırıldı.

DEMOKRASİNİN ALTIN ÇAĞI VE AĞIR BEDELİ

Yirminci yüzyıl için “demokrasinin altın çağı” denilebilir. On milyon asker ve yaklaşık yedi milyon sivilin canına mal olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılmasıyla birçok yeni devlet kuruldu. Bunların önemli bir kısmı demokratik bir görüntü verse de, 1929 ekonomik buhranının ardından İspanya’da Francisco Franco, İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, Portekiz’de António de Oliveira Salazar, Japonya’da Hideki Tojo faşist; Çin’de Mao Zedung, Sovyetler Birliği’nde Joseph Stalin sosyalist diktatörlükler kurmakta gecikmediler.

Yaklaşık altmış beş milyon insanın hayatını kaybettiği insanlık tarihinin en kanlı kapışması olan İkinci Dünya Savaşı, sebep olduğu ağır faturanın yanı sıra demokrasinin gelişmesine de zemin hazırladı. Bu kanlı savaş sonrasında ortaya çıkan ve ABD-SSCB güç mücadelesine sahne olan Soğuk Savaş yıllarında pek çok ülke, Doğu ve Batı blokların yönetim şekillerinden etkilendi. Yeni despotlar çıksa da dünya ülkelerinin çoğunluğu “ileri demokrasi” ya da “hür dünya” olarak adlandırılan safta yer almayı tercih ettiler.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ

En genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan insanlığın demokrasi serüveni göz önüne alındığında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gelişmelerin çok da uzağına düşmediklerini görmek bazılarını şaşırtabilir. Oysa Türkiye’nin demokrasi tecrübesi, dünyadaki pek çok ülkeden çok daha önce, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlar.

Bugünkü seçimler gibi olmasa da Tanzimat’la birlikte vilayetlerde toplanacak vergi miktarlarını tespit etmek üzere oluşturulan meclislerin üyelerini belirlemek için “evet-hayır” oylamasına benzer bir yöntem uygulanmaya başlamıştır. Tabii bu seçimlere, yirmi beş yaşın üzerindeki vergi mükellefi erkeklerin katılabildiğini unutmamak gerekir. Parlamento üyelerini seçmeye yönelik ilk seçimimizi ise 23 Aralık 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’in ilk yılı olan 1877’de gerçekleştirdik.

Yüz seksen yıllık seçim, yüz kırk üç yıllık parlamento deneyimine sahip bir millet olarak, demokrasiyi kabullenme ve uyum konusunda Batı’daki örnekler gibi büyük ıstıraplar yaşamasak da sistemi anlamak ve doğru uygulamak noktasında epeyce bedel ödedik. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri bu anlamda demokrasiye hazırlık aşamalarımızı oluşturdu; yeni rejimimiz Cumhuriyet, onlarca yıl öncesinden adeta “ben geliyorum” dedi. Üstelik Batı’daki örneklerin aksine Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş sürecimizi yarım asırdan daha kısa bir sürede tamamladık.

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI VE SEÇİM GELENEĞİ

İki bin üç yüz yıllık kadim devlet geleneği, ondan çok daha eskilere dayanan milli varlığıyla Türkler, tarih boyunca pek çok devlet kurdular. İslam öncesi dönemde Hun ve Göktürk, İslamiyet dairesine girdikten sonra ise Selçuklu ve Osmanlı ile dünya çapında etkin olup, insanlık tarihine yön verdiler.

Milletin teşkilatlanmış şekli olan devletin iş ve işlemlerini yürütebilmesi için yazılı veya sözlü bir anayasasının, cezaları tatbik etmek için kanunlarının bulunması gerekir. İslam öncesi çağlarda Türklerin hukuk düzeni “töre” kelimesiyle ifade ediliyordu. Orhun Kitabelerinde geçen “töre/törü” kelimesi, binlerce yıl içerisinde toplum tarafından kabul edilen ortak değerleri tanımlayan örf, adet ve geleneklere dayalı bir hukuk sistemini tarif ediyordu.

İlk çağlardan itibaren devleti ve devlet başkanını kutsal gören milletimiz, yönetim işlerini karara bağlamak üzere toylar (meclis, kurultay) düzenliyordu. Bu önemli buluşmaya davet edildiği halde katılmamak büyük cezayı gerektiriyordu. Kararların, özgürce ve cesurca kullanılan oylarla alındığı toy günlerinde Hakan tarafından katılanlara ve halka açık yemekli eğlenceler düzenleniyor, bu önemli toplantı bir düğün atmosferinde gerçekleştiriliyordu. Günümüzde seçim günlerinin “demokrasinin düğünü” olarak nitelendirilmesi ile örtüşen bu yaklaşım, tarihi temellerden yoksun değildir.

CUMHURİYET GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. İskitler’den bu yana devletsiz kalmayan milletimizin Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı kanalıyla ulaştığı son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Milli irademizi temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan bu son devletimiz gökten zembille inmedi; derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerinde yükseldi.

Nice zorluklara katlanarak kurduğumuz Cumhuriyetimiz, uğruna nice şehitler verdiğimiz vatanımızla birlikte en değerli varlığımız olmakla birlikte, bugünlere sadece cephede verdiğimiz savaşlarla ulaşmadık. Aynı zamanda devletimize karakterini veren demokrasi yolundaki yüz kırk üç yıllık Meclis deneyimi, bu deneyim sırasında ödediğimiz pek çok bedellerle birlikte ulaştık. 1911-1922 döneminde kas ve beyin sermayemiz olan gencecik yiğitlerimizi cephelere gömerek, 1968-1980 arasında binlerce gencimizi ideolojik çatışmaya, 1984’ten bu yana binlerce gencimizi bölücü teröre kurban vererek geldik.

Tarihimiz sadece zaferlerden ibaret değil. Hatırlamak bile istemediğimiz nice büyük hatalarımız, mağlubiyetlerimiz oldu. Biz, bunlardan çıkardığımız derslerle büyük milletiz. Ve büyük bir millet olarak demokrasi mücadelemizden de yüzümüzün akıyla çıkmayı bildik.

1699 tarihli Karlofça Antlaşması’ndan itibaren başlayan gerileme dönemimiz boyunca pek çok badire atlattık. Öncelikle askeri alandaki başarısızlığı, toprak kayıplarını ve azınlıkların ana bünyeden kopmasını önlemek amacıyla başlattığımız ıslahat hareketlerimizi zaman içerisinde cumhuriyet ile sonuçlanacak adımlarla devam ettirdik. Askeri ve teknik anlamdaki modernleşme çabamız, demokrasi sürecinin gelişiminde de etkili oldu.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE MEŞRUTİYET

31 Ağustos 1876’da göreve başladıktan yaklaşık dört ay sonra 23 Aralık 1876’da ilk anayasamız olan Kanun-ı Esasi’yi ilân eden İkinci Abdülhamid, çeşitli kesintilere uğrasa da bugüne kadar devam eden parlamentolu anayasal sürecimizi başlatan lider oldu.

Meşrutiyet’in ilanından sadece dört ay sonra 24 Nisan 1877’de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı’nda düşman kuvvetlerinin Yeşilköy’e kadar yaklaşması ve parlamentodaki gayri Müslim milletvekillerinin olumsuz tavırları nedeniyle Meclis’i 14 Şubat 1878’de tatil eden İkinci Abdülhamid, ülkeyi yine kendisinin ilan ettiği İkinci Meşrutiyet’e kadar parlamentosuz yönetti. Bu süre zarfında hukuken yürürlükte kalan ancak fiiliyatta uygulanmayan Kanun-ı Esasi, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile yeniden yürürlüğe girdi.

31 Mart Olayı’ndan sonra 22 Ağustos 1909’da bazı değişikler yapılarak meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu hale geldi ve padişahın veto yetkisi kaldırıldı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı. Yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi. İkinci Meşrutiyet’in çalkantılı siyasal sürecinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-i Esasi, Birinci Dünya Savaşı şartları nedeniyle uygulanamadı.

Mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişimizin miladı olan ve meşrutiyet rejiminin temellerini atan Kanun-i Esasi, Fransız Anayasası’ndan yola çıkılarak hazırlanmıştı. Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan, padişahın üstünlüğü ilkesine dayanan Kanun-ı Esasî, elbette tam bir anayasal düzen getirmedi. Ancak anayasalı ve seçimli bir siyasi sistem anlayışının somutlaşmasına, bu konuda kültürel bir iklim oluşmasına önemli katkılar sağladı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE MONDROS MÜTAREKESİ

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile birlikte İtilâf Devletleri, Türk topraklarını işgale başladılar. Henüz barış antlaşması imzalanmadan, bir mütarekeye dayanılarak girişilen işgallere tepki gösteren halkımız için İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali büyük infiale neden oldu. Silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan milli direniş, halk tarafından kısa sürede benimsendi.

İşgallere karşı sadece protestolarla yetinmeyen halkımız, “Kuvayı Milliye” olarak adlandırılan yerel milli kuvvetler oluşturarak, Mondros ile birlikte dağılan ordunun yeniden toparlanmasına kadar geçen süre zarfında önemli başarılar elde etti.

Yerel milli güçlerin başarısı, Batı Cephesi’ndeki hazırlıklar için büyük bir moral kaynağı oldu. Nitekim İsmet Paşa (İnönü) Genelkurmay Başkanı sıfatıyla 25 Eylül 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada bu durumu şu ifadelerle dile getirdi:

“Muntazam kuvvetlere karşı bu cephedeki ahalinin, Adana, Tarsus, Mersin ve bu mıntıkadaki ahalinin gösterdiği mukavemeti, ondan fazla olarak, düşman kıtaatına hücum için layenkatı faaliyeti, eğer biz layikile ifade etmiyorsak, fevkalade heyecan içinde, fevkalade alaka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana cephesinde cereyan eden vukuatı en ziyade iftihar ile telakki edecek, muazzamat meyanında görecektir. (Alkışlar)”

Başarılarıyla Ankara’da böylesine büyük bir heyecan uyandıran Kuvayı Milliye, Birinci İnönü Savaşı sırasında düzenli orduya dönüştürüldü. Yurdun dört bir yanındaki Kuvvacı vatanseverler Batı Cephesi’ne koşarak nihai zaferin kazanılması için can verdi.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin ardından 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinde oluşturulan Mustafa Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştı. İstanbul Hükümetiyle kurulan temas neticesinde Meclis-i Mebusan, Sultan Altıncı Mehmed Vahdeddin’in iradesiyle 12 Ocak 1920’de tekrar açıldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin seçip gönderdikleri üyeler de bu Meclis’te yer aldı.

Milli iradeye dayanılarak kurulan son Meclis-i Mebusan uzun süre yaşayamasa da tarihi görevini yerine getirerek 28 Ocak 1920’deki gizli oturumunda Misak-ı Milli kararlarını aldı. Bütün mebusların imzaladığı kararların basında yayınlanması ve yabancı parlamentolara bildirilmesi ise 17 Şubat 1920 tarihli oturumda kararlaştırıldı.

15 Mart’ta İstanbul’u fiilen işgal eden İngilizler, 18 Mart’ta Meclisin etrafını sararak toplantı halindeki milletvekillerinden bazılarını tutukladılar. Böylece son Osmanlı Meclis-i Mebusanı işgal kuvvetleri tarafından zorla kapatıldı ve tarihteki onurlu yerini aldı.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI

İstanbul’un İngilizler tarafından fiilen ve resmen işgal edilmesi üzerine Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, işgalin hükümsüz olduğunu açıkladı. Artık Anadolu’da yeni bir hükümetin kurulma zamanı gelmişti. Olağanüstü yetkilere sahip bir millet meclisinin Ankara’da açılmasıyla ilgili bildiri 19 Mart 1920’de yayınlandı ve illerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden milletvekili sıfatıyla temsilciler seçmeleri istendi. Yurdun dört bir yanında yapılan seçimlerle belirlenen milletvekilleri 22 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine Ankara’da toplandılar.

23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma Namazından sonra topluca Meclis binasına gelen milletvekilleri, saat 14.00’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını dualarla yaptılar. Meclis Başkanlığına en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey getirildi. Başkanlık kürsüsüne çıkan Şerif Bey, Meclis’in açış konuşmasını yaparak şunları söyledi:

“Değerli hazır bulunanlar, İstanbul’un geçici kaydıyle yabancı devletler kuvvetleri tarafından işgal ve bütün esasları ile Hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı ortadan kaldırıldığını biliyorsunuz. Bu duruma baş eğmek, milletimizin önerilen yabancı tutsaklığını kabul etmesi demek idi. Ancak tam bağımsız yaşama kesin azminde olan ve her şeyden önce özgür ve başı dik milletimiz tutsaklığı şiddetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclisimizi vücuda getirmiştir.

Ben bu Yüce Meclisin yaşlı başkanı olarak, Allah’ın yardımı ile milletimizin içte ve dışta tam bağımsızlığını ele alıp yönetmeğe başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.

Kutsal başımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Altıncı Sultan Mehmet’in yabancıların elinden kurtarılması, sonsuza kadar Başkent İstanbul ile işgal altında türlü acılar çeken ve acımasız olarak yok edilmeye çalışılan diğer illerimizin düşmandan arındırılması için bize güç vermesini, Yüce Tanrı’dan diliyorum.”

İstanbul’dan gelen doksanın üzerindeki milletvekiline ek olarak yüz yirmi beş devlet memuru, elli üç asker, elli üç din adamı ve çeşitli meslek mensuplarından oluşan, 1920-1923 yılları arasında görev yapan Birinci Meclis, işleyiş tarzı ve duruşu bakımından en güzel demokrasi örneklerinden birini ve milli beraberliğimizin en güzel fotoğrafını oluşturdu.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN İLK KARARLARI

24 Nisan 1920’de Meclis Başkanı seçildikten sonra teşekkürlerini ifade etmek üzere kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından o güne kadar olan gelişmeleri ve yürütülen çalışmaları anlattığı uzun bir konuşma yaptı. Ülkenin genel durumu hakkında bilgiler verdi.

Aynı gün yapılan Başkanlık Divanı seçiminde Mustafa Kemal Paşa birinci başkanlığa, Celâleddin Ârif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Çelebi birinci başkan vekilliğine ve Cemâleddin Efendi ikinci başkan vekilliğine seçildi. Kâtip üyelerle birlikte Başkanlık Divanı oluşturuldu.

1 numaralı kararı ile kendi kuruluşunu düzenleyen Meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın bir kısım üyelerinin yeni Meclis’e katılma yetkisini onayladı ve ardından yeni Türkiye’nin yolunu ve idare yöntemini ortaya koyan şu esasları kabul etti:

“1) Meclis’te beliren milli iradenin vatanın geleceğine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

2) Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

3) Hükümet kurmak gereklidir. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.

4) Geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili tayin edilmesi uygun değildir. Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslara uygun olan durumunu alır.”

Demokratik bir ortamda geçen uzun tartışmalardan sonra 2 Mayıs 1920’de yapılan oylamada TBMM Hükümeti kurularak faaliyetine başladı. Yasama, yürütme ve bazı hallerde yargı yetkisini elinde toplayan Birinci Meclis, olağanüstü şartlar gereği hükümet gibi hareket etti.

Olağanüstü yetkilerle donatılan Büyük Millet Meclisi, 18 Ağustos 1920 tarihli oturumunda, olağanüstü şartların ortadan kalkmasına kadar Meclis’in aralıksız çalışmasına karar vererek milli kimliğini ve ilk hedefini ortaya koydu.

GAZİ MECLİS’İN FEDAKÂR VEKİLLERİ

Millî Mücadele’yi yöneten ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran yasama organı olarak tarihi bir konuma sahip olan Birinci TBMM, çok zor şartlar altında görev yaptı. TDV İslam Ansiklopedisi’nin İhsan Güneş tarafından kaleme alınan ilgili maddesinde o dönemin şartları hakkında şu bilgiler yer alıyor:

“Ankara bu dönemde küçük bir Anadolu kasabasıydı. Ulus’taki meclis binası gaz lambasıyla aydınlatılıyor ve saç sobayla ısıtılıyordu. Mebuslar çevredeki okullardan getirtilen tahta sıralarda oturuyor, komisyonlar gaz tenekesinden oluşturulan masalar üzerinde çalışıyordu. Mebusların kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir otel ve lokanta bile yoktu. İlk gelenler başta Yüksek Öğretmen Okulu olmak üzere çeşitli okullara yerleştirilmişti. Ardından gelenler ise derme çatma han odalarında kalıyorlardı.

Mebuslar daha sonra okullardan ve hanlardan çıkarak üç beş kişi ortaklaşa ev kiralamaya başladılar. Önce kale içindeki sağlık şartları uygun olmayan azınlıklara ait evlerde oturdular. Ardından Müslümanlar da evlerini kiraya vermeye başladılar.

Bu şartlardan şikâyet etmeyen mebusların devletin kendilerine verdiği 100 lira maaşın bir kısmını bütçe açığını gidermek amacıyla geri verdikleri bile oluyordu. Üyeler, gerektiğinde cepheye gidip askerlerle birlikte savaştıkları gibi köyleri ve kasabaları dolaşarak meclisin amaçlarını halka anlatıyorlardı.

Toplumun her kesiminden gelen bu insanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında işgalci güçleri yurttan atıp bağımsız yeni Türkiye Devleti’ni kurdular.”

İHTİLALCİ MECLİS’İN VİZYONER ANAYASASI

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en belirgin özelliklerinden birinin ihtilâlci bir karakter taşıması olduğunu kaydeden Güneş, bunun gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Çünkü üyeler her türlü tehlikeyi göze alarak Ankara’ya gelmişlerdi. Nitekim Hamdullah Suphi ihtilâlci bir kuvvet olduklarını, milletin kutsal değerleri savunulurken ölümün bile düşünülemeyeceğini söylüyordu. Ali Şükrü Bey de bu meclisin sıradan bir meclis olmadığını, fevkalâde şartlardan doğduğunu vurguladıktan sonra, ‘Bunun nâm-ı diğeri ihtilâl meclisidir’ diyordu. Gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargı erklerini üzerinde toplayarak, Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nu çıkararak, İstiklâl mahkemelerini kurarak ve egemenliği kayıtsız şartsız millete veren anayasayı kabul ederek kendi üstünde hiçbir güç tanımadığını ortaya koydu. İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaları, verdiği imtiyazları geçersiz sayıp nihayet 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatı birbirinden ayırdı ve Osmanlı saltanatını kaldırarak ihtilâlci özelliğini açıkça gösterdi. Nitekim 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla kısa, fakat geleceğe açılımı bakımından geniş ufuklu bir anayasa benimsendi. Bundan sonra devlet yapısı Kanun-ı Esasi’nin öngördüğü yapıdan uzaklaşarak Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre yeniden düzenlendi.”

TAM BİR DEMOKRASİ ÖRNEĞİ

Büyük Millet Meclisi’nin kendinden önce ve sonra oluşanlarla karşılaştırılamayacak kadar demokrat bir meclis olduğuna dikkat çeken İhsan Güneş, değişik siyasi düşüncelere sahip milletvekillerinin görüşlerini iç tüzüğe uygun biçimde hiçbir engelle karşılaşmadan savunduklarını belirtildikten sonra şöyle devam ediyor:

“Meclis içinde ‘halk zümresi, tesanüt grubu, ıslahat grubu’ gibi küçük bazı gruplar ortaya çıkmıştı. Hatta Yeşil Ordu Cemiyeti ile Türkiye Halk İştirâkiyyûn Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası gibi sosyalist temellere dayanan örgütlenmeler de olmuştu. Ancak asıl mücadele, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarını eleştiren ikinci grup arasında geçti. Bu iki grubun tartışmaları meclisin demokratik kimliğinin de göstergesi oldu.”

HALKÇILIK PROGRAMI KABUL EDİLİYOR

Gayri Müslimlerin katılmadığı Birinci Meclis’in oluşum şekli ve amaçları bakımından milliyetçi ve halkçı bir karaktere sahip olduğuna dikkat çeken Güneş, şöyle devam ediyor:

“Halkçılık bu dönemde en çok kullanılan bir kelime olarak ortaya çıkmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde ülke gündemine giren halkçılık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra âdeta meclisin ideolojisi haline geldi. Fevzi Paşa (Çakmak) olayların kendilerini halkçılığa doğru sürüklediğini söylerken Mustafa Kemal Paşa da varlıklarının yegâne dayanağının halkçılık olduğunu belirtiyor ve halk hükümetini savunuyordu. Bu düşüncelerini Halkçılık Programı adıyla 13 Eylül 1920’de meclise sundu.

Meclis kendi içinden seçtiği hükümet üyelerini sıkı bir denetime tâbi tuttu; sözlü ve yazılı soruların dışında yoğun bir gensoru önergesiyle bu işlevini yerine getirdi. Hatta bazen verdiği gensorularla hükümet üyelerini görevlerinden aldı.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek 16 Nisan 1923’te çalışmalarını sona erdirdi. Böylece oluşum biçimi, amaçları ve bu amaçlarını gerçekleştirmekte gösterdiği kararlılık, yurt ve millet sevgisi, devlet ciddiyeti, özveri, millî saygınlık bakımından alınması gerekli derslerle dolu bir meclis olarak tarihteki yerini aldı.”

CUMHURİYET’İ KURAN KURMAY KADRO

1699’dan bu yana geçen son üç yüz yıllık tarihimiz, değişim ve yenileşme hareketleri tarihidir. Osmanlı’nın başta ordu olmak üzere teknik konularda başlattığı reformlar, Tanzimat’tan sonra idari ve kültürel alana kaydı, Cumhuriyet ile birlikte inkılap hareketlerine dönüştü.

Tarihteki en güçlü devletimiz olan ancak zamanla güçten düşen Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet ve yönetim sistemi çıkaran muhteşem kadronun tamamı Meşrutiyet döneminde yetişti. 1863’teki II. Viyana Kuşatmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen 240 yıllık süreç içerisindeki en kritik dönem İkinci Abdülhamid’in saltanat yıllarına rastlayan Meşrutiyet dönemiydi. Ülke, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan otuz yedi yıl sonra Meşrutiyet, bundan kırk yedi yıl sonra da Cumhuriyet rejimiyle yönetilmeye başlandı.

Kırk yedi yıllık Meşrutiyet rejiminin ilk otuz yılında doğanların oluşturduğu bu müthiş kadro, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleyi veren ve Cumhuriyeti kuran kadro olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyet’in ana rahmi olan bu dönemde gerçekten de parlak bir nesil yetişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve diğerleri… Bu asker kadro, dönemin fikir ve sanat insanlarıyla el ele vererek milletimizin son gurur tablosu Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.

Mustafa Kemal Atatürk Birinci Meşrutiyet’in beşinci iktidar yılı olan 1881’de, Fevzi Çakmak 1856’da, Müfit Özdeş 1874’te doğdular. Cumhuriyeti kuran asker kadronun diğer üyeleri olan Ali Fethi Okyar 1880’de, Kazım Özalp 1880’de, Refet Bele 1881’de, Rauf Orbay 1881’de, Salih Bozok 1881’de, Kazım Karabekir 1882’de, Ali Fuat Cebesoy 1882’de, İzzettin Çalışlar 1882’de, Nuri Mehmet Conker 1882’de, İsmet İnönü 1884’te, Cevat Abbas Gürer 1887’de hayata gözlerini açtılar. Bütün askeri bilgilerini bu dönemde aldılar ve karakterlerini bu dönemde edindiler. Birinci Dünya Savaşı başladığında büyük bir çoğunluğu Üsteğmen, Yüzbaşı ya da Binbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Bu isimlere İttihat ve Terakki’nin kurmay kadrosunu oluşturan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve diğerleri de eklenmelidir. Hepsi de cesur, fedakâr, vatansever, kahraman, idealist insanlardı. Hiçbiri yatağında mışıl mışıl uyuyarak ölmedi.

Birini Dünya Savaşı sırasında cephelerden ceplere koşanlar, savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesi’nin ardından itilaf devletleri Anadolu topraklarını işgale başlayınca ülkenin dört bir yanında birer meşale gibi kurulan Kuvayı Milliye teşkilatlarını tek çatı altında toplayanlar onlardı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basanlar onlardı. Amasya Tamimini yayınlayanlar, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayanlar onlardı. 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açarak Milli Mücadeleyi demokratik yöntemle ve hukuka uygun şekilde idare edenler onlardı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden onlardı.

CUMHURİYETİN İLK DÖNEM AYDINLARI

Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyeti kuran askerlerin yanı sıra yeni rejimin fikir ve sanat planındaki kurmaylarını da yetiştirerek yakın tarihimizdeki yerini aldı. Cumhuriyet yıllarının kültür hayatına yön veren Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Mahmut Şevket Esendal, Şevket Süreyya Aydemir, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Rıza Nur, Yahya Kemal Beyatlı, Aksekili Ahmed Hamdi Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Mehmet Şemsettin Günaltay, Ömer Ferit Kam, Ali Ekrem Bolayır, Fatma Aliye Topuz, Ebu’l Ulâ Zeynel Abidin Mardin, Eşref Edip Fergan, Bestekâr Şerif Muhittin Targan, Hüseyinzade Ali Turan, Mehmet Fuad Köprülü, Celal Sahir Erozan, Mahmut Esat Bozkurt ve diğerleri… Hepsi de Meşrutiyet döneminde yetişmiş birer yıldızdılar.

CUMHURİYETİN İLK KURUM VE PROJELERİ

Cumhuriyet’in sadece asker-sivil bürokrasini, kültür ve sanat insanlarını yetiştirmekle kalmadı Meşrutiyet. Altyapı hizmetlerinde de çağları aşan iş ve projeler ortaya konuldu bu dönemde. Şehircilik alanında büyük öneme sahip Ebniye Kanunu’nu 1882’de çıkarıldı. Modern şehirciliğin temellerini atan bu imar kanunu, 1930’a kadar yürürlükte kaldı. Sadece başkent İstanbul’da değil ülke çapında büyük mimari ve altyapı hareketleri başlatıldı.

Yine bu dönemde kimileri yüz yıl sonra gerçekleştirilebilen pek çok altyapı projesi planlandı. 600 kilometrelik Karadeniz-Akdeniz Karayolu Projesi. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e 1900 yılında projesi çizdirilen İstanbul Boğazı üzerine yapılacak Cisr-i Hamîdi projesi. Boğazın altından geçecek bir demiryolu tüneliyle İstanbul’un iki yakasının birleştirilmesini öngören, 1902’de Amerikalı mühendislere ihale edilen Tünel-i Bahri Projesi. Konya ovasının sulanmasına yönelik Konya Ovası Projesi ve daha nice proje Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e mirası oldu.

Bu dönemde ayrıca Güzel Sanatlar Akademisi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, ticaret ve ziraat okulları kuruldu. İlk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları, il merkezlerinde liseler, ilçelerde ortaokullar açılmış, ilkokulları köylere kadar yaygınlaştırıldı. Şişli Etfal Hastanesi ve Darülaceze inşa edildi. Bugün hala kullanılan Hamidiye içme suyu borularla İstanbul’a getirildi. Anadolu içlerine kadar karayolları açtırıldı. Bağdat ve Medine’ye kadar demiryolları, büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşendi. Meşrutiyet döneminde eğitim ve altyapıya yapılan bunca yatırım sayesinde Cumhuriyet, yeni medeniyet hamlesini çok daha kolay yapabildi.

CUMHURİYET TAMAM, SIRA DEMOKRASİDE

Her cumhuriyet demokratik olmamakla birlikte cumhuriyet ile demokrasi birbirini destekleyen ve tamamlayan iki kavramdır. Demokrasi, cumhuriyetin niteliğini güçlendiren, milleti oluşturan herkesi ve her kesimi eşit kabul eden ideal bir yönetim şeklidir.

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edildiğinde Türkiye pek çok bakımdan demokratik bir ülke değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğini artırmak amacıyla 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurduran ancak 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası yayımladığı Takrir-i Sükûn Kanunu ile bu partiyi kapatan Atatürk, ikinci çok parti denemesini 1930 yılında yaptı. Yine Atatürk’ün tavsiyeleriyle Ali Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ise ortaya çıkan Atatürk’e suikast, Menemen Olayı ve sonrasında yaşananlar nedeniyle baskı altında tutuldu. 1930 Yerel Seçimlerine katıldığı halde, henüz bir yaşını bile doldurmadan kendini feshetmek zorunda kaldı.

BİR İBRET BELGESİ: 46 SEÇİMLERİ

Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde 1946 seçimleri önemli rol oynadı. Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Mehmet Fuad Köprülü tarafından 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, tek parti iktidarının aldığı baskın seçim kararına itiraz etse de 21 Temmuz 1946’daki seçimlere katılarak 61 milletvekili çıkarıp TBMM’ne girmeyi başardı. “Açık oy gizli tasnif” yönetimiyle yapılan ve tek parti iktidarının her türlü müdahalesine açık bir seçimde kazanılan 64 sandalye, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’ye iktidara getirecek yolu açtı. Bu seçimlerde CHP 397, Bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandılar.

İLK TAM DEMOKRATİK SEÇİMLER

Günümüzdeki özgür seçimlerin temel kuralı olan “Gizli Oy Açık Tasnif” sisteminin uygulandığı ilk seçim 14 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi. Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan seçimin ardından 27 yıldır ülkeyi yöneten CHP iktidarı son buldu. “Yeter söz milletindir!” sloganı ile seçimlere giren DP, 487 milletvekilliğinin 416’sını kazandı. Böylece demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan çok partili hayat Türkiye’de işlemeye başladı. 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanan DP, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar ülkeyi on yıl süreyle idare etti.

DARBELERE RAĞMEN TAM YOL İLERİ!

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten 1950’ye kadar geçen 27 yıllık tek parti iktidarının ardından girilen süreç Türkiye’yi tam demokrasi hedefine götürecek önemli bir fırsat olsa da 27 Mayıs 1960 ihtilali, “demokrasiyi ortadan kaldırma pahasına cumhuriyeti yaşatma” anlayışının ilk tezahürü oldu. Bu ilk askeri darbeyi 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 ihtilali, 28 Şubat 1997 süreci takip etti;  15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi bambaşka bir gerekçe ile de olsa demokrasimize büyük bir darbe indirdi.

Doksan altı yıllık cumhuriyet tarihimizdeki darbelerin ve darbe girişimlerinin tamamında milli irade ve onun tecelli ettiği yer olan TBMM büyük yara aldı. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de tamamen feshedilen TBMM, 12 Mart ve 28 Şubat’ta baskı altında tutuldu. 15 Temmuz darbe girişimi, olayı en vahim noktaya taşıdı; Milli Mücadelenin ana karargâhı ve milli iradenin temsil yeri olan gazi Meclisimiz bombaların hedefi oldu. Üçüncü TBMM binası, tıpkı Milli Mücadelenin idare edildiği Birinci Meclis binası gibi “gazi” unvanını kazandı.

TBMM’NİN EŞSİZ BAŞARISI

TBMM’nin yüz yıllık serüveni, dünya tarihinde eşine az rastlanan bir başarı öyküsüdür. Devletin yönetim şeklini tarif eden cumhuriyet ile cumhuriyetin niteliğini en ideal şekilde tarif eden demokrasi kavramları TBMM çatısı altında ayrı bir anlam kazanmıştır.

Yüzüncü yılını kutladığımız Milli Mücadelenin Başkomutanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında kurduğu, “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir.” cümlesi, milletimiz hakkında yapılan çeşitli tarihi araştırmalarla teyit edilmiş bir gerçektir.

Atatürk’ün şu tespiti de aynı noktaya vurgu yapmaktadır:

“Türk milleti en eski tarihlerde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarında devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir.”

TBMM Genel Kurul Salonunun duvarına çakılı şu veciz söz, 2300 yıllık devlet geleneğine sahip bulunan milletimizin tam bağımsızlık ve tam demokrasi hedefinin en çarpıcı ve en açık ifadesidir:

“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”

]]>
SANCAK VAKFI’NDA 28 ŞUBAT’I KONUŞTUK http://hayatitek.com/sancak-vakfinda-28-subati-konustuk/ Sun, 31 May 2020 17:40:51 +0000 http://hayatitek.com/?p=349 1 Mart 2019 günü, Sancak Vakfı’nın çok değerli müdavimleriyle 28 Şubat’ı konuştuk. Hayli yüksek bir etkileşimle gerçekleştirdiğimiz toplantımızı, Türkiye’mizin ve Türk dünyasının geleceğine dair umutlarımızı tazeleyerek sonuçlandırdık. Çoğunluğunu akademisyenlerin oluşturduğu bu güzide topluluğa ve misafirperver Sancak Vakfı yöneticilerine çok teşekkür ediyorum.

]]>
GÖNÜLLERDE BİRLİK VAKFI’NDA “DARBELER VE MEDYA” SÖYLEŞİSİ http://hayatitek.com/gonullerde-birlik-vakfinda-darbeler-ve-medya-soylesisi/ Sun, 31 May 2020 17:15:52 +0000 http://hayatitek.com/?p=308 Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun aziz hatırasını yaşatmak ve hayal ettiği Türkiye’yi kuracak nesillerin yetişmesine katkı sağlamak amacıyla kurulan Gönüllerde Birlik Vakfı’nda 18 Aralık 2019 günü “Darbe-Medya” ilişkisini konuştuk.

Mensubu olmakla iftihar ettiğim Gönüllerde Birlik Vakfı’nın çok değerli Başkanı Mahir Damatlar ağabeyime, çok değerli Yönetim Kurulu’na ve her biri Vakfımıza ayrı bir güzellik katan müdavimlerine canı gönülden teşekkür ederim.

Türkiye’nin son 60 yılını enine boyuna tartıştığımız söyleşimizin başta şahsım olmak üzere tüm katılımcılar için verimli geçtiği kanaatindeyim.

]]>
MÜLKİYELİ GENÇLERLE 28 ŞUBAT’I KONUŞMAK ÇOK GÜZELDİ http://hayatitek.com/mulkiyeli-genclerle-28-subati-konusmak-cok-guzeldi/ Sun, 31 May 2020 17:12:39 +0000 http://hayatitek.com/?p=302 27 Şubat 2019 günü, yarınki Türkiye’yi yönetecek olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileriyle 28 Şubat’ı konuştuk. İlahiyatçılar Birliği salonunda gerçekleştirdiğimiz toplantımız, Mülkiyeli gençlerin sorularıyla sistem sorgulamasına dönüştü. Güzel ev sahiplikleri dolayısıyla İlahiyatçılar Birliği yöneticilerine ve Mülkiyeli vatanseverlere teşekkür ederim.

]]>