Doğa – Hayati Tek http://hayatitek.com Wed, 23 Dec 2020 23:47:58 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Doğa – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 ÇEVRECİLİĞE MANEVİ BAKIŞ http://hayatitek.com/cevrecilige-manevi-bakis/ Thu, 11 Jun 2020 13:16:51 +0000 http://hayatitek.com/?p=1407 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Temmuz 1992’da yayınlanan 100. sayısı için Önder Tektitiz müstearıyla kaleme aldığım “Çevreciliğe Manevi Bakış” başlıklı yazı.

]]>
YERYÜZÜ CENNETİ MERSİN http://hayatitek.com/yeryuzu-cenneti-mersin/ Thu, 04 Jun 2020 22:45:56 +0000 http://hayatitek.com/?p=625 HAYATİ TEK Sokakları denize çıkan şehr-i Mersin’in tertemiz havasında buram buram doğa ve tarih tüter. Gümüş kumsallara buseler konduran meltemler, bilge Akdeniz’in öğütlerini zümrüt ormanların kulağına fısıldar. Başı dumanlı Toroslar’dan kopup gelen sert poyrazlar, cenneti aratmayan bahçelerde olgunlaşmayı bekleyen meyvelerle hasbihal ederek doğal yaşamın sırlarını anlatır. Karlı zirvelerden ince bir sızı gibi doğan, usta bir heykeltıraş gibi kalyonlar oyarak kanat takmış küheylan gibi Akdeniz’e kanatlanan bu gibi sular, Çukurova’nın bereketine bin bereket katar.

AKDENİZ’İN BUSELER KONDURDUĞU GÜMÜŞ KUMSALLAR

Kızkalesi Plajında Gün Batımı

321 kilometrelik sahil şeridine inci gibi dizilmiş el değmemiş koyları, tertemiz sahillere ayrı bir değer ve anlam katan tarihi eserleri, zümrüt ormanların dost eli misali Akdeniz’e uzanan burunları, Türkiye’nin en temiz sularına sahip pırıl pırıl plajlarıyla Mersin, yakın gelecekte Türk turizminin yükselen yıldızı olacaktır. Gümüş kumsallara sımsıcak buseler konduran bilge Akdeniz, bu heyecanla çırpınır.

AKDENİZ SENFONİSİ İLE GECE SESSİZLİĞİN SALTANATININ BULUŞTUĞU YER: AYAŞ PLAJI

Ayaş Plajı

Toros yeşili ile Akdeniz mavisini tarihi SİT alanında ahenkle buluşturan bu eşsiz kumsal, gündüzleri cıvıl cıvıl kaynaşır. Akşam saatlerinde ise sessizliğin saltanatı başlar. Dalgaların nihayetsiz senfonisine eşlik eden dolunayın parlak ışıkları, bir görünüp bir kaybolan şakacı yakamozlara hayat verir. Portakal çiçeği, begonvil, akşamsefası, hanımeli çiçeklerinin doyumsuz kokusunu Akdeniz’in benzersiz aromasıyla harmanlayan Ayaş, uzun yıllar akılda kalacak unutulmaz bir tatilin müjdesini terennüm eder.

KIYMETLİLER KOY’UNLARDA SAKLANIR: NARLIKUYU

Narlıkuyu Koyu

Tarih boyunca pek çok antik kıyı kentine ev sahipliği yapan Mersin koylarının her biri ayrı birer hazinedir. Hele bir de tatlı su ile tuzlu suyun buluştuğu turkuaz koylar yok mu? İçilesi berrak suları, gönüllerde çiçekler açtıran rengârenk doğal çevresi ile bu eşsiz koylar, ruhlara neşe, bedenlere ferahlık verir.

Enfes bir manzara, derin bir tarih, harika bir müze ve balığın en güzel hali… Burası Narlıkuyu… O kadar temiz ki turkuaz suyu; avuçlayıp içmek, bir çırpıda dalıp karşı sahile geçmek istersiniz. Bu eşsiz koyu çevreleyen görkemli çınarların gölgesine sığınmış lokantalarda balığın en güzelinin doyumsuz lezzetini deneyimlerken, nazlı nazlı salınan balıkçı tekneleri gülümser size… Mavi tura çıkan teknelerin ardında bıraktığı köpüklere dalarken gözleriniz, masmavi ufuklara doğru yelken açar hayalleriniz…

BOĞSAK’IN KOYU HİLAL, ADASI YILDIZ

Boğsak Koyu

Antik çağlardan bu yana yerleşim alanı olan, doğal bir dalgakıran gibi Akdeniz’e setler ören Boğsak Koyu, bozulmamış doğallığıyla göz kamaştırır. Hilal şeklindeki koyu bir yıldız gibi tamamlayan Boğsak Adası, Roma ve erken Bizans dönemlerine ait kalıntıları büyük bir kıskançlıkla korur. Turkuaz mavisi sakin denizi ve gözlerden ırak kumsallarıyla tam bir doğa harikası olan Boğsak Koyu, gururla dalgalandırdığı Mavi Bayrak’ı fazlasıyla hak ettiğini yıldızlara yakışır bir ışıltıyla ilan ediyor.

MERSİN’İN TABİAT PARKLARI: CENNET BÖYLE BİR YER OLMALI

Kadıncık Vadisi Milli Parkı

Onlarca doğal ve tarihi sit alanı, tabiat park ve anıtları, yaban hayatı geliştirme sahaları, sulak alanları ve avlaklarıyla Mersin, Tarsus’tan Anamur’a sahillerden Toros zirvelerine kadar neredeyse her metrekaresi tarih ve doğa harikalarıyla bezenmiş bir cennet yurdudur. Çoğunluğu Caretta Caretta kaplumbağaları ve Akdeniz Foklarının yaşam ve üreme alanı olan yaklaşık 60 doğal sit alanında Mersin’in, hayal ötesi bir yaşam döngüsü hüküm sürer… Gerçeğin ta kendisi olan bu hayal âleminde gizemli ve adrenalin dolu bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

TURKUAZ CENNETİN EBEMKUŞAĞI: GÖKSU DELTASI

Göksu Deltası Kuş Cenneti

Dünya çapında bir kuş cenneti olan, 10’u endemik 507 bitki taksonuna ev sahipliği yapan Göksu Deltası, kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir rüya âlemine hayat verir…

Trekking sevdalılarına mükemmel bir parkur sunan deltada; 334 kuş türünün kanatları, 507 bitki türünün yaprak ve çiçeklerinden oluşan doyumsuz renk senfonisi, altından geçenlerin hayallerini gerçeğe dönüştüren bir ebemkuşağına dönüşür.

ADI CEHENNEM KENDİ CENNET KÖŞESİ: CEHENNEMDERESİ MİLLİ PARKI

Cehennem Deresi Milli Parkı

Kadim Asya bozkırını bilge Akdeniz’le buluşturan azametli Bolkar Dağları’nın derin vadilerine gizlenen Cehennem Deresi Milli Parkı, adrenalin ve doğa tutkunlarının tüm beklentilerine fazlasıyla cevap veren bir gizem dünyası… Adı cehennem olsa da kendisi cennet bahçelerini andıran bu benzersiz parkın el değmemiş yaban hayatını keşfetmeye hazır mısınız?

TEK KELİMEYLE DÜNYA HARİKASI: KADINCIK VADİSİ

Kadıncık Vadisi

Yeryüzü cenneti Mersin’imizin cennet köşelerinden biridir Çamlıyayla ilçesi.

Milli Park ilan edilen Çamlıyayla Vadisi, tablodan farksız manzaralarıyla bilhassa trekking ve bisiklet sporcuları için bulunmaz bir parkur oluşturur.

Fotoğraf tutkunlarının da en çok rağbet ettiği doğal güzelliklere ev sahipliği yapan Çamlıyayla Vadisi, flora ve faunasıyla da yaban hayatı gözlemcilerinin açık ara favorisidir.

Torosların Dede Korkutlarından biri olan anıt ağaç Ana Ardıç’ın da vatanı olan Çamlıyayla Vadisi, av turizminin gözde sahalarından biridir.

Dağ keçilerinin sıkça görüldüğü vadi, gizemli bitki tünelleri, yer yer çağlayan, yer yer usulca akan buz gibi suları ve yeşilin her tonunu yansıtan manzaralarıyla tam bir masal diyarı…

TOROSLAR’IN DEDE KORKUT’LARI: ANIT AĞAÇLAR

Ana Ardıç (Tarsus – Kozpınarı)

Tarsus Kozpınarı’ndaki 1.100 yaşındaki Ana Ardıç, Toroslar Arslanköy’deki 900 yaşındaki İkiz Ardıç, Sebil Yaylasındaki 620 yaşındaki Koca Katran ve diğerleri… Kadim bir tarihe tanıklık eden Toroslar’ın bilge ağaçları; gölgelerinde soluklanacak, onlarla hasbihal edecek, anlattıkları efsaneleri dinleyecek doğa ve tarih sevdalılarını bekliyor…

Laf aramızda; Torosların Dede Korkut’u dokuz asırlık İkiz Ardıç’tan dinledim; göklerin hâkimi kartalların, ipek kanatlı kelebeklerin, haylaz sincapların, karizmatik dağ keçilerinin özgür maceralarını. Size de tavsiye ederim…

KARDELENLERİN GÖZYAŞLARI: MERSİN IRMAKLARI

Sini Çayı – Bozyazı

İçinden ırmak geçen şehirler ne kadar da şanslıdır…

Mersin, Tarsus, Mezitli, Erdemli, Silifke, Aydıncık, Bozyazı, Anamur içinden ırmak geçen şanslı şehirlerdendir.

Sızdıkları gözlerde, özgürce çağladıkları vadilerde, yamaç paraşütü yaptıkları şelalelerde, kimi sığ kimi derin göllerde, suladıkları ovalarda mucizeler yaratan Mersin akarsuları, aslında Torosların asil çiçeği kardelenlerin mutluluk gözyaşlarıdır.

İnanmazsanız, Şubat sonu Mart başında sizi, yüce Toroslardaki düğünümüze, zemheriyi karlı duvağının altında sabır ve heyecanla geçiren gelinimiz kardelenlerin yüz açımı törenlerine bekleriz…

TURKUAZIN PATENT SAHİBİ: GÖKSU IRMAĞI

Göksu Irmağı (Mut Sınırlarındaki Kısmı)

260 kilometre uzunluğuyla Mersin’in en büyük ırmağı olan Göksu, yükünü Orta Torosların Geyik ve Haydar dağlarından alır. Mut’un Suçatı köyünde buluşan bu iki kol muhteşem Göksu’yu oluşturur. Bütün akarsu sporları için elverişli geniş bir yatağa sahip olan ırmak, yüksek kesimlerde ovalara, Taşucu ile Silifke arasında ise büyüleyici Göksu Deltasını oluşturur. Akdeniz’e kavuştuğu Taşucu’nun turkuaz denizinin patenti de ona aittir.

Size, 3. Haçlı Seferi’ni durduran o muhteşem ordunun Göksu’yu gözyaşlarıyla coşturan Toros kardelenlerinden oluştuğunu anlatmış mıydım?

Anlatmadıysam eğer, kulaklarınızı dört açın:

Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethetmesi üzerine yüz bin kişilik bir ordu toplayarak 1189’da 3. Haçlı Seferi’ne çıkan Kutsal Roma Cermen İmparatoru Friedrich Barbarossa, 10 Haziran 1190’da Göksu’da boğuldu. Büyük kumandanını kaybeden ordu, bunu uğursuzluk sayarak dağıldı. Böylece Göksu, anlı şanlı Alman İmparatoru Barbarossa’yı mağlup eden ırmak olarak tarihe geçti. Her ne kadar kendileri için hüzünlü olsa da, bu tarihi hatıraya hürmet gösteren Almanlar, 1971 yılında Silifke-Karaman yolu üzerine bir de anıt diktiler.

CLEOPATRA’NIN MİHMANDARI: BERDAN ÇAYI

Berdan Çayı – Tarsus

Bolkar Dağları’ndan sızan buz gibi suların hayat verdiği 142 kilometrelik Berdan Çayı, geçtiği vadi ve kanyonlardan biriktirdiği hatıraları coşkuyla anlatır Tarsus Şelalesi’nin çok özel misafirlerine…

Güzeller güzeli Mısır Kraliçesi muhteşem Cleopatra’nın M.Ö. 41 yılında ihtişamlı saltanat kayığını omuzlarında taşıyarak Tarsus’un içlerine kadar götüren de odur…

Ancak sebep olduğu taşkınlarla şehre zarar verince, Jüstinyen döneminde (527–565) yatağı değiştirilerek şehir dışına sürgün edilen bu coşkun çayın heyecanını hoş görmek gerekir.

Ne de olsa Cleopatra’nın mihmandarıdır kendileri…

KANAT TAKAR DA UÇAR MERSİN AKARSULARI

Sunturas (Santa Iras) Şelalesi

Şelaleler akarsuların kahkahasıdır…

Toroslar’ın kar sularını Çukurova’nın geniş düzlükleriyle buluşturan bereket kaynağı Mersin akarsuları, derin vadilere gizlenen eşsiz güzelliklere can suyu olur, hayat verirler.

Kanatlanır da uçar mı sular?

Uçar elbet.

Bir kenara not edin: Mersinliler şelaleye “su uçtuğu” derler…

Yardan aşağı kanatlanırken kahkahalar atan şelalelerin seslerini dinlemek, sahne gösterilerini izlemekse dileğiniz; size tavsiyem, Mersin merkezdeyseniz Sunturas’a, vaktiniz varsa Yerköprü için Mut’a kadar uzanın derim…

TOROSLARIN BÜYÜLÜ ŞARKISI: YERKÖPRÜ ŞELALESİ

Yerköprü Şelalesi – Mut

Toroslar’ın kuytularına gizlenmiş bir masal diyarıdır Yerköprü Şelalesi…

Anlatmaya kelimeler kifayet eder mi bilinmez?

“Tabiat Anıtı” olarak koruma altında bulunan bu saklı cennetin varlığına gören gözler bile inanmakta güçlük çekerler.

Dikey bir bitki tünelinin yamacından ihtişamla dökülen turkuaz suların gizlediği kayalardaki yosunların fosforlu yeşil rengi, şelaleyi kuşatan çalılık ve çiçeklerle muhteşem bir kontrast oluşturur.

Eğer Yerköprü’ye ulaşmak için geçtiğiniz asma köprüde hipnoz olmadıysanız, bu muhteşem manzaranın göze, kulağa ve ruha hitap eden doyumsuz devinimine mest olacaksınız demektir.

JÜSTİNYEN’İN HEDİYESİ: TARSUS ŞELALESİ

Tarsus Şelalesi

Size, Tarsus Şelalesi’nin gizemini anlatmış mıydım?

Gizemin ucu, şelalenin üzerinde bulunduğu Berdan Çayı’nın yatağının değiştirildiği 500’lü yıllara kadar uzanıyor. Hani şu Cleopatra’nın mihmandarlığı şerefine nail olduğu günden sonra olmadık haylazlıklar eden Berdan çayının taşkınlarını iyice artırdığı zamanlar…

Başında kavak yelleri estiği için Tarsus’u sık sık sular altında bırakan Berdan’ın yatağı Jüstinyen devrinde değiştirilince, yeni güzergâh üzerinde bulunan Roma kaya mezarları su altında kalır ve bugün şelalenin düştüğü yükseltiyi oluşturur.

Suyunun azaldığı yaz aylarında, 1.500 yıldır Berdan’ın serin koynunda yatan yeraltı mezar odalarını açıkça görmek mümkün.

Ne dersiniz gizem avcıları, yeni bir keşfe çıkmak için hazır mısınız?

MİMAR AKARSULARIN BAŞYAPITLARI: MERSİN KANYONLARI

Gezende Kanyonu

Toroslar’ın yaşlı gözlerinden sızan onlarca derenin güç birliği ederek oluşturdukları çay ve ırmaklar, taşıdıkları suyun debisi arttıkça gem vurulmaz küheylana dönüşürler…

Gizemli vadilerden yol bularak Akdeniz’e doğru dörtnala koşturan akarsular, dünya çapında birer mimardırlar!

Yolda rastladıkları ne varsa önlerine katıp menderesler çizerek, kalkerli alanları oyarak, şelalelerden uçarak coşkuyla çağlar, dar ve derin kanyonlara inanılmaz şekiller verirler.

Gem vurulmaz küheylanların sırtında usta birer rodeocu gibi maceradan maceraya atlayan rafting tutkunlarının yüksek adrenalin kaynağı, doğa harikası kanyonlara hayat veren çılgın akarsularla empati kurabilme telaşıdır.

Bu tatlı telaşı bir kez daha yaşamak isteyen adrenalin tutkunları el kaldırsın!

ZAMANI DURDURAN KANYON: GÖKSU

Göksu Kanyonu

Rafting ve kano tutkunlarının uğrak yeri olan muhteşem Göksu Kanyonu’nda zaman, mekân ve derinlik kavramları bir başka anlam ve değer kazanır.

Şehrin gürültüsünden, çağın stresinden uzaklaşmaksa niyetiniz, hele de kanınız fokur fokur kaynamak istiyorsa eğer; zamanın mekânla saklambaç oynadığı bu büyülü kanyonun masalsı derinlikleri sizi bekliyor…

Hadi, hediyeniz de bizden olsun: Kışlaköy-Kargıcak arasında sizi bekliyor!

DOĞANIN EŞSİZ SENFONİSİ EŞLİĞİNDE TREKKİNG: LAMAS KANYONU

Lamas Kanyonu – Limonlu

Zirvelerden kopup gelen Limonlu Çayı’nın Akdeniz’e kavuşma aşkıyla koşarken resmini çizdiği 114 kilometrelik Lamas Kanyonu, 200 metreye ulaşan dik duvarlarıyla gizemli bir yolculuk vadediyor.

Rafting hevesinizi Göksu’da aldıysanız eğer, büyülü bir trekking parkuru için sizi Lamas’a davet ediyoruz.

Beyninizi uyuşturan stresinizi ağaçların gölgesinde usulca akan serin sulara bırakmak; taş yığınlarına bakmaktan yorulan gözlerinizi tablodan farksız doğal güzelliklere bakarak dinlendirmek; gönlünüzü su, kuş ve yaprak senfonisiyle şenlendirmek ya da açlıktan kıvranan midenize krallara layık bir ziyafet çekmek istiyorsanız eğer, tam yerine geldiniz demektir…

Duvarlara oyulmuş antik su kanallarının yahut sarmaşık tünellerinin izini sürmek isteyen gizem avcılarını Lamas’a bekliyoruz.

GÖLLER GÖĞÜN AYNASIDIR…

Karagöl – Çamlıyayla

Mersin’in gölleri hem seyir zevki verir hem de bereket kaynağıdır.

Silifke ile Taşucu arasındaki Akgöl, Keklik ve Paradeniz gölleri, tuzlu suları ve oltasına takılmaya hazır balıklarıyla bir adım öne çıkarlar.

Çamlıyayla’daki on krater gölünden en büyükleri olan Çinili Göl ve Karagöl, doğa meraklılarının büyük ilgisini çeker.

Uzungöl, Aygır, Kamışlı, Adaklıgöl, Tavalıgöl, Çıplakgöl ve Hacı Ali gölleri Gülnar yaylalarına ayrı bir güzellik katarlar.

Mut’taki Gezende ve Tarsus’taki Berdan baraj gölleri, doğal olmasalar da insana ve doğaya can verirler. Tarlalarda gülümseyen sebze fidanlarının ve bereketli meyve ağaçlarının susuzluğunu giderirler.

TOROSLARDAKİ AKDENİZ: ZİRVE DALGALARI…

Bolkar Dağları

Karlı zirveleri, yalçın kayalıkları, derin vadileri, yüksek uçurumları ile Akdeniz’den Anadolu’ya yol vermeyen Orta Toroslar’ın Mersin’de kalan kesimlerini Bolkar Dağları oluşturur. Bolkar zirvelerinin eşsiz panoraması, 3.500 metre aşağılarda çırpınan Akdeniz dalgalarını kıskandırır. En yüksekten bakınca aşağılara, ulaşılmaz sanılan zirveler nihayetsiz dalgaları andırır…

BOLKAR DAĞLARI VE MEDETSİZ TEPESİ

Bolkar Dağları – Medetsiz Tepesi

Bolkarlar’ın zirvesine bağdaş kuran 3.524 rakımlı Medetsiz Tepesi, aşağılarda olup bitenleri, ağır ağır ilerleyen Yörük kervanlarını, cennet timsali çiçeklerin hüküm sürdüğü kırları, göklerin hâkimiyeti için savaşan Şah Kartal, Kızıl Şahin, Delice Doğan ve Akbabaları bilgece seyreder.

YÜCE TOROSLARIN LÜTUF KAPILARI: GEÇİTLER

Sertavul Geçidi

Mağrur Toroslar, yeryüzü cenneti Mersin’den medeniyetler beşiği Anadolu’ya geçiş için sadece iki noktadan yol verir: doğuda Gülek, batıda Sertavul…

Serin havaları, zümrüt ormanları, gizemli vadileri, muhteşem manzaraları, kekik kokulu etleri, buz gibi suları, organik sebze ve meyveleriyle yaylacıların ve seyahat edenlerin gözdesi olan bu iki boğaz, efsaneleri ve şahitlik ettikleri tarihi olaylarla da dikkat çeker.

M.Ö. 2000’li yıllarda sarp kayaları parçalayan Kilikyalılar tarafından açılan 1830’a kadar ancak yüklü bir devenin geçebildiği Gülek Boğazı, 4 bin yıldır Anadolu’yu Akdeniz’e bağlar.

Boğaz’ın şimdiki halini mi merak ediyorsunuz? Mevcut durum, İstanbul’a yürüyen Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Paşa’nın kardeşi İbrahim Paşa’nın eseri. Bölgede uzunca bir süre kalan İbrahim Paşa’nın Gülek’teki tabyaları, bu tarihi gerçeğin belgeleridir.

Ha unutmadan, bu arada, Fellah (Çiftçi) kardeşlerimizi Çukurova’ya getiren de İbrahim Paşa’dır.

Gülek Boğazı 1838’de genişletilinceye kadar Avrupa’yı karadan Ortadoğu’ya bağlayan tek geçit olan Sertavul, Kudüs’e ulaşmayı hedefleyen Haçlı Seferlerinin de güzergâhını oluşturuyor. Sertavul’un sert iklimi kışın zorlasa da yaz ayları için büyük nimettir.

Dümbelek Boğazı’nı unuttuğumu sanmayın sakın!

Macera tutkunuysanız eğer; Dümbelekdüzü’nün allı morlu güzelliklerini, Dümbelek Boğazı’nın yer yer insana ürperti veren büyülü manzaralarını seyrederek zorlu bir karayoluyla Karaman’ın ilçesi Ayrancı’ya, oradan da Konya’ya kadar gidebilirsiniz. Ayrancı’dan sağa dönerseniz şayet, önce Ereğli selamlar sizi, sonrasında Ankara’ya kadar yolunuz var.

EL DEĞMEMİŞ DOĞANIN ÖZGÜRLÜK RESİTALİ…

Dağ Keçileri – Çamlıyayla

Sahilleri, koyları, ovaları, dağları, yaylaları, vadileri, kanyonları, akarsuları, şelaleleri, deltaları, mağaraları, anıt ağaçları ve şehrin % 55’ini kaplayan zümrüt ormanlarıyla tam bir cennet yurdu olan Mersin’in yaban hayatı eşsizdir.

Endemik bitki ve yabani hayvan varlığıyla dikkat çeken Mersin, doğa araştırmacıları için mükemmel bir laboratuvar niteliğindedir.

Akdeniz havzasının İran-Turan biyocoğrafyası ile buluştuğu yer olan Bolkar Dağları, 300’den fazlası endemik 1.500’ün üzerinde bitki türü ile ülkemizin önemli flora alanlarından biridir.

Her güzellik gibi, Mersin’in yaban hayatına ulaşmak için de gayret ve fedakârlık gerekir. Tabii biraz da macera tutkusu…

Eğer bu özelliklere sahipseniz, ne duruyorsunuz, Torosların özgürlük resitali dinleyicilerini bekliyor…

Oranlık alanda yolunuzu mu kaybettiniz? Telaş etmeyin. Şöyle bir dinleyin doğanın evrensel dilini, bakının etrafınıza, kulak kabartın seslere… Takdelenlerin ağaçlara işlediği doğru istikameti gösteren tabelayı hemen fark edeceksiniz!

Ağustos sıcağında ormanlık alanın sessizliğine hunharca son veren cırlavıkları duymazdan gelmek imkânsız tabii, o halde siz dikkatinizi, sessizce kozalak kemiren gallelerin izini sürmeye verin. Tabii mis gibi çam kokularını, derin nefeslerle ciğerlerinize doldurmayı ihmal etmeden.

BOLKAR DAĞLARI’NIN CENNET KIRLARI

Kardelenler

Kış ve bahar ayları boyunca kardan gelinliğini üstünden çıkarmayan Bolkar Dağları, yaz aylarında rengârenk kostümünü giyinir…

Allı morlu Yörük poşuları ilhamını bu renklerden alır…

Torosların enfes ballarını yapan çalışkan arılar, emsalsiz polenleri bu çiçek denizinden sevgi ve itinayla toplar…

Doyumsuz renk cümbüşünün kucağında doğaya saygının timsali olan, önlerinde yükselen ateşiyle bağımsızlığımızın teminatı olan Yörük çadırları, misafirlerini Türkistan steplerine yolculuğa çıkarır.

Büyük bir iştah ve sükûnetle tükettikleri envai çeşit otlarla semiren koyun ve keçilerin etrafında dolanan oğlak ve kuzuların şen türküleri, arı vızıltıları ve kartal çığlıklarına karışır.

YAYLALAR MİSAFİRLERİNİ HASRETLE BEKLER…

Fındıkpınarı Yaylası

Sıcaklarla birlikte Mersinlilerin yönü Akdeniz’den Toroslar’a döner.

Binlerce yıllık göç masalına yeni sayfalar ekleme zamanıdır.

Bahar müjdecisi kardelenlerin gözyaşlarıyla sulanan kırlar, bereketli otlaklar, buz gibi sular, hatta buzul gölleri; derin vadileri, dik yamaçları aşarak ağır ağır ilerleyen Yörük kervanlarının ve yaylacıların yolunu gözlemektedir.

Vuslat, ertelemeye gelmez…

Misafirlerini hasretle bekleyen yaylalar; önce zümrüt yeşili ormanların tertemiz havası, sonra buz gibi kaynak suları, biraz yukarılarda asırlık sedir ve ardıçları, daha yukarılarda ise el değmemiş kırlarda özgürce dolaşan kelebekleri, arıları ve tabii ki şahin ve kartallarıyla selamlar misafirlerini…

OĞUZ ATA’NIN BUGÜNE UZANAN ELİ: SARIKEÇİLİ YÖRÜKLERİ

Sarıkeçili Yörükleri (AA)

Mersin’in Sarıkeçili Yörükleri, Orta Asya’dan beri yaşattıkları Oğuz Ata geleneğine uygun olarak yılın yedi ayını göç yolları ve yaylalarda geçirirler.

Bu süre zarfında ihtiyaçlarının çoğunu doğadan karşılayarak, çevreciliğin kitabını yazar, kıl çadırın direğine asarlar.

Dışarıdan bakılınca içini göstermeyen, ancak içeride otururken dışarıda olup biten her şeyi fark etmemizi sağlayan kıl çadırlar, dünyanın en doğal teknoloji harikalarıdır.

Yayık ayrandan bir tas içmek, sıkma börekle öğün savuşturmak, Yörüklerin asırlık ardıçları yahut gecenin sessizliğini dinlerken öğrendiği masalları dinlemek… En çetrefilli sorunları, keçi yolu misali en kestirme yoldan çözmek, cesaret ve yurt sevgisinin ne demek olduğunu öğrenmek için Sarıkeçili Yörükleriyle birkaç gün geçirmek kâfi…

Ne duruyorsunuz?

Hazırlayın denginizi yola koyulun.

Aman acele edin, kervan kaçmasın!

YERALTININ GİZEMLİ SARAYLARI: MERSİN MAĞARALARI

Aynalıgöl Mağarası – Aydıncık

Yeryüzü cenneti Mersin’in, yerin altında kalan kısımları da cennet köşesidir.

Her birinde ayrı bir gizem yankılanan Mersin mağaralarını gezip incelemek, macera tutkunları için bulunmaz fırsat…

Kimi Eshab-ı Kehf gibi kutsal kitaplara geçen Mersin mağaralarının kimileri de çeşitli hastalıklara şifa dağıtır.

Yayla ve vadilerde saklanan onlarca mağara, hak ettiği şöhrete kavuşacağı günü sabırsızlıkla beklersen, siz “bekleme yapmayın!”

Mersin’in gizemli yer altı saraylarının eşiğine ilk adımlarınızı atın.

CENNET-CEHENNEM MAĞARALARI

Cennet Mağarası

Cennet ile Cehennemi birbirinden ayıran sırat köprüsü için “kıldan ince kılıçtan keskindir” derler. Bu tanımlama Mersin’deki cennet ile cehennem için geçerli değil.

Mersin-Silifke yolundan sağa sapıp tatlı bir yokuşta ilerledikten sonra ulaştığınız düzlükte önce dilek ağacı karşılar sizi, az ileride cehennem çukuru. Yüz metreden fazla derinliği bulunan bu devasa obruğa “cehennem” dendiğine bakmayın, şahane bir seyir zevki sunar izleyenlere… Demir korunaklı noktadan derinliklere bakmak hem dikkat hem de cesaret istese de, tabanındaki maki topluluğunun seyrine doyum olmaz.

Cehennemin işmarlarına aldırmayıp devam ederseniz, aşağıya meyilli patikayı takip ederek ve gizemli bitki tünellerini geçerek cennetin giriş kapısına ulaşabilirsiniz.

O da ne? Mütevazı bir kilise!

Kilisenin penceresinden mağaranın derinliklerini seyre koyulabilir ya da “Haydi Bismillah!” diyerek yer altından Narlıdere’ye kadar uzanan cennet suyuna ulaşabilirsiniz.

Yalnız, bastığınız yer dikkat etmelisiniz! Hafif ıslak zeminde cennetin derinliklerine doğru çıktığınız esrarlı bir yolculuğun sonu suya kavuşmaktır.

Deniz seviyesinin altına kadar inen mağaranın sonundaki su, serap değil gerçektir.

AYNALI GÖL (GİLİNDİRE) MAĞARASI

Aynalıgöl Mağarası – Aydıncık

“Yer altındaki Pamukkale” de denilen 555 metre uzunluk ve 46 metre derinliğe sahip bu eşsiz mağara; sarkıt, dikit, sütun, mağara iğnesi, akma taşlar, duvar ve perde damlataşları gibi dev boyutlara ulaşan oluşumlarıyla görenleri kendine hayran bırakır.

Genişliği 100, tavan yüksekliği 18 metreye kadar çıkan mağaranın derinliklerinde; genişliği 30, uzunluğu 140, tavan yüksekliği 40, derinliği ise 47 metreyi bulan fantastik bir göl ayna gibi parlar.

Gölün kenarındaki sarkıt, dikit, sütun ve mağara iğneleri, bu eşsiz güzelliğin ihtişamına ihtişam katarken, kendisini seyre dalanları bambaşka bir dünyaya götürür.

ÇUKUROVA: UÇSUZ BUCAKSIZ BEREKET…

Çukurova

Bereket, Mersin’in göbek adı; bereketin kaynağı ise Çukurova’dır…

Yılda üç ürün kaldırmanın mümkün olduğu Mersin ovaları, 12 ay tarım yapılabilen bereket yurtlarıdır.

Türkiye’de üretilen muz ve limonun % 70’i, çileğin % 40’ı, portakalın % 15’i Mersin patenti taşır.

Kış aylarında Türkiye’nin sofraları; Mersin, Berdan, Efrenk, Silifke, Aydıncık, Anamur, Bozyazı, Eğribük ovalarında parsel parsel parlayan camekânlarda yetişen enfes sebzelerle lezzetlenir.

SARHOŞ EDİCİ LEZZET: ANAMUR MUZU

Anamur Muzu

Coğrafi İşaret patenti Mersin’e tescillenmiş ürünler arasında bulunan Anamur muzunun sarhoş edici özelliğini biliyor muydunuz?

Aç karnına biraz fazla kaçırırsanız eğer, bu yönünü tecrübe etmiş olursunuz.

Zaten böylesine bir lezzet ve böylesine bir aromayı tadıp da sarhoş olmamak ne mümkün?

Sırtını Toroslara veren, yönünü Akdeniz’e dönen bereketli Anamur ovasının şahı olan Anamur muzu, Mersin’imizin gurur kaynaklarından biridir.

Bakmayın siz ithal muzların afra tafrasına, görüntüsüne süsüne; Anamur muzunun yakınından bile geçemez onlar.

Lezzetse lezzet, doğallıksa doğallık, aromaysa aroma…

Muzun güzelini Anamur’dan başka yerde arama…

Bu arada unutmadan ekleyeyim: Anamur ovasının mikroklima ortamında yetişen eşsiz aromalı organik muzlar, Türkiye’deki toplam muz üretiminin % 72’sini oluşturur.

Aman dikkat!

Aç karnına fazla yüklenmeyin, tatlı da olsa azıcık çarpar!

Demedi demeyin!

VE HUZURLARINIZDA SOFRALARIN ŞAHI: TOPACIK ÜZÜMÜ

Tarsus Beyazı (Topacık) üzümü

Toroslar ilçemizin üzüm deposu Musalı köyünde hayata gözlerini açan bir Mersin sevdalısı olarak, Tarsus Beyazı da denilen Topacık üzümünü tek geçerim.

Pek dayanıklı olmadığı, bu nedenle olgunlaşır olgunlaşmaz tüketmek gerektiği doğrudur. Ancak böyle bir lezzet, böyle bir aroma ve böyle bir altın sarısı başka hangi üzümde bulunur?

Soğuk hava depolarına soğuk bakar Topacık, üşümeye gelmez. Ne de olsa Çukurova güneşinden alır rengini. Lezzeti, rengini boşa çıkarmaz. İçi dışı birdir Topacık’ın.

Coğrafi İşaret patenti Mersin’e tescillenmiş meyvelerden olan sofraların şahı Tarsus Beyazı (Topacık) üzümünü denemediyseniz çok şey kaçırdınız demektir?

Mutlaka deneyin; farkı fark edeceksiniz…

]]>
ÜMMÜ http://hayatitek.com/ummu/ Sun, 31 May 2020 19:56:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=437 HAYATİ TEK –

Dünya Savaşının çeşitli cephelerinde neredeyse tüm köylerinden yiğitler gönderen Mersin’in sadece Çanakkale’de bin beş yüze yakın şehidi vardı. Bunlardan üçü Kayrakkeşli köyündendi. Koca Mustafa oğlu Mehmet, Ali oğlu Osman, Settar oğlu Hüseyin, Yarbay Mustafa Kemal’in bir yıldız gibi parladığı, askerlerine “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum.” emrini verdiği Arıburnu Cephesinde şehit düşmüşlerdi.

Kayrakkeşli Osman’ın bahtına Çanakkale yerine Yemen çölleri çıkmış, esir düştüğü İngilizlerin işkenceleri sırasında gözlerini kaybetmişti. Arkadaşları gibi şehit olamasa da gazi unvanıyla dönmüştü köyüne. Yolunu gözleyen Ümmü, artık “Kör Osman” olarak anılmaya başlayan, hareket kabiliyeti büyük ölçüde azalan kocasına tüm sevgisini veriyordu. Yemen gazisi ile evli olmakla iftihar ediyor, kendisini zorlu bir hayatın beklediğini, bu yokluk yıllarında iki kişilik gayret göstermesi gerektiğini biliyordu. Cesareti ve azmi dillere destan Ümmü, dur durak bilmeden inançla ve inatla çalışıyor, çalışıyordu.

Vefanın, sevginin, milli onurun her engeli aşabildiğinin canlı bir örneğiydi O. Sabah erkenden Osman’ı ekmekledikten sonra kızı Hasibe ile birlikte tarlaya gider ya da evin önündeki bostana inerek durmaksızın çalışırdı. Öğleye kadar bahçedeki işlerini tamamlar, eve dönüp Osman’ın öğle yemeğini hazırlardı. Öğleden sonra alt evin önüne kurduğu çulfalığın başına geçer, sadece eşi ve kızı için değil aynı zamanda Yoğurt Pazarında satmak ya da takas etmek için çiğ pamuk ipliğinden göyneklik kumaş dokurdu. Bu kumaşı kök boyaya yatırıp göklü bükme haline getirirdi. Göklü bükmeden diktiği yakasız gömleklerin düğmelerini, tespih ağacının giliklerinden özenle imal ederdi. Özene bezene dualar ederek hazırladığı göyneklerin yapımı zahmetli ancak alıcısı çoktu. Dört übüğünü işlediği mendilleri, paha biçilmez bir güzelliğe kavuştururdu. Köy delikanlıları düğünlerde görevli olduklarını belirtmek için güçlü pazularına bağlardı bu mendilleri. Fırsat bulduğunda ağaçtan yaptığı millerle kuzu yününden erkek çorapları örerdi. Özellikle kışın bu çoraplar şehirli erkekler tarafından adeta kapışılırdı. Bunlarla da yetinmez, mevsimine göre sumak kurutur, taş dibekte dövdükten sonra bir kısmını evde kullanmak üzere ayırır, kalanını satmaya götürürdü. Eğlencelik ve kahve çekirdeği olarak menengiç toplardı. Son zamanlarda Yoğurt Pazarındaki Tahmis Kahvecisi toplayabildiği kadar menengiç getirmesini istemişti.

Her şey onun eline bakıyordu. Yağmur mu yağdı? Akıtmasın diye toprak dama çıkıp saatlerce yuvak çekmek onun işiydi. Alt evdeki hayvanlara bakmak, sadırlarını temizleyip gübre olarak kullanmak üzere bir kenara yığmak, buğday ve arpa ekip biçmek, nohut yolmak, elinde nacak pinar, sandal, meşe odunu hazırlamak onun işiydi. Temmuz sıcağında elde orak ekin biçmek, döğen sürmek, buğday kaynatmak, kış için bulgur, döğme, peynir hazırlamak da… En zorlandığı iş, kızgın güneşin altında ekin biçmek, deste çekmek ve döğen sürmekti. Allah’tan daha iki ay vardı bu zorlu döneme girmek için. Tüm zorluklarına rağmen hiç bir iş onu yıldıramaz, bedenen yıpransa da büyük bir mutluluk duyar, geleceğe dair hayaller kurardı.

Gayet iyi at biner, dokuduğu kumaşları, diktiği göynekleri, ördüğü çorapları ve mevsimine göre evin önündeki bostanda yetiştirebildiği banadura, kabak ve soğanları Yaren’e yükler, sabah namazıyla birlikte yirmi kilometre uzaklıktaki Mersin’in yolunu tutardı. Yaren, kocası cephedeyken kaybettiği babasının yadigârıydı. Kocası askere gittiğinde kötüleyince, teselli bulsun diye bu güzel kısrağı ona hediye etmişti babası. Yaren koymuştu adını, Osman’ın yokluğunda yarenlik etsin diye. En geç öğleden sonraya kadar Yoğurt Pazarında ürünlerini satar, temel ihtiyaçlarını alıp köyüne dönerdi. Dikeceği göynekler için gerekli iğne, iplik ve çiğ pamuk ipliğinin yanı sıra tuz, birkaç somun ekmek ve bulabilirse bir miktar helva almayı asla ihmal etmezdi.

Osman cepheden dönse de, gözlerini kaybettiği için evine katkı sağlayamadığından aynı düzen işlemek, Ümmü mücadelesine devam etmek zorundaydı. Jandarmaların getirdiği haber, yükünün biraz olsun hafifleyeceği anlamına geliyordu. Eve gelen köy muhtarı, “Hadi gözün aydın Osman. Devlet, gazi maaşı bağlayacak sana. En kısa zamanda Mersin’e gitmen gerekiyor.” diyerek vermişti müjdeyi. Heyecanlanan Osman, kendinden çok karısını düşünüyordu.

“Hemen gidelim. Bir an önce varalım Hükümet’e. Alalım maaşımızı. Hem sen de bundan kelli paralamak zorunda kalmazsın kendini.”

“Dur hele Osman’ım.” dedi Ümmü, “Acele etme. Hazırlığımızı yapalım. Birkaç güne gider geliriz inşallah.”

Osman ısrarcıydı:

“Hemen gidelim.”

“Tamam Osman’ım. Tamam Gazim. Sen dinlen şimdi. Ben hazırlığımızı hızlıca yaparım. Yarın Cuma. Hükümet kapalı olur. Cumartesi sabahtan çıkarız yola.”

Osman mutlu oldu.

“Öyle yapalım.”

4 Mayıs sabah namazından hemen sonra akşamdan hazırladığı yükünü, azık çıkınını heybelere doldurdu. Yola çıkarken yanından eksik etmediği kamasını kuşağına soktu. Kocasına seslendi:

“Ben Hasibe’yi Hatça ablaya bırakacağım. Yel gibi gider gelirim. Sonra çıkarız yola.”

“Tamam.” dedi Osman sevinçle.

Kızını komşuya bırakıp hemen döndü. Merdiven dibine çektiği Yaren’in sırtına bindirdi gazisini: “Bismillah.”

“He ya Bismillah.” dedi Osman, “Hayırlı, güzel bir yola çıkıyoruz inşallah.”

Yaren’in yularını kocasına veren Ümmü, önden yürüdü. Defalarca gidip geldiği yola alışmış olan Yaren, usulca takip etti yoldaşını. Yarım saate varmadan Efrenk yol sapağındaki Hacgediği’ne ulaşmışlardı. Yolun solundaki yamaç sık ormanlıktı, sağdaki çukur bölgede köylülerin ekip biçtiği tarlalar vardı. Biraz daha aşağıdaki Çukurkeşli kanyonu, çıkışı olmayan bir korku tüneli gibi gelirdi ona. Buradan ne zaman geçse yolun sağındaki uçurumla başlayıp kıvrıla kıvrıla kilometrelerce uzayıp giden bu gizemli kanyona bakıp ürperirdi. Yaren’i dehler, hızlıca yol alırdı. Ama bugün yanında Osman’ı da vardı. Bir saat kadar sonra Mersin-Gözne sapağına kavuştular. Sağa dönüp meyilli patikaya yöneldiler. Birkaç yokuşu daha aştıktan sonra Mersin’e kadar hafif meyilli yolda rahatça ilerleyeceklerdi. Dar patikanın hemen kenarındaki otlarla başlayan allı morlu renk cümbüşü, uzayıp giden çoğunluğu boş tarlalarda doyumsuz bir manzara oluşturuyordu. Solda biraz ilerideki tepenin ardında Araplar köyü vardı, sağdaki vadinin yamacında Işıktepe. Biraz daha aşağıda Hamzabeyli. İlerledikleri yolun sağındaki Çopurlu’nun biraz aşağısında Efrenk deresinin hayat verdiği geniş ve bereketli ovanın kıyısında Çavak, Kocavilayet, Menteş ve Karaisalı köyleri sıralanıyordu. Şehrin çıkışındaki Hıristiyan köyü sayılmazsa Çopurlu’dan sonra Mersin’e kadar bir tek Çavuşlu vardı. Orada kısa bir mola vermenin uygun olacağını düşünüyordu.

“Osman’ım, Gazim, biraz sonra Çavuşlu’da olacağız. Orada acık soluklanalım mı?”

“İyi olur. Gölük de biraz dinlenir.”

Bereketli topraklarda serpilen ekinler bel hizasına çıkmış, badem ağaçları meyveye, üzüm bağları koruğa durmuştu. Çavuşlu deresi kıyısındaki büyükçe bir harnup ağacına gelince durdular. Dikkatli bir şekilde indirdi Osman’ı. Sadakat timsali Yaren’i örklemeye gerek duymazdı hiçbir zaman. Yine öyle yaptı, ağacın serin koyu gölgesine bıraktılar kendilerini. Esen tatlı rüzgâr karşı yamaçtaki ekinlere türlü şekiller veriyor, tarlanın yüzeyi dalgalı yeşil bir denizi andırıyordu. Ekin tarlalarının bitimindeki üzüm bağlarının etrafı sınır çizgisi gibi badem ağaçlarıyla çevriliydi. Yeşil birer keçiboynuzunu andıran meyveleri usul usul sallanan harnup ağacında durmakla ne iyi ettiklerini düşündü. Uğuldayan yaprakların arasında kendince neşeli bir türkü tutturan Arap Bülbülünün içli sesi, benzersiz manzarayı cennete çeviriyordu. Bu güzel hayal fazla uzun sürmedi. Omuzunda heybesiyle yayan yapıldak yanlarından geçen bir köylü selam verip yoluna devam etti. Belli ki Yoğurt Pazarına gidiyordu. Neyi varsa satacak, ihtiyaçlarını alıp dönecekti köyüne. Çok zor bir dönemden geçiyordu memleket. Yokluk içerisinde canını dişine takıp ayakta kalmaya çalışan köylüler, hayatı idame destanı yazıyorlardı. Ancak asıl destanın gerçek kahramanları cepheden cepheye koşan yiğitlerdi. O yiğitlerden biri de, eşi Gazi Osman’dı. Ağacın gölgesinde sırt üstü uzanan Osman’a baktı. “Bahtsız yiğidim.” diye sessizce inledi.

“Bir şey mi dedin?”

“Yok Osman’ım. Hadi kalkalım artık.

“Tamam.” dedi Osman, çevik bir hareketle dineldi.

Hükümet binasına vardıklarında vakit öğleye yaklaşıyordu. Yaren’i görkemli yapının demir çitlerine bağladıktan sonra binaya girdiler. Hayli kalabalıktı.

“Bu iyi olmadı.” dedi Ümmü, “İş öğleden sonraya kalacak gibi. Gecikmesek bari.”

Ne olup bittiğini görmek ister gibi etrafa bakınan Osman, elini salladı.

“Kaygılanma. İş olacağına varır.”

Gerçekten de sıra kendilerine gelmeden çalışanlar yemek molası verdiler. Osman’ı hükümet konağı bahçesindeki palmiyelerden birinin dibine oturtan Ümmü, Yaren’e yöneldi. Biraz saman, biraz da arpa koyduğu yem torbasını boynuna taktıktan sonra gelip kocasının yanına oturdu. Akşamdan suladığı yufkayı, haşlanmış yumurta, peynir, zeytin ile birlikte afiyetle, sohbet ederek yediler.

Resmi daire açılınca gazilik maaşı için gerekli başvurularını yaptılar. Hayli vakit alan işlemleri, ancak ikindiye doğru bitirebildiler. Mutlu bir şekilde ayrıldılar binadan.

Yaren’in yularını çözerken Osman’a döndü:

“Osman’ım, Gazim. Akşamdan biraz öteberi hazırlamıştım. Yoğurt Pazarında hızlıca satıp ihtiyaçlarımızı alalım.”

Osman duygulandı. Vefakâr, çalışkan karısı Mersin’e gelecek olmalarını fırsat bilmiş, onca işinin arasında satacak bir şeyler hazırlamıştı.

“Vakitlice dönelim diyordun. Gecikmeyelim.”

“Şimdi bunları geri götürmek de olmaz. İnşallah çabucak satar, çıkarız yola.”

“Tamam.” dedi Osman.

“Gölüğe binmeyeyim ben. Yoğurt Pazarı yakın sayılır. Yürüyelim.”

“Olmaz. İşimiz acele. Hasibe’m bizi bekler. Haydi, sen bin Yaren’in sırtına.”

Öyle yaptılar.

Mersin’in kalbi her zaman olduğu gibi hızlı hızlı atıyor, cıvıl cıvıl pazaryeri adeta insan kaynıyordu. Fazla bir şeyleri olmasa da bir türlü satılamıyordu. Vakit ilerledikçe Ümmü hayıflanıyor, kendi kendine söyleniyordu.

“Hayırdır Ümmü’m?”

“Bir türlü alıcı çıkmıyor. Akşama kalacağız böyle giderse.”

“Hayırlısı neyse o olur.”

“Öyle de. Hayli geciktik.”

Getirdiklerini ancak akşamüzeri satabildiler.

“Osman’ım, Gazim. Bu saatten sonra yola düşmek akıl kârı değil. En iyisi biz bu geceyi dayımlarda geçirelim. ‘Sabahın şerri akşamın hayrından evladır’ der atalar.”

“Öyle deme Ümmü’m. Şer sabah da olsa şerdir, akşam da olsa. Ocaktan ırak. Biz tedbiri elden bırakmayalım. Takdir Allah’ın. Dediğin gibi yapalım. Dayınlara gidelim.”

İhtiyaçlarını alelacele alıp pazardan çıktılar. Yeğenini sevgiyle karşılayan dayısı, onları rahat ettirmek için ne gerekiyorsa yaptı. Sofranın kurulmasına yardım eden Ümmü, yengesiyle hasret giderdi. Köyden havadis verdi. Vakitlice yatıp uyudular. Kahvaltıdan sonra izin istediler.

“Biz fazla gecikmeden gidelim Dayı. Hasibe’mi komşuya emanet ettim. Bize müsaade.”

“Müsaade sizin kızım.”

Helalleştiler.

Yolda, dün mola verdikleri ağacın gölgesinde dinlenen Çukurkeşli köyünden Molla Mustafa ile karşılaştılar.

“Selamün aleyküm Molla Mustafa.”

“Ve aleyküm selam Ümmü gelin. Selamün aleyküm Gazi Osman. Hayırdır.”

Yaren’in üzerindeki Osman’ı gösterdi Ümmü.

“Gazimin maaşını bağlattık dün. İş uzayınca bugüne kaldık. Köye bir an önce varalım diye erkenden yola çıktık.” Biraz durdu. “Yüküne bakılırsa, Yoğurt Pazarına gidiyorsun her hal.”

“Heye. Öyle. Gelin, siz de soluklanın biraz.”

Acele köye varmak niyetindeydiler ama Molla Mustafa’yı kırmak istemediler.

“İyi madem. Biraz soluklanalım mı Osman’ım.”

“Olur tabii. İyi oldu Molla Mustafa ile karşılaştığımız. Soracaklarım vardı.”

Ümmü, tam Osman’ı attan indirecekti ki, duyduğu seslerle irkildi.

Yanına bolca mühimmat alan Fransız üniforması giyinmiş çete, 4 Mayıs gecesini Hıristiyan Köyü’ndeki Fransız Birliği Karargâhında eğlenerek geçirmiş, sabah erkenden kuzeydeki Buluklu köyü istikametinde Toroslara doğru harekete geçmişti. Yarım saat olmadan Çavuşlu civarına ulaşmışlardı. Dere yatağını takip ederek sessizce yürüyorlardı. Biraz ileride harnup ağacının gölgesinde eğleşenleri görünce, hızla oraya yöneldiler.

Oturmakta olan Molla Mustafa endişeyle kalktı. Şalvarının cebinden çıkardığı hilal şeklindeki tırtıklı bağ bıçağını açarak tedbirini aldı. Ne yapacağını şaşıran Ümmü, Yaren’in yularını bırakıp belindeki kamaya davrandı.

Çoktan yanlarına ulaşan çeteden biri, vurduğu dipçik darbesiyle atın üzerindeki Osman’ı ekinlerin arasına yuvarladı. “Ona dokunmayın. Gözleri görmüyor.” diyen Ümmü’nün etrafı çoktan çevrilmiş, üç dört kişi de Molla Mustafa’ya hücum etmişti.

Arşak zaman kaybı istemiyordu.

“Hemen işlerini bitirin yolumuza devam edelim. Daha yapacak çok işimiz var. Ateş etmek yok. Süngü kullanın. Hadi çabuk!”

İlk hücumda sağ omuzundan yaralanan Molla Mustafa, ekinlerin arasına atmıştı kendini. Çete de peşinden daldı ekine. Yarasının sıcaklığıyla pek bir şey hissetmeyen Molla Mustafa can havliyle koştu, koştu. Az ilerideki tepeyi aştıktan sonra izini kaybettirmeyi başardı.

Bu arada Ümmü, kendini korumaya çalışıyor, tir tir titriyordu. Karabet, gayet güzel Türkçesiyle ünledi.

“Hayrola Yörük güzeli, ne yapacaksın o kamayla?”

Ses vermedi Ümmü. Gözlerinde korku ve endişe vardı.

“Merak etme güzelim. Seninle azıcık eğlenip yolumuza devam edeceğiz.”

“Yaklaşmayın, yakarım” dedi Ümmü.

Gür bir kahkaha atan Karabet üzerine yürüdü. Kamayı savurdu Ümmü, ancak isabet ettiremedi. Diğerleri, yılışık yılışık gülerek izliyorlardı sahneyi. Bir hamle daha yaptı Karabet. Kendini cesaretle savunan Ümmü’nün boş olmadığını anladı. Arkadaşlarına seslendi.

“İyice kıstırın.”

Sırtını ağaca veren Ümmü, kolay teslim olmayacağını gösterdi.

“Gelin bakalım it soyları. Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var.”

Onun bu kendine güvenli hali ve hakareti iyice tahrik etmişti Karabet’i. Bu arada diğerleri ağacın etrafını kuşatmış, adım adım yaklaşıyorlardı. İşin iyice sarpa sardığını gören Ümmü, namusunu korumaya kararlıydı. En iyi savunma hücumdur diyerek bir daha saldırdı. Ancak ensesine inen dipçik darbesiyle bir anda yere yığıldı.

“Yaşa Serkis!” diye haykıran Karabet, uçkuruna davrandı.

Karabet’in niyetini anlayan Arşak, hiddetle bağırdı.

“Hemen işini bitirin beceriksiz herifler. Yeterince zaman kaybettik.”

Yerde baygın yatan yiğit Ümmü’nün bedenini süngüleriyle delik deşik ettiler.

Çığlıkları duyan Osman, seslerin geldiği yöne doğru düşe kalka ilerliyor, “Ümmü! Ümmü! Durun yapmayın.” diye haykırıyordu. Karısının sesi çıkmaz olmuştu artık. Durumu anlayan Osman, olduğu yere yığılıp kaldı.

“Yeterli.” dedi Arşak, “Ötekileri de çağırın.”

Sefer itiraz edecek oldu:

“Ya köye haber verirse.”

“Zaten mühim bir yara aldı. Düşer kalır bir yerlerde. Biz yolumuza devam edelim. Çabuk.”

Osman’ı gösteren Sefer, “Bunu ne yapalım?” diye sordu.

“Onu öldürmek iyilik olur. Bırakın bu acıyla bir ömür boyu yaşasın. Zaten görmüyor. Kime ne anlatacak.”

Aslında işini şansa bırakmayı sevmezdi Arşak. Ancak daha fazla vakit kaybetmek, dahası fark edilmek istemiyordu.

Molla Mustafa’nın peşinden gidenler de dönünce, hızla toparlanıp yola koyuldular.

Olay sırasında ürküp kaçan Yaren, uzaklardaki tarlalarda bir süre dolandıktan sonra sahibinin yanına dönmüştü. Dibinde bir şehit yatan Harnup ağacını yurt edinen Arap bülbülü, sanki olup bitenleri anlamış gibi hicranlı bir ağıt yakıyordu. Çetenin kör diye sağ bıraktığı Osman, talihsiz eşinin başında hıçkırıklara boğulmuştu.

Coğrafya, sadece milletlerin değil kendi halinde insanların kaderini de belirliyordu. Hatta atların bile…

]]>
PARFÜM… http://hayatitek.com/parfum/ Sun, 31 May 2020 19:44:45 +0000 http://hayatitek.com/?p=427 HAYATİ TEK –

Öğle namazını kılan kadın uzun uzun dua ettikten sonra seccadesini özenle katlayıp kışın kapalı tuttuğu balkon kapısının önündeki sehpanın üzerine koydu. Kuzineli sobaya birkaç parça odun attı. Elindeki maşa ile kapağını dikkatlice kapattı. Abdest suyu ısıttığı güğümü yerleştirdi. Çevresi beyaz boncuklarla işlenmiş ak tülbendini düzeltti. Mutfağa geçti. Sabah pişirdiği mayalı bazlamalardan birkaçını kendi dokuduğu peştamala sardı. Öğle yemeği için kaynattığı mercimekli ıspanak sapı çorbasından bir kısmını bakır çingile doldurdu. Artık çıkabilirdi.

Dualı dudakları kıpır kıpır indi merdivenlerden, baharda iyice şenlenecek olan bahçesinin kış haline şöyle bir baktı. Sadece portakal ve mandalina ağaçlarında canlılık emaresi vardı. Yeşil yaprakların arasında altın gibi parlıyordu meyveler. Çoğunu toplamış, bir miktarını dalında iyice olgunlaşsınlar diye onun için saklamıştı. Bir de evin balkonunda yazları güneşlik vazifesi de gören asmadan sarkan iri üzüm salkımları vardı. Arılar, kuşlar zarar vermesin diye her birine eskimiş elbiselerden diktiği keseleri bağlamıştı. Kış ortasında dalından bizzat keseceği ballanmış üzümleri yerken kim bilir ne kadar mutlu olacaktı oğlu.

Bahçe kapısından çıkarken gözüne ilişen murt ağacını süzdü. Epey meyvesi vardı. Sevindi. Yolunu bulan su misali aktı dar patikadan. Biraz sonra Yarımharman’daydı, sola döndü. Elli metre kadar yürüdü. Köy meydanına çıkan toprak yola sırtını dayayan iki katlı taş evin girişine inen dik yokuşu dikkatlice indi. Merdivenlere yönelirken az ötedeki menekşeleri kontrol etti. Yeşil gökyüzünde parıldayan kadifemsi mor yıldızları andırıyorlardı. Daha aşağıdaki kuyunun kıyısı nergis ve sümbül deryasıydı. Ancak oralı olmadı. Kendi hefkeresinin sınırına dizili nar ağaçlarının arasında bol miktarda vardı onlardan. Üstelik mor ile pembenin her tonuna hayat veren susamları da bir güzel açmıştı. Verniklenmiş ahşap kapıyı usulca tıklattı. Ablası karşısındaydı.

“Buyur bacım. Gel hele.”

Salon olarak kullanılan holde kurulu soba gürül gürül yanıyor, üzerindeki bakır ibriğin ağzından ara ara sobaya sıçrayan damlalar önce bir tıslama sesi, ardından buhar çıkarıyordu. Kısa bir halleşmenin ardından Ankara’dan yola çıkan oğlunun akşama doğru evde olacağını, onun için bahçedeki menekşelerden biraz toplamak istediğini söyledi. Her zamanki neşeli üslubuyla şakır gibi konuştu Ayşe teyze:

“Gözün aydın bacım. Ördüğüm süveter de bitmek üzere. Hele bir gelsin yeğenim. Yolcu ederken giyinip döner Ankara’ya. Kar kıyamettir şimdi oralar.”

“Ben gecikmemeyim” diyerek çıktı. Menekşeleri özenle toplayıp evin yolunu tuttu. Yukarı çıkmadan hefkereye indi. Nergis, sümbül ve susamları da derdikten sonra gayri ihtiyari murt ağacına yöneldi. Ama bu kez meyveleri için değil. Uçtaki taze kısımlarından birkaç minik dal kopardı.

Nasırlı elleri ve her daim güleç ela gözleriyle kırklı yaşlarının en güzel demini yaşayan kadının çocukluk ve gençlik yılları “çiçekli evde” geçmişti. Köylüler bu ismi takmışlardı babası Keş Duran’ın bitişikteki evine. Verandanın kenarlığına boydan boya dizilmiş çiçeklerin bakımını sevgiyle yapar, onca işin gücün arasında onlarla vakit geçirmekten büyük bir haz duyardı. Her mevsim bir başka tomurcuğun gülümsediği ele avuca sığmaz tabiatı ve her dem tazelenen umut dolu ruh yapısı belli ki o yıllarda şekillenmişti.

Hazinesi kucağında, oğlu için hazırladığı odaya girdi. Menekşeleri su bardağına özenle yerleştirdi, ötekileri vazoya. Kaynanası Fatma Hoca’nın dillere destan kokulu pembe gülleri diğer vazodaki yerini çoktan almıştı bile. Murt dallarına takıldı gözleri. Hayret, dört parçaydılar. Minik dalları iki vazonun arasına yan yana dizmeye karar verdi. Evin en küçüğü Leyla sömestr tatilinin tadını doyasıya çıkarırken, Meral ve Ayşe’nin bal dök yala haline getirdikleri oda, bir anda cennet bahçesine dönüşmüştü.

Bütün dünyadaki sayıları birkaç yüzü aşmayan, aylık kazançları 50 bin dolardan başlayan milyon dolarlık burunlara sahip parfümörlerden haberi dahi olmayan kadın, yeryüzünün en güzel oda parfümünü icat etmişti. Kutsal bir görev ifa edercesine tevekkül, sükûnet ve dualar eşliğinde işini tamamladıktan sonra etrafına şöyle bir bakındı. İçi rahat bir şekilde kapattı kapıyı, mutfağa geçti. Yapacak daha çok işi vardı.

Akşamdan ısladığı kuru fasulyeyi kısık ateşte usul usul pişirecek, yanına şehriyeli pirinç pilavı yapacak, humus ve salatalarla zenginleştireceği sofrayı krallara layık bir şekilde donatacaktı. İçli köfte, eğe pilavı, tava ve daha onlarca yemek uçuşuyordu zihninde. Hele bir gelsindi oğlu, ona sorar, hangi gün ne pişireceğine o zaman karar verirdi. Tatlıyı belirlerken pek zorlanmamış; aşure, sütlaç ve kabak tatlısını sıraya koymuştu çoktan.

Geldi, gelmekte olan. Kavuştular. Üç nazlı hilali yıldızıyla buluşunca, yüreği bayrak misali çırpınmaya başladı dört çocuklu annenin. Gözleri yıldız gibi parladı, yüzü daha bir aydınlandı. Kutup Yıldızı babanın gelişiyle akşam karanlığı gündüze, mütevazı köy evi bayram yerine döndü.

Her zamanki gibi doyumsuz birkaç günün ardından Ankara’ya döndü oğul. Hafızasında tertemiz hatıralar, yüreğinde sımsıcak aile sevgisi, burnunda o efsane oda parfümünün emsalsiz aroması vardı.

Gurbette bir ara öyle yüreğine oturdu ki memleket hasreti, sılayı yanında hissettirecek bir iz aradı. “Buldum” dedi heyecanla, soluğu parfümeri dükkânında aldı. Birbirinden zarif rengârenk şişeler içerisindeki parfümleri denedikçe, bulduğunu sandığı şeyin asıl aradığı olmadığını çok geçmeden anladı. Umudunu tam kaybetmişti ki, kendine son bir şans tanıdı:

“Sizde murt parfümü bulunur mu?”

Murtun ne olduğunu bilmeyen çalışanın yüzündeki şaşkınlık ifadesi görülmeye değerdi. Minik bir tebessüm oturdu yüzüne.

“Yani, mersin kokulu parfümünüz var mı, demek istemiştim.”

“Tabii ki var” dedi çalışan, yeşil renkli bir şişenin kapağını açtı. Deneme çubuğunu uygun yere sürdü. Büyük bir heyecanla elini burnuna götüren gencin hevesi bir kez daha kursağında kaldı. Teşekkür edip süngüsü düşmüş bir şekilde çıktı dükkândan.

Derin düşüncelere dalmıştı. Aradığı mersin ağacının kokusu muydu gerçekten, yoksa Mersin’in Toros yüzlü köyü Musalı’dan kanatlanıp Ankara’ya kadar ulaşan hatıralar mı? Köyünü, odasını hayal etti. Menekşe, nergis, sümbül, gül, susam ve murt dalları resmigeçit yaptı gözlerinin önünde. Başkentin nabzının durmaksızın attığı Kızılay’a doluşan binlerce insan arasında yalnızdı. Hem de çok yalnız… Yapayalnız…

Dalgın dalgın yürürken kaldırımda, acı bir fren sesiyle irkildi. Minik yavrusunu göğsüne sımsıkı bastıran bir annenin korku ve endişe dolu gözlerinde buldu aradığını. Sırrı çözmüştü. Dünyanın bütün çiçekleri ve bütün diğer anneleri ittifak etseler, özlemini çektiği o muhteşem kokuyu bırakın oluşturmak taklit dahi edemezlerdi. Torosların yamacından Akdeniz’i seyreden Musalı’nın dağ çiçeklerini benzersiz kılan, biricik annesinin kendine has kokusuydu.

Tüm zamanların en özel, en anlamlı parfümüydü o. Güneş gibi parlayan çehresiyle hem ısıtan hem ışıtan hem olgunlaştıran annenin, kâh emziren kâh koruyan göğsüne şefkatle gömülen minik bir başın orta yerinde elmas gibi parlayan bir çift gözden sızan gözyaşlarının ıslattığı tülbendin toprağı imrendiren eşsiz kokusu…

]]>
MASAL GİBİ… http://hayatitek.com/masal-gibi/ Sun, 31 May 2020 19:42:06 +0000 http://hayatitek.com/?p=425 HAYATİ TEK –

Oteldeki gösterişli açık büfe yerine Ravza’nın mütevazı çıtır pidelerini tercih ettiği için pişman değildi. Damağını çatlatan lezzetin keyfini çıkara çıkara iskeleye doğru yollandı. Yolun sağını işgal eden kulüp ve barlardan kopan rock ve metal ağırlıklı müzik, rıhtım boyunca sıralanmış gezi teknelerinden yükselen arabesk nağmelere karışıyor, ortaya çıkan kakofoni kafa ütülemekten başka bir işe yaramıyordu. Adımlarını sıklaştırdı.

Gürültüyle arasında kalın bir hayal perdesi çeken kafeteryanın ahşap masasına huzurla oturdu. Tavşankanı çayını usulca yudumlarken derinlere daldığını fark etmedi bile. Nazlı nazlı salınan tekneler arasında bir görünüp bir kaybolan yakamozları izlerken hipnotize olmuştu.

Ailecek Alanya aşığıydılar. Okullar paydos olur olmaz soluğu burada alır, iskelenin arka sokağındaki pansiyona yerleşir, yaz boyunca biriktirdikleri unutulmaz anılarla dönerlerdi Ankara’ya. Şatafatlı Rıhtım Caddesi kayalık sahildi o zamanlar. Kardeşiyle birlikte dans edercesine hoplayıp zıpladıkları kayaların arasından yengeç ve karides toplar, iskeleden çivileme atlar, yüzme yarışı yaparlardı. Turistlerin yeni yeni keşfettiği Alanya’nın nabzı her daim iskelede atsa da belli bir saatten sonra el ayak çekilir, in cin top oynardı. Lokantacılar geceden attıkları oltalara takılan balıkları toplamaya gelirlerdi erkenden.

“Masal gibi” dedi içinden, “Nasıl da güzeldi o günler.”

Kızılkule ile Tersane arasındaki minik kumsal, gizli plajlarıydı. Annelerinin hazırladığı leziz sandviçleri aldıkları gibi buraya koşar, saatlerce çıkmazlardı denizden. Başka yer yokmuş gibi el kadar koya doluşan, yüzenlerin bir altından bir üstünden geçen balıklar haylaz çocuklara özenirlerdi. Üstleri başları buram buram balık tüterdi oraya her gittiklerinde. Pansiyona döndüklerinde kokuyu alan anneleri zümrüt yeşili gözleriyle tatlı sert bakar, hep aynı tepkiyi verirdi: “Doğru banyoya!”

Kayalıklardan topladıkları denizkestanelerini dikkatle temizleyen çocuklar, dikenlerinden kurtulan büyüleyici deniz kabuğunu satabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Ha, bir de deveci vardı. Binenin önce ürktüğü sonra padişah gibi kurulduğu mahfeden etrafı seyre dalmak ne büyük keyifti. Devasa hayvanın üzerine tırmananların gözünde birden küçülürdü her şey. Bazı sokak satıcıları kaktüs yemişlerinin dikenli kabuğunu şaşılacak bir hızla ustaca soyup buza yatırırlardı. Mevsimine göre buzlu badem, dilimlenmiş karpuz, haşlanmış ya da közlenmiş mısır satanlar eksik olmazdı iskelede.

Belediyeden sonrası halk plajıydı. Anneleri, tersanedeki ıssız koy yerine cıvıl cıvıl halk plajına gitmelerini tembihlerdi hep. Biraz daha ileride Oba Çayının Akdeniz’le buluştuğu Alantur mevkiinin masalsı bir havası vardı. Kıyı boyu sazlıkla dolu çayın kenarındaki portakal bahçelerine dalarlardı bazen; saklambaç oynamak ya da balık tutmak için. Ama ille de o portakalların kokusu. Kabuğunu soyarken zerre zerre gökyüzüne kanatlanan o benzersiz kokuyu duydu birden. Hâlâ var mıydı onlardan? Washington şurada dursun bir başkaydı Yafa; tadına, rayihasına doyum olmazdı turunç, kan portakalı ve King mandalinanın. Bir de narenciye bahçelerinin vazgeçilmezi ekşimekler tabii. Sapsarı çiçekleri baharı müjdeler, yiyenin dişini kamaştıran sulu ince gövdeleri iştah açardı.

Pansiyonun biraz yukarısında çınarların arasından tevazu ile yükselen Kuyularönü Camii’nin altındaki bakkaldan kese kâğıdında gramla alınan kaymaklı bisküvilerin lezzeti unutulur mu hiç? Hemen yan dükkândaki Manav Hasan, dalından yenice koparılmış tazecik portakalları oracıkta sıkıp sunardı müşterilerine. Sağır ve dilsiz hediyelik eşya imalatçısı geldi gözlerinin önüne. Su kabaklarını işler, boncuklarla süsler, ışığını takar, gece lambası olarak satardı. Akşamüstleri ailecek yürüyüşe çıktıklarında, kabaktan gece lambalarını görünce Sindirella masalı gelirdi aklına, heyecanlanırdı.

Bugünün aksine gürültüsü patırtısı az, konuşanı çoktu eski Alanya’nın; dile gelirdi dağ, taş, kale, deniz ve balık… Hatta su kabağı bile kendi lisanınca masallar anlatırdı.

]]>
KARDELENİN GÖZYAŞLARI… http://hayatitek.com/kardelenin-gozyaslari/ Sun, 31 May 2020 19:04:53 +0000 http://hayatitek.com/?p=421 HAYATİ TEK –

Kar beyaz duvağının açılacağı ânı heyecanla bekleyen asil bir gelindir kardelen… Baharla birlikte açılır telli duvağı, inci taneleri gibi dökülmeye başlar mutluluk gözyaşları…

Başı dumanlı zirvelerden telaşla süzülen her damla, mevsimlik gözlerden sızan diğer sulara bir an önce karışmak, onlarla güç birliği ederek hızlıca Akdeniz’e ulaşmak ister.

Karlar ülkesindeki aşk nöbeti sona erince sabrın yerini vuslat heyecanı, suskunluğun yerini meyilli arazide kendine yol bulan şirin derelerin mırıldandığı mısralar alır… Yeni kolların katılmasıyla dereler ırmaklara, mısralar şiirlere dönüşür. Rüzgâr tezenesi olur Karacaoğlan’ın gönül telinin; türküler yankılanır esrarlı vadilerin sarp yamaçlarında…

Kavuştuğu her dereyle daha da güçlenen ırmaklar,  özgüvenin Nirvana’sına yükselirler. Kavileşince cesaret, korkuya değil heyecana davetiye çıkarır derin uçurumlar… Pek bilinmez, şelaleler akarsuların kahkahasıdır… Kanatlanıp uçarken yükseklerden Pegasus’tan rol çalan akarsular, biraz daha aşağılarda usta birer mimara dönüşürler. Kalkerli kayaları özenle oyarak ve dantel gibi işleyerek gizemli kanyonların mimari projesini çizerler.

Kimi sığ kimi derin göllerde soluklandıktan sonra tekrar yola koyulur; kıymetli alüvyal yüklerini cömertçe serdikleri ovalara bereket bahşederler… Lezzet sunağı bahçelerin, hasat zamanını gözleyen çiftçilerin, rengârenk çiçeklerin yüzünü güldürürler…

Meşakkatli yolculukları sırasında biriktirdikleri hatıraları, upuzun saçlarını Rapunzel misali kendilerine uzatan salkım söğütlerin kulağına fısıldar; sabır ve zarafet sembolü kardelenlerin, göklerin hâkimi kartalların, Torosların Dede Korkutları asırlık ardıçların, zümrüt ormanların, haylaz sincapların ve tabii ki karizmatik dağ keçilerinin selamını iletirler. Hercai rüzgârı sıkı sıkı tembihleyip, vaktin yaklaştığı haberini uçururlar gizlice…

Hemen kanatlanır rüzgâr, güllere doğru…

Tutkuyu simgeleyen, kalıcı aşkı müjdeleyen gelin çiçeği için elbirliği eder kırmızı-beyaz gül ittifakı… Efsanevi bir buket hazırlarlar şiirsel bir merasimle…

Vakit tamam olmak üzeredir…

Bilgeler bilgesi Akdeniz, altın sarısı güneşin sımsıcak ısıttığı gümüş kumsallara yolladığı her buseye bir pusula iliştirmekte, aylardır beklediği hazinenin yolunu gözlemektedir.

Salına salına akarken hiç de acelesi yokmuş gibi davranan, oysa yüreğinde fırtınalar kopan ırmak, kıymetli yüküyle birlikte asilce ilerler kadere doğru…

İçi içine sığmayan, heyecanla çırpınan Akdeniz, şeref misafirini tebessümle buyur eder huzur ülkesine. Saflık, temizlik ve bereket timsali şeffaf sular aşk deryasına ulaşınca; önce turkuaz olur rengi, sonra maviye döner… Hasretle, şefkatle, minnetle kucaklaşır iki kadim dost. Dertleşirler, halleşirler uzun uzun…

Artık emaneti sahibine teslim etme vaktidir. Kutsal bir sır gibi koynunda sakladığı gözyaşlarını vakur bir reveransla Akdeniz’e sunan ırmak, sessizce çekilir…

Hazinesine sıkı sıkı sarılır Akdeniz, nemli gözlerini başı dumanlı Toroslara doğru usulca kaldırır… Omuzunu şefkatle sıvazlayan dost meltemlere açılır samimiyetle, imkânsız aşkın yakıcı hikâyesini anlatır…

Meltemler poyrazlara, poyrazlar Toroslar’a söz eder mi kumsaldaki yangından? Bilinmez…

Lakin size bir sır vereyim: zirvelerden çağlayıp gelen buz gibi akarsular kardelenlerin gözyaşları, sahile vuran her dalga imkânsız bir aşkı terennüm eden bitimsiz notalardır…

]]>