Erol Dok – Hayati Tek http://hayatitek.com Sun, 26 Dec 2021 13:12:06 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Erol Dok – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 EROL DOK’U ANMAK VE ANLAMAK http://hayatitek.com/erol-doku-anmak-ve-anlamak/ Sat, 25 Dec 2021 18:31:15 +0000 http://hayatitek.com/?p=5205 Mensubu olmakla iftihar ettiğim Türk Ocakları, 30 Ekim 2021 günü ebedi âleme irtihal eden merhum Erol Dok ağabey için Ankara Milli Kütüphane Konferans Salonu’nda bir anma toplantısı düzenlendi bugün.

Prof. Dr. Bülent Aksoy kardeşimin, her zamanki gibi başarılı bir sunuculuk örneği sergilediği toplantı Kur’an-ı Kerim tilavetiyle açıldı.

Türk Ocakları Genel Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Öz’ün duygu yüklü hitabının ardından kürsüye davet edilen Zafer Giray Dok, sevgili babasına dair samimi bir konuşma yaptı.

Duygu yoğunluğunun yanı sıra hayat dersleriyle dolu enfes konuşmasında, “bir babanın çocukları için nasıl rol model olabileceğine” dair şahane örnekler verdi.

Dinleyerek değil gözleyerek öğrenmenin, nasihatle değil yaşayarak öğretmenin gücünü gösterdi.

Cenab-ı Allah, iftiharla dinlediğim Zafer Giray kardeşimin bahtını açık etsin; babası Erol Dok’a layık bir şekilde yaşamayı, ondan devraldığı bayrağı çok daha yükseklere taşımayı nasip etsin.

Açılış konuşmalarının ardından anma oturumuna geçildi.

Türk Ocaklarımızın Genel Sekreteri, kadim dostum Prof. Dr. Emrah Şenel’in yönetimindeki oturum için Hasan Çağlayan, Halil İbrahim Sarı, Yunus Dümen, Dr. Süleyman Eryiğit, Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu ve Prof. Dr. Bülent Aksoy masadaki yerlerini aldılar. Uğruna ne güneşler batan hilalin yıldızları, Kutup Yıldızı Erol Dok’u selamlamak üzere yan yana dizildiler.

Aslında her biri, onun hakkında saatlerce konuşacak bilgi, birikim, donanım ve hatıraya sahipti. Lakin zaman kısıtlıydı. Yine de büyük bir içtenlikle bu muhteşem şahsiyetin ufuk açıcı fikirlerinden, duruşundan, tavrından, güvenilirliğinden, diğerkâmlığından, vefasından, fedakârlığından, nezaketinden, azminden ve daha pek çok meziyetinden bahsettiler.

Oturum Başkanı Prof. Dr. Emrah Şenel, Kur’an-ı Kerim tilavetiyle açılan toplantıyı “Çırpınırdın Karadeniz” ile sonlandırmayı önerdi.

Trabzonlu Erol Dok’u anma toplantısı, her ülkücünün hayatında ayrı bir yeri bulunan bu güzel şarkının gözyaşları eşliğinde okunmasıyla son buldu.

İkram için fuayede buluşanların hali görülmeye değerdi. Emsalsiz bir dostu anmanın hüznü ve Covid-19 nedeniyle aylardır uzak kalınan dostlarla bir araya gelmenin heyecanı, etrafa sinen tarifi zor atmosfer hakkında ipuçları veriyordu.

Zafer Giray kardeşim ve Birol Dok ağabeyimle karşılaştığımda yaşadığım hisleri ne yazmaya ne anlatmaya takatim var. Dudakların sustuğu, gözlerin ve gönüllerin hıçkırıklarla söyleştiği bir andı.

Dostlar arasında dolaşırken Hüseyin Nihal Atsız’ın, “Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden.” diye başlayıp, “Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların…” diye devam eden “Yolların Sonu” şiiri dolandı dilime.

Üçüncü kıtada şöyle diyordu Atsız Ata:

“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz;

Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na.

Hâlbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin

Değişilir topu da bir …”

Aynı gönül ikliminde yaşayan, aynı kutlu hedefe doğru yürüyen nice güzel insanı bir kez daha buluşturmuştu Erol Dok.

Atsız’ın da dediği gibi, kutlu ve çetin bir yoldu yürüdükleri… Lakin yol kadar yoldaş da önemliydi.

Merhum babasının, “İşler yolunda gitmediğinde yoldan mı çıkacağız?” diye sorup, doğru bildiği yolda azim ve sebatla nasıl yürüdüğünü anlatmıştı Zafer Giray kardeşim.

Belki bu yüzden dolanmıştı dilime bu şiir… Kim bilir?

Fakat ifade etmeliyim ki Erol Dok’un yol arkadaşlığı bir başkaydı.

Kutup Yıldızı misali hep doğru yönü gösterirdi yol arkadaşlarına.

Böyle arkadaşı, ağabeyi olunca yoldan mı çıkar insan?

Yokluğunda yol yürümek zor olacak ağabey…

***

Bu duygu ve düşüncelerle ayrıldım Milli Kütüphane’den…

Eve dönüş yolunda “kitap” düştü aklıma.

Kadim dostum Servet Avcı’nın merhum babasının cenazesi için Birol Dok ve Erdoğan Aktaş ağabeylerle Trabzon’a doğru yol alırken, Erol ağabeyle enine boyuna ele aldığımız, sonraları telefonda saatlerce üzerinde konuştuğumuz anılarından oluşan kitap projesinden değil, her birimizin hayatından söz ediyorum.

Sahi, her hayat aslında bir kitaptan ibaret değil mi?

Üzerinde her birimizin adı yazsa da onlarca yazarın ortak imzasını taşıyan birer kitap değil mi hayatlarımız?

1984’te Ankara’ya geldiğimde, Erol Dok ağabeyin de dâhil olduğu nesilden ilk müellifim Mahir Damatlar oldu, sonrasında merhum Başbuğ Alparslan Türkeş… Cezaevinden çıktıktan sonra merhum Muhsin Yazıcıoğlu…

1990’ların başında tanıdığım Erol Dok ağabey ise bilhassa Muhsin Başkan’ın ötelere kanatlandığı 2009’dan sonra hayat kitabımın en güçlü müellifi oldu.

Birlikte görev aldığımız Gönüllerde Birlik Vakfı’ndaki ilk projemiz olan, Ulucanlar Cezaevi’nde düzenlediğimiz “12 Eylül Görülmüştür.” etkinliği sürecinde ondan öğrendiklerime paha biçilemezdi.

Şimdilerde sayısı on üçe ulaşan, merhum Galip Erdem ile başlattığımız “Özdeyişler-Özleyişler” serisinin fikir babası da kendisiydi.

Nerede kalıcı, örnek ve öncü bir iş varsa oradaydı Erol Dok.

Onlarca, yüzlerce, belki binlerce kişinin hayat kitabının kimine bir cümle, kimine bir paragraf, kimilerine ise sayfalar yazan üstat seviyesinde bir müellifti o…

Bu muazzam şahsiyetin elli yedinci vefat gününde gerçekleşen anma toplantısı, bir “noktalı virgül” olarak hayat kitabımdaki yerini aldı.

Ruhun şâd, mekânın cennet, makamın âli olsun ağabey.

Seni seviyor ve çok özlüyorum.

]]>
EROL DOK AĞABEY İÇİN… http://hayatitek.com/erol-dok-agabey-icin/ Sun, 14 Nov 2021 15:16:51 +0000 http://hayatitek.com/?p=5106 HAYATİ TEK –

Hatasız hayat olmaz.

Tecrübe, daha az hata yapmak ve sonraki kuşağa aktarmak için lazımdır insana.

Aynı yola baş koyan birkaç nesil benzer hataları sürekli tekrarlıyorsa; ya gerekli dersler çıkarılmıyor, ya tecrübe paylaşımı yapılmıyor ya da aynı çukura düşülmekten lüzumsuz bir zevk alınıyor demektir.

O hatalardan biri, çok iyi bildiğimiz komitacılığın sınırlarının nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiği konusundaki tereddüdümüzdür.

Ulvi hedeflere yürürken çok işe yarayan komitacılık, başarıya ulaşıldıktan sonra rafa kaldırılması ve fakat asla itibarsızlaştırılmaması gereken bir haslettir. Doğru yer ve zamanda terk edilmediği takdirde hastalığa dönüşme potansiyeli taşımakla beraber, gerektiğinde şeksiz şüphesiz devreye alınması icap eden aşkın bir meziyettir.

Birbirine inanan ve güvenen, ortak bir hedef uğruna canları dâhil her türlü kaybı göze alan insanların sırt sırta verdiği bir yapı olan komitacılığın yumuşak karnı, dar kadroculuk ve güvensizliktir.

Hedefe ulaşıldığında dar kadronun dışındakileri, hatta kimi zaman kadronun içindekileri bile tehdit olarak algılamak, komitacılığın doğasında bulunan “güvensizlik” itiyadının tabii bir neticesidir. Bu hazin tablo, komitacının “başarma uğraşına” atfettiği olağanüstü değerin ve ona karşı geliştirdiği platonik tutkunun marazi bir tezahürüdür.

Mücadele gayreti güzeldir, lakin sürekli hasım aramak sağlıklı bir tavır sayılmasa gerektir. Zira bu marazi tutum, başarıyı topluma yaymanın önündeki en büyük engellerden biri, belki de birincisidir.

O kadar ki her zerresiyle “başarı anına” kilitlenen komitacı, “başardıktan sonra ne yapacağı” konusunu ihmal ettiğinin çoğu kez farkında bile değildir. Dar kadroculuk hevesi ve herkesi “potansiyel tehdit” olarak görme eğiliminden dolayı “güven” esasına dayalı iş yapma kültüründen mahrum kalmıştır. Bırakın sağını, solunu ve ardını kollamayı, gözünün önünde olup bitenlere bile şüpheyle yaklaştığından sürekli tetiktedir. Başardıkça doğru yolda ilerlediğini düşünür, ulaştığı her başarıyı o güne kadar takip ettiği yol ve yöntemin doğruluğuna vehmeder.

Ortaya koyduğu öz güveni ve serdengeçti tavrı göz önüne alındığında haksız da sayılmaz; dünyadaki bütün büyük inkılaplar komitacıların eseridir ne de olsa!

Fikir, inanç ve aksiyon, başarının sacayaklarıdır. Birbirinin tamamlayıcısı olan bu üç unsur ahenkle buluştuğunda mağlup edilemez bir güç terkibine hayat verir.

Öte yandan ne kadar güçlü olursa olsun, aksiyona dönüşmeyen bir fikir yahut inancın hedefine ulaşamayacağı muhakkaktır.

Bu üçlü terkibin baş mimarı olan fikir, komitacı yapılarda zamanla etkisini kaybeder, inanç ve aksiyonun gerisine düşer. Başlangıçta bir fikir insanı olan komitacı, her başarının ardından inanç ve aksiyon adamına dönüşür. Şekil ve kabuk, özün önüne geçer.

Eğer komitacı, uğruna canını ortaya koyduğu hasletlerini bir oluş hamlesine dönüştüremez ve komitacılıktan teşkilatçılığa geçemezse, dar kadroculuk ve güvensizlik hastalığının pençesine düşmekten kurtulamaz.

O halde kimdir teşkilatçı?

Teşkilatçı; fikir, inanç ve aksiyon dengesini kurabilen, gücünü milletinin emrine verebilen, savunduğu aşkın değerleri topluma mal edip kurumsallaştırabilen insandır.

Maşeri vicdanda kabul görmeyen hiçbir fikir ve inancın, aksiyondaki tüm gücüne rağmen hedefine kâmilen ulaşamayacağı tarihteki örneklerle sabittir.

Başarı sürecindeki “serdengeçti” tavır, başarı sonrasında “ikbalden geçebilme” fedakârlığı şeklinde devam ettirilmedikçe hüsran kaçınılmazdır.

İster “ağabeylik hassasiyeti” deyin, isterseniz uygun göreceğiniz bir başka kavramla nitelendirin; kendisinden gayrısının hata yapacağı vehmine kapılmak, en haklı davayı bile sükût-u hayale uğratabilir. Çıkılan yolun değerini düşürebilir, o yolda sarf edilen emek ve umutları hiç noktasına getirebilir, canlar üstü bir davayı üç beş şahsın insaf, kalibre ve kabiliyetinin dar kalıplarına hapsedebilir.

Oysa zeki, uyanık, bilgili, inançlı, cesur serdengeçtiler olan komitacıların olağanüstü dönemlerde ortaya koydukları her fedakârlık, toplumlar için hayati önemi haiz bir kıvılcımdır.

Bu yönüyle komitacılık, yeni başlangıçlar için ihtiyaç duyduğumuz güçlü bir nefes; teşkilatçılık ise ilelebet tütmesini istediğimiz ocağımızın ezeli ve ebedi hamisidir.

Ocaktaki ateş sönmeye yüz tuttuğunda, komitacının üfleyeceği nefese paha biçilemez; lakin gereğinden fazla nefes, ateşi çabuk geçirir, kıvamını bozar, hatta kimi zaman onu söndürebilir.

***

On sekizimden beri yakın çağımızın en komitacı insanlarıyla teşrik-i mesaide bulunuyorum.

İmkânsız görünen işleri kolaylıkla başaran büyük komitacılar tanıdım.

En gerekli zamanda tereddütsüz sahne alan bu muhteşem kadroda gözlemlediğim ve hikmetini bir türlü kavrayamadığım en önemli husus; komitacılıktan teşkilatçılığa, dar kadroculuktan kurumsallaşmaya geçme konusundaki “hassas” tutumdur.

Söz konusu hassasiyetin “aşırı” mı yoksa “kıvamında” mı olduğu, öncelikle “hassasiyet sahiplerine” bırakılması gereken bir karardır. Bu mevzuda “haddimi aşmak” istemem.

Lakin bu tavrım, 30 Ekim 2021 günü Hakk’a yürüyen merhum Erol Dok ağabeyimin hakkını teslim etmeme mâni değildir.

Tanıdığım en başarılı ve gözü kara komitacılardan olan merhum Erol ağabey, komitacılıktan teşkilatçılığa geçiş konusundaki tavrını net bir şekilde ortaya koyabilen ender şahsiyetlerden biriydi.

Her sahada ulaşılan güç ve başarının, milletimizin yarınlarını inşa edecek bir medeniyet hamlesine dönüşmesi yolundaki azim ve gayretine şahidim.

En verimli çağında “karar vericilerden” olamadı.

Çünkü 80 sonrasının statükosunu belirleyen yerel ve küresel güçlere ram olmak yerine, doğru bildiğini söylemeyi ve söylediklerine uygun davranmayı tercih etti.

Fikri, imanı ve duruşuyla örnek bir vatansever olarak yaşadı ve öylece veda etti bizlere.

Komitacılara has serdengeçti bir tavırla hedefe doğru cesaretle yürüyecek; başarı geldiğinde ise ruh kökümüzdeki değerleri toplumun değerleri haline getirecek sağduyulu adımları çağın idrakine uygun şekilde atabilecek Erol Dok gibi “fedakârlara” ne çok muhtacız.

Yirmi ve yirmi birinci asrın hayhuyu arasında sesi gerektiği kadar duyulmasa da yüreklerimize sımsıcak dokunan, dimağlarımıza “Büyük Türkiye” sevdamızı ilmek ilmek dokuyan bir fikir, duruş ve dava adamıydı Erol Dok. Ocağımızın ilelebet tütmesine büyük katkılar sağlayan tam kıvamında bir nefesti.

Kutup Yıldızı olmak gibi bir derdi yoktu; fakat yüksek idealler galaksisinde öylesine mutena bir köşeye çekildi ki, Kutup Yıldızı misali parlıyor. Sabitkadem bir vakar ve tevazu ile “adamlığın” yönünü gösteriyor.

İnsanlık tarihi kadar kadim bir davayı çağımızın gerçekleriyle buluşturmakla kalmayıp, bu ahenkli terkibi hayatının hâkim rengi yapan merhum Erol ağabeyime hitap ederek noktalamak istiyorum.

İki hafta önce bugün, muhtemelen akranın olan bir çınarın gölgesine emanet ettik seni.

Civarını senden önce yurt tutanlar vardı; lakin o, adeta senin için dikilmiş ve on yıllar boyunca seni beklemişti. Takdir-i ilahî, şu an senin başucunda yükseliyor.

Eminim o çınar, senden alacağı feyzle çok daha güçlü tutunacak vatan toprağına, daha hızlı boy atacak; üzerini örten dal ve yapraklarıyla “Büyük Türkiye” sevdamızı terennüm edecek. Gölgesinde dua ve tefekkür eden nice gence Dede Korkut’ça öğütler verecek; onlara, “Milliyetçi Türkiye’yi” nasıl kuracağımızı anlatacak.

Ya o tam karşında duran, bu mevsimde bencileyin saçlarını epeyce dökmüş olan söğüt ağacına ne demeli?

Sımsıcak bakışlarıyla zemheride seni ısıtmak, Ankara’nın kurak yazlarında salkım saçlarını savurup ilahî bir yelpaze gibi seni serinletmek için dikilmiş sanki.

Kardeşini o söğüt ağacının yerine koyar, onunla söyleşmeye devam eder misin?

Son bakışın geliyor gözlerimin önüne, dilimde “La İlahe İllallah-ul Şafi” duası…

Seni özledim ağabey, hem de çok…

Evvel giden yiğitlere; bilhassa Başbuğ’a, Muhsin Başkan’a ve Galip Ağabey’e selam söyle olur mu?

Ruhun şâd, mekânın cennet, makamın âli olsun.

]]>