Gazi – Hayati Tek http://hayatitek.com Wed, 23 Dec 2020 23:47:18 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Gazi – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 O. YÜKSEL SERDENGEÇTİ: “MİSAK-I MİLLİ RUHU VE ONUN MÜMESSİLLERİ, İTTİHAT VE TERAKKİ KOMİTACILARININ, SELANİK DÖNMELERİNİN HIŞMINA UĞRADILAR. ATILDILAR, ASILDILAR, KESİLDİLER.” http://hayatitek.com/o-yuksel-serdengecti-misak-i-milli-ruhu-ve-onun-mumessilleri-ittihat-ve-terakki-komitacilarinin-selanik-donmelerinin-hismina-ugradilar-atildilar-asildilar-kesildiler/ Wed, 10 Jun 2020 15:41:57 +0000 http://hayatitek.com/?p=1129 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Haziran 1991’da yayınlanan 87 sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu Osman Yüksel Sendengeçti idi.

]]>
M. AKİF ERSOY: “DİNİMİZDEN OLMAYANLARA KARŞI GÖSTERMEDİĞİMİZ NEZAKET KALMIYOR. BİRBİRİMİZİ BİR KAŞIK SUDA BOĞMAK İSTİYORUZ.” http://hayatitek.com/m-akif-ersoy-dinimizden-olmayanlara-karsi-gostermedigimiz-nezaket-kalmiyor-birbirimizi-bir-kasik-suda-bogmak-istiyoruz/ Tue, 09 Jun 2020 12:13:15 +0000 http://hayatitek.com/?p=856 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Mart 1990’da yayınlanan 72. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu İstiklal Marşı’mızın yazarı, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’du.

]]>
BÜYÜK DOĞUNUN MİMARI: NECİP FAZIL KISAKÜREK http://hayatitek.com/buyuk-dogunun-mimari-necip-fazil-kisakurek/ Fri, 05 Jun 2020 21:51:37 +0000 http://hayatitek.com/?p=816 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Şubat 1990’da yayınlanan 71. sayısında yer alan “İz Bırakanlarla Mülakat”ımızın konuğu Necip Fazıl Kısakürek’ti.

]]>
TÜRKİYE’NİN HER KARIŞ TOPRAĞI GAZİ, HER BİR VATANSEVERİ KAHRAMANDIR http://hayatitek.com/turkiyenin-her-karis-topragi-gazi-her-bir-vatanseveri-kahramandir/ Sun, 31 May 2020 21:06:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=463
Gazi Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruz Öncesi Türk Birliklerini Denetliyor

HAYATİ TEK –

Bin yıl öncesiydi. 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi ile birlikte can suyu misali aktık Anadolu’ya. Kanımızla kırkladık, duamızla mayaladık, alın terimizle imar ettik dört bir yanını. Türkçe ile Türkiye yaptık Anadolu’yu.

1299’da Söğüt’te dualarla diktiğimiz çınarı, alın teri ve şehit kanıyla suladık; dualarla koruduk, iman gücüyle kolladık. Kökleri uzak Asya ve Asr-ı Saadet dönemine uzanan Osmanlı çınarının devasa dallarıyla üç kıtaya uzandık. Tarihçilerin “Pax Ottomana (Osmanlı Barışı)” dedikleri, barış ve huzur dolu bir masal devri başlattık.  Nerede bir mazlum ve mağdur varsa şefkatli kanatlarımızın altına aldık.

17. yüzyıla kadar süren bu muhteşem devir, 2. Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine son buldu. Her zirvenin inişi, her mevsimin bir sonu vardı. Önce kımıldamaz oldu dev çınarın yaprakları, sonra en uçtan sararmaya başladı. Ve nihayet gelip çattı hazan mevsimi. Önce Trablusgarp, ardından Balkanlar düştü. Osmanlı’nın parlayan yıldızı Balkanlar, içimize oturan derin bir sızıya dönüştü. Beş asırlık vatan toprağını beş ayda alıp götüren; 125 bin şehit, 115 bin esir bıraktığımız Balkan hezimeti sırasında binlerce Evlad-ı Fatihan göç yollarında kırıldı. Yükselme döneminin zafer türkülerinin yerini mazlumların feryatları ve kahredici bir melodram aldı.

Balkan’ın çamuruna, Yemen’in çölüne saplanıp kalan bîçare Mehmet’ten kopan vaveyla Sarıkamış’ta yankılandı. Allahuekber dağlarında çığa kapılan 90 bin fidan, en uzun gecede şehadete sevdalandı. Karabasan gibi üzerimize çöken Sarıkamış’tan sadece bir ay sonra yeni bir feryat yükseldi Çanakkale’den. 500 bin askerinin bir milyon eliyle yedi düvel, Türk’ün nefesini kesmek için Çanakkale Boğazı’na davrandı.

Boğazımıza sarılanların ilk hedefi İstanbul’du. Nihai hedefleri ise milletimizi bin yıllık yurdundan koparıp atmak… Son siperimiz Çanakkale’ye sağlam tutunduk. Yemen’de çöl çiçeği, Sarıkamış’ta kar çiçeğiydi, Çanakkale’de kan çiçeği oldu Mehmetçik. Nusret, Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş, Kınalı Hasan ve daha niceleri destan içre destan yazdılar. Düşmana geçit vermediler.

Çanakkale’yi geçemeyenler, amaçlarına Mondros’ta ulaştılar. Nusrat’ın, Seyit Onbaşı’nın elinden kurtulabilen müttefik gemileri İstanbul Boğazına demir attılar. Beş yüz yıllık Osmanlı payitahtının en karanlık günlerini başlattılar.

Bu puslu sahneyi hüzün ve hiddetle izleyen bir çift mavi göz vardı. O gözlerin sahibi, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’in dudaklarından, azim ve kararlılık döküldü: “Geldikleri gibi giderler.”

Tarihin en parlak barışını kursak da bu topraklarda, zordu yönetmek Anadolu’yu. Bir türlü hazmedemediler Malazgirt’i, bir türlü kabullenmediler Bizans’ın Türk, Ayasofya’nın İslam oluşunu. Her fırsatta çullandılar üstümüze, sayısız badireler atlattık bin yıl boyu. Bundan tam yüz yıl önce küllerinden doğmaya hazırlanan bir Zümrüdüanka’nın doğum sancılarıyla kıvranıyordu Anadolu.

BAĞIMSIZLIK YOLUNDA İLK ADIM: SAMSUN

Üzerimize çöken karanlığı dağıtmak, bayrağı düştüğü yerden kaldırmak zamanı artık gelmişti. Kum saatinin ince beli doğum sancısıyla kıvranıyor; karanlığı delecek ilk kum tanesin düşmesi müjdeli bir haber gibi bekleniyordu. Beklediği müjde gecikmedi Mustafa Kemal’in, 9. Ordu Müfettişliğine atandı.

Vedalaşmak için gittiği Yıldız Sarayı’nda Mustafa Kemal’e elindeki tarih kitabını gösteren Padişah VI. Mehmet Vahdettin, şu tarihi ifadeleri kullandı:

“Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Bunları unutma. Asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin.”

16 Mayıs’ta İstanbul’dan demir alan Bandırma vapuru, şanlı Nusrat’ı aratmadı. Fırtınalı, zorlu bir yolculuğun ardından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaştırdı 19 kahraman askeri.

Samsun’da karşılaşılan manzara pek de parlak değildi. İşgal altındaki şehrin sokakları Pontusçu kaynıyor, boynu bükük halk kaderine ağlıyordu. Samsun’da bir hafta kalan Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’nun kalp atışlarını dinlediler. Küllerini savurup umutsuzluğun, özgürlük ateşini yenilediler.

“PAŞAM! BÜTÜN AMASYA EMRİNİZDEDİR”

Samsun’dan sonra Havza’da on sekiz gün konaklayan kutlu kervan, Rum ve Ermeni çeteleri hakkında bilgiler topladı. Milli Mücadelenin vurucu gücü olan Kuvayı Milliye’nin ilk örneğini teşkil eden ve “Serdengeçtiler” ismiyle anılan milis kuvvetleri Havza’da oluşturdu. Amasya Genelgesi burada kaleme alındı.

Havza’dan hareket eden kutlu kervan 12 Haziran’da Amasya girişinde heyecanla karşılandı. Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin, “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir. Gazânız mübarek olsun!” sözü yüreklerde dalgalandı.

Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Paşa (Bele) ve Rauf Bey (Orbay) tarafından imzalanan Amasya Genelgesi, Konya’daki Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa ve Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın da onayını aldıktan Türkiye ve dünya kamuoyuna açıklandı.

Anadolu’nun işgal altında bulunmayan illerindeki bütün sivil ve asker makamlara gönderilen ve Milli Mücadelenin nasıl yapılacağına dair ilk yazılı belge olma özelliğini taşıyan genelgenin ilk maddesinde, vatanın bütünlüğü ve milletin istiklâlinin tehlikede olduğu belirtildikten sonra “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesine yer verildi. Doğu illeri için Erzurum’da, yurt geneli için de Sivas’ta kongreler toplanacağı açıklandı.

MİLLİ MÜCADELE’NİN DÖNÜM NOKTASI

Amasya’dan Erzurum’a geçen 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, 3 Temmuz 1919 günü Palandöken Dağı eteklerinde Kazım Karabekir Paşa ve şehir halkı tarafından karşılandılar.

Sadece üç gün sonra İstanbul’dan gelen padişah iradesiyle, Mustafa Kemal’in görevine son verildiğini bildirildi. Aynı emir kendisine de ulaşan ve Mustafa Kemal’i tutuklama emrini alan Kazım Karabekir Paşa’nın tarihe geçen tavrı, Milli Mücadelenin de dönüm noktası oldu.

Gelin o gün yaşananları Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” kitabından birlikte okuyalım:

“Saatler ilerlemektedir sinirler gergindir. Kolordu’dan gelecek haber ne olacak? Bu uğursuz hava uzayıp gidecek mi? Yoksa bir tutuklama emri?

Tam o sırada yaver Cevat Abbas, Mustafa Kemal’in odasına yıldırım hızıyla dalar:

-Kumandan (Karabekir) Paşa geliyorlar. Arkalarında bir bölük süvari askeri var!

Mustafa Kemal, Rauf Bey’e bakar, kulağına eğilir, yavaşça mırıldanır:

-Gördün mü Rauf? Dediklerim doğru değil miymiş?

Sararmıştır. Bunalım zirve noktasındadır. Yerinden kalkar. Odanın ortasına ilerler. Ayaktadır. Gözleri kapıya dikilmiştir. İçinde hayatının en tehlikeli sorusu uyanır. Hayatında en önemli dönüm noktasıdır. Kâzım Karabekir Paşa kapıda görünür.

Arkasını subaylar çevirmiştir. Sakin görünmeye çalışır. Yüz hatları hiçbir şey ifade etmez. Binanın önünde süvari bölüğü saf nizamı almıştır. Karabekir ilerler. Yaklaşır. Durur. Askerce selam vaziyetini alır.

Önemsiz bir şeymiş gibi, sükûnetle bildirir:

– Emrinizdeyim Paşam! Ben, subaylarım, erlerim, kolordum, hepimiz emrinizdeyiz!”

SAKARYA’DA KUŞANILMAK ÜZERE ÇIKARILAN ÜNİFORMA

İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’nın baskısı ile İstanbul Hükümeti’nin “İstanbul’a dön” emrine karşı çıkan, Kazım Karabekir Paşa’nın vatansever tavrıyla iyice rahatlayan Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifa ettiğini açıkladı ve Sakarya’da yeniden kuşanmak üzere bütün rütbe ve nişanlarını çıkarıp attı.

9 Temmuz 1919 tarihli yazısıyla valiliklere bildirdiği bu kararının gerekçesini şöyle anlattı:

Kutsal vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan Millî Mücadele uğrunda milletle beraber serbest şekilde çalışmaya resmî ve askerî sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu kutsal amaç için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olmam sebebiyle pek âşıkı bulunduğum yüce askerlik mesleğiyle bugün ilgimi keserek istifa ettim. Bundan sonra millî kutsal amacımız için her türlü özveriyle çalışmak üzere milletin içinde bir savaşan birey olarak bulunmakta olduğumu yazıyla duyurur ve ilân ederim.”

“MİLLİ SINIRLAR İÇİNDE VATAN BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR”

Amasya Genelgesi’nde haber verilen Erzurum Kongresi 54 delege ile 23 Temmuz’dan itibaren bir okul salonunda çalışmalarına başladı. Erzurum delegesi Cevat Dursunoğlu’nun istifa etmesi üzerine davetli olarak katıldığı kongrede asil üyeliğe geçen Mustafa Kemal Paşa, kongre başkanlığına seçildi.

Milli bir hal alan kongrede, genel değerlendirmeler yapıldı ve doğu illerinin durumu görüşüldü. Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütün olduğu; her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı milletin topyekûn kendisini savunacağı; geçici bir hükümet kurulacağı ve üyelerinin Sivas’ta toplanacak milli kongre tarafından seçileceği; Kuvayı Milliye’nin tek kuvvet olarak tanınacağı; manda ve himayenin kabul edilmeyeceği kararları alındı.

YENİ DEVLETİN TEMELLERİ SİVAS’TA ATILDI

Erzurum’un ardından Sivas Kongresi ile ilgili çalışmalar sürerken Fransızlar, kongrenin toplanması halinde şehrin işgal edileceğini Sivas Valisi Reşit Paşa’ya bildirdiler. Hatta Elazığ Valisi Ali Galip, kongreyi basmakla görevlendirildi. Tüm engellemelere rağmen 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nin başkanlığına, Erzurum’da olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa seçildi.

İlk milli kongre niteliği taşıyan Sivas Kongresi, Erzurum’da alınan kararların tümünü kabul etti. Yurt genelindeki Kuvayı Milliye teşkilatlarının ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin tek yönetim altına alınması sağlandı. Yeni bir Temsil Heyeti oluşturuldu.

Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki 16 kişilik Temsil Heyeti şu isimlerden oluştu: Rauf Bey,

Refet Bey, Hoca Raif Efendi, Süleyman Servet Bey, Şeyh Fevzi Efendi, Bekir Sami Bey, Sadullah Efendi, Hacı Mustafa Bey, Kara Vasıf Bey, Mazhar Müfit Bey, Ömer Mümtaz Bey, Hüsrev Sami Bey, Hakkı Behiç Bey, Niğdeli Mustafa Bey, İzzet Bey.

Misak-ı Milli esaslarını belirleyen, Mondros Mütarekesini reddeden, tam bağımsızlık ve milli egemenlik ilkelerini temel prensip olarak kabul eden, Kuvayı Milliye cepheleri arasında eşgüdüm sağlayan ve yeni devletin temellerini atan Sivas Kongresi kararları, yurt genelindeki vatanseverler tarafından sevinçle karşılandı.

İTTİHAD-I İSLAM KONGRESİ VE MALİ YARDIMLAR

Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal, düzenli ordu kurulma sürecindeki finans kaynakları için de Sivas’ta önemli görüşme ve çalışmalar yaptı. Libyalı Şeyh Ahmet Şerif Senusi’yi davet ederek ve onun başkanlığında Sivas Cami-i Kebir’de 18 Şubat 1921’de “İttihad-ı İslam Kongresi” toplanmasını sağladı.

Atılan bu adım, meyvelerini vermekte gecikmedi. İslam dünyası Milli Mücadeleye kayıtsız kalmadı. Londra’da Türkiye’nin işgalini protesto eden ve 8-10 Temmuz 1921’de Karaçi’de “Bütün Hindistan Hilafet Konferansı” düzenleyen Hint Hilafet Komitesi 1921-23 döneminde toplam 130.250 İngiliz Sterlini yardımda bulundu.

Buhara Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği üzerinden 100 milyon altın ruble gönderdi. 1.500.000 Fransız Frangı yardımda bulunan Azerbaycan, Kazım Karabekir Paşa’ya da, yetim Türk çocuklarının eğitimleri için 50.000 Osmanlı altını verdi. Yayımladıkları dergiler, düzenledikleri toplantılarla Milli Mücadele lehine kamuoyu oluşturan Kıbrıs Türkleri de bu etkinlikler sırasında topladıkları paralarla Milli Mücadeleye destek verdiler.

GAZİ MECLİS DUALARLA AÇILDI

Sivas’ta geçen 108 önemli günün ardından yola çıkan kutlu kervan Ankara’ya girişinde Seğmenler tarafından karşılandı. Dikmen sırtlarına akan binlerce insan, saatlerdir bu anı bekliyordu. Ellerde bayrak, ağızlarda dua, gözlerde ışık, yarınlarda umut vardı. Coşkuyu gören Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yüreğindeki hürriyet ateşi daha da canlandı.

İstanbul’un fiilen işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması üzerine Mustafa Kemal, Temsil Heyeti Başkanı sıfatıyla Büyük Millet Meclisinin Ankara’da toplanacağını duyurdu.

23 Nisan günü Ankara’nın hali görülmeye değerdi. Telaşlı bir bayram havası hâkimdi dört bir yana. Sabahın erken saatlerinden itibaren bütün şehir, hücum etmişti Hacı Bayram’a. Cuma namazının ardından kurbanlar kesildi ve Büyük Millet Meclisi dualarla açıldı.

DÜZENLİ ORDU VE GAZİ MECLİS UNVANI

115 milletvekilinin katıldığı ilk toplantının açılışını “en yaşlı milletvekili” sıfatıyla Meclis Başkanı olarak Sinop Milletvekili Şerif Bey yönetti ve açış konuşmasını yaptı. Meclis’in kuruluş gerekçesini kısaca ifade ettikten sonra Halife Sultan VI. Mehmed Vahdettin, İstanbul ve vatanın Allah’ın izniyle kurtarılacağını ilan etti.

Meclis’in ilk kararı, Mustafa Kemal’i başkan seçmek oldu. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, Büyük Millet Meclisi’nin üstünde hiçbir gücün bulunmadığı tüm dünyaya ilan edildi.

24 Nisan 1920’de kürsüye çıkan Meclis Başkanı Mustafa Kemal, içinde bulunulan durumu özetleyen detaylı bir konuşmasını şu ifadelerle noktaladı:

“Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani bağlılığı ile övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Sıcak alkışlar)

İstanbul faciasını izleyen günlerden şu ana kadar Temsil Heyetimiz milletler arasındaki birlik ve dayanışmayı korudu. Osmanlı kanunlarının yürürlüğünü sağladı. Çalışmalarından alıkonulan devlet gücünün yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Bundan dolayı genel güvenliği korumuş ve savunmuş olmakla görevini gereği gibi yaptığından emindir. Bu dakikadan itibaren, yedi yüz yıl boyunca onurlu ve yüce bir yaşam sürdükten sonra yok olma uçurumunun kenarında ancak ayakta durabilen Osmanlı Milletinin geleceğinin sorumluluğu, sayın Meclisinizin çalışma gücünü artıran bir neden olacaktır.

Davamızın yasalara uygunluğu ve bütün millet ve ulusların, insanlık hak ve hukukundan paylarını almış olduğuna inandığımız yüreklerinin, bizimle birlik ve bize daima yardımcı ve destek olduğuna güvenimiz tamdır. Başarı ümitlerimizin kalplerimizde bir an bile karamsarlığa düşmemesini sağlayacak olan, sonsuz gücümüzdür, özellikle büyük tanrı her zaman bizimledir. (Amin, amin sesleri)

Vermek istediğim bilgiler ve ayrıntılar bu kadardır.”

1921 ANAYASASI KABUL EDİLDİ

Gazi Meclis olarak tarihe geçen Birinci TBMM, milli iradenin en doğru şekilde tecelli ettiği kutsal bir mekân ve karar mercii oldu. Zaman zaman önemli tartışmaların yaşandığı Meclis, milli bekamızı tehlikeye atacak hiçbir adıma izin vermedi.

Savaş karargâhı olan Meclis’te millete ve kurtuluşa olan inanç en kuvvetli şekilde dile getirildi. Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Meydan Savaşı öncesinde Meclis Başkanı ve Başkomutan sıfatıyla yaptığı konuşmasında kullandığı ifadeler, bu inanç ve kararlılığın ilanıydı:

“Milletimiz bugün, bütün geçmişinde olduğundan daha çok ve atalarından daha çok ümitlidir. Bunu ifade için şunu arz ediyorum. Kendilerinin deyişiyle cennetten vatanımıza gözcü olan merhum Namık Kemal demiştir ki:

‘Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?’

İşte bu kürsüden, bu yüce Meclis’in başkanı olarak yüksek kurulunuzu oluşturan bütün üyelerin her biri adına ve bütün millet adına diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”

Büyük Millet Meclisi’nde ete kemiğe bürünen milli irade 1921 Anayasasını da 20 Ocak’ta kabul ederek, atılacak adımların anayasal bir zeminde yürütülmesine de sağladı.

Bu olumlu gelişmelere karşın, kara bulutlar dağılmak bir yana daha da artıyor, Meclis çatısı altında çetin tartışmalar yapılıyordu.

SAKARYA’NIN SIRTINA TÜRK TARİHİ VURULUYOR

Ankara’nın 50 kilometre yakınına kadar giren Yunan ordusu son darbeyi vurmak üzere harekât emri almıştı. Kafkaslardaki 24 Rus tümeni Sakarya’dan gelecek haberi bekliyor, Sevr’i uygulamak için sabırsızlanıyordu. Gergin bir bekleyiş vardı Ankara’da. Başkentin Kayseri’ye taşınması dâhil çeşitli senaryolar dillendiriliyordu.

Meclis Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal, “Hattı müdafaa yoktur; sathı müdafaa vardır.

O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz!” sözünü o günlerde söyledi.

Fevzi Paşa (Çakmak) ile birlikte cepheye gelerek komutayı üstlendi. 238 yıl önce Viyana’da başlayan çekilme artık durmalı, Sakarya’nın sırtına, Türk tarihi vurulmalıydı.

“Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!”

Kararlıydı Sakarya, ayağa kalkacaktı. Kararlıydı Mustafa Kemal, bin yıllık vatan toprağı, ebedi yurt kalacaktı. Sakarya coştukça coşacak, Mehmetçik zaferden zafere koşacaktı.

22 gün 22 gece süren kanlı savaşta 40 bin Mehmetçik şehit olsa da; Yunan ordusu ilk kez savunmaya çekildi. Bir 13 Eylül günü Viyana’da başlayan çekilme, yine bir 13 Eylül günü Sakarya’da son buldu. İman tazeledi gazi millet; şanlı bayrağımız rüzgârına kavuştu.

BÜYÜK TAARRUZ VE ZAFER

Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndaki şu ifadeler, Büyük Taarruz öncesindeki durumu anlatan en çarpıcı ifadelerden biriydi:

“Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.”

Sarışın kurt liderliğindeki ordumuz Afyon ovasında yıldırım hızıyla ilerledi. Dört günde 100 bin düşmanı imha ederek Yunan kuvvetlerine son ve en büyük darbeyi indirdi. Zafer sonrası savaş meydanını dolaşan Başkomutan, binlerce cansız bedeni görünce mensup olduğu millete has bir vakarla tarihe not düştü:

“Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir.”

Hoşgörü, adalet ve merhamet, evrensel kardeşliğin can suyu, insanlığın huzur kaynağıydı. Türk sadece etnik bir kimliğin değil bin yıllardır var olan asil bir duruşun adıydı. Bu duruşun temel tezahürlerinden biri de zalime karşı mazlumun yanında olmaktı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri, bu duruşun en güzel örneklerinden biri olarak tarihteki yerini aldı.

“İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR. İLERİ!”

Sakarya’da harlanan istiklal ateşi Dumlupınar’da düşmanı yakıp kavursa da, nihai zafer henüz kazanılmamıştı. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emriyle harekete geçen Mehmetçik üç koldan aktı Akdeniz’e. 1 Eylül’de Uşak, 2 Eylül’de Eskişehir, 6 Eylül’de Balıkesir ve Bilecik, 7 Eylül’de Aydın, 8 Eylül’de Manisa zafer türküleriyle inledi. 9 Eylül’de kutlanan, bayramların en güzeliydi.

“İzmir’in dağlarında çiçekler açar

Altın güneş orda sırmalar saçar

Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar

Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa

Adın yazılacak mücevher taşa”

“BAYRAK ULUSLARIN BAĞIMSIZLIK SEMBOLÜDÜR”

Zaferden bir gün sonra İzmir’i şereflendiren Başkomutan, kalacağı konağın önüne serilmiş Yunan bayrağını görünce durdu. İşgal günlerinde şehre gelen Kral Konstantin, şanlı bayrağımızı çiğneyerek girmişti bu konağa. Şimdi İzmir halkı, aynı şeyi Mustafa Kemal’den rica ediyor, intikam anını heyecanla bekliyordu.

Muzaffer Başkomutan, tatlı bir tebessümle baktı etrafındakilere. Sonra tarihi mesajını verdi: “Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.”

Bağımsızlık sembolüdür bayrak. Bayrağın dalgalandığı yerdir vatan. Ve mukaddes şehit kanıdır, toprağı vatan, atlası bayrak yapan. Bunu en iyi bilen şüphesiz ki, Gazi Meclis’in Başkanı ve şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerimizin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal’di.

ZAMANI DURDURAN ANLARDIR TARİHİ HAREKETE GEÇİREN

Zamanı durduran anlardır, tarihi harekete geçiren. 26 Ağustos 1971’den itibaren adım adım vatanlaştırdığımız vatan coğrafyasında ve Yüz yıl önce verdiğimiz milli mücadele sırasında nice zamanı durduran anlar yaşadık. İstiklal Savaşımızı kazandığımızı ilan eden 30 Ağustos Büyük Taarruz Zaferi de o anlardan biriydi. Ve zamanın durduğu o gün, tarih bir kez daha harekete geçti. 1700’lerin başından itibaren kapanmaya başlayan tarihin akordeon körüğü, aldığımız derin özgürlük nefesiyle yeniden açılmaya başlandı.

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. Biz de öyle yaptık. Derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerine, alın teri ve şehit kanıyla çifte su verdiğimiz çelik irademizle kurduk Cumhuriyetimizi.

Milli Mücadele gazi Meclis’imizin yönetiminde, Gazi Mustafa Kemal Paşa Başkomutanlığında, gazi milletimizin, gazi vatan coğrafyamızda verdiği emsalsiz bir özgürlük ve demokrasi destanıdır. 30 Ağustos 1922 ise bu kutlu destanın görkemli zafer tacı…

]]>
ÜMMÜ http://hayatitek.com/ummu/ Sun, 31 May 2020 19:56:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=437 HAYATİ TEK –

Dünya Savaşının çeşitli cephelerinde neredeyse tüm köylerinden yiğitler gönderen Mersin’in sadece Çanakkale’de bin beş yüze yakın şehidi vardı. Bunlardan üçü Kayrakkeşli köyündendi. Koca Mustafa oğlu Mehmet, Ali oğlu Osman, Settar oğlu Hüseyin, Yarbay Mustafa Kemal’in bir yıldız gibi parladığı, askerlerine “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum.” emrini verdiği Arıburnu Cephesinde şehit düşmüşlerdi.

Kayrakkeşli Osman’ın bahtına Çanakkale yerine Yemen çölleri çıkmış, esir düştüğü İngilizlerin işkenceleri sırasında gözlerini kaybetmişti. Arkadaşları gibi şehit olamasa da gazi unvanıyla dönmüştü köyüne. Yolunu gözleyen Ümmü, artık “Kör Osman” olarak anılmaya başlayan, hareket kabiliyeti büyük ölçüde azalan kocasına tüm sevgisini veriyordu. Yemen gazisi ile evli olmakla iftihar ediyor, kendisini zorlu bir hayatın beklediğini, bu yokluk yıllarında iki kişilik gayret göstermesi gerektiğini biliyordu. Cesareti ve azmi dillere destan Ümmü, dur durak bilmeden inançla ve inatla çalışıyor, çalışıyordu.

Vefanın, sevginin, milli onurun her engeli aşabildiğinin canlı bir örneğiydi O. Sabah erkenden Osman’ı ekmekledikten sonra kızı Hasibe ile birlikte tarlaya gider ya da evin önündeki bostana inerek durmaksızın çalışırdı. Öğleye kadar bahçedeki işlerini tamamlar, eve dönüp Osman’ın öğle yemeğini hazırlardı. Öğleden sonra alt evin önüne kurduğu çulfalığın başına geçer, sadece eşi ve kızı için değil aynı zamanda Yoğurt Pazarında satmak ya da takas etmek için çiğ pamuk ipliğinden göyneklik kumaş dokurdu. Bu kumaşı kök boyaya yatırıp göklü bükme haline getirirdi. Göklü bükmeden diktiği yakasız gömleklerin düğmelerini, tespih ağacının giliklerinden özenle imal ederdi. Özene bezene dualar ederek hazırladığı göyneklerin yapımı zahmetli ancak alıcısı çoktu. Dört übüğünü işlediği mendilleri, paha biçilmez bir güzelliğe kavuştururdu. Köy delikanlıları düğünlerde görevli olduklarını belirtmek için güçlü pazularına bağlardı bu mendilleri. Fırsat bulduğunda ağaçtan yaptığı millerle kuzu yününden erkek çorapları örerdi. Özellikle kışın bu çoraplar şehirli erkekler tarafından adeta kapışılırdı. Bunlarla da yetinmez, mevsimine göre sumak kurutur, taş dibekte dövdükten sonra bir kısmını evde kullanmak üzere ayırır, kalanını satmaya götürürdü. Eğlencelik ve kahve çekirdeği olarak menengiç toplardı. Son zamanlarda Yoğurt Pazarındaki Tahmis Kahvecisi toplayabildiği kadar menengiç getirmesini istemişti.

Her şey onun eline bakıyordu. Yağmur mu yağdı? Akıtmasın diye toprak dama çıkıp saatlerce yuvak çekmek onun işiydi. Alt evdeki hayvanlara bakmak, sadırlarını temizleyip gübre olarak kullanmak üzere bir kenara yığmak, buğday ve arpa ekip biçmek, nohut yolmak, elinde nacak pinar, sandal, meşe odunu hazırlamak onun işiydi. Temmuz sıcağında elde orak ekin biçmek, döğen sürmek, buğday kaynatmak, kış için bulgur, döğme, peynir hazırlamak da… En zorlandığı iş, kızgın güneşin altında ekin biçmek, deste çekmek ve döğen sürmekti. Allah’tan daha iki ay vardı bu zorlu döneme girmek için. Tüm zorluklarına rağmen hiç bir iş onu yıldıramaz, bedenen yıpransa da büyük bir mutluluk duyar, geleceğe dair hayaller kurardı.

Gayet iyi at biner, dokuduğu kumaşları, diktiği göynekleri, ördüğü çorapları ve mevsimine göre evin önündeki bostanda yetiştirebildiği banadura, kabak ve soğanları Yaren’e yükler, sabah namazıyla birlikte yirmi kilometre uzaklıktaki Mersin’in yolunu tutardı. Yaren, kocası cephedeyken kaybettiği babasının yadigârıydı. Kocası askere gittiğinde kötüleyince, teselli bulsun diye bu güzel kısrağı ona hediye etmişti babası. Yaren koymuştu adını, Osman’ın yokluğunda yarenlik etsin diye. En geç öğleden sonraya kadar Yoğurt Pazarında ürünlerini satar, temel ihtiyaçlarını alıp köyüne dönerdi. Dikeceği göynekler için gerekli iğne, iplik ve çiğ pamuk ipliğinin yanı sıra tuz, birkaç somun ekmek ve bulabilirse bir miktar helva almayı asla ihmal etmezdi.

Osman cepheden dönse de, gözlerini kaybettiği için evine katkı sağlayamadığından aynı düzen işlemek, Ümmü mücadelesine devam etmek zorundaydı. Jandarmaların getirdiği haber, yükünün biraz olsun hafifleyeceği anlamına geliyordu. Eve gelen köy muhtarı, “Hadi gözün aydın Osman. Devlet, gazi maaşı bağlayacak sana. En kısa zamanda Mersin’e gitmen gerekiyor.” diyerek vermişti müjdeyi. Heyecanlanan Osman, kendinden çok karısını düşünüyordu.

“Hemen gidelim. Bir an önce varalım Hükümet’e. Alalım maaşımızı. Hem sen de bundan kelli paralamak zorunda kalmazsın kendini.”

“Dur hele Osman’ım.” dedi Ümmü, “Acele etme. Hazırlığımızı yapalım. Birkaç güne gider geliriz inşallah.”

Osman ısrarcıydı:

“Hemen gidelim.”

“Tamam Osman’ım. Tamam Gazim. Sen dinlen şimdi. Ben hazırlığımızı hızlıca yaparım. Yarın Cuma. Hükümet kapalı olur. Cumartesi sabahtan çıkarız yola.”

Osman mutlu oldu.

“Öyle yapalım.”

4 Mayıs sabah namazından hemen sonra akşamdan hazırladığı yükünü, azık çıkınını heybelere doldurdu. Yola çıkarken yanından eksik etmediği kamasını kuşağına soktu. Kocasına seslendi:

“Ben Hasibe’yi Hatça ablaya bırakacağım. Yel gibi gider gelirim. Sonra çıkarız yola.”

“Tamam.” dedi Osman sevinçle.

Kızını komşuya bırakıp hemen döndü. Merdiven dibine çektiği Yaren’in sırtına bindirdi gazisini: “Bismillah.”

“He ya Bismillah.” dedi Osman, “Hayırlı, güzel bir yola çıkıyoruz inşallah.”

Yaren’in yularını kocasına veren Ümmü, önden yürüdü. Defalarca gidip geldiği yola alışmış olan Yaren, usulca takip etti yoldaşını. Yarım saate varmadan Efrenk yol sapağındaki Hacgediği’ne ulaşmışlardı. Yolun solundaki yamaç sık ormanlıktı, sağdaki çukur bölgede köylülerin ekip biçtiği tarlalar vardı. Biraz daha aşağıdaki Çukurkeşli kanyonu, çıkışı olmayan bir korku tüneli gibi gelirdi ona. Buradan ne zaman geçse yolun sağındaki uçurumla başlayıp kıvrıla kıvrıla kilometrelerce uzayıp giden bu gizemli kanyona bakıp ürperirdi. Yaren’i dehler, hızlıca yol alırdı. Ama bugün yanında Osman’ı da vardı. Bir saat kadar sonra Mersin-Gözne sapağına kavuştular. Sağa dönüp meyilli patikaya yöneldiler. Birkaç yokuşu daha aştıktan sonra Mersin’e kadar hafif meyilli yolda rahatça ilerleyeceklerdi. Dar patikanın hemen kenarındaki otlarla başlayan allı morlu renk cümbüşü, uzayıp giden çoğunluğu boş tarlalarda doyumsuz bir manzara oluşturuyordu. Solda biraz ilerideki tepenin ardında Araplar köyü vardı, sağdaki vadinin yamacında Işıktepe. Biraz daha aşağıda Hamzabeyli. İlerledikleri yolun sağındaki Çopurlu’nun biraz aşağısında Efrenk deresinin hayat verdiği geniş ve bereketli ovanın kıyısında Çavak, Kocavilayet, Menteş ve Karaisalı köyleri sıralanıyordu. Şehrin çıkışındaki Hıristiyan köyü sayılmazsa Çopurlu’dan sonra Mersin’e kadar bir tek Çavuşlu vardı. Orada kısa bir mola vermenin uygun olacağını düşünüyordu.

“Osman’ım, Gazim, biraz sonra Çavuşlu’da olacağız. Orada acık soluklanalım mı?”

“İyi olur. Gölük de biraz dinlenir.”

Bereketli topraklarda serpilen ekinler bel hizasına çıkmış, badem ağaçları meyveye, üzüm bağları koruğa durmuştu. Çavuşlu deresi kıyısındaki büyükçe bir harnup ağacına gelince durdular. Dikkatli bir şekilde indirdi Osman’ı. Sadakat timsali Yaren’i örklemeye gerek duymazdı hiçbir zaman. Yine öyle yaptı, ağacın serin koyu gölgesine bıraktılar kendilerini. Esen tatlı rüzgâr karşı yamaçtaki ekinlere türlü şekiller veriyor, tarlanın yüzeyi dalgalı yeşil bir denizi andırıyordu. Ekin tarlalarının bitimindeki üzüm bağlarının etrafı sınır çizgisi gibi badem ağaçlarıyla çevriliydi. Yeşil birer keçiboynuzunu andıran meyveleri usul usul sallanan harnup ağacında durmakla ne iyi ettiklerini düşündü. Uğuldayan yaprakların arasında kendince neşeli bir türkü tutturan Arap Bülbülünün içli sesi, benzersiz manzarayı cennete çeviriyordu. Bu güzel hayal fazla uzun sürmedi. Omuzunda heybesiyle yayan yapıldak yanlarından geçen bir köylü selam verip yoluna devam etti. Belli ki Yoğurt Pazarına gidiyordu. Neyi varsa satacak, ihtiyaçlarını alıp dönecekti köyüne. Çok zor bir dönemden geçiyordu memleket. Yokluk içerisinde canını dişine takıp ayakta kalmaya çalışan köylüler, hayatı idame destanı yazıyorlardı. Ancak asıl destanın gerçek kahramanları cepheden cepheye koşan yiğitlerdi. O yiğitlerden biri de, eşi Gazi Osman’dı. Ağacın gölgesinde sırt üstü uzanan Osman’a baktı. “Bahtsız yiğidim.” diye sessizce inledi.

“Bir şey mi dedin?”

“Yok Osman’ım. Hadi kalkalım artık.

“Tamam.” dedi Osman, çevik bir hareketle dineldi.

Hükümet binasına vardıklarında vakit öğleye yaklaşıyordu. Yaren’i görkemli yapının demir çitlerine bağladıktan sonra binaya girdiler. Hayli kalabalıktı.

“Bu iyi olmadı.” dedi Ümmü, “İş öğleden sonraya kalacak gibi. Gecikmesek bari.”

Ne olup bittiğini görmek ister gibi etrafa bakınan Osman, elini salladı.

“Kaygılanma. İş olacağına varır.”

Gerçekten de sıra kendilerine gelmeden çalışanlar yemek molası verdiler. Osman’ı hükümet konağı bahçesindeki palmiyelerden birinin dibine oturtan Ümmü, Yaren’e yöneldi. Biraz saman, biraz da arpa koyduğu yem torbasını boynuna taktıktan sonra gelip kocasının yanına oturdu. Akşamdan suladığı yufkayı, haşlanmış yumurta, peynir, zeytin ile birlikte afiyetle, sohbet ederek yediler.

Resmi daire açılınca gazilik maaşı için gerekli başvurularını yaptılar. Hayli vakit alan işlemleri, ancak ikindiye doğru bitirebildiler. Mutlu bir şekilde ayrıldılar binadan.

Yaren’in yularını çözerken Osman’a döndü:

“Osman’ım, Gazim. Akşamdan biraz öteberi hazırlamıştım. Yoğurt Pazarında hızlıca satıp ihtiyaçlarımızı alalım.”

Osman duygulandı. Vefakâr, çalışkan karısı Mersin’e gelecek olmalarını fırsat bilmiş, onca işinin arasında satacak bir şeyler hazırlamıştı.

“Vakitlice dönelim diyordun. Gecikmeyelim.”

“Şimdi bunları geri götürmek de olmaz. İnşallah çabucak satar, çıkarız yola.”

“Tamam.” dedi Osman.

“Gölüğe binmeyeyim ben. Yoğurt Pazarı yakın sayılır. Yürüyelim.”

“Olmaz. İşimiz acele. Hasibe’m bizi bekler. Haydi, sen bin Yaren’in sırtına.”

Öyle yaptılar.

Mersin’in kalbi her zaman olduğu gibi hızlı hızlı atıyor, cıvıl cıvıl pazaryeri adeta insan kaynıyordu. Fazla bir şeyleri olmasa da bir türlü satılamıyordu. Vakit ilerledikçe Ümmü hayıflanıyor, kendi kendine söyleniyordu.

“Hayırdır Ümmü’m?”

“Bir türlü alıcı çıkmıyor. Akşama kalacağız böyle giderse.”

“Hayırlısı neyse o olur.”

“Öyle de. Hayli geciktik.”

Getirdiklerini ancak akşamüzeri satabildiler.

“Osman’ım, Gazim. Bu saatten sonra yola düşmek akıl kârı değil. En iyisi biz bu geceyi dayımlarda geçirelim. ‘Sabahın şerri akşamın hayrından evladır’ der atalar.”

“Öyle deme Ümmü’m. Şer sabah da olsa şerdir, akşam da olsa. Ocaktan ırak. Biz tedbiri elden bırakmayalım. Takdir Allah’ın. Dediğin gibi yapalım. Dayınlara gidelim.”

İhtiyaçlarını alelacele alıp pazardan çıktılar. Yeğenini sevgiyle karşılayan dayısı, onları rahat ettirmek için ne gerekiyorsa yaptı. Sofranın kurulmasına yardım eden Ümmü, yengesiyle hasret giderdi. Köyden havadis verdi. Vakitlice yatıp uyudular. Kahvaltıdan sonra izin istediler.

“Biz fazla gecikmeden gidelim Dayı. Hasibe’mi komşuya emanet ettim. Bize müsaade.”

“Müsaade sizin kızım.”

Helalleştiler.

Yolda, dün mola verdikleri ağacın gölgesinde dinlenen Çukurkeşli köyünden Molla Mustafa ile karşılaştılar.

“Selamün aleyküm Molla Mustafa.”

“Ve aleyküm selam Ümmü gelin. Selamün aleyküm Gazi Osman. Hayırdır.”

Yaren’in üzerindeki Osman’ı gösterdi Ümmü.

“Gazimin maaşını bağlattık dün. İş uzayınca bugüne kaldık. Köye bir an önce varalım diye erkenden yola çıktık.” Biraz durdu. “Yüküne bakılırsa, Yoğurt Pazarına gidiyorsun her hal.”

“Heye. Öyle. Gelin, siz de soluklanın biraz.”

Acele köye varmak niyetindeydiler ama Molla Mustafa’yı kırmak istemediler.

“İyi madem. Biraz soluklanalım mı Osman’ım.”

“Olur tabii. İyi oldu Molla Mustafa ile karşılaştığımız. Soracaklarım vardı.”

Ümmü, tam Osman’ı attan indirecekti ki, duyduğu seslerle irkildi.

Yanına bolca mühimmat alan Fransız üniforması giyinmiş çete, 4 Mayıs gecesini Hıristiyan Köyü’ndeki Fransız Birliği Karargâhında eğlenerek geçirmiş, sabah erkenden kuzeydeki Buluklu köyü istikametinde Toroslara doğru harekete geçmişti. Yarım saat olmadan Çavuşlu civarına ulaşmışlardı. Dere yatağını takip ederek sessizce yürüyorlardı. Biraz ileride harnup ağacının gölgesinde eğleşenleri görünce, hızla oraya yöneldiler.

Oturmakta olan Molla Mustafa endişeyle kalktı. Şalvarının cebinden çıkardığı hilal şeklindeki tırtıklı bağ bıçağını açarak tedbirini aldı. Ne yapacağını şaşıran Ümmü, Yaren’in yularını bırakıp belindeki kamaya davrandı.

Çoktan yanlarına ulaşan çeteden biri, vurduğu dipçik darbesiyle atın üzerindeki Osman’ı ekinlerin arasına yuvarladı. “Ona dokunmayın. Gözleri görmüyor.” diyen Ümmü’nün etrafı çoktan çevrilmiş, üç dört kişi de Molla Mustafa’ya hücum etmişti.

Arşak zaman kaybı istemiyordu.

“Hemen işlerini bitirin yolumuza devam edelim. Daha yapacak çok işimiz var. Ateş etmek yok. Süngü kullanın. Hadi çabuk!”

İlk hücumda sağ omuzundan yaralanan Molla Mustafa, ekinlerin arasına atmıştı kendini. Çete de peşinden daldı ekine. Yarasının sıcaklığıyla pek bir şey hissetmeyen Molla Mustafa can havliyle koştu, koştu. Az ilerideki tepeyi aştıktan sonra izini kaybettirmeyi başardı.

Bu arada Ümmü, kendini korumaya çalışıyor, tir tir titriyordu. Karabet, gayet güzel Türkçesiyle ünledi.

“Hayrola Yörük güzeli, ne yapacaksın o kamayla?”

Ses vermedi Ümmü. Gözlerinde korku ve endişe vardı.

“Merak etme güzelim. Seninle azıcık eğlenip yolumuza devam edeceğiz.”

“Yaklaşmayın, yakarım” dedi Ümmü.

Gür bir kahkaha atan Karabet üzerine yürüdü. Kamayı savurdu Ümmü, ancak isabet ettiremedi. Diğerleri, yılışık yılışık gülerek izliyorlardı sahneyi. Bir hamle daha yaptı Karabet. Kendini cesaretle savunan Ümmü’nün boş olmadığını anladı. Arkadaşlarına seslendi.

“İyice kıstırın.”

Sırtını ağaca veren Ümmü, kolay teslim olmayacağını gösterdi.

“Gelin bakalım it soyları. Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var.”

Onun bu kendine güvenli hali ve hakareti iyice tahrik etmişti Karabet’i. Bu arada diğerleri ağacın etrafını kuşatmış, adım adım yaklaşıyorlardı. İşin iyice sarpa sardığını gören Ümmü, namusunu korumaya kararlıydı. En iyi savunma hücumdur diyerek bir daha saldırdı. Ancak ensesine inen dipçik darbesiyle bir anda yere yığıldı.

“Yaşa Serkis!” diye haykıran Karabet, uçkuruna davrandı.

Karabet’in niyetini anlayan Arşak, hiddetle bağırdı.

“Hemen işini bitirin beceriksiz herifler. Yeterince zaman kaybettik.”

Yerde baygın yatan yiğit Ümmü’nün bedenini süngüleriyle delik deşik ettiler.

Çığlıkları duyan Osman, seslerin geldiği yöne doğru düşe kalka ilerliyor, “Ümmü! Ümmü! Durun yapmayın.” diye haykırıyordu. Karısının sesi çıkmaz olmuştu artık. Durumu anlayan Osman, olduğu yere yığılıp kaldı.

“Yeterli.” dedi Arşak, “Ötekileri de çağırın.”

Sefer itiraz edecek oldu:

“Ya köye haber verirse.”

“Zaten mühim bir yara aldı. Düşer kalır bir yerlerde. Biz yolumuza devam edelim. Çabuk.”

Osman’ı gösteren Sefer, “Bunu ne yapalım?” diye sordu.

“Onu öldürmek iyilik olur. Bırakın bu acıyla bir ömür boyu yaşasın. Zaten görmüyor. Kime ne anlatacak.”

Aslında işini şansa bırakmayı sevmezdi Arşak. Ancak daha fazla vakit kaybetmek, dahası fark edilmek istemiyordu.

Molla Mustafa’nın peşinden gidenler de dönünce, hızla toparlanıp yola koyuldular.

Olay sırasında ürküp kaçan Yaren, uzaklardaki tarlalarda bir süre dolandıktan sonra sahibinin yanına dönmüştü. Dibinde bir şehit yatan Harnup ağacını yurt edinen Arap bülbülü, sanki olup bitenleri anlamış gibi hicranlı bir ağıt yakıyordu. Çetenin kör diye sağ bıraktığı Osman, talihsiz eşinin başında hıçkırıklara boğulmuştu.

Coğrafya, sadece milletlerin değil kendi halinde insanların kaderini de belirliyordu. Hatta atların bile…

]]>