Eğitim – Hayati Tek http://hayatitek.com Thu, 06 May 2021 21:44:06 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Eğitim – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 MEHMET AKİF ERSOY VE HAL-İ PÜRMELALİMİZ http://hayatitek.com/mehmet-akif-ersoy-ve-hal-i-purmelalimiz/ Sun, 20 Dec 2020 18:59:19 +0000 http://hayatitek.com/?p=3741 HAYATİ TEK –

Mehmet Akif Ersoy denilince İstiklal Marşımız, Safahat ve bu şaheserin “Asım” bölümüne dualarla gömdüğü Çanakkale Şehitlerine şiiri gelir aklımıza.

Bağımsızlığımızın sembolü İstiklal Marşımızı ve Çanakkale Şehitlerine şiirini okurken gözyaşlarımıza hâkim olamıyorsak eğer; bunun nedeni sadece şiirlerin edebî gücü değil, aynı zamanda o muhteşem mısralara can veren berrak dimağın imanı, azmi ve samimiyetinin mısralara sinmiş olmasındandır. Büyük şairin güçlü karakterinin, samimiyetinin ve etkili ifade gücünün zaferidir gözyaşlarımız.

Bununla birlikte Akif sadece duygulara hitap etmez. Akıl, vicdan ve mesuliyet sahipleri için sayısız mesaj vardır şiir, yazı ve vaazlarında. Baştanbaşa bir dönem şaheseri olan Safahat’taki şiirlerin kiminde millî duygularımız şaha kalkarken, kiminde geri kalmışlığımızın sosyo-ekonomik sebeplerini, kiminde ise yakamızı bir türlü bırakmayan sorunlar yumağını nasıl çözeceğimizin yol ve yöntemlerini buluruz. Hatta bazı şiirlerinde, kendi halindeki bir insanın dramında hal-i pürmelalimizin sırrını keşfetmenin şaşkınlığını yaşarız.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu tespiti Akif’in bu yönünü vurgular:

“Yalnız Akif’tir ki, veremlilerin öksürüğünden, cephelerdeki tekbir seslerine kadar, boylu boyunca bir milleti, bir cemiyeti bütün felaketleriyle birlikte kucaklamıştır(1).

Serdengeçti’nin dikkat çektiği bu yön, Safahat’ın sadece “Gölgeler” bölümünde değil eserin tamamında karşımıza çıkar. Osmanlı’nın çöküş yıllarının sebep ve sonuçlarına dair net bir fotoğrafı hükmündeki bu dev eser, hem destansı bir öz taşır hem de yüz yıl öncesinden bugünlere uzanan temel meselelerimizin kaynağında yatan sebepleri gerçekçi bir bakış açısıyla resmeder.

Bu nedenle Akif, Türkiye’de en çok okunan şairlerinden biri, belki de birincisidir. Çünkü her birimiz onun kaleminden kanatlanan her mısrada kendimizden bir parça bulur; etin kemikten ayrılması gibi tarifsiz acılarla veda etmek zorunda kaldığımız imparatorluğumuzun hazin çöküşüne şahitlik etmenin derin ıstırabını ruh kökümüzde ister istemez yaşarız.

“Edepsizlik başladığı noktada edebiyat biter(2) diyen büyük şair, kuru bir edebî başarının pespayeliğine hiçbir dönemde tevessül etmez; her işinde olduğu gibi şairlik ve yazarlığının merkezine de ahlak kavramını yerleştirir.

Ahlak, eğitim, vatan, hürriyet ve gayret kavramlarına yüklediği anlamlar, milli şairimizin şahsi ve mesleki karakterini analiz etmemizi sağlayan kılavuzlar gibidir.

Sanatını imanının emrine veren münevver şairlerimizden olan Akif, 1800’lerin son çeyreğinden itibaren ıstıraptan ıstıraba savrulan bir neslin mensubu ve temsilcisi olmakla taşıdığı mesuliyetinin farkındadır.

Bunun o kadar farkındadır ve bunun için o kadar çabalar ki, Hüseyin Nihal Atsız onun için şu ifadeleri kullanır:

Akif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Karakter adamı olmak bakımından Akif eşsizdir(3).

Yaşadığı devrin temel meseleleri hakkında önemli tespit ve önerilerde bulunan Akif’in dikkat çektiği sorunların aradan geçen yüz yıla rağmen hâlâ çözülememiş olması, onun tavsiyelerini can kulağıyla bir kez daha dinlememiz gerektiğini bizlere ikaz etmektedir.

Bundan bir asır önce ümitsizlikten, sabırsızlıktan, tembellikten, eğitimsizlikten, ahlaki zaaftan ve tefrikadan dert yanan Akif, sabrın, çalışkanlığın, eğitimin, ahlakın, birlik halinde yaşamanın ve tabii ümitvar olmanın erdemlerini anlata anlata bitiremez.

“ÜMİTSİZLİK İNTİHARDIR”

Ümidin şairidir Akif; hem de Nurettin Topçu’nun Fuzuli, Michel-Ange, Goethe, Beethoven, Dostoyevski ile birlikte adını zikredeceği kadar büyük bir ümit şairi(4)

Ümitsizliğe düşmenin intihardan farksız olduğunu(5) düşünen Akif, “Âtiyi Karanlık Görerek(6)” şiirinde, bu illetin girdabına kapılan toplumlara şu tavsiyelerde bulunur:

“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa eminim, budur ancak.

Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle:

İmanı olan kimse gebermez bu ölümle.

Ey dipdiri meyyit… iki el bir baş içindir.

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

(…)

Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!

Herkes gibi dünyada henüz hakk-ı hayatın,

Varken, hani herkes gibi azminde sebatın?

Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.

Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

(…)

Hüsrana rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!

(…)

Sahipsiz, olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki: Telafi edecek bunca zarar var.

Feryad ile kurtulması me’mul ise haykır!

Yok yok… Hele azmindeki zincirleri bir kır!

‘İş bitti… Sebatın sonu yoktur…’ deme, yılma

Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma.”

“ULUYAN YE’Sİ GEBERT, AZMİ UYANDIR.”

Ümitsizlik, “tembelliğe meşruluk vermekten başka bir işe yaramaz(7)” Akif’e göre. “Yeis Yok(8)” başlıklı şiirinde, hem ümitsizliğin bu yönüne dikkat çeker hem de asırların yorgunu aziz milletine umut aşılamaktan geri durmaz.

“Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı bu devlet, ‘batacaktır!’ demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kâfi ona can vermeye bir nefha-i iman;

Davransın ümidin, bu ne haybet, bu ne hirman?

Mazideki hicranları susturmaya başla;

Evladına sağlam bir emel mâyesi aşla,

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

BÜTÜN GÜZEL HUYLARIN ANASI: SABIR

Sabır, sadece ümidin değil “bütün güzel huyların anasıdır(9) büyük şairin nazarında. Sabrın “yokluğu yahut zayıflığı kadar büyük bir musibet(10) düşünülemez.

Sabır, “düşkünlüğe katlanmak değil hayatın sıkıntılarına göğüs germektir. Sonunda, katlanılmayacak acılara katlanmak mecburiyetine mahkûm olmamak için, önceden her türlü meşakkate, her türlü zahmete mertçesine, insancasına göğüs germek(11)”demektir.

Sabır konusuna yüklediği bir başka anlam daha vardır Akif’in:

“Allah yolunda, hak yolunda, din uğrunda, millet uğrunda rahatını, uykusunu, malını, canını feda edivermek yok mu? İşte sabır budur(12).

Her şeyini kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelip varını yoğunu ortaya koyarak hürriyetini gasıpların elinden kurtaran bir milletin durumunu anlatmak için yüz yıl önce kurulan bu cümlenin bugün bile muhatabı olmak ıstırap verici olsa da çok sağlam bir kurtuluş yolu gösterir Akif, “İnsan(13)” şiirinde:

“Dayanmaz pîş-i ikdamında maniler müzahimler;

Kaçar, sen rezm-gâh-ı azme girdikçe muhacimler.

Karanlıklarda gezsen, şeb-çerâğın fikr-i hikmettir,

Ki her işrâkı bir sönmez ziyâ-yı sermediyettir;

Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sayindir,

Ki her hatvende eşler sâye-küster vahalar zahir.

Ne zindanlar olur hâil, ne menfalar, ne makteller…

Yürüsün sedd-i râhın olsa hatta âhenîn eller.”

Yani diyor ki Akif:

Sen çabalarsan, karşına çıkan engeller ve düşmanlar sana karşı koyamazlar. Sen azmin savaş alanına girdikçe, sana hücum edenler kaçmak zorunda kalırlar. Karanlıkta olsan da hikmetli fikirler fenerin olur; zira fikrin aydınlığı sönmez bir ebediyet ışığıdır. Eğer azmedersen, susuz çöllerde de kalsan, gayretinin ilhamı gölgelik vahalar gibi sana kol kanat gerer. Eğer azmedersen, sana ne zindan ne sürgünler ne de idamlar engel olabilir. Demirden eller set çekse de yoluna, yıkar geçersin azim ve gayretin sayesinde.

SELAMET ANAHTARI: “VARSA YOKSA İŞ, HAYIRLI AMEL, İSLAM AKSİYONU”

Sabır ve azmi bu denli yücelten Akif, “Ümitsizlikten büyük tembellik sebebi, ümitsizlikten yaman alçalma sebebi, ümitsizlikten fena miskinlik sebebi mi olur?(14)diye sorduktan sonra şu çağrıyı yapar:

“Ey cemaat-i Müslimîn! Geliniz, ümitsizliğin, bıkkınlığın, tembelliğin küfrün ta kendisi olduğunu kafalarımıza iyice yerleştirelim de ilâhî din için vaat edilmiş olan apaydınlık geleceğe doğru bir an evvel yürümenin çaresine bakalım. (15)

Akif’e göre, “Hayatı gayret etmekle geçenler için vaat olunmadık nimet; manasız bir tevekkülle tembel yaşayanlarınsa mahkûm olmayacağı alçaklık yoktur. (16)

Ve insanın çalışmakla yükselemeyeceği sadece iki mertebe vardır:

“Biri Allah-u Zülcelâle has olan ulûhiyet mertebesi, diğeri de Hametül-enbiyadan sonra kimseye verilmeyecek olan nübüvvet mertebesidir. (17)

Selametin anahtarını “varsa yoksa iş, hayırlı amel, İslam aksiyonu(18) şeklinde tanımlayan Akif, “Ruha ümitsizlik denilen o lanetli hastalık çöktü mü artık vücutta hareket imkânı, çalışma imkânı, gayret gösterme imkânı kalmayacağı(19)”düşüncesindedir.

Bir tek dörtlükten oluşan “Çalışmak Sonra Dinlenmek(20)” başlıklı şiirinde aynı konuyu şu benzersiz ifadelerle ele alır:

“Beden hazzeyler amma, ruh zevk almaz atâletten

Çalışma sonra dinlenmektir, ancak kârı dünyanın

Eğer eğlence iş olmaz da, iş eğlence olmuşsa

Güzâr etmiş demektir zevk içinde ömrü insanın.”

“Durmayalım(21)” başlıklı şiirinde ise hem çalışmanın önemine işaret eder hem de İslam âlemine sert ikazlarda bulunur.

“Kurtuluş yok sa’y-i daimden, terakkiden bugün.

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

Bunların hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur!

Mâsiva bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile:

Bak tecelli eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn ile.

Ey, bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken, yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan.”

“ÖLÜM DÜNYADA MAHKÛMLAR İÇİN SON BİR SAADETTİR”

İnsanlık âleminin, özellikle Batı’nın büyük keşifleri ve yoğun gayretleri sayesinde gelişerek dünyaya hükmettiğini, hatta zamanı bile teslim almak üzere olduğunu muhteşem metaforlarla anlatan Akif, “Alınlar Terlemeli(22)” başlıklı şiirinde, hürriyetin ancak hakkını koruyabilen insan ve milletler için mümkün olabileceğini söyler.

“Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da,

Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda!

(…)

Emeklerken, sabi tavrıyla, topraklarda sen hâlâ,

Beşer doğrulmuş, etmiş, bir de baktın, cevvi istila!

Yanar dağlar uçurmuş, gezdirir beyninde dünyanın;

Cehennemler batırmış, yüzdürür kalbinde deryanın;

Eşer a’makı, izler keşfeder edvar-ı hilkatten;

Deşer âfâkı, bir şeyler sezer esrar-ı kudretten;

Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta;

O heyhat istiyor hâkim kesilmek bu’d-u mutlakta!

(…)

Gebermek istiyorsan, başka! Lakin korkarım, yandın;

Ya sen mahkûm iken, sağlık, ölüm hakkın mıdır sandın?

Zimâmın hangi ellerdeyse, artık, onlarınsın sen;

Behîmî bir tahammül, varlığından hisse istersen!

Ezilmek, inlemek, yatmak, sürünmek var ki, adettir;

Ölüm dünyada mahkûmîne en son bir saadettir.

Desen bir kerre “insanım!” kanan kim? Hem niçin kansın?

Hayır, hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın.

Bu hürriyyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa’y ister:

Nedir üç dört alın? Bu yurdun alnından boşansın ter.”

“ÇALIŞIP DİDİNMEZSEN, BEKA İKSİRİ İÇSEN YAŞAYAMAZSIN”

Sanatını imanının emrine veren büyük şair elbette tevekkül sahibi bir mümindir. Ancak Akif’in anladığı İslam, felçliler gibi sürekli yatarak tevekkül etmeyi değil, çalışıp didinerek ilerlemeyi emretmektedir. “Azimden Sonra Tevekkül(23)” şiiri, bu husustaki görüşlerini anlattığı ibretlik mısralarla doludur.

“Mefluc ederek azmini bir felc-i iradî,

Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdi!

Madem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;

İksîr-i beka içsen, emin ol yaşamazsın.

Mevcûd ise bir hakk-ı hayat ortada, şayet,

Mutlak değil elbette, vazifeyle mukayyed.

(…)

Âlemde ‘tevekkül’ demek olsaydı ‘atalet’?

Mirâs-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?

Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;

Kur’an duramaz, nezd-i İlahî’ye dönerdi.

“Dünya koşuyor’ söz mü? Beraber koşacaktın;

Heyhât!, bütün azmi sen arkanda bıraktın!

Madem ki uyandın o medîd uykularından,

Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa kımıldan.

Ensendekiler “leş” diye çiğner seni sonra;

Ba’sin de kalır ta gelecek nefha-i Sûr’a!

Çiğner ya, tabii, ne düşünsün de bıraksın?

Bir parça kımıldan diyorum, mahv olacaksın!

Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;

Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz.

Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;

Mâziyi fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.

Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücumu:

Mazisi yıkık milletin âtisi olur mu?”

ŞARK ÂLEMİNİN HAL-İ PÜR MELALİ

Batı’nın tehdit ve yükselişi karşısında sürekli gerileyen İslam âleminin perişan halini “Şark(24)” şiirinde tasvir eden Akif’in kullandığı kelimeler, hem kahredici bir itirafın hüznünü hem de yürek burkan bir özeleştirinin hazin tablosunu ortaya koyar.

“Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu,

Asırlar var ki, İslam’ın muattal beyni, bâzûsu,

‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm;

Yer yer,

Harab iller; serilmiş hânumanlar; başsız ümmetler;

Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;

Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;

Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;

Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

Tegallübler, esaretler; tehakkümler, mezelletler;

Riyalar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;

Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;

“Gazâ” namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar;

Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;

Emek mahrumu günler; fikr-i ferda bilmez akşamlar…”

Gördüğü tüm bu sahneler ağlatır Akif’i…

Geçerken ağlar, dururken ağlar Akif

Bakımsızlıktan viran olmuş şehirler, yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar, buruşmuş çehreler, bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, riyalar, türlü iğrenç alışkanlık ve illetler, örümcek bağlamış tütmez ocaklar, kimsesiz köyler, yanmış ormanlar, bereketsiz tarlalar…

Bütün bu vatan manzaralarını görüp de nasıl ağlamasın, nasıl kahrolmasın Akif?

Başsız ümmetler, zorbalıklar, esaretler, alçalışlar, cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar, aldırmayan yürekler, paslı vicdanlar, cihat adı altında dindaşlarını öldüren biçare Müslümanlar… Ve tabii tersiz alınlar, işlemez kollar, heyecanına yitiren kaynamayan kanlar, düşünmeyen başlar, emek mahrumu günler, yarına hazırlanılmayan akşamlar…

Bütün bu insan manzaralarını görüp de nasıl ağlamasın, nasıl kahrolmasın Akif?

Günümüzde altyapı sorunları çözülen şehirlere, bereketli tarlalara, artan nüfusa, konforlu hayata, vızır vızır arabaların işlediği otobanlara, nispeten dikleşen bellere ve kalınlaşan enselere bakıp “Yüz yıl öncesine göre çok ileride bulunduğumuzu” düşünenler elbette çıkacaktır.

Ya cihat adı altında dindaşının canına kasteden Müslümanları, aldırmayan yürekleri, paslı vicdanları, bir türlü kaynamayan kanları, düşünmeyen başları, emek mahrumu günleri, yarına hazırlanmayan buruk akşamları ne yapacağız?

Mamur görünen yönlerimizin çok ama çok daha iyisini yapan; karaları, denizleri fethedip fezayı hatta zamanı gözüne kestiren Batı ile aramızdaki farkı, yüz yıldır yapageldiklerimizle kapatabilecek miyiz?

Kapatamayacağımız ortada.

Bu devasa açığın kapatılma şartlarını ahlaki zaaflarımızı ortadan kaldırmaya, eğitime gerekli önemi vermeye ve birlik olmaya bağlayan Akif’in öğütlerini can kulağıyla dinleme zamanı daha gelmedi mi?

“AHLAK-İ MİLLİ, RUH-U MİLLİDİR”

Nurettin Topçu’nun “XX. Yüzyılda milletimizin ahlakının velisi olmuştur.(25) diyerek hakkını teslim ettiği Akif,

“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”

Mısraıyla başladığı “Ne İrfandır(26) şiirinde ahlakın bir toplum için ne kadar önemli olduğunu anlatır bize:

“Fakat, ahlakın izmihlali en müthiş bir izmihlal;

Ne millet kurtulur zira, ne milliye, ne istiklal.

Oyuncak sanmayın! Ahlak-i milli, ruh-u millidir;

Onun iflası en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir.

(…)

Olur cemiyyet efradınca şahsî menfaat ‘mabûd!’

Sorarsan kimse bilmez var mı ‘hak’ namında bir mevcud.

O, doymak bilmeyen mabuda kurbandan haya hissi,

Hamiyyet, ademiyyet hissi, ulvi hislerin hepsi!

Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış:

Bir ümmet göster, ölmüş maneviyatiyle, sağ kalmış?”

“BİR HALAS İMKÂNI VAR: AHLÂKIMIZ YÜKSELMELİ”

“Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir” Hadis-i Şerifi ile başladığı “Biz ki(27)” şiirinde bir milletin yaşama şartını

“Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar;

Kendi ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar”

Mısraıyla bir kez daha ahlaklı olmaya bağlayan Akif, şöyle devam eder:

“Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkakımız:

Çünkü izzet nerde, bir bak, nerdedir ahlakımız.

Müslümanlık pâk sîretten ibaretken yazık!

Öyle saplandık ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık.

Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;

Kendi âsûdeyse, dünya yansa, başkaldırmamak;

Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehâşî etmemek;

Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek;

Mübtezel birçok merasim: İnhinâlar, yatmalar,

Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar;

Fırka, milliyet, lisan namıyle daim ayrılık;

En samimi kimseler beyninde en ciddi açık;

Enseden arslan kesilmek, cebheden yaltak kedi…

…….

Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi!

Halimiz bir inhilâl etmiş vücudun halidir;

Ruh-u izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir.

Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli:

Bir halas imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli.

Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız…

Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.”

“DÜNYA DA EĞİTİMLE, DİN DE EĞİTİMLE, AHRET DE EĞİTİMLE”

“Eğitim, eğitim! Bizim için başka çare yok; eğer yaşamak istersek her şeyden evvel eğitime sarılmalıyız. Dünya da eğitimle, din de eğitimle, ahret de eğitimle…(28)diyen Akif’in yüz yıl öncesinden bugünlere uzanan kurtuluş ve terakki reçetesinin önemli bir maddesi de eğitimdir.

“Hiç Bilenlerle Bilmeyenler(29)” şiirinde eğitim konusunu enine boyuna ele alan Akif’in bu konudaki tespit ve tavsiyeleri, bugün bile yolumuzu güneş misali aydınlatmaktadır.

“Olmaz ya… Tabii… Biri insan, biri hayvan!

Öyleyse, “cehalet” denilen yüz karasından,

Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet.

Kâfi mi değil yoksa, bu son ders-i felaket?

Son ders-i felâket ne demektir? Şu demektir:

Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir!

Zira, yeni bir sadmeye artık dayanılmaz;

Zira, bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz!

(…)

Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,

Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak, yık!

Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Eyvah… Bu zilletlere sensin yine illet…

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,

Bir hale getirdin ki ne din kaldı, ne namus!

Ey sine-i İslam’a çöken kapkara kabus,

Ey hasım-ı hakiki, seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

Ey millet, uyan… Cehline kurban gidiyorsun!

İslam’ı da “batsın…” diye tutmuş, yediyorsun!

Allah’tan utan… Bari bırak dini elinden…

Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

Lâkin, ne demek bizleri Allah ile ıskât?

Allah’tan utanmak da olur ilm ile… Heyhat!”

“UZAKLAŞSAN DA İMANDAN, CEMAATTEN UZAKLAŞMA”

Akif’in şiir ve yazılarında en sık işlediği ve önem verdiği konulardan biri de İslam âleminin birlik ve beraberlikten yoksunluğudur.

“Alınlar Terlemeli(30)” şiirinde bukonuya dair öyle çarpıcı misaller getirir ki Akif, olağanüstü şartlarda birlik konusunu imanın bile önüne koyar.

“Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır: Devr-i cemiyyet.

Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet,

‘Şu vahdet târumâr olsun!’ deyip saldırma İslam’a;

Uzaklaşsan da imandan, cemaatten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-ü kat’i var ki istinafa yok meydan:

‘Cemaatten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.’

Nedir iman kadar yükselterek bir alçak ilhâdı,

Perişan eylemek zaten perişan olmuş âhâdı?

Nasıl yekpare milletler var etrafında bir seyret?

Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret!”

BİRLİK SONA ERİNCE KIYAMET BAŞ GÖSTERİR

“Hâlâ mı Boğuşmak?(31)” şiirinde,

“Sen! Ben! desin efrâd, aradan vahdeti kaldır;

Milletler için işte kıyamet o zamandır.”

İkazında bulunan Akif, bir ülkeyi ele geçirmek isteyen “Avrupalıların önce o ülkenin halkı arasına ayrılık tohumları ekip yıllarca milleti birbiriyle boğuşturarak güçsüz bıraktığına(32)” dikkati çeker.

Birlikten ayrılan, birbirleriyle uğraşan milletlerin önce cesaret, metanet, özgüven gibi karakter özelliklerinden uzaklaştıklarını; sonra da kuvvet, heybet ve istiklallerine sonsuza kadar veda ettiklerini(33) belirten Akif, “Dinin bütün hükümlerindeki ruh: cemaate, birliğe sevk etmektir.(34) tespitini yaptıktan sonra İslam âlemine şu çağrıda bulunur:

“Ey cemaat-ı Müslimîn, Allah için olsun geliniz, bu ayrılıklara, bu kavimcilik, bu dil, bu bilmem ne gürültülerine son veriniz.(35)

Fertleri birbirine kaynaşmış bir cemaatin düşmanın topuyla tüfeğiyle kolay kolay devrilemeyeceğini(36) kaydeden Akif, fertleri birbiriyle boğuşan bir milletin, dışarıya karşı varlığını koruyabilecek maddi kuvvetler edinmeye ne vakit ne de imkân bulamayacağına(37) dikkat çektikten sonra şu hatırlatmayı yapar:

“İslam’ın ilk devirlerindeki Müslümanların tarihini okuyun da bakın. Dünya, dünya olalı o kadar müthiş bir birlik görülmüş müdür?(38)

“EĞER YÜREKLERİNİZ, AYNI HİSLE ÇARPARSA; BİR DE GAYENİZ VARSA…”

Safahat’ın “Süleymaniye Kürsüsünde (39)” bölümünde,

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. (40)

Mısraına yer veren Akif, “Fatih Kürsüsünden” bölümündeki “Vaiz Kürsüde” şiirinde ise kurtuluş çaresini gösterir:

“Eğer yürekleriniz, aynı hisle çarparsa;

Eğer o his gibi tek, bir de gayeniz varsa;

Düşer düşer yine kalkarsınız, emin olunuz.

Demek ki birliği temin edince kurtuluruz. (41)

AKİF’İN MİLLETİNDEN BEKLEDİĞİ DURUŞ VE KARAKTER

Gerek Safahat’taki şiirlerinde, gerekse düzyazı, vaaz ve tefsirlerinde ülkemizin ve İslam âleminin içinde bulunduğu sorunların sebep ve sonuçlarıyla ilgili çağını aşan tespitler yapan Akif, içinde bulunulan açmazdan çıkabilmek için ortaya konulması gereken karakteri her yönüyle tarif eder.

“Bir adam ki Müslümanların derdiyle dertlenmez; Müslümanların felaketinden üzüntü duymaz; onların imdadına koşmaz; o adam hiçbir vakit Müslüman olamaz.(42)diyen Akif, “Bu memleketin selameti, mutlak çoğunluğu oluşturan Müslüman unsurları İslam bağıyla birbirine sımsıkı bağladıktan sonra Müslüman olmayan kavimleri de vatan bağı ile o çoğunluğa katmaktır.(43) tavsiyesinde bulunur.

Tabii bütün bunlar sadece isteyince olmuyor; sağlam bir duruş ve tavır gerektiriyor.

İşte Akif, o beklenen tavrı “Asım” bölümünde şöyle anlatıyor:

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, ,hatta boğarım…

– Boğamazsın ki!

– Hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar da ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.(44)

SON SÖZ…

Türkiye ve İslam âleminde özlemini çektiği duruşu tarif ederken adeta haykıran Akif’in bu üslubunun gerekçesini şöyle izah eder Osman Yüksel Serdengeçti:

“Akif inkıraz devrinin çocuğudur. 3 kıta ve 7 deniz imparatorluğunun çöküş, yıkılış, dağılış devrine rastlar. Onun içindir ki, eserleri feryat ve figanlarla doludur.(45)

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecimizin hemen her alandaki sancılarına şahitlik eden, tespit ettiği yaralara yazarak ve kürsülerden feryat ederek merhem olmaya çalışan sorumluluk sahibi bir şair ve münevver olarak Mehmet Akif, Hüseyin Nihal Atsız’ın çok yerinde ifadesiyle “Karakter adamı olmak bakımından eşsizdir(46).”

Bu mümtaz şahsiyetin sadece yaşadığı çağın değil günümüzün temel sorunlarından bazıları hakkındaki his ve görüşlerine yer verdiğimiz yazımız elbette ki onu her yönüyle anlatmak iddiasını taşımamaktadır.

Milli şairimizin diğer konulardaki görüşlerini sonraki yazılarımıza bırakarak Nurettin Topçu’nun Akif ve Safahat hakkındaki şu harika önerisine dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

“Eğer millet eğitiminin kökleri olan ilk mektebi bugünkü karanlığından kurtarmak istiyorsak, Mehmet Akif’in yedi ciltlik Safahat’ını sayfa sayfa nesirleştirip, bazılarını nazmıyla aynen, ilkokulun beş yıllık okuma kitaplarına aktarmak icap edecektir.(47)

Topçu haklıdır. Safahat, aradan geçen bunca zamana rağmen güncelliğini halen korumaktadır. Sadece her eğitim öğretim kademesindeki Türk çocuklarının değil aziz milletimizin her ferdinin Safahat’la haşir neşir ve hemhal olması, mısralarının altını çize çize birkaç kez hatmetmesi, maziden ibret alarak yarınlara daha bir umutla bakmamız için hayati önem taşımaktadır.

Bu önemi idrak etmek için onun “Kıssadan Hisse” dörtlüğünü hatırlamak yeterlidir:

“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?

Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?(48)

Milli Mücadelemizin devam ettiği 1921 yılında kaleme aldığı İstiklal Marşımızla, varlık yokluk mücadelesi veren aziz milletimizin ve cepheden cepheye kanatlanan Mehmetçiğimizin maneviyatını şaha kaldıran, “Türk milletinin eseri” olduğu için bu şiirini Safahat’ına almayan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u vefatının 84’ncü yıldönümünde rahmetle ve şükran duygularıyla anıyorum. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

DİPNOTLAR

(1)  Osman Yüksel Serdengeçti; Bütün Eserleri, Cilt 2 (Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Gülünç Hakikatler, Akdeniz Hilalindir), Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 113.

(2)    Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 108.

(3)   Hüseyin Nihal Atsız; Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2011,  s. 149)

(4) Nurettin Topçu; Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2010, s. 149.

(5) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 56.

(6) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 786.

(7) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 99.

(8) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1218.

(9) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 389.

(10) A.g.e., s. 390.

(11) A.g.e., s. 301.

(12) A.g.e., s. 301.

(13) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 566.

(14) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 330.

(15) A.g.e., s. 352.

(16) A.g.e., s. 347.

(17) A.g.e., s.  517.

(18) A.g.e., s. 528.

(19) A.g.e., s. 516.

(20) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 372.

(21) A.g.e., s.  504.

(22) A.g.e., s. 1194.

(23) A.g.e., s. 1220.

(24) A.g.e., s. 1186.

(25)  Nurettin Topçu; Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 2010, s. 126.

(26) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 938.

(27)  A.g.e., s. 950)

(28) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 420.

(29) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 794-796.

(30) A.g.e., s. 1196.

(31) A.g.e., s. 1208.

(32 Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 402.

(33) A.g.e., s. 321.

(34) A.g.e., s. 404.

(35) A.g.e., s. 319.

(36) A.g.e., s. 321.

(37) A.g.e., s. 321.

(38) A.g.e., s. 492.

(39) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 706-755.

(40) A.g.e., s.  741.

(41) A.g.e., s. 897.

(42) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 430.

(43) A.g.e., s. 81.

(44) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1092.

(45) Osman Yüksel Serdengeçti; Bütün Eserleri, Cilt 2 (Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Gülünç Hakikatler, Akdeniz Hilalindir), Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 107.

(46). Hüseyin Nihal Atsız; Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2011, s. 149.

(47) Nurettin Topçu; Türkiye’nin Maarif Davası, Dergâh Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2010, s. 105.

(48) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1316.

]]>
“TÜRKİYE’NİN MAARİF DAVASI” VE NURETTİN TOPÇU http://hayatitek.com/turkiyenin-maarif-davasi-ve-nurettin-topcu/ http://hayatitek.com/turkiyenin-maarif-davasi-ve-nurettin-topcu/#comments Tue, 24 Nov 2020 19:40:03 +0000 http://hayatitek.com/?p=3624 HAYATİ TEK –

Mübarek şehitlerimizin kanları pahasına elde ettiğimiz ve elimizde tuttuğumuz bin yıllık vatan toprağımız olmasının yanı sıra, insanlığın en kadim hatıralarını bugünlere ulaştıran on iki bin yıllık kılcal kökleri dolayısıyla da severim Anadolu’yu.

“Biz Türkiye’yiz Sanat Topluluğu” olarak ülkemizin çeşitli illerinde icra ettiğimiz “Aşk-ı Vatan” sahne gösterisinin senaryosunu yazarken klavyemden kanatlanan şu cümle, bu sevgimin ve Anadolu’ya yüklediğim derin anlamın ifadesidir:

Anadolu yeryüzünün en bilge coğrafyasıdır. İnsanı bilge, toprağı bilgi, ırmağı şiir, yağmuru masal, rüzgârı türküdür Anadolu’nun…

İşte bu nedenle hem Anadolu’yu hem de Anadolu’ya gönül verenleri bir başka severim.

Anadolu coğrafyasının, üzerinde yaşayan milletleri dönüştürdüğü tezine dayanan “Anadoluculuk” fikrinin en güçlü savunucusu Nurettin Topçu’ya olan muhabbetimin merkezinde de bu sevgi vardır.

Üniversite yıllarında keşfettiğim Topçu’nun ilk okuduğum ve hayli etkilendiğim kitapları “Yarınki Türkiye” ve “İsyan Ahlakı” idi. Bu iki şaheseri, birbirinden değerli diğer eserleri izledi.

Doktora mezuniyeti için hazırladığı “İsyan Ahlakı (Confirmisme et Revolte)” adlı teziyle birinci olunca Sorbone Üniversitesi Senatosu tarafından kendisine önerilen “Amerika seyahati” ve “altın saat” gibi hediyeleri reddedip, üniversitenin giriş ve çıkış kulelerinde yirmi dört saat süreyle Türk bayrağının dalgalanmasını istediğini öğrendiğimde kendisine olan hayranlığım daha arttı.

Ele aldığı konuları disiplinler üstü bir yaklaşım ve sağlam bir metodoloji ile irdeleyen, ulaştığı bilgileri yaşadığı çağın idrakine uygun bir üslup ve ifade gücüyle açıklayan Topçu, bizim kuşağın fikri olgunlaşma sürecine önemli katkılar sağladı.

İslami ve insani esaslara dayalı ruhçu bir milliyetçilik anlayışını benimseyen ve bizi biz yapan değerlerin terki karşılığında elde edilecek bir batılılaşmaya karşı duran Topçu’nun katılmadığım tek fikri, Türkçülük ve Turancılık karşıtı söylemiydi.

Bu düşüncesini, milletleri var eden gücün ırk gibi maddi bir unsura değil ruhi köklerden ilham alan ortak ideallere dayanması gerektiği teziyle destekleyen Topçu, birçok açıdan haklıdır. Ancak Türkçü ve Turancıların birer Türkperest (Türk’e tapan) değil Türkperver (Türk’ü seven) oldukları gerçeğini göz ardı eden bu yaklaşım –itiraf etmeliyim ki- benim için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu.

Sosyoloji ilmini Türkiye’ye getiren, Namık Kemal’in harladığı milliyetçilik hissiyatını milliyetçilik fikriyatına dönüştüren ve Turan idealini ilk kez tarif eden Gökalp için kurduğu “Gökalp hayalci idi, gerçeği tanımıyordu. İnsanın yaşayışında o kadar kuvvetle hâkim olan vatan kıymetinin ve iktisadi değerlerin gözünde yeri yoktu. (Yarınki Türkiye, S. 135)” cümlesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babasına hakaret olarak değerlendirmiştim.

Ve tabii aynı kitapta Turancılık ideali hakkında kurduğu şu cümleleri okumaktan da hoşnut kalmamıştım:

“Millet şuurunu yeniden kazanmak için Türk ırkından yeni bir millet çıkaran Anadolu’nun tarihini ve toprağını gözlerden uzaklaştırarak, yerine mevhum bir Turan ülkesini ikame eden Turancılar, bugünkü kültür ve iman buhranımızın ilk mesulleridir. Bu buhrandan kurtulmak isteyen nesiller için tek çare, İslam’ın ruhu ile kültür ve iman kazanan Anadolu’ya yeniden dönüşe hazırlanmaktır. (S. 36)”

“Bizi yaşatacak olan kuvvetleri kâh Turan’da, kâh Paris’te aramaktan birkaç nesil yorgun düştü. Kendi içimizde aramanın sırası gelmiştir. (S. 77)”

“Turancılığa gelince, bu ülkünün daha hareket noktası çürüktü: Turancılar, soyu milletle karıştırıyorlardı. Hakikatte yalnız bir Latin milleti, Cermen milleti, İslav milleti olmadığı gibi bir Turan milleti de olamazdı. Turancılar, millet kurmamış olan soydaşlarımızla birleşerek aynı isimde, yani soyun adını taşıyan bir millet yapmak istiyorlardı. (S. 133)”

“Turancılık, ilk hakikatler diyebileceğimiz ve milletin temeli olan unsurları inkâr etmekle en büyük gaflete düştü ve neslin gözünü hakikatten hayale çevirdi, bir devri oyaladı. (S. 136)”

TOPÇU’NUN MİLLET ANLAYIŞI

Topçu’nun Turancılık hakkında olumsuz fikre kapılması şüphesiz reaksiyondan ibaret bir tutumla izah edilemezdi. O’nun Turancılığa mesafeli durması hatta karşı çıkması, üzerinde epeyce kalem oynattığı kendi “millet” tanımından kaynaklanıyordu.

Bu bahiste; “İnsanlık idealine âşık olanlar Türk’ün tarihini karıştırsınlar. Gözlerinin kamaşmaması kabil değildir. (S. 141)” gibi muhteşem bir cümlenin ardından milli tarih ve şuur için “Eski dediğimiz mazi bizim karakterimizin sanatkârı, hatta şuurumuzun yaratıcısıdır. Mazinin bittiği yerde, millet biter, insan biter, izan biter, nihayet bulurlar. (S. 201)” tespitini yapan; millet ile tarih arasındaki ilişkiyi “Millet, tarihinden ibarettir. Onu tarihten sıyırınız, insan sürüsü kalır. (S. 201)” cümlesiyle rapteden Topçu’nun Türk ırkının Anadolu’ya geldikten sonra milletleştiğini söylemesi, Orhun Kitabeleri (732-735) ve Divan-ı Lügat-it Türk’ü (1072-1074) yok sayan bir yaklaşım olarak canımı sıkmıştı.

Milletimizi tanımlarken, “Bizim milletimiz, Ortaasya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuz yüz yıl önce Anadolu’da kurulmuştur. Göçebe olan Türkmen, Anadolu’da toprağa yerleşti; cenkçi iken çiftçi oldu. Şamanlıktan kurtulup İslam’a sığındı. (S. 141)” ifadelerini kullanan Topçu, “Anadolu milletinin bir parçası” muamelesi yaptığı Türk milletinin milletleşme süreci hakkında şu iddiayı öne sürüyordu:

“Kuruluşumuzun başlangıcı sayılan hadise, Malazgirt zaferinin kendisinden ziyade, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’e karşı büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın âlicenaplık ve serapa insanlıktan yapılmış bir ruh abidesi yaratması olmuştur, diyebiliriz. O ruh hâkim olmasaydı Bizans’ta barınamaz, Anadolu’da dokuz yüzyıl tutunamazdık. (S. 142)

Yıldırım Bayezid’de tamamlanacakken hain Timur tarafından darbelenen milli birliğimizi tekrar kurmaya muvaffak olan Fatih Sultan Mehmet ve Türk-İslam zincirini içinden parçalamaya çalışanları tepeleyerek kültürümüzün kaynakları olan İslami iktidarı Oğuz çocuklarına devreden Yavuz Selim, milliyetçilik davamızın asıl kahramanlarıdır. (S. 143)”

Türk’ün millet olma şuuruna erişme tarihini 1071’den başlatan, Turancılık fikrine karşı çıkan Topçu’nun bu fikirlerine katılmıyor olmam, O’nun diğer pek çok temel mevzudaki muhkem tespit ve önerilerini kabul etmediğim anlamına gelmiyor tabii.

Diğer konuları -başka yazılarda işlemek üzere- sonraya bırakarak, 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle kaleme aldığımız bu çalışmamızda Topçu’nun özellikle eğitim ve öğretim hakkındaki görüşlerini aktarmaya çalışacağız.

“MİLLET RUHUNU YAPAN MAARİFTİR”

Nurettin Topçu’yu öne çıkaran en önemli vasıflarından biri, belki de birincisi O’nun eğitimci kimliği ve bu konuya verdiği önemdir.

Geleceğin Türkiye’sinin üzerinde yükselmesi gereken esasları belirlerken kullandığı şu ifadeler, eğitim sisteminin boy atmasını istediği iklimi de tarif etmektedir:

“Yarınki Türkiye, şu temeller üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedî olduğuna inanmış bir ruh…” (Yarınki Türkiye, S. 14)

Yarınki Türkiye’yi kuracak olan neslin istenilen vasıflarla donatılması noktasında eğitimin önemine işaret eden Topçu,  “Millet ruhunu yapan maariftir. Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 27)” tespitini yaparak eğitim ve öğretim sisteminin omuzlarındaki yüke işaret etmektedir.

Özlenen gelişmelerin, “reflekslerin değil şuurun eseri” olan bilgilerle sağlanabileceğini belirten Topçu, “Bize teknik okuldan daha çok idealist insan yetiştirici mektepler lazımdır. (TMD, 175)” diyerek eğitim ve öğretim sisteminin öncelikli görevini tanımlamaktadır.

Dünyada ve Türkiye’de yaşanan sıkıntıların “maddeye bağlanan teknik kuvvetinin fikir kuvvetini yenmiş olmasından (Kültür ve Medeniyet, S. 26)” kaynaklandığını kaydeden Topçu, eğitim ve öğretim sisteminin, ülkemizin ve dünyanın gerçeklerine uygun, özgün ve orijinal olması gerektiği kanaatindedir.

Taklitçi ve tercüme eserlerden feyz alan bir eğitim sisteminin ihtiyacı karşılayamayacağı düşüncesini taşıyan Topçu, önümüzde duran en önemli problemlerden birini şöyle teşhis etmektedir:

“Tercüme ile taklitten ibaret münevver faaliyeti, hakikat aşkına doğuramaz. (…) İlim zihniyetini zincirleyen esaret kilidi şekil değiştirdi. Medreseden kalan paslı kilit, Batı pazarından getirilen yaldızlı kilit oldu.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 83)

DİN VE BİLİM SİYASETTEN UZAK DURMALI

Dünyada siyaset yapmayacak iki kuvvet varsa bunlardan birinin din, diğerinin ilim olduğunu savunan Topçu, “Bağdat medreseleri, Nizamülmülk’ün cihangir zekâsıyla cihana yayılacak bir milletin temellerini hazırlamış, Süleymaniye medreseleri bu millet abidesinin zirvesi olmuştu. (Kültür ve Medeniyet, S. 69)” diyerek, bu hatadan münezzeh bir eğitim sisteminin büyük atılımlara zemin hazırlayabileceğine dikkatleri çekmektedir.

Dünyadaki hiçbir fethin, “sınıf kapısını açmak kadar şerefli (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 184)” olamayacağını belirten Topçu’ya göre “İstanbul’u alan büyük atamız Fatih’in, fethinden daha büyük eseri Fatih Külliyesi, Kanuni’nin Mohaç ve Hint seferlerinden daha büyük eseri Süleymaniye Külliyesi olmuştur.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 185)

Millet olma şuurunun okullarda verileceğini ve “bir milletin mektebinde yükselebileceğini (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 185)” ifade eden Topçu’nun nazarında “Mektep koridorları gerçek fetihlerin yeridir. Harp cephesindekinden daha derin ve trajik duygular sisteminin yaşandığı muhteşem ve ilahi sahnedir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 186)

Okulların, “gence bilgiler yükleyici bir fikir antreposu değil, aklın yetkilerini, ayrı ayrı işletmeyi öğretici bir maharet kazandırma ve olgunlaştırma atölyesi (Ahlak Nizamı, S. 54)” olarak faaliyet göstermesi gerektiğinin altını çizen Topçu, bu konuda ilk eğitim yeri olan ailenin önemini şu ifadelerle vurgulamaktadır:

“Aile; örf ve adetlerin ve bir dereceye kadar seciyemizin hamurunun yoğrulduğu mekteptir. Sevginin ve kalp alışkanlıklarının mektebidir. Sabrın ve müsamahanın mektebidir. Şefkatin ve anlayışın mektebidir. Fedakârlığın ve vazifeler yüklenmenin mektebidir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 52)

“Bir memleketin gençliği, aşkın irşadlarıyla Allah’a kadar götüren yolu kalp âleminde aramıyorsa, o memlekette ilk aşkın beşiği olan aile mektebi yok demektir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 45)

SANAT VE EĞİTİM

Başarılı bir eğitim sisteminin asla ihmal edilmemesi gereken yönlerinden birinin sanat olduğunu belirten Topçu’ya göre “Gençlere idealler sunmak için en kuvvetli vasıta sanattır.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 127)

Lise müfredatına “sanat tarihi” derslerinin mutlaka konulması gerektiğini kaydeden Topçu, müzik kültürünün orta ve lise sınıflarındaki gençlere yoğun bir şekilde verilmesini, her öğrencinin hiç olmazsa bir müzik aleti çalmayı mutlaka öğrenmesini, özellikle kız çocuklarında “sanat terbiyesine ileri derecede önem verilmesini” tavsiye eder. (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 127)

YABANCI OKULLAR

Eğitim ve öğretim sistemi kapsamında “yabancı okullar” meselesine ayrı bir önem veren Topçu’ya göre “Mektep; millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı mekteplerin yayacağı kültürler, bir memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır, milli şahsiyetin millet kültürü ile vücut kazanmasını imkânsız kılar.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 89)

Bu nedenden ötürü “yabancı okulların varlığına son verilmesi” gerektiğini, “Milliyetçiliğin temel şartlarından birinin de bu olduğunu (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 153)” belirten Topçu, Türkiye’deki yabancı okulları, “milli kültür ağacımızı köklerinden tahrip eden zararlı bir nebat” şeklinde tanımlar. (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 90)

“Millet kültürüne sokulmuş hançer” olarak nitelendirdiği yabancı okulların ülkemizdeki varlığını, “millî ruhun istiklalini koruma davasına sahip olmadığımızı gösteren (Ahlak Nizamı, S. 56)” bir örnek olarak sunan Topçu, bu durumun sorumluları hakkında şu cümleyi kurar:

“Lozan sulhu ile iktisadi kapitülasyonları kaldırıp maarif kapitülasyonlarının kalmasında mahzur görmeyenler, midelerinden yukarıda ruha sahip olmayanlardır; Anadolu’nun ruhuna bağlanmayanlardır.” (Ahlak Nizamı, S. 56)

“TÜRK MUALLİMİ YARINKİ TÜRKİYE’NİN TEMEL TAŞIDIR”

Öğretmenleri geleceğin güçlü ve müreffeh Türkiye’sinin mimarları olarak gören Topçu, bu meslek sahiplerinden beklentisini şöyle açıklar:

“Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir.” (Yarınki Türkiye, S. 14)

“Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlakın zirvelerine tırmanmış, muallimin alçaltıldığı devirlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 65)” diyen Topçu, “öğretmenine teslim olmayan bir milletin esarete düşeceği (Yarınki Türkiye, S. 270)” ikazında bulunur.

“Devleti ve medeniyetleri yapanın da yıkan da öğretmenler olduğunu (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 63)” kaydeden Topçu’ya göre “devlet adamı, muallimin emrinde bulunduğu müddetçe cemaat ikbal halinde yaşamış; muallim, devlet adamının bendesi olduğu zaman, cemaat bozulmuş, felaketler baş göstermiştir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 64)

ÖĞRETMENİN SAHİP OLMASI GEREKEN VASIFLAR

Topçu, “devirlerinin idealizmini yaşatan” kimseler olarak gördüğü öğretmenlerin sahip olmaları gereken özellikler hakkında, Türkiye’nin Maarif Davası adlı eserinde şunları yazar:

“Muallim ruhlar sanatkârıdır. Hiç işlenmemiş ruhlar üzerinde onun lüzumunu daha aşikâr bir şekilde görüyoruz.” (S. 62)

“Dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan muallimdir.” (S. 63)

“Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz.” (S. 66)

“Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik davası biter.” (S. 67)

“Realitenin üstadı bizzat kendisidir, idealin üstadı ise muallimdir.” (S. 68)

“Muallim, hakikatte doktorumuzdur, disiplin kurucumuzdur, toplum düzenimizin bekçisidir, ekonomik münasebetlerimizin düzenleyicisidir ve siyasi yaşayışımızın üstadıdır.” (S. 71)

“Hür olmayan muallim, muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkûmiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (S. 72)

SON SÖZ…

Elbette Topçu için yazılacak çok şey var. Fakat biz Öğretmenler Günü münasebetiyle kaleme aldığımız bu yazımızda O’nun eğitim ve öğretmenlik mesleği hakkındaki bazı tespitlerini sizlere aktarmakla yetindik.

Ustalıkla kaleme aldığı eserleriyle modern zamanların neredeyse bütün temel kavramlarına yeni tanım ve yorumlar getiren Topçu, özellikle gençlerimiz tarafından itinayla okunmayı ziyadesiyle hak etmektedir.

İnsanlığın Rönesans’tan beri vurdumduymazca ihmal ettiği ruhçu kimliği ihya etmek noktasında yoğun bir çaba sarf eden Topçu’nun aşk, ahlak, eğitim, vatan, devlet ve daha pek çok temel kavrama dair tespitleri gelecekte de yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.

Türkiye’nin kalkınmasını burjuvazi kurmaya, burjuvaziyi de milyonerlerin sayısını artırmaya endeksleyen yaklaşımları eleştiren Topçu’nun, “Bizce mukaddes dava, her mahalleden bir milyoner çıkarmak değil, emeğiyle övünen namuslu adamlar çıkarmaktır (Ahlak Nizamı, S. 196)” sözü, ilk okuduğum günden bu yana hafızamda yer etmiştir. “Davamız hayata uymak değil, hayatımızı hakka uydurmaktır (Yarınki Türkiye, S. 199)” sözü de aynı şekilde.

Devlete bakışı da muazzam olan Topçu’nun “Devletin iktidarsızlığı da zorbalığı kadar tehlikelidir (İradenin Davası – Devlet ve Demokrasi, S. 149) tespiti, bu vadide söylenmiş en etkili sözlerden biridir.

Ezcümle, Topçu’yu tanımak demek, uçsuz bucaksız ufuklara yelken açmak demektir.

Bu vesileyle 10 Temmuz 1975 günü aramızdan ayrılan merhum Nurettin Topçu’ya Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Devrimizin idealizmini yaşatan” bütün öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü tebrik ediyorum.

]]>
http://hayatitek.com/turkiyenin-maarif-davasi-ve-nurettin-topcu/feed/ 2
ÖĞRETMENLER GÜNÜ’NDE ARVASİ HOCA’YI HATIRLAMAK http://hayatitek.com/ogretmenler-gununde-arvasi-hocayi-hatirlamak/ Mon, 23 Nov 2020 18:55:39 +0000 http://hayatitek.com/?p=3585 HAYATİ TEK –

“Eğitimin asla vazgeçilmez iki çehresi vardır: O, hem millî hem de çağdaş olmak zorundadır.”

Ömrünün yirmi yedi yılını öğretmenlik mesleğine hasreden merhum S. Ahmet Arvasi’ye ait olan bu söz, ülkemizin ihtiyaç duyduğu eğitim sisteminin temel formülünü verir.

“Kendini Arayan İnsan”, “İnsan ve İnsan Ötesi”, “Eğitim Sosyolojisi”, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”, “Doğu Anadolu Gerçeği” ve “İlm-i Hal” isimli eserlerine ek olarak çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan iki bine yakın makalesinden oluşan on altı kitabıyla Arvasi, Türk fikir ve kültür hayatında silinmez izler bırakmıştır.

O’nun özellikle 16 Eylül 1985’ten vefat ettiği 31 Aralık 1988 gününe kadar geçen sürede Türkiye gazetesindeki “Hasbihal” köşesinde yayınladığı günlük yazıları, 12 Eylül 1980 sonrasında yeni bir yol ve yön arayışına giren aziz milletimiz için şaşmaz bir pusula olmuştur.

Partiler üstü yaklaşımı ve ortak sorunlarımıza getirdiği maşeri vicdanı temsil eden makul çözüm önerileriyle bu muazzam şahsiyet; vatanını, milletini, devletini, dilini, dinini, kültürünü, tarihini seven her kesim tarafından sevilip sayılmıştır.

“İNSANI GÜÇLÜ YAPAN DÜŞÜNCEDİR”

Derin sezgisi ve disiplinler üstü birikimiyle en çetrefilli konulara bile boyun eğdiren, ulaştığı her bilgiyi yalın ve anlaşılır ifadelerle okuyucularına aktaran Arvasi’ye göre insanı güçlü yapan ve medeniyet kurmaya götüren temel faktör “düşünme” yeteneğidir. Bu gerçeği gören, insanların farklı düşünce, talep ve ihtiyaçlarına saygıyla yaklaşan kadroların yönetimindeki ülkeler bu nedenle huzurla doludur; toplumu kendi ideolojileri doğrultusunda şartlandırmaya çalışan “zorba kadroların” yönettiği ülkeler ise huzursuzluğun pençesindedir. (İlmi Tavır ve Ötesi, S. 166)

Düşünce ile özgürlüğü ikiz kardeş gibi gören, buna karşın inanç ile düşünceyi birbirine zıt kavramlarmış gibi gösteren çevreleri şiddetle eleştiren Arvasi, dünyanın en etkili düşünce akımlarını kuran peygamberlerin bu tezi çürüttüklerini söyler. Putları yıkan Hz. İbrahim, Firavuna kafa tutan Hz. Musa, insanlığa merhamet aşılayan Hz. İsa ve “Allah’tan başka ilah yoktur” diyerek tüm zamanların özgürlük karşıtı kalıplarını yıkan Hz. Muhammed’in, sadece yaşadıkları toplumları değil tüm insanlığı inkılap çapında sarstıklarına dikkati çeker.

Kutsal kitapların günümüz dünyasına da büyük çapta yön veriyor olmasını, dinin gelişmeleri engelleyen değil aksine onu hızlandıran bir faktör olmasına bağlayan Arvasi, Durkheim’in “Hiçbir toplum, ortaya yüksek bir ideal (veya inanç sistemi) koymadan başarılı olamaz” yaklaşımına destek verir. (Şüphe ve İman, S. 37)

İslam’ın özgürlükçü ve hoşgörülü bir din olduğunun altını çizen Arvasi’ye göre Türk İslâm tarihi boyunca hiçbir din mensubu yahut temsilcisi gericilik yaptığı, özgür düşünceyi kısıtladığı, insanları yanlış yollara ittiği yolunda suçlamalara muhatap edilmemiş, karakollara götürülüp günlerce sorgulanmamıştır. İslâm’ın sağladığı din, vicdan ve düşünce özgürlüğüne dair binlerce örnek vermek mümkün iken, Hıristiyanların Müslümanlara karşı tutumlarını öğrenmek için Bulgaristan, Rusya, Çin, Filipinler, Hindistan, Eritre, Yunanistan ve Afganistan’a; Yahudilerin tutumunu görmek için de Filistin’e bakmak yeterlidir. (Şüphe ve İman, S. 38-39)

Toplumun, doğanın yahut sübjektif tasavvurların tanrılaştırılmasına izin vermeyen İslâm, insanı Allah’tan başkasına kul eden bütün din, ideoloji ve sistemleri ortadan kaldırmaya çalışmış; insan düşüncesine özgürlük getirmiş, sahte tanrıları ve zorbalığı temsil eden her türlü tabuyu yok saymıştır. (Şüphe ve İman, S. 107-108)

HUKUK, TIP VE EĞİTİM

Düşüncenin önemini bu şekilde ortaya koyan Arvasi, fonksiyonları bakımından hukuk ile tıp arasında bir konuma oturttuğu eğitim bilimine dair muhteşem tespitler yapar. Bu üç ilmi disiplini ayrı ayrı masaya yatırarak, eğitimin yetersiz kaldığı hallerde hukuk ve tıbbın iş yükünün artacağı uyarısında bulunur.

Korumakla yükümlü olduğu sosyal normları çiğneyenleri “suçlu” ilan eden; toplumun huzur, düzen ve istikrarını sağlamak maksadıyla suçlulara karşı yaptırım kanallarını harekete geçiren hukuk, sorunu cezalandırarak çözer. İnsanları suça iten dinamikler, verilecek cezanın etkisi ve ıslah kabiliyeti konularında ise eğitim ve tıp disiplinlerinden yardım talep eder.

Tıp ilminin olaya yaklaşımı tamamen farklıdır. Sosyal normlar karşısında uyumsuzluk çeken, tavır ve davranışlarıyla normalden ayrılan kişileri “suçlu” değil “hasta” olarak gören tıp, bu gibi durumda bulunanları “yargılamak ve cezalandırmak” değil “muayene ve tedavi etmek” ister.

Eğitimin amacı ise insanı biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle tanımak, onu hayatı boyunca izleyerek kendi özellikleri içinde olgunlaştırıp geliştirmektir. Bu amaç uğrunda çalışan eğitimci, karşılaştığı sorunları çözerken kimi zaman hukuk, kimi zaman da tıp sahasından yardım istemekle birlikte yine de onlardan ayrılır. Uyumsuz çocuk ve genci “suçlu” ya da “hasta” olarak değil “problem” olarak görür. Problemi çözerken hukukun metotlarından uzaklaşıp tıbbın metotlarına yaklaştığı oranda başarılı olur. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 346-347)

EĞİTİMİN PLANLAMASI

Eğitimin, “bir taraftan cemiyetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısına, ihtiyaçlarına ve hedeflerine göre, diğer taraftan ‘ferdi farklara, kabiliyetlere ve istidatlara’ göre, birinci sınıf mütehassıslarca, ilmi ve milli bir planlamaya tabi tutulması” gerektiğini kaydeden Arvasi, eğitim planlamasında daima göz önünde tutulması gereken unsurları şöyle sıralar:

“Eğitimin milli sosyal hayatın yapısına, ihtiyaçlarına ve hedeflerine intibak ettirilmesi; ferdi, sosyal iş bölümünde başarılı ve verimli kılacak tedbirleri getirmesi; ‘çağdaş ilmi verilerin’ ışığında güçlü ve verimli bir teşkilata, sisteme, kadroya dayanmasıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 362)

Devlet Planlama Teşkilatı’nın en önemli işinin “sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın temel unsuru bulunan ve en değerli stratejik varlığı olan ‘insan kaynaklarını’ milli ve çağdaş ihtiyaçlara göre işleyip değerlendirmek” olması gerektiğini kaydeden Arvasi, bunun nedenini şöyle açıklar:

“Milli şahsiyetini kaybetmeden sanayileşmek, kalkınmak, Türk milli kültürünü çağları hayran bırakacak seviyede işleyip geliştirmek zorunda olan, yer altı ve yer üstü zenginliklerini en modern teknik ve vasıtalara kavuşturmak isteyen bir ülkenin eğitimi, bu hedefleri ele geçirmede en büyük yardımcımız olmalıdır. On binlerce mühendise, topoğrafa, kartografa, teknisyene ve yüzbinlerce izabeci, haddeci, dökümcü, elektrikçi, inşaatçı … usta ve sanatkara su ve ekmek kadar muhtaç bulunan bir ülkede yüzbinlerce lise mezunu işsiz güçsüz dolaşıyorsa, üniversite ve yüksek okullarımız ihtiyacımızın birkaç katı ve hatta dünya ihtiyacına cevap verecek sayıda Sümerolog, tarihçi, hukukçu… yetiştirmeye kalkışmışsa ülkede bir ‘eğitim planlamasından’ söz edilemez.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 363)

EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ

Irsi faktörlerden kaynaklanan eşitsizliklerden ziyade sonradan ortaya çıkan/çıkarılan eşitsizliklerden rahatsızlık duyan insanların adaletsizliğe tahammül göstermediklerini kaydeden Arvasi, bunun gerekçesini şöyle izah eder:

“İnsanlar, ırsi faktörler neticesinde oluşan ‘üstünlükler’ karşısında gıpta ve hayranlık duygularına, bunun aksine sosyal, kültürel, ekonomik ve politik şart ve imkânlardaki ‘fırsat eşitsizlikleri’ karşısında ise kıskançlık ve kindarlık gibi karışık ve olumsuz duygulara kapılmaktadırlar. İnsanlar, genetik faktörlerden doğan eşitsizliklerden ziyade, sosyal şartların doğurduğu eşitsizliklerden şikâyet etmektedirler. Hatta denebilir ki insanlar, bedenî ve zihnî üstün bir potansiyele sahip kimselerin liyakatleri ölçüsünde gelişmesine ve milli gelirden pay almasına ‘adalet’ adını vermekte ve takdir etmekte iken, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik ‘avantajların’ bu ‘adaleti’ yıkmaya yönelik ‘fırsat ve imkân eşitsizliğinden’ tedirgindirler.

Çocuklarını ve gençlerini, hassas ve objektif testlerden ve muayenelerden geçirerek, eğitimde fırsat eşitliği hazırlayan, kontrol edilebilir farkların eğitim ve öğretim faaliyetlerine yansımasını önleyen bir millet ve devlet alkışlanmaya değer, mukaddes bir vazife başarmış demektir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 364)

EĞİTİMİN TEMEL PRENSİPLERİ

Sosyal çözülmeleri engelleyecek ve millî ülkülerde birliği temin edecek benzersiz bir güce sahip olan eğitim alanının hangi prensiple etrafında düzenlenmesi gerektiği konusunda detaylı incelemeler yapan Arvasi’nin bu konudaki tespit ve tavsiyeleri maddeler halinde şöyle sıralanabilir:

“Eğitim millidir. Milli şahsiyeti ayakta tutar ve geliştirir, yabancılaşmalara ve yabancılaştırmalara karşı milli şuuru uyanık tutar.

Eğitim, manevi ve maddi her türlü ‘milli hammaddeyi’ ve sosyal veraseti işleyerek çağdaşlaştırır ve medenileşme hamlesini planlar.

Eğitim, sosyal değişmeleri, ağrısız ve sancısız olarak başarmanın yegâne yoludur.

Eğitim, ferdiyetten şahsiyete, yığından millete ulaşmaya yardım eder; milli çözülmelere müsaade etmez; milli tarih, kültür, milli ekonomi, milli dayanışma ve milli ülkülerde birlik sağlar.

Eğitimde, hürriyet ve disiplin dengesini kurmak esastır. Hürriyet, milletin kendine mensup fertlere, kendilerini serbestçe geliştirme fırsatı tanıması demektir. Disiplin ise, fertlerin mensup oldukları milletin milli ve mukaddes değerlerine saygı duyması demektir.

Eğitim, otokrasilerde rastladığımız tarzda şahsiyetleri cemiyete tapındırmaz ve köleleştiremez. Fertler, kabiliyet ve istidatlarına uygun bir gelişme vasatında, orijinal ve aktif bir şahsiyete ulaşabilirler.

Eğitim, aşırı bir ferdiyetçiliğe kaçarak, milli değerler ve normlara sırt çeviremez. Milletle ve milli değerlerle çatışan ve boğuşan bir eğitim, cemiyetin desteğini kaybeder.

Eğitimde teori ile uygulama paralel yürütülmeli, ‘demokratik iş okulu’ şuuru hâkim kılınmalıdır.

Eğitim, yalnız genç nesiller için değil, bütün bir millet için planlanmalıdır. Hatta bu konuda ‘yetişkinler eğitimi’, klasik eğitimden daha da önemli gözükmektedir.

Eğitim, ister ‘yaygın’, ister ‘örgün (teşkilatlı)’ olsun, biri diğerini destekler ve tamamlar. Milletin istediği ve özlediği eğitim ile hükümetlerin yürüttüğü eğitim, gayelerde, prensiplerde ve muhtevada çatışırsa, bundan hem millet, hem de devlet zarar görür. Milletin devlete ve eğitime itimadı kalmaz, okul ve öğretmen gözden düşer, devlet okullarına ve eğitimine zıt, gizli okullar ve eğitim faaliyetleri cemiyeti kaplar.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 367-368)

“ÖĞRETMENLER ÜLKENİN EN ZEKİ VE ÇALIŞKAN EVLATLARI ARASINDAN SEÇİLMELİDİR”

Eğitimdeki temel unsurun öğretmen olduğunu belirten Arvasi, bu mesleği yürütecek olanların ülkenin en zeki ve çalışkan evlatları arasından seçilmesi gerektiği kanaatindedir.

“Öğretmen, sosyal hayatın yapısını, işleyişini, dinamiklerini ve problemlerini kavrayacak bir sosyoloji kültürüne, insanın bedeni ve ruhi güçlerini ve imkânlarını tanıyacak ve insanın bir ömür boyu gelişimini bütün yönleri ile safha safha kavrayacak bir biyoloji ve psikoloji kültürüne, milli ve beşeri kültür unsurları karşısında tenkitçi ve geliştirici bir kafa yapısına, güçlü bir tahlil ve terkip kabiliyeti ile yeni kompozisyonlar doğuran bir entelektüel güce sahip kılınmalı, branşına hâkim ve her an yenilikleri takip eden bir ihtisas adamı olmalıdır.

Öğretmen, örnek bir şahsiyete ve sağlam bir karaktere sahip, güvenilir ve cemiyette ‘sosyal baremi’ yüksek bir karaktere sahip bir kimse durumuna getirilmelidir.

Böyle bir öğretmen kadrosunun yetiştirilmesi, devletçe ve milletçe en önemli ve en hayati meselemiz durumuna gelmiştir. Öğretmenini yetiştiremeyen bir millet ve devlet, tesis ve teşkilatı ne olursa olsun, eğitimden bir fayda göremez. Eğitimde temel unsur öğretmendir, diğerleri sonradan akla gelmelidir. Aksi halde ‘fenni kovanlarda’ eşek arısı beslemekle ‘bal’ alınamaz.” (Türk İslâm Ülküsü, Cilt 1, S. 370)

MİLLÎ EĞİTİMİN FONKSİYONLARI

Arvasi, millî eğitimin fonksiyonlarını şu dört ana başlık altında inceler:

“1) Sosyal Fonksiyonlar: Millî birliği güçlendirmek. Sosyal bütünleşme yoluyla sosyal sınıflar arasındaki fark ve çatışmaları azaltmak. Nispeten kapalı gruplar durumunda bulunan sosyal dilim, tabaka ve sınıflar arasındaki ilişkileri yumuşatmak, bunlar arasında düşey ve yatay akıcılığı sağlamak suretiyle sosyal hareketliliği hızlandırmak. Cinsiyetine, yaşadığı coğrafyaya, mensubu olduğu sosyal dilime ve ekonomik şartlarına bakılmaksızın herkese eşit eğitim imkânı ve fırsat eşitliği tanımak.

2) Kültürel Fonksiyonlar: Millî kültürü işlemek, zenginleştirmek ve genç nesillere kazandırmak. Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak amacıyla; kültür ilişkilerine açık büyük şehirlerde, kültür sürtüşmelerine uygun sınır boylarında ve halktan kopmaya başlayan aydın tabaka arasında ortaya çıkan yabancılaşma problemini azaltmak veya yok etmek.

3) Ekonomik Fonksiyonlar: Millî ekonominin istek ve ihtiyaçlarına göre teşkilatlanmak, okul açmak, personel yetiştirmek. İnsanların ekonomik yapıda yaşanan değişme ve gelişmelere uyumunu sağlamak; bu konuda ihtiyaç duyulan bilgi ve beceriye sahip nesiller yetiştirmek. Ekonomiye güçlü üreticiler, akıllı ve bilgili tüketiciler, zeki ve namuslu girişimciler, çağdaş ekonomik savaşlarda milletimizi ve devletimizi savunabilecek kadrolar yetiştirmek. Gizli yetenekleri keşfederek işlemek… Birey ve grupların çeşitli alanlarda üretim güçlerini artırmak…

4) Politik Fonksiyonlar: Millî savunmanın çok önemli bir parçası olan millî eğitim, çeşitli politik fonksiyonları yerine getirecek şekilde planlanmalı; siyasî sisteme, millî ideolojiye ve ulaşılmak istenilen hedeflere uygun bir eğitim düzeni kurulmalıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 342)

MİLLİ EĞİTİMİN HASSAS DENGESİ: MİLLİLİK VE ÇAĞDAŞLIK

Başarılı bir millî eğitim politikasının “sosyal yapıya uyum sağlamak, millî kültür malzemesini işlemek ve çağdaş ihtiyaçlara cevap vermek” gibi hassas bir denge üzerine oturtulması gerektiğini kaydeden Arvasi’nin nazarında eğitimin asla ihmal edilememesi gereken iki yüzü vardır: “O, hem millî hem de çağdaş olmak zorundadır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 354)

Çocuklarını okul ve öğretmene teslim eden insanların hiçbir endişeye kapılmaması ve evladının millî değerlerine yabancılaşmayacağından emin olması konusunda devletin gerekli tedbirleri alması gerektiğini belirten Arvasi’ye göre sınıf, bölge, mezhep kışkırtıcılığından sakınması gereken eğitim, toplum kesimleri arasında çatışmalar varsa onları yok etmeye, zayıflatmaya, yumuşatmaya çalışmalı; böylece milli birlik ve bütünleştirmeyi sağlamalıdır. Eğitim hakkının kullandırılmasında “köy-şehir, kadın-erkek, fakir-zengin, engelli-engelsiz farkı bulunmamalı; eğitim, sistemi milletin tamamını şefkatle bağrına basmalı, hiç kimseyi sahipsizlik duygusuna ve üvey evlat kompleksine düşürmemelidir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 354)

KÜLTÜREL MİRASIN AKTARILMASINDA EĞİTİMİN ROLÜ

Eğitimin en önemli fonksiyonlarından birinin “millî kültürü geliştirmek ve genç nesillere aktarmak” olduğunu kaydeden Arvasi, eğitimi “sosyal mirasın geliştirilerek genç nesillere devredilmesi tarzında hareket eden sosyal bir olay” olarak tanımlayan Durkheim’ın yaklaşımını destekler. Atalarının birikimlerini devralan genç nesillerin bunları geliştirmek, olgunlaştırmak ve zenginleştirmek fonksiyonunu ancak bu şekilde yerine getirebileceklerini belirterek, esas hammaddesi millî birikim olan eğitimin en temel görevinin, “kültür malzemesini genç nesillere devretmek; çağı hayran bırakacak eserlere ulaşabilmeleri için çocuklarına sarsılmaz bir iman, irade ve heyecan aşılamak” olduğunu söyler. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 355)

Bu konuda İsrail örneğini ibret verici bulan Arvasi’ye göre “Bir millet vatanını ve devletini kaybedebilir; lakin millî ve mukaddes değerlerini kaybetmedikçe yok olmaz. Aksine, milli ve mukaddes kültür değerlerini kaybetmiş, başka kültürlere intibak etmiş bir millet artık yok olmuş demektir. Tarih, bu duruma düşmüş milletlerin mezarlığı halindedir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 356)

EĞİTİM VE MİLLÎ POLİTİKA

Her ülkenin kendine has sosyal, ekonomik, kültürel ve politik çıkarlarına uygun bir eğitim sistemi kurması gerektiğini savunan Arvasi, bunun gerekçesini şöyle anlatır:

“Hiçbir millet veya devlet, kendi bütünlüğünü tehlikeye sokacak, maddî ve manevî değerlerini tahrip edecek, gelişme ve yücelme arzusunu engelleyecek, millî ve kutsal kaynaklarını kurutacak, ulaşmak istediği hedefleri karartacak, hak ve hürriyetlerini ortadan kaldıracak bir eğitime müsaade edemez.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 357)

Büyük ve sürdürülebilir başarıları millî ve çağdaş bir eğitimden geçirilmiş kaliteli nesillere sahip olan milletlerin yakalayabileceğini kaydeden Arvasi, bu anlayışla yetişmiş kadroların yeni sömürgeciliğin oyunlarını kolayca bozabileceği ve her türlü emperyalizmi kolaylıkla bertaraf edebileceği kanaatindedir.

“İnsan, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın, stratejik değeri en fazla olan önemli bir unsurudur. Savaşları yapan ve kazanan insandır. Milli ve çağdaş bir eğitimden geçirilmiş, şuurlu ve kaliteli nesillere sahip olan bir milletin başarıları daha büyük ve devamlı olmaktadır. Böylece yetişmiş milletler, ‘yeni sömürgeciliğin’ oyunlarını daha kolayca bozar, her türlü emperyalizmi daha kolay bertaraf eder, soğuk ve sıcak savaşları daha kolayca zafere ulaştırır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 357)

Millîlikten uzak, çağdaş ihtiyaçlara cevap veremeyen, yabancı ideolojilerin pazarı ve anarşistlerin yuvası haline gelen eğitim kurumlarının millî savunma için de risk oluşturacağını kaydeden Arvasi’ye göre; “Bir millet, bir devlet, her yerden önce, kendini, ‘kendi okullarında’ savunabilmelidir.”

Okullar, siyasî ve kültürel milli sınırları korumalı, ekonomik ve sosyal gelişmeyi kolaylaştırmalı, öz kaynaklardan teknolojiler üretmeli, her alanda ihtiyaç duyulan sayı ve kalitede uzman ve yardımcı eleman yetiştirmelidir. Tarım, sanayi ve askerî alanda büyük atılımlar yapmalı, ordunun ulaşmak istediği hedefler için donanımlı insan, çağdaş araç ve malzemeler hazırlamalıdır.

Hangi rejimle idare edilirse edilsin her devlet eğitim sistemini bu ölçülere göre kurmalı, eğitim daima millî devletin emrinde olmalı ve onun savunuculuğunu yapmalıdır. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 358)

EĞİTİMİN KALKINMADAKİ ROLÜ

Millî kalkınmanın ağırlık merkezinde bulunan insan unsurunun işlenmesini, bir ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının işlenmesinden çok daha önemli gören Arvasi, insan unsuruna yapılan yatırımın en hayati yatırım olduğu ve kalkınma planlarının bu anlayış ışığında hazırlanması gerektiği anlayışından hareketle şu tespitleri yapar:

“Bir milletin en zengin ve en hayati potansiyeli madenlerinden, bitkilerinden ve hayvanlarından önce insanlarıdır. Petrol denizleri tükenir, demir dağları erir, ırmaklar kurur, barajlar dolar ve fakat fonksiyonel bir eğitimin gücü, kendini yenileyip durur. Bir ülkenin en sağlam, hatta en kısa kalkınma yolu eğitimden geçer. Fakir bir ülke kalkınmak mı istiyor? Her türlü ıstırabı göze alarak milletini, milli ve çağdaş bir eğitimden geçirerek ayağa kalkma iradesinden aslı vazgeçmemelidir. Millet, her türlü fedakârlığa katlanarak, eğitimin finansmanı için gerekli desteği sağlamaya ikna edilmelidir. Ancak, bu eğitim, milliyetçi ve medeniyetçi karakterini ısrarla korumalıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 349)

Kalkınmanın biricik şartının millî, çağdaş ve güçlü bir millî eğitim politikası uygulamaktan geçtiğini kaydeden Arvasi, insanlarını millî ve çağdaş ihtiyaçlara göre eğitemeyen, insan unsurunu bilimsel ve millî bir planlamayla işleyip geliştiremeyen bir ülkenin gerçekten kalkınmış sayılamayacağını ifade eder. Eğitim sistemini çağdaş, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik savaşları başarabilecek bilgi, beceri, davranış ve değerlere sahip birinci sınıf uzmanlar yetiştirmek üzere teşkilatlandırmak, milli savunma ve kalkınma yolunda ihmal edilmemesi gereken bir tedbirdir. “Aksi halde bozuk bir eğitim düzeni ile kalkınmayı hayal bile etmek doğru değildir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 349)

EĞİTİLMİŞ İNSANLARIN SAYI VE KALİTESİ

Eğitilmiş insan sayısı kadar eğitim kalitesinin de önemli olduğunu belirten Arvasi, eğitim ile kalkınma arasındaki ilişki konusunda Theodore W. Schultz’un şu yaklaşımına destek verir:

“Öğretim müessesesi prodüktivitenin ve una bağlı olarak milli istihsalin artırılmasında başlıca şu fonksiyonları ifade eder:

1) İlmî araştırma tekniklerini geliştirmek ve öğretmek suretiyle verimliliğin artmasında rol oynayacak yeniliklerin meydana getirilmesini temin eder.

2) Potansiyel kabiliyetlerin keşfi ve işlenmesi fonksiyonunu ifade eder.

3) İnsanların iktisadi büyüme ile atbaşı giden iş fırsatlarındaki değişmelere intibak kabiliyetlerini artırır.

4) Okullar, öğretim üyesi yetiştirerek, istihsal için gerekli bilgilerin nesilden nesile intikalini temin eder.

5) Hızla büyüyen ekonomilerde, halkın yüksek hüner ve bilgiler kazanmasını temin etmek sureti ile süratli büyümenin gerçekleşmesini sağlamak da okulların bir fonksiyonudur.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 351)

DİL VE DİL EĞİTİMİ

Milli dili, “milli macera ve tecrübeyi yansıtan ve bünyesinde taşıyan çok zengin bir tarih hazinesi ve başlı başına bir tarih belgesi” olarak nitelendiren Arvasi’ye göre bir milletin dilini incelemek suretiyle o milletin tarihini, kültürünü, fikriyatını, ahlakını, ekonomisini ve diğer milletlerle olan ilişkilerini çözümlemek mümkündür. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 282)

Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı eserini Türk kültür ve medeniyetini öğrenmek isteyenler için “engin bir derya” olarak gören Arvasi, dinamik bir sosyal kurum olarak içinde bulunduğu şartların izlerini taşıyan dile yapılacak suni müdahalelere şiddetle karşı çıkar. Asırlar içerisinde meydana getirdiği kitaplığıyla ayakta duran bir dilin, tarihî köklerinden ve kitaplığındaki hazinelerinden uzaklaştırılması durumunda “kökünden koparılmış çiçekler gibi solacağını” ikazında bulunur.

Yaşayan Türkçe’nin “aktif” kelimelerinin yanı sıra unutulmaya yüz tutmuş “pasif” kelimelerinin de günümüz nesline tanıtılıp öğretilmesini, lise ve üniversitelere “Eski Metinleri İnceleme” dersleri konulmasını, dilimize giren hiçbir kelimenin feda edilmemesini tavsiye eden Arvasi, kelime hazinesi azalmış bir neslin, bırakın yeni düşüncelere ulaşmayı, kendi klasik eserlerini bile anlayamayacağını söyler. Geçmişten devralınan mirasın gelecek nesillere aktarılması sürecinde kopukluklar yaşanmaması için dil konusundaki adımların azami hassasiyetle atılmasını ister. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 280-281)

“TÜRKLÜK, TEK BİR KÜLTÜR DİLİNDE BULUŞMALIDIR”

Kadim tarihi boyunca çok geniş bir coğrafyaya yayılan Türk milletinin her devirde öz diline sahip çıktığını ve sadece Türkçe konuştuğunu hatırlatan Arvasi, Osmanlıca diye ayrı bir dil olmadığını, çeşitli coğrafyalara dağılan Türklerin konuştukları lehçelerin de Türkmence, Özbekçe, Kırgızca gibi ayrı birer dil olarak nitelendirilemeyeceğini ifade eder.

“Milli kültürün en hayati bağı” olarak nitelendirdiği Türkçenin, Türk’ün kültür sınırları içinde farklı gelişmelere maruz bırakılmaması gerektiğini kaydeden Arvasi, şu tavsiyede bulunur:

“Türk dili, milli ve çağdaş ihtiyaçlara göre, tahrip edilmeden işlenip geliştirilmelidir. Ders kitapları, basın, yayın organları, radyo ve televizyonlar, bütün Türklüğün ihtiyaçlarına göre ve uzun vadeli planlarla vazife yapar duruma getirilmelidir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 281-282)

Türk dünyasını tek bir kültür dilinde buluşturmak üzere çalışmalar yürütülmesini öncelikli hedef olarak koyan Arvasi, Türkçenin çağımızın bilim, sanat, fikir alanındaki ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gelişmesi için ne lazım geliyorsa yapılmasını, ancak bu yapılırken “uydurmacılık” gibi sapmalara izin verilmemesi gerektiği ikazında bulunur. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 279)

YABANCI DİL ÖĞRETİMİ

Türk eğitim sisteminin kesinlikle Türkçe üzerine oturtulması gerektiğini savunan Arvasi, yabancı dil öğretimi konusuna da kayıtsız kalmaz. Çağa öncülük eden milletlerin dillerinin öğrenilmesinin kaçınılmaz olduğunu; tıpkı Batılı milletlerin ana dillerinin yanı sıra Grek ve Latin dillerine ağırlık vermeleri gibi Türk medreselerinde de dönemin etkin dilleri olan Arapça ve Farsçanın öğretildiğini hatırlatır.

İslâm dünyasının 9 ve 10’uncu yüzyılda Arapça ve Farsçanın yanında Grek ve Latin dili öğretimine büyük önem verdiğini belirten Arvasi, Batılıların Sokrat, Platon ve Aristo’yu Müslümanlardan öğrendiklerini; İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd gibi filozofların Grek ve Latin dillerini Avrupalılardan çok daha iyi konuşup yazdıklarını ifade eder. (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 12-13)

Bu güzel örneklere karşılık Türklerin son üç asırdır hatalı bir yabancı dil politikası izlediklerini kaydeden Arvasi, bu sahada karşılaşılan en büyük tehlikeyi, “anadilin ihmal edilmesi” olarak gösterir. O’na göre “Bir milletin ‘yabancı dil öğretimine’ önem vermesi başka şeydir, ‘kendi dilini’ inkâr ve ihmal etmesi yine başka şeydir.” (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 14)

Türk dilinin tarih boyunca pek çok yabancı dille mücadele ettiğini; Orhun Abidelerinden öğrenildiğine göre önce Çince ile boğuşmak zorunda kaldığını, sonraki dönemlerde Farsça ve Arapça karşısında ayakta kalma çabasına girdiğini aktaran Arvasi, aynı mücadelenin çağımızda İngilizce, Fransızca ve Almanca karşısında devam ettiğini söyler.

Öğrenilmesi gereken yabancı dillerin tarihî ve kültürel yapımız, coğrafî konumumuz, sosyoekonomik ve siyasî ihtiyaçlarımız göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerektiğini belirten Arvasi, hangilerinde karar kılınmışsa hiçbir komplekse kapılmaksızın o dillerin doğru yol ve yöntemlerle etkili bir şekilde öğretilmesini ister. (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 15)

YABANCI OKULLAR

Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı okullar konusuna da temas eden Arvasi’ye göre; “Emperyalistler, bir ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini ele geçirmeden önce, o ülkenin insanlarının ‘kafa ve gönüllerini’ istila ederek –sömürülmek ve ele geçirilmek istenen ülkede- kendilerine sempati duyan veya açıkça kendilerinden olan kadrolar geliştirmek isterler. İşte, ‘yeni sömürgecilik (neokolonyalizm)’, bu fikirden hareket eder.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 236)

Kapitalistler “özgürlük ve insanlık ideali”, sosyalistler ise “sosyal adalet ve dünya işçilerinin kardeşliği” için savaştıklarını propaganda ederek hedefledikleri ülkelere sızmaya çalışırlar. Çeşitli sanat kollarını, medyayı ve tabii ki yabancı okulları kullanarak, arkasına gizlendikleri ideolojinin kabul görmesi için yoğun bir propagandaya girişirler. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 237)

Bu maksatla Türkiye’de birçok yabancı ülkenin açmış olduğu okullar bulunduğunu hatırlatan Arvasi, konuyla ilgili olarak Doç. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun şu tespitlerini aktarır:

“Türkiye’de okul açan yabancılar (Amerika, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb.) acaba hangi gayenin peşindedirler? Gayeleri ne olabilir? Mesela, para kazanmak olabilir mi? Ta Amerika’dan kalkıp gelerek Kayseri’nin Talas, İçel’in Tarsus kazasına, İstanbul’un Boğaziçi’ne mektep açan bir millet, her halde kendi uzak menfaati için büyük mükâfatlar beklemektedir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 238)

SON SÖZ…

Dava adamı, öğretmen ve yazar kimliğiyle Türk fikir ve kültür hayatında önemli bir yer edinen Arvasi, çileli hayatı, bu çileli hayatta pişen sağlam kişiliği, sağlam kişiliğinin yansıması olan sağlıklı fikirleri, bereketli fikir havuzunda iman, sevgi ve samimiyetle damıttığı kuramlarıyla yarınlarda da adından söz ettirmeye devam edecektir.

Mesleğinin hakkını veren rol model bir eğitimci olarak yüzlerce öğrenci yetiştiren, köşe yazılarıyla her gün binlerce okuyucuya seslenen, figürlerden ziyade fikirleri önemseyen, sürekli makulü arayan, kanunlara saygı duyan ve saygı duyulmasını öğütleyen bu bilge insan, fikrî çizgisinden asla taviz vermeyen kültür çınarlarımızdan biridir.

Anlaşılmaz cümleler kurmayı aydın olmanın vazgeçilmez kuralı kabul edenlere inat, en çetrefilli konuları bile en yalın haliyle herkesin anlayabileceği bir üslupla aktarabilen Arvasi’nin hayatı tam bir okul; derin sohbetlerin yapıldığı evi, gazetedeki köşesi ve konuşma kürsüleri ise birer dersliktir.

Maddenin her şeye hükmettiği bir çağda mukaddesatçı kimliğiyle dimdik ayakta duran Arvasi, sadece dünü ve bugünü değil yarınları da aydınlatacak gür bir meşaleyi tutuşturarak ötelere kanatlanmıştır.

Her dava adamı gibi Arvasi’nin de en çok isteyeceği şey, tutuşturduğu meşalenin daha da gürleşmesi ve tüm insanlığı aydınlatacak boyutlara ulaşmasıdır.

Bize düşen, bu güzel insandan artakalanlara sahip çıkarak değerli birikimlerini gelecek nesillerin istifadesine sunmaktır.

Bu vesileyle; vatanımızın bölünmezliği, devletimizin bekası, milletimizin dirliği ve mukaddeslerimizin muhafazası yolunda gayret sarf eden bütün öğretmenlerimizin gününü kutluyorum.

Bu yoldaki hizmetleri sırasında şehit olan öğretmenlerimize ve Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

]]>
OKUMALAR / YRD. DOÇ. DR. FAHRİ TEMİZYÜREK: “YABANCI DİLDE EĞİTİM VE ÖĞRETİM MÜSTEMLEKE ZİHNİYETİ GÖSTERGESİ” http://hayatitek.com/okumalar-yrd-doc-dr-fahri-temizyurek-yabanci-dilde-egitim-ve-ogretim-mustemleke-zihniyeti-gostergesi/ Sun, 28 Jun 2020 22:12:27 +0000 http://hayatitek.com/?p=2596 Yrd. Doç. Dr. Fahri Temizyürek’in, Yemek Dünyası Dergisi’nin Temmuz 2004 tarihli 2. Sayısında yayınlanan röportajı.

]]>
OKUMALAR / BOZKIRDAKİ ÇEKİRDEK http://hayatitek.com/bozkirdaki-cekirdek/ Fri, 19 Jun 2020 16:24:48 +0000 http://hayatitek.com/?p=1980 Kemal Tahir; Bozkırdaki Çekirdek, İthaki Yayınları, 5. Basım, İstanbul 2005.

]]>
İZ BIRAKANLARLA AÇIK OTURUM: EĞİTİM VE ÜNİVERSİTE http://hayatitek.com/iz-birakanlarla-acik-oturum-egitim-ve-universite/ Wed, 10 Jun 2020 20:11:59 +0000 http://hayatitek.com/?p=1237 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ekim 1991’da yayınlanan 91. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın Açık Oturum konukları S. Ahmet Arvasi, Prof. Dr. Erol Güngör, Prof. Dr. Emin Bilgiç ve Prof. Dr. Osman Turan idi.

]]>
KÜLTÜR MEDENİYET TARTIŞMALARI-7: POPÜLER KÜLTÜR, ARABESK, MODA http://hayatitek.com/kultur-medeniyet-tartismalari-7-populer-kultur-arabesk-moda/ Wed, 10 Jun 2020 15:55:08 +0000 http://hayatitek.com/?p=1138 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Haziran 1991’da yayınlanan 87. Sayısı için hazırladığım “Kültür Medeniyet Tartışmaları-7” başlıklı soruşturma dosyası.

]]>
KÜLTÜR MEDENİYET TARTIŞMALARI-3: KÜLTÜR, MEDENİYET VE KÜLTÜR DEĞİŞMESİ http://hayatitek.com/kultur-medeniyet-tartismalari-3/ Wed, 10 Jun 2020 09:38:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=1023 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Şubat 1991’da yayınlanan 83. Sayısı için hazırladığım “Kültür Medeniyet Tartışmaları-3” başlıklı soruşturma dosyası.

]]>
S. AHMET ARVASİ: TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ DÜŞÜNMEYİ EMREDER http://hayatitek.com/s-ahmet-arvasi-turk-islam-ulkusu-dusunmeyi-emreder/ Fri, 05 Jun 2020 19:04:43 +0000 http://hayatitek.com/?p=787 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ocak 1990’da yayınlanan 70’inci sayısında “İz Bırakanlarla Mülakat”ımızın konuğu Seyyid Ahmet Arvasi idi.

]]>