Güneydoğu Sorunu – Hayati Tek http://hayatitek.com Wed, 23 Dec 2020 23:51:50 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Güneydoğu Sorunu – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 BEREKETLİ HİLAL KAN AĞLIYOR http://hayatitek.com/bereketli-hilal-kan-agliyor/ Sun, 31 May 2020 20:22:45 +0000 http://hayatitek.com/?p=448 HAYATİ TEK –

Anadolu’daki bin yıllık varlığımız sırasında yaşadığımız her gelişme, “Coğrafya kaderdir.” diyen İbn-i Haldun’u haklı çıkarıyor. Bu tespit bilhassa “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan, ilk medeniyet tohumlarının yeşerdiği, ilk insan yerleşimlerinin kurulduğu, ilk dini mabetlerin inşa edildiği, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in doğduğu coğrafya için geçerliliğini koruyor.

İlk kez ABD’li oryantalist J. N. Breasted tarafından kullanılan “Bereketli Hilal” kavramıyla tarif edilen, Dicle ve Fırat nehirlerinin hayat verdiği bu bereketli coğrafya; Güneydoğu Anadolu, Batı İran, Irak, Kuzey Suriye ve Doğu Akdeniz kıyı şeridinin tamamını içine alıyor. Bereketli Hilal’in doğu ucu Basra Körfezi, batı ucu Akdeniz, güney ucu Kızıldeniz’e dayanıyor.

Okyanus ötesi deniz keşifleri öncesinde “bilinen dünyayı” oluşturan Asya, Avrupa ve Afrika’nın cazibe merkezi olan, Çin’i Akdeniz’e ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlayan tarihi İpekyolu güzergâhında bulunan Bereketli Hilal, tarih boyunca hep önemli olageldi.

İlk medeniyetlere, tarım toplumunun doğuşuna kaynaklık ve şahitlik eden Bereketli Hilal, denizaşırı keşiflere kadar ticaretin de en önemli kavşak noktalarından birini oluşturdu.

GÖBEKLİTEPE’NİN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEK

Bu kadim ve bereketli coğrafyanın Türkiye sınırları içerisindeki en üst bölgesinde yer alan Urfa’da bulunan ve 11.000 yıl önceye tarihlenen Göbekli Tepe’nin keşfi, insanlık tarihinin en eski yapılar topluluğu ve dini merkezinin burada kurulduğunu, ilk buğday tohumunun da burada yeşerdiğini ortaya çıkardı.

Her çağda dünyanın güçlü devletlerinin ilgisini çeken bu değerli coğrafya; Pax Romana (MÖ 27-MS 180), Hilafet İmparatorlukları (Dört Halife: 632-551, Emevi: 661-750, Abbasi: 750-1258), Büyük Selçuklu Devleti (1038-1157) ve Pax Ottomana (1453-1699) dönemlerinde istikrarı yakaladı. Fransa ile İngiltere-Prusya ittifakı arasında gerçekleşen ve Napolyon’un kesin mağlubiyetiyle sonuçlanan Waterloo Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki doksan dokuz yıla damgasını vuran Pax Britannica’nın (1815-1914) son demlerinden itibaren de istikrarsızlık bölgesi haline geldi.

1900’lerin başından itibaren, II. Abdülhamid’in izni dâhilinde, İngilizler ve Almanlar tarafından arkeolojik kazı görünümünde petrol sondajları yapılan bölgenin kaderi, Pax Britannica’yı sona erdiren Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında İngilizler ile Fransızlar arasında imzalanan Sykes-Picot gizli antlaşmasında cetvelle çizilen sınırlar, Mondros Mütarekesi ve Paris Antlaşmaları nedeniyle günümüze kadar kaostan bir türlü kurtulamadı.

Birinci Dünya Savaşı başladığında bütün Bereketli Hilal coğrafyasının tamamı Osmanlı sınırları içerisindeydi. 1912 Balkan Savaşları sırasında Balkanlardaki topraklarımızı tamamen kaybettiğimiz için Trakya sınırlarımız bugünküyle aynıydı. Güneydoğu sınırlarımız Basra Körfezine kadar uzanıyor, Büyük Okyanus’a çıkışımız bulunuyordu. Asya’nın tüm Akdeniz ve Kızıl Deniz kıyıları ülke sınırlarımız içerisinde yer alıyordu.

LOZAN GÖRÜŞMELERİ VE MUSUL

Yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Milli Mücadele sırasında kurduğumuz TBMM Hükümeti ile Sevr Antlaşmasının tarafı olan ülkeler arasında imzalanan ve Türkiye’nin bugünkü uluslararası statüsünü belirleyen Lozan görüşmeleri sırasında TBMM’de yaşanan ateşli tartışmalar, yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’yi her bakımdan sıkıntıya sokacak iki diplomatik konuda düğümleniyordu. Bunlardan biri Ermeni meselesi, diğeri Irak’ta uydu bir Kürdistan devletinin kurulmasıydı. Bu iki konu üzerindeki tartışmalarda özellikle Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul’un üzerinde duruluyor, bu şehrin verilmemesi için gerekirse İngilizlerle savaş dahi göze alınıyordu.

Birinci TBMM’nin en sert tartışmalarına sahne olan Lozan görüşmeleri sırasındaki gelişmelerinin izini, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi’nin 2013’te yayımlanan Lozan Antlaşması Özel Sayısında Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat ve Tekin Demirarslan tarafından kaleme alınan “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basına Yansıması” başlıklı makaleden sürelim.

İSMET İNÖNÜ’NÜN İZAHATI VE KARŞI GÖRÜŞLER

“I. Dönem Lozan Görüşmelerinin sona ermesi ile ülkeye dönen, Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa, 21 Şubat 1923 tarihindeki gizli celsede Lozan Görüşmeleri konusunda Meclise izahat vermiştir. 27 Şubat 1923 tarihindeki gizli oturumda ise barış görüşmelerinin tekrar başlaması halinde hükümetin takip edeceği politika ve hükümet tarafından hazırlanan mukabil projenin esasları Mecliste görüşülmeye başlanmıştır. Bu toplantıda, II. Grup üyeleri, Hükümetin Lozan Konferansı’nda izlediği politikaya ve Hükümet tarafından hazırlanmış olan mukabil projeye karşı sert bir muhalefet yapmışlardır.

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, mukabil projenin, Meclisin bilgisi olmadan Heyet-i Vekile’ce hazırlanmasını eleştirmiş, (…) ‘Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi, Misakı Milli’den zerre kadar feda ederse, icabı namus ve milli için çekilip gitmeli.’ diyerek eleştiri ve önerilerini getirmiştir.”

MUSUL’U KAYBEDENİN ŞARKTA YERİ KALMAZ

“Musul konusunun Lozan görüşmelerinde ertelenmesine de sert tepki gösteren muhalif milletvekillerinden Erzurum Mebusu Durak Bey, bildikleri tek şeyin Musul’dan vazgeçilmesi olduğunu belirterek şu ikazda bulunmuştur: ‘Musul’un bir sene sonraya taliki demek arkadaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul’u gaip etmek demektir. Musul’u kayıp ettikten sonra, senin Şarkta bir yerin kalmamıştır.’

Tartışmanın uzaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa söz alarak, Heyet-i Murahhasa’nın kendisinin kabul ettiği bir projeyi Hükümete ve Meclise kabul ettirmek için gelmediğini, Musul Meselesi’ni bir sene sonraya ertelemenin Musul’dan vazgeçmek anlamına gelmediğini söylemiştir.  Diğer taraftan bazı mebusların Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamadığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Musul’un konferans gündeminden çıkartılarak İngilizlerle karşı karşıya halletmenin milli menfaatler açısından daha faydalı olacağını söylemiştir.”

HÜSEYİN AVNİ’DEN BOLŞEVİKLİK UYARISI

TBMM’deki tartışmaların sonraki oturumlarda da devam ettiğini dikkat çekilen makalede, 4 Mart 1923 tarihli oturumda, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Musul Meselesi’nin konferans gündeminden çıkartılmasına tepki gösterdiği konuşması şöyle aktarılmaktadır:

“Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesinin kabul edilmesine ve Hükümetin, Lozan’da izlediği politikaya şiddetle karşı çıkmış Misak-ı Milli’nin pek çok hükmüne aykırı kararlar verildiğini, ‘yarım bir sulh’ adına ülkenin Bolşevikliğe sürüklendiğini ileri sürmüştür. Ayrıca kamuoyunda II. Grup milletvekillerinin tekrar mebus seçilme ümitlerinin olmadığı ve bu nedenle barışa yanaşmayıp savaşın devamını istedikleri yönünde düşünceler ortaya çıktığını belirterek bu yöndeki düşünceleri eleştirmiş ve Mecliste böyle düşünen bir milletvekili bulunmadığını ifade etmiştir.”

MUHALİF GRUP SEÇİM İSTİYOR

Bolat ve Demirarslan’ın makalesinde 5 Mart 1923 tarihindeki toplantıda, çok daha sert tartışmalar yaşandığının altı çizilerek şu ifadeler kullanılmaktadır:

“İzmit Mebusu Sırrı Bey, İsmet Paşa’yı Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamamak ve Misak-ı Milli’ye aykırı hareket etmekle suçlamıştır. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise Heyet-i Murahhasa’nın, Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini ve göreve devam etmemesi gerektiğini söyleyerek eleştirilerini dile getirmiştir. (…) II. Grup üyesi İzmit Mebusu Sırrı Bey, Meclisin Misak-ı Milli haricinde bir karar alamayacağını ileri sürerek seçime gidilmesini önermiştir.  Fakat bu öneri I. Grup tarafından desteklenmemiştir.

(…) Türkiye Büyük Millet Meclisi, Lozan Konferansı konusunda inisiyatifi hükümete bırakmış olsa da, I. ve II. Grup arasındaki sert mücadelenin yaşandığı bu ortamda, Misak-ı Milli kapsamındaki Musul’un Türkiye’ye bırakılmayacağının anlaşılması, Lozan Konferansı’nda kabul edilecek barış esaslarını Meclise kabul ettirmek konusunda ciddi endişeler ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine TBMM, 1 Nisan 1923 tarihinde seçim kararı almıştır.”

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması, seçimlerin ardından oluşan İkinci TBMM tarafından 24 Temmuz 1923 tarihinde kabul edilmiştir.

20. ASRI KANA BULAYAN KARA İKSİR: PETROL

Birinci TBMM’de, ileride Büyük Ermenistan hayaline katkı sağlayacak kukla bir Kürdistan hükümetinin kurulması ve Misak-ı Milli bağlamında ülke sınırları içerisinde kalması istenilen Musul konuları, Pax Britannica’nın mimarı Büyük Britanya ve diğer sömürgeci devletler için çok daha başka anlamlar ifade ediyordu: Petrol…

İlk keşfedildiği yer M.Ö. 4. yüzyılda Çin olsa da bugünkü amaçlarla kullanılmak üzere 1850’li yıllarda ABD’de fark edilen petrol, buhar makinesinin devreye alınmasıyla 1859’dan itibaren ticari amaçla üretilmeye başlandı. O yıllarda en fazla otuz varil olan günlük petrol üretimi, 1879’dan itibaren on binli rakamlara ulaşınca ülkenin önde gelen zenginlerinden Rockefeller, Standard Oil Company’i kurarak petrol işine girdi. 1873’te Nobel ailesi, o yıllarda Rusya sınırları içinde bulunan Bakü’de petrol kuyuları açtı. 1890’larda petrol arayan Hollandalıların hedefi Endonezya’ydı.

Benzinli motorun Nikolaus August Otto tarafından 1867’de, ilk benzinli otomobilin ise 1887 yılında Gottlieb Daimler tarafından icat edilmesi, petrolün yükselişine olağanüstü hız kazandırdı ve yeni petrol alanları sömürgeci devletlerin radarına girdi.

James Waat’ın buharlı makineyi 1763’te keşfi ile birlikte sanayi devrimi büyük bir ivme kazanmış, bu yeni enerji gücü 1807 yılında Robert Fulton tarafından gemilere uyarlanmış, böylece Okyanus ötesi gemi seferleri hızlı ve güvenli bir şekilde yapılmaya başlanmıştı.

1900’lü yıllarla birlikte petrol, sömürge imparatorluklarının aç kurt gibi saldırdığı bir enerji kaynağı olarak coğrafyaların kaderini belirleyen önemli bir stratejik faktör haline gelmişti.

İNGİLİZLER, ORTADOĞU’YU SAHİLDEN KUŞATIYOR

Süveyş Kanalının 1869’da tamamlanmasının ardından Pax Britannica’nın denizlerdeki hâkimiyetine engel teşkil edebilecek coğrafyalardaki Osmanlı topraklarını tek tek koparan İngilizler, Basra Körfezi’ni Büyük Okyanus’a açan suların kontrolünü sağlayan Bahreyn’i, Sünni El Halife ailesiyle anlaşarak 1783’ten itibaren himayesine aldı. Osmanlı’ya bağlı Kuveyt ve Katar’ı 1800’lerin sonunda himaye yöntemiyle kendisine bağlayarak Ortadoğu’daki petrol alanlarını denizden kuşatma sürecini tamamladı. 1900’lere gelindiğinde ise, Osmanlı’nın iç bölgelerindeki petrol bölgelerini çoktan gözüne kestirmişti. Bu noktada sözü, o yıllarda ülkeyi yönetmekte olan II. Abdülhamid’e bırakalım.

OSMANLI’DA İLK PETROL ARAŞTIRMALARI VE II. ABDÜLHAMİD

1876-1909 tarihleri arasındaki 33 yıl boyunca hayli zor bir süreçte ülke yönetimini devralan II. Abdülhamid, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçelerinden birini oluşturan ve bugün hâlâ Ortadoğu’yu kasıp kavuran petrol fırtınasının ilk esintilerine şahit oluyordu.

Kuzey Afrika’daki en zengin petrol yataklarını 1911 Trablusgarp Savaşı’nda, Ortadoğu’daki en zengin petrol bölgelerini ise Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedecek olan Osmanlı’nın sınırları içerisindeki ilk petrol araştırmalarına dair İsmet Bozdağ’ın, “Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri” kitabında hayli çarpıcı bilgiler yer alıyor.

İNGİLİZLER’İN “TARİHİ ESER” OYUNU

II. Abdülhamid anılarında, İngilizlerin “tarihi eser arama” bahanesiyle bölgede nasıl petrol aradıklarını şöyle anlatıyor:

“İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların ‘hayır’ demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım -nice aylar sonra fark edebildiğim- bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile (!) bulunabilirmiş! Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti’nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de -hiçbir bedel istemeden- bize bırakacaklarmış!

İngiltere ile yakın ilişki kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama, kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa’yı çağırdım. İngilizlerin tekliflerini anlattım ve gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim(S. 76).”

GERÇEK ORTAYA ÇIKIYOR

İngiliz elçisinin bir gün heyecanla huzura girdiğini ve Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdiğini kaydeden II. Abdülhamid, şöyle devam ediyor:

“Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi. Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum. Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlayan kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler! Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim.

Yalnız, gelen haberlerden Musul’daki ve Bağdat’taki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı. Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende attırmak içindi. Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, petroldü!(S. 77)”

II. Abdülhamid, petrol konusundan haberdardı. Daha önce Eflak’ta (Romanya) petrol bulunduğu için, bu değerli kaynağın kuyular açılarak arandığını biliyordu.

DEFİNENİN YERİNİ SU ARAMA BAHANESİ ALIYOR

Bir süre sonra huzura giren İngiliz elçisinin, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, İngiltere Hükümeti’nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattığını aktaran II. Abdülhamid anılarına şöyle devam ediyor:

“Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı. İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat’ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım(S. 78)!”

Aldığı karara sert tepki gösteren İngilizlerin, bu gelişmenin ardından Cemaleddin-i Efgani yolu ile Hilafet meselesini kurcalamaya başladıklarını kaydeden II. Abdülhamid, tarihe ışık tutmaya devam ediyor:

“Hicaz Emirini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyükçe bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa’yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler(S. 79).”

ALMANLAR DA PETROL ARIYOR

İngilizlerle çatışmaya düşüldüğü günlerde Almanya’nın dostluk elini uzattığını kaydeden II. Abdülhamid, yeni dönemde izlediği stratejiyi şöyle anlatıyor:

“Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için Almanlara yaklaştım. Aslında ikizimin de düşünceleri başka başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Wilhelm İstanbul’a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım.

Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı. Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nam ile Musul’a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini istedim. Selahattin Efendi’den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi, kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı.

Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklif ile gelseydi, ben ona bazı şartlarda bu arama ruhsatını verecektim. Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu.

Tahsin Paşa bunu imparatora duyurmak teklifinde bulundu. Reddettim. ‘Bırakalım, arasınlar’ dedim, ‘bulurlarsa petrolü ceplerinde götüremeyecekler ya… Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız!’ (S.80)”

ABD VE JAPONYA’DA PETROL TEMASLARI

Bu gelişmeler üzerine Yaveri Selahattin Efendi’yi ABD’ye gönderen II. Abdülhamid,  sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatıyor:

“Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika’ya gönderdim. Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktık. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi. Selahattin Efendi’nin Amerika’da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü. Selahattin Efendi’nin dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarını ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile yanaşmadıklarını söyledi.

Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusu almıştık. Japonya’dan bir mütehassıs grubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler. Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştırıldım(S. 81).

YÜZ ELLİ YILLIK DAVA VE BARIŞ PINARI HAREKÂTI

Eğer yeterince güçlü değilseniz, elinizdeki değer sizden daha güçlülerin iştahını kabartıyor, nimet bir anda külfete dönüşüyor. Türkiye ve Ortadoğu’nun son yüz yıllık tarihi, bu gerçeğin defalarca sınandığı olaylara şahitlik ediyor.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde pek çok girişimine rağmen İtilaf Devletleri yanında yer alamayan ve mecburen Almanlarla birlikte İttifak Devletleri çatısı altına giren Osmanlı çaresiz kalınca, Bereketli Hilal’in petrol odaklı son yüz beş yıllık kanlı tarihi de başlamış oldu.

1800’lerin son çeyreğinden bu yana Bereketli Hilalin petrol rezervlerine odaklı sorunlarla boğuşan, hâkimiyet teorilerinin odağındaki Avrasya coğrafyasının en kritik bölgesinde bulunan Türkiye, Türk dünyasının devasa petrol ve doğalgaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınması noktasındaki en güvenli güzergâhı oluşturuyor.

Geleceğin enerjisinin doğudan batıya güvenli taşınması sürecinde tarihi İpekyolu’ndaki önemine benzer bir stratejik konuma sahip olan Türkiye, tıpkı Bereketli Hilal’in bin yıllık kaderinde olduğu gibi, bir yandan olağanüstü güçlerle donanırken, öte yandan yakın gelecekteki enerji mücadelesinde en riskli bölgelerinden biri haline geliyor.

Barış Pınarı Harekâtı ile Sykes-Picot gizli antlaşmasının ardımızda bıraktığımız 103 yılda açtığı yaraların güncel zararlarını en aza indirmeyi hedefleyen Türkiye’nin yönetim kadrolarını ve milli iradenin ana karargâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni tarihi görevler bekliyor.

KAYNAKLAR:

  1. Sultan Abdülhamid; Siyasi Hatıratım, Yay. Ali Vehbi Bey, Fransızca’dan Çev. H. Salih Can, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975.
  2. İsmet, Bozdağ; Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 1985.
  3. Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat, Tekin Demirarslan; “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basın Yansıması”, A. Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 29-60.
]]>
SANAL RÖPORTAJ / SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: “Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir.” http://hayatitek.com/sultan-ikinci-abdulhamid-han-ermeni-meselesi-ermenilerin-meselesi-degildir/ Sat, 30 May 2020 14:40:54 +0000 http://hayatitek.com/?p=43

HAYATİ TEK: Hakanım, yaşadığınız günden bugüne sizin hakkınızda çok şey yazıldı, çizildi ve söylendi. Kimileri “kızıl Sultan” dedi, kimileri “Ulu Hakan”, kimileri de “Gök Sultan”… Kimileri “Jurnalci” dedi, kimileri “strateji ve istihbarat uzmanı”… Münzevi bir hayat yaşadığınız da iddialar arasında. Tartışmalar hâlâ sürüyor. Bütün bunlara bir son vermek için sizden öncelikle kendinizi anlatmanızı istirham ediyoruz. Size göre kimdir Sultan Abdülhamid, nasıl bir insandır?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İnsan içinde yetiştiği hayat şartlarının tesirlerine göre meydana gelir ve yetişmesinde bilhassa tahsil ve terbiyesinin rolü çok fazladır. Benim ne şartlar altında yetiştiğim her zaman unutuluyor. Kız ve erkek kardeşlerim sevilip şımartılırken, bilmediğim bir sebeple babam bana iyi muamele etmezdi. Beni, yalnız zavallı kardeşim Murad anlardı. Çocukluğumdan beri ciddi bir tabiatım vardı, oyun oynamayı sevmezdim. Daha pek küçük yaşımda beşeriyetin mevcudiyetine dair ciddi mevzular üzerinde düşünmeye başladım. Hayalperesttim. Bu halimden dolayı, hocalarım beni azarlarlar, babama şikâyet ederlerdi. Muhitimdekilerin beni anlamadıklarını hissederek büsbütün içime kapanmıştım. Kardeşimden sonra tahta çıktığım vakit, etrafımı entrikalardan örülü ağların içinde hapsetmek isteyen insanlar almıştı. O zaman hayatımı ve tahtımı muhafaza edebilmek için; kurnazlara karşı kurnazca hareket etmek icap ettiğine karar verdim. Yaşamanın zevkini çıkarabilmek ve insanlara hürmet hissi duyabilmek için, maalesef insanın yaradılışındaki bozukluğu fazlaca tanımıştım. İktidara geldiğimden beri bana gösterilen zelilane dalkavukluktan iğreniyordum. Söylendiği gibi insanlardan kaçıyorsam, bu hayatta geçirdiğim şeylerin tabii bir neticesidir. Beni yakından tanıyanlar, iyi ve yumuşak bir insan olduğumu gayet iyi bilirler. Aile hayatım da kalbimin yumuşak olduğunu, sevgiye muhtaç olduğumu gösterir(1).

HAYATİ TEK: Hakanım, özellikle on yıldır devam eden Suriye iç savaşı nedeniyle son yetmiş yılın en sıcak günlerini yaşayan Ortadoğu’nun bir panoramasını çıkarır mısınız? O zamanlar başta İngilizler olmak üzere Fransızlar, Almanlar ve Ruslaın bölgeye dair emellerini kısaca özetler misiniz? Bu vesileyle yüzyıllık bir tarihi süreç hakkında okuyucularımızı haberdar etmeniz de mümkün olur. Bir zamanlar bu toprakların hakanı olarak sizin görüşlerinizin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Dilerseniz önce Almanlar ile başlayalım.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Berlin sefirimizden öğrendiğime göre Kayser, Anadolu’da Almanları tutan bir muhit yaratmak istiyormuş. İktisadi vaziyetimizi düzeltebilmek için Almanlardan istifade etmeyi doğru buluyorum, fakat Alman gazetelerinin yazdığı ve arzu ettiği gibi, Bağdat demiryolu üzerinde Alman kolonilerinin kurulmasına gelince katiyen taraftar değilim. Dedelerimizin pek çok fedakârlık yaparak elde ettikleri bu toprakları, Alman kolonilerine terk edeceğimizi zannediyorlarsa lüzumundan fazla müsamaha göstermiş bulunuyoruz. Anadolu yalnız bize aittir. Pek çok yerden itilip kakıldıktan sonra buraya yerleşen din kardeşlerimize bu son melcelerini (sığınaklarını) muhafaza edeceğiz(2).

HAYATİ TEK: O günlerde Fransızların bize karşı tutumları ne merkezde idi? Almanlarla olan diyaloğumuz onları rahatsız ediyor muydu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: M. Constans, Fransız Cumhuriyeti’nin sefiri olarak bize gelip yerleştiğinden beri, Fransızlarla olan temaslarımız çok daha iyiye doğru gitmektedir. Constans memleketimizde, vatanına eski itibarını tekrar kazandırabilmek için temkinli ve sebatkâr bir şekilde çalışmaktadır. Öğrendiğime göre, askeri ataşesi vasıtasıyla, ordumuzdaki birçok zabitlerle münasebet kurmuş, nezaketi sayesinde nazırları ve Babıali’deki yüksek memurları kendine celbetmeye muvaffak olmuş; hatta şimdiye kadar hiç vaki olmadığı halde Şeyhülislam dahi kendisine resmi bir ziyaret yapmıştır(3).

HAYATİ TEK: Constans’ın bütün bu gayretlerini Almanlarla kurduğunuz iyi ilişkilere mi bağlıyorsunuz?

HAYATİ TEK: Fransızlar, Almanlarla dost olmamızdan çekinmektedirler. İşin aslı tetkik edildiğinde, bütün bu mücadelelerin M. Constans ile M. Marschall von Biberstein arasında cereyan eden bir düellodan ibaret olduğu anlaşılır. Birbirlerinin siyasi tesirini yok etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Doğrusu bu mücadelenin sonunu ben de merak etmekteyim. Büyük devletlerin, dostluğumuzu kazanmaya bu kadar hâhişkâr (istekli) olmaları, bizim işimize gelir. Pek dalgalı olan siyasi hayatımızın idaresi, belki bu suretle biraz kolaylaşmış olur(4).

HAYATİ TEK: Almanlar ve Fransızlar Osmanlı’ya yakınlaşmaya çabalarken İngilizlerin tavrı nasıldı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mısır’daki otoritemizi kırmak için İngilizler ellerinden geleni yapmaktadırlar. Mısırlılar da İngiliz fikirleriyle ifsat edilmişlerdir bile. Selametin İngilizlerden geleceğine inanan Mısırlılar vardır. Bunlar için milliyet dinden önce gelir. Kendi medeniyetleriyle, Avrupalılarınki mecz edebileceklerini zannederler. Fakat İslamiyet ile Hıristiyanlık birbirine o kadar zıt görüştür ki, bağdaşmalarına imkân yoktur. Hidiv’in (Abbas Hilmi Paşa) sadakatini takdir ederim, fakat kendisinin de hemen hemen gavurlaşmış olduğu aşikârdır. Tahsile Cenevre’de başlamış, Viyana’da Theresianun’da ikmal etmiş olduğuna göre Avrupalılaşmamasına imkân yoktur. İngiliz, İslamiyet’in tesirini azaltmak, kendi hâkimiyetlerini kuvvetlendirmek için Hidiv’in, Halife olmasını isterler. Fakat dinine sadık hiçbir Müslüman, onun müminlerin reisi olarak kabul etmez. Mamafih İngilizlerin, icabında Lord Crümer’i bile Halife tayin etmeleri beklenebilir(5).

HAYATİ TEK: Mısır’ı bu kadar yakın markajda tutan İngilizlerin Arabistan üzerindeki emelleri neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiliz gazeteleri, şimdiye kadar pek çok defa İngiltere’nin Arabistan siyasetini açıklamışlardır. Fakat şimdiye kadar hiçbiri “Standard” gibi “Arabistan, İngiliz himayesine girmelidir, 56 milyon Müslüman tebaası olan İngiltere’nin Müslümanların mukaddes şehirlerine sahip olması tabiidir” diye açıkça yazmamışlardı. Maalesef İngiltere’nin Arabistan’da nüfuzu çok kuvvetlidir. Şimdiden Yemen’de başımıza güçlükler çıkmaya başlamıştır. İngilizlerin tahrik ettikleri Arap kabileleri arka arkaya isyan etmektedirler. Aden, İngilizlerin Arabistan’daki harekâtı idare ettikleri umumi karargâhtır. Bize karşı kullandıkları silahlar da Aden silah deposundan çıkmaktadır. Burada hakikaten çok güç bir vaziyette bulunmaktayız(6).

HAYATİ TEK: Pekiyi, bütün bu olup bitenlere karşı nasıl bir tavır geliştirdiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Kabile reislerine hediye ve bahşiş dağıtmak suretiyle İngiliz entrikalarına karşı kendimizi müdafaaya çalışıyoruz. Aden, Afrika’nın şarkî kısmına da hükmettiğinden, Arabistan’ın Celebitarık’ı sayılabilir. Kızıldeniz’de, Almanya ile Fransa donanmalarının da birer üssü bulunmasını tercih ederim(7).

HAYATİ TEK: Herhalde İngilizler bu duruma göz yummayacaklardır.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiltere, Fransa ve Almanya’nın taleplerine karşı tehditkâr bir tavır takınmaktadır. Eğer Fransa ile Almanya anlaşıp birbirlerini tutsalardı o zaman John Bull (İngiltere’nin Sam Amca’sı) baş eğmeye mecbur olurdu. Bizim için ehemmiyetli olan Şam ile Mekke arasındaki demiryolunun en kısa zamanda inşa edebilmektir. Bu suretle karışıklık arttığında süratle asker göndermemiz mümkün olacaktır. Ehemmiyetli ikinci nokta da Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirmektir ki, İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarparak parçalansın(8).

HAYATİ TEK: Bölgenin en önemli noktalarından biri de Basra Körfezi. Özellikle 1980’lerdeki İran-Irak savaşı ve 1991’deki Körfez Savaşı sırasında bu körfezin önemi bir kez daha ortaya çıktı. O dönemde İngilizlerin Basra Körfezi’ne ilgisi hangi merkezdeydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mezopotamya’daki eyaletlerimizi ziyaret etmek isteyen Hindistan ordusunda vazifeli İngiliz zabitleri, konsoloslarımın delaletiyle eyaletlerimizdeki valilerimizden zorla izin çıkartmışlardır. İnkâr etmelerine rağmen bu seyahatlerin siyasi maksadı olduğu aşikârdır. Bu keşif seyahatlerine son vermek için bir mazeret bulmak elzem oluyor. Zira Mezopotamya’nın anahtarı sayılan Şattülarap, İngilizlerin yerleşmelerine müsaade edemeyeceğimiz kadar ehemmiyetlidir. İngilizler, bilhassa nehrin ağzında bulunan Basra’yı arzu etmektedirler. Oranın ileri gelenlerinden öğrendiğime göre, bu maksat için su gibi altın akıtıyorlarmış. Kuveyt’te ise hilekâr, zengin Yusuf İbrahim onların hesabına çalışıyormuş. Son senelerde, Arabistan’a, seyahat bahanesiyle birçok İngiliz seyyah gelmiştir. Fakat bunların asıl maksadı Nil vadisi ile İran körfezini birleştirecek bir demiryolu kurmak üzere araştırmalar yapmaktır. Bu suretle Arabistan’ın kaderi çizilmiş oluyor(9).

HAYATİ TEK: Ortadoğu’daki temel sorunlardan biri de Vehhabîlik. İngilizlerin özellikle Riyad Şeyhi Abdülaziz İbni Suud’u bu konuda yakın markaja aldıkları biliniyor.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizler, Vehhabîliği ihya etmek için uğraşan Riyad Şeyhi Abdülaziz İbni Suud’u istedikleri gibi oynatabileceklerini zannediyorlarsa çok yanılıyorlar. İbni Suud, İngilizlere uymanın günah olduğunu çoktan anlamıştır. Bir zaman için kendini hür Arabistan’ın kuvvetli hükümdarı olarak tahayyül etmiş, fakat İngilizlerin yardımıyla istiklal elde etmek isterken, onların idaresi altına gireceğini düşünememişti. Şimdi ise bunu anlamış bulunmaktadır. Kuveyt Emiri Mübarek, onu İngilizlerin fena tesirinden kurtararak tekrar bize döndürmüştür. İngilizler oraya yerleşselerdi, bizim Bağdat demiryolu ne olurdu? 1901’de Kuveyt’e İngiliz bayrağı çekilmişti. Allah’tan Transvaal Harbi dolayısıyla İngilizler zayıfladığından bu çok ehemmiyetli yeri işgal etmelerini protesto edişimiz tesirini göstermiştir. Bu meselede Almanya da bizimle aynı görüşte olduğunu belirtmiş ve fikirlerimizi kuvvetle müdafaa etmiştir(10).

HAYATİ TEK: İngilizlerin Ez-Zibar’da yaptıkları da kabul edilemez. Ancak uluslararası kamuoyu niçin sessiz kalıyor bütün bunlara?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ez-Zibar’da (Sahra’da), İngilizlerin yaptıkları zulümleri görmezlikten gelmek, büyük devletler için utanılacak bir yüz karasıdır. Anavatanında yaşama imkânı bulamadığı için hicret etmek isteyen müdafaasız bir kabileyi çıktıkları yere tekrar döndürmeye zorlamak, hainlik değil midir(11)?

HAYATİ TEK: Hangi kabileden bahsediyorsunuz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Takriben 2.000 kişiden teşekkül eden Ali ben Ali kabilesi ile şeyhleri Selam’dan bahsediyorum. Bu meselede İngiliz Başkonsolosu Wilson-Buschir o kadar merhametsizce davranmıştır ki, vahşetini anlatacak kelime bulamıyorum. Kaçmak isteyen kabilelerin, Türk topraklarına (Ez-Zibar) sığındıkları kati olarak bilinmekteydi. Memurlarımızın bütün ikaz ve itirazlarına rağmen, İngiliz harp gemileri, bu müdafaasız mıntıkayı bombardıman etmişler, pek çok binanın hasar görmesine, yüzlerce kadın, çocuk, masum insanın ölümüne sebebiyet vermişlerdir. Ermeni katliamı meselesinde isyan eden, kıyametleri koparan İngilizler, bu yaptıkları işkenceyi medeni bir memlekete yakıştırıyor olmalılar. Büyük devletler ise şikâyetlerimize omuz silkmekle cevap veriyorlar. Anlaşılan Hıristiyanların kalbinde merhamet denen şeyden eser yok(12).

HAYATİ TEK: Ermeni meselesini de soracağım size. Ancak ondan önce müsaadenizle Rusların Ortadoğu’da olup bitenlerle ilgili tavırlarını sormak istiyorum.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bağdat demiryolu inşaatı, Alman bankasına verdiğimden dolayı Rus gazeteleri galeyana geldiler. Ne basiretsizlik! Rus menfaatlerine çok daha uygun olması itibariyle, bu hattı, Almanların yapmalarına memnun olmaları icap ederdi. Zira Anadolu’da ve Mezopotamya’da, Almanların mevcudiyeti, İngilizlerinkine nazaran daha az tehlikelidir. Almanlar coğrafi mevkileri bakımından buralarda yalnız iktisadi ve mali menfaat gözeteceklerdir. İngilizler gibi ard düşünceleri yoktur. İngilizler icabında demiryollarına el koyabilirler bu da Ruslar için çok nahoş olabilir. Ruslar, Bağdat demiryolu mücadelesindeki kayıplarını, İran demiryollarında elde ettikleri oldukça büyük menfaatle telafi ederek teselli bulabilirler(13).

HAYATİ TEK: Hakanım, az önce bir “Ermeni katliamı” meselesinden söz etmiştiniz. Nedir o mesele? Bu konuyu biraz açar mısınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bizi Ermenilere eziyet etmek, onları istismar etmekle suçlamak gülünçtür. İmparatorluğumuzun tarihine göz gezdirilirse Ermenilerin her zaman çok zengin olageldikleri tespit edilebilir. Bu hususu yakından bilenler Ermenilerin, Müslüman tebaamızdan çok daha zengin olduklarını teyit edeceklerdir. Her devirde Ermenilerin, vezirlik dâhil, memuriyette en yüksek mevkilere kadar geldikleri görülmüştür. Memurinin üçte birini Ermenilerin teşkil ettiğini söylesem, hiç de izam etmiş olmam. Bundan başka diğer reaya gibi Ermeniler de askerlik yapmazlar. Buna mukabil ödedikleri vergi (askerlik bedeli) o kadar cüz’idir ki, bunun zaten, Müslümanların askerlik yapmakla geçirdikleri zaman zarfında fazlasıyla telafi ederler. Ermenilerin ticareti mükemmel haldedir. Zaten vergilerin, idaresi de hemen hemen tamamıyla onların elinde sayılmaz mı? Reşit Paşa’nın tavsiyesi üzerine (Gülhane Hattı Şerifi, 2 Teşrinievvel 1839) Abdülmecid, iltizamı (gayri Müslimlerden vergi alınmaması) kaldırmak istediğinde, buna kim karşı çıkmıştı? Ermeniler kıymetli imtiyazlardan vazgeçmek istemedikleri için ısrarla mücadele etmişler, her şeyin eskisi gibi kalmasını temin etmişlerdi. Kürt dağlarında, çok fakir bir hayat süren Ermeni zümresinden maada, Rumlar da dâhil olmak üzere bütün tebaamız içinde en zengin olanlar Ermenilerdir. Bu halkın memleketimizdeki zenginliklerden istifade etmesini bildiği şüphe götürmez bir hakikattir(14).

HAYATİ TEK: O halde nedir bu gürültü?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermeni meselesine dair şimdiye kadar pek çok yazı yazılmış, pek çok konuşulmuştur. Doğu Beyazıt’taki Ermeni isyanının kanlı bir şekilde bastırılması (1897) Avrupalı diplomatlara, bizi sıkıntıya sokmaları için bir vesile teşkil etmiştir. Ermeniler lehindeki ıslahat istekleri basit bir bahaneden ibarettir. İngiltere’nin ısrarı üzerine, “Ermenilere ait ıslahat istekleri” maddesi Berlin Muahedesi’nde yer almıştır. Bundan gayrı, büyük devletler tarafından, Ermeniler lehinde hiçbir talepte bulunulmamıştır, zaten bunu icap ettirecek sebep de olmamıştır. Bir İngiliz gazetesi inkılaplara halkın değil hükümetlerin sebep olduğunu iddia ediyor. Fakat bu fikir Ermeni Meselesi ile hiç bağdaşmamaktadır. Çünkü Ermeniler harici tesirlerle isyana sürüklenmişlerdir. Tabiatları itibariyle çekingen ve dünya nimetlerine düşkün olan Ermenilerin isyana karar vermeleri için bu işin bir evveliyatı olması lazımdır(15).

HAYATİ TEK: Tam da onu soracaktım. Sizin de detaylı bir şekilde anlattığınız gibi, Osmanlı toplumunun müreffeh bir üyesi olan Ermeniler niçin isyan ettiler?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İmparatorluğumuzun şarkında proteston dinini yaymak gayesi ile vaazlar veren Anglo-Amerikan misyonerler, Müslüman halkı tahrik edici tarzda hareket etmişler ve kabalıkları bütün İslam âlemine hakaret eklini almıştı. Daha sonra Ermeniler de aynı küstahlıkla hareket edebileceklerini ve aynı şekilde cezasız kalabileceğini zannetmişlerdi(16).

HAYATİ TEK: Yani, Ermenilerin isyan etmesinin arkasında misyonerler ve dış tertipler mi var?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu hareket, Merzifon’daki dini mektebin kuruluşundan sonra başlamıştır (1862). Bu mektebi bitirenler; Ermenileri bir millet halinde birleştirmek gayesiyle komiteler teşkil etmişlerdir. Atina’da, İnkılapçı Ermeni Komitesi’nin, memleketimizde bir isyan çıkartmayı kararlaştırdığı tespit edilmiştir (1891). Bundan sonra ikinci derecede komiteler olan Andon Redschuri’ler her tarafta teşekkül etmeye başlamıştır. 1892 senesi Noel’inde bütün Ermeni kiliselerinde, halkı açıkça isyana davet eden ilanlar yapıştırılmıştır. O zaman onlara karşı gösterdiğimiz sabrı acaba hangi memlekette bulabilirler? Seneden seneye Ermeni harekâtı fazlalaşmış, halkımızın hiddeti de buna müterafık olarak arttığından, sonunda fiiliyata geçilmiştir. Rusya’da da Pogram (Yahudi katliamı) meydana gelmiş, fakat büyük devletlerden hiçbiri bu Hıristiyan kardeşlerine mani olmaya cesaret edememişlerdir. Biz Müslümanlara gelince aynı şekilde davranılmamaktadır. İngiltere hiddetlenmiş, Ermeni meselesini ortaya çıkaracağını söyleyerek bizi tehdit etmiştir. Çünkü bu mesele Uzak Şark’ta da karışıklıklar yaratacağından işine gelmektedir(17).

HAYATİ TEK: Ermenilerin bağımsız bir devlet kurma emelleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermenilerin müstakil bir devlet kurmak tasavvurları sadece ütopyadır. Ortodoks, Proteston ve Katolik olmak üzere üç ayrı kiliseye bağlı olan Ermeniler arasında da mücadele eksik olmadığına göre, müstakil bir Ermeni devleti yaşayabilir mi?

Ayrıca Ermenilerin bir milyonu Rus tebaası, iki milyonu İran tebaası, bir buçuk milyonu da Türk tebaasıdır ve nihayet tarih de göstermiştir ki, karakterleri icabı Ermenilerin kendi başlarına bir devlet kurmalarına ve onu devam ettirmelerine imkân yoktur(18).

HAYATİ TEK: O halde nedir Ermeni meselesi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir. Rahat yürekle söyleyebilirim ki, Ermeni kavmi (milleti), Osmanlılığı en iyi benimsemiş, onu en iyi temsil etmiş bir kavimdir. Medeniyetimize hizmet etmişler, devletimizin bekasına çalışmışlar, hizmetleri ve sadakatleri ile mümtaz Osmanlılar çıkarmışlardır. Ermenilerin bizden hiçbir şikâyetleri yoktu. Fakat Ruslar, Bulgaristan üzerindeki emellerine ulaşınca, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir parça daha koparmak için, Ermenileri parmaklarına doladılar. Gönderdikleri ajanlarla, önce papazları, öğretmenleri ele geçirdiler, sonra da buldukları macera düşkünü Ermenileri bizim aleyhimize çevirdiler. Aslına bakacak olursak Ruslar, Türkiye’de müstakil bir Ermenistan kurulmasından yana değildirler. Çünkü kendi sınırları içinde de Ermeniler vardı, o zaman bunlar da bu Ermenilere katılmak isteyeceklerdi(19).

HAYATİ TEK: O halde Ruslar niçin böyle bir risk aldılar?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Rusların hesabı, kendi Ermenilerinin ağızlarına bir parmak bal çalmak, Türkiye’nin başına bir gaile çıkarmaktan ibaretti(20).

HAYATİ TEK: Topraklarımızda olup biten bu tür hadiseleri önlemek noktasında sizin ne gibi teşebbüsleriniz oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ben, fitneyi bastırmak, bu iyi Osmanlıları, yanlış yollara sapmaktan kurtarmak için elimden geleni yaptım. Bir yandan kendilerine şefkatle muamele ettim, bir yandan Katolik ve Ortodoks Ermeniler arasındaki anlaşmazlığı kullanarak, uzun müddet, bir fikir etrafında toplanmalarını engelledim. Fransızlar, Katolikleri himaye ediyorlar; Ruslar, Ortodokslara arka çıkıyorlardı. Ben, bazen birini, bazen ötekisini tutarak, ama her ikisinin de Osmanlı reayası olduğunu hatırdan çıkarmayarak, tahrikleri önlemeye çalıştım. Önce birbirlerini kırdılar, sonra dönüp Müslüman ahaliye saldırdılar. Birinci safhası böyle biten oyunun ikinci safhasına geçildi(21).

HAYATİ TEK: Neler oldu bu safhada?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Türk kılığına giren Ermeniler, kendilerine yardım etmek isteyen kendi vatandaşlarını öldürüp sonra da “Görmüyor musunuz, sizi Türkler kesiyor, siz hala bizimle birlik olmuyorsunuz” demeye başladılar. Bir yandan da Türk köylerine giriyorlar ve Müslüman halkı türlü işkencelerle öldürüyorlardı. Bu Ermeni tahrikçileri özellikle Sason bölgesinde tahriklerini sürdürüyorlardı. Bu Ermeni-Müslüman kavgasını sona erdirmek için, Müşir Zeki Paşa emrindeki orduyu, bu sahaya sevk ettim ve ayaklanmayı bastırdım(22).

HAYATİ TEK: Ermenilerin “koruyucuları” devreye girmedi mi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Büyük devletler elçileri, birbiri peşinden Saraya koştular; zavallı Ermenilerin kılıçtan geçirildiğini ve bunun zulüm olduğunu söylüyorlardı. Hele İngiltere elçisi, hemen bir tahkikat heyetinin kurulmasını istiyor ve buna öncülük etmek için de bir İngiliz Askeri Ataşesinin hemen olay yerine gönderileceğini söylüyordu. Bütün elçilere ve bu arada daha sert bir dille İngiliz Elçisine, bunun bir asayiş meselesi olduğunu, ordunun buralardaki eşkıyaları temizlediğini söyledim ve ilave ettim: “Ateşe göndermenize müsaade edemem. Çünkü bugünlerde buralarda bir İngiliz Ataşesinin görünmesi, yatışmış toplumları yeniden birbirine düşürebilir(23).”

HAYATİ TEK: İngiliz elçinin tavrı ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Elçi yanımdan hayret içinde ayrıldı. Çünkü ben o günlerde İngiltere’nin uzak doğuda Ruslarla başlarının iyece derde girmiş olduğunu biliyordum. Fakat bunu izleyen yıllar İngilizler Ermeni meselesini ayakta tutmak için ellerinden geleni yaptı(24).

HAYATİ TEK: Gerçekten çok ilginç… Aralarında büyük bir mücadele bulunan devletler nasıl oluyor da Ermeni meselesi gündeme gelince hemen birlik oluyorlar? İngiltere’nin bu konudaki ısrarının sebebi neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü bu suretle Mısır’da giriştiği işleri örtmüş oluyor, dünyanın dikkatini Türkiye üzerinde uyanık olarak tutuyordu(25).

HAYATİ TEK: Ortadoğu’yu İngilizler için cazip kılan başka bir şeyler olmalı…

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bunun, ayrı ve hoş bir hikâyesi vardır. İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların “hayır” demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım -nice aylar sonra fark edebildiğimi- bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile (!) bulunabilirmiş! Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti’nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de -hiçbir bedel istemeden- bize bırakacaklarmış(26)!

HAYATİ TEK: Ne tepki verdiniz Büyükelçiye?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiltere ile yakın ilişki kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa’yı çağırdım. İngilizlerin tekliflerini anlattım ve gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim(27).

HAYATİ TEK: Hadiseler nasıl gelişti?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiliz Elçisi bir gün heyecanla huzura girdi ve bana Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdi. Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi(28).

HAYATİ TEK: Enteresan… Ne cevap verdiniz elçiye?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum.

Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlayan kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler(29)!

HAYATİ TEK: Bu samimiyetsiz tavır üzerine tepkiniz ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim. Yalnız, gelen haberlerden Musul’daki ve Bağdat’taki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı.

Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende attırmak içindi(30).

HAYATİ TEK: O halde asıl amaçları neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, petroldü(31)!

HAYATİ TEK: Bunu nasıl anladınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Daha önce Eflak’da (Romanya) petrol bulunduğu için bunun kuyular açarak arandığını biliyordum. Nitekim bir süre sonra İngiliz Elçisi, ayrı bir haber vermesi vesilesine huzura girdiği zaman, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, eğer muvafık bulursam, İngiltere Hükümeti’nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattı. Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı(32).

HAYATİ TEK: Bu kadar samimiyetsizlik de fazla. Gereken tepkiyi verdiniz tabii.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat’ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım(33)!

HAYATİ TEK: İngilizlerin tavrı ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizler darılıp kazıları olduğu gibi bıraktılar. Fakat hemen ardından, Cemaleddin-i Efgani yolu ile Hilafet meselesini kurcalamaya başladılar. Hicaz Emirini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyüce bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa’yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler(34).

HAYATİ TEK: Diplomasi denen şey bu olmalı. Tam bir satranç tahtası… Siz de mutlaka bir karşılık vermişsinizdir İngilizlere?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizlerle böylesine çatışmaya düştüğümüz günlerde, Almanya bize dostluk elini uzatmaya başladı. Girit ihtilafında doğrudan doğruya bizi destekledi ve öteki büyük devletlerden ayrıldı. Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için, Almanlara yaklaştım. Aslında ikizimin de düşünceleri başka başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Wilhelm İstanbul’a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım. Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı(35).

HAYATİ TEK: İşin aslını hemen anladınız tabi. Pekiyi, izin verdiniz mi Almanlara?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nam ile Musul’a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini istedim(36).

HAYATİ TEK: Tahmininiz doğru çıktı mı? Yaveriniz size ne gibi raporlar getirdi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Selahattin Efendi’den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı(37).

HAYATİ TEK: Tepkiniz ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklif ile gelseydi, ben ona bazı şartlarda bu arama ruhsatını verecektim(38).

HAYATİ TEK: Neden?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu. Tahsin Paşa bunu imparatora duyurmak teklifinde bulundu. Reddettim. “Bırakalım, arasınlar” dedim, “bulurlarsa petrolü ceplerinde götüremeyecekler ya… Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız(39)!”

HAYATİ TEK: Musul ve çevresinde petrol bulunduğu kesinleşince bunu değerlendirmeyi düşünmediniz mi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika’ya gönderdim(40).

HAYATİ TEK: Neden Amerika?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktı. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi(41).

HAYATİ TEK: Neden?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Selahattin Efendi’nin Amerika’da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü. Selahattin Efendi dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarını ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile yanaşmadıklarını söyledi. Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusu almıştık. Japonya’dan bir mütehassıs grubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler(42).

HAYATİ TEK: Şahane… Sonra ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştırıldım(43).

HAYATİ TEK: Tahttan uzaklaştırılma gerekçeniz olarak; 31 Mart Olayına sebep olduğunuz, dini kitapları tahrif ettiğiniz, devlet hazinesini israf ettiğiniz gösterildi. Bu suçlamalar hakkında neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu ana kadar kanundan kıl kadar ayrılmadım. Bu işleri yapanları Allah kahretsin. Benim zerre kadar bu işlerde dahlim yoktur. Hatta ayaklanma günü söyledim; “Ben atıma bineyim, askerin ortasına çıkayım, ne olursa olsun, isterlerse beni öldürsünler” dedim. Ben bunca senedir, devletimin, milletin saadeti için çalıştım. Fakat düşmanlarım daima bana böyle fenalıklar hazırladılar. Dört, beş çapkın bu fesatları çıkardı. Dolap çevirdi. Fakat kıyamet benim başıma koptu. Benim hizmetlerim meydandadır(44).

HAYATİ TEK: Hizmetlerinizin en azından birkaç tanesinden bahsetmek ister misiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ben söylemeyeyim, tarih bunları yazacaktır. Tahta cülusumdan sonra idam cezasını kaldırdım. Benim merhametime ve hüsnüniyetle bu kadar hizmetlerime karşılık böyle hakaretler görüyorum. Kaderim böyle imiş. Bu hadisede dahi gene kan dökülmemesi için pek büyük hizmet ettim. Uğraştım, ne yapayım. Allah, milletimi vatanımı muhafaza etsin. Zararı yok(45).

HAYATİ TEK: Tahttan indirilmenizde Masonların rolü olduğu söyleniyor. Bu iddiaya ne diyorsunuz? Masonlar bu kadar etkin miydi Osmanlı ülkesinde?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bizdeki farmasonların çok bıktırıcı ve rahatsızlık veren hareket tarzları vardır. Büyük bir gayretkeşlikle, halkın hiç de anlamadığı yenilik fikirlerini yaymaya çalışırlar. Hâlbuki bizde büyük kütle, hürriyet fikirlerine karşı tamamıyla bigânedir. Bunlarla birleşmeyi kabul edenler, memleket haricinde uzun zaman kaldıkları için köklerinden kopan ve cila gibi sathi bir Avrupa tahsili görmüş olan bir avuç insandan ibarettir. Bu insanlar memleketlerine döndüklerinde, halkın kendilerinden ne beklediğini bilemezler. Türkiye’yi “medeni bir memleket” haline getirebilmek için garp fikirlerini yaymaya çalışırlar. Bu ne feci bir basiretsizliktir. Muhakkak olan bir şey varsa, memlekette ve ordu içinde ayrılık ve itaatsizlik toplumlarını ektiler. Kuvvet ve kudretimizi zayıflatabilmek için, devletimizin dâhilinde sözde hürriyet fikirlerini yaymak isteyen İngiltere’nin hesabına çalıştıklarının farkında bile değildirler. İfsat edilen bu Türklerin, “müstebit”i, yani beni devirebilmek gayesiyle Yunanlılarla, Bulgarlarla işbirliği yaptıklarını görmek, bana pek elim gelmektedir.

Ya Rabbim, bu zavallı akılsızlar beni ne kadar tanımamışlar ve Osmanlı Devleti’nin lehinde olan şeylerden ne kadar habersizler(46).

HAYATİ TEK: Sizin tahttan uzaklaştırılma döneminiz de manidar. Kısa bir süre sonra Trablusgarp ve Balkan savaşları çıktı. Hemen ardından da Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Sizce Osmanlı bu savaşa girmeli miydi? Daha doğrusu girmeme diye bir şansı var mıydı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Günün birinde umumi bir harbin çıkacağına hiç şüphe yoktu. Fakat bizim bu işe atılmamız büyük bir cehalet ve tedbirsizlikti. Selametimiz tarafsız kalmaktaydı(47).

HAYATİ TEK: O halde neden girdik?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İki gemi için feda olduk. Üç büyük devlete karşı bu harbe girmemiz akıl karı değil. Vahim bir neticeden pek korkuyorum. Nasıl olur? Bu deliliktir(48).

HAYATİ TEK: Doğru ya da yanlış, savaşa girildi ve Osmanlı cihat ilan ederek bütün İslam dünyasını birlikte hareket etmeye çağırdı. Bu çağrı niçin başarılı olamadı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Cihadın kendisi değil, fakat ismi bizim elimizde bir silahtı. Ben bazen sefirleri tehdit etmek istediğim vakit; “Bir İslam halifesinin iki dudağı arasında bir kelime vardır. Allah bunu çıkartmasın” derdim. Cihad bizim için ismi olup da cismi olmayan bir kuvvetti(49).

HAYATİ TEK: Sizin Türkçeye büyük önem verdiğinizi ve bu konuda dilimizin ıslahı hakkında teşebbüste bulunduğunuzu biliyoruz. Bu amaçla, Lügat-ı Çağatayi ve Türki-i Osmani yazarı Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas kurmak üzere resmi görevle Türkistan’a gönderdiniz. Türkçe konusunda bu denli titiz ve hassas olmanızın sebebi neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Yazı dilinde Arabi ve Farisi kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak, açık yazılmış sözler ile meramı ve maksadı tamamıyla anlatır. Bu sözlerle daha ziyade kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır.

Osmanlı müellifleri maksat ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne kadar çok Arabi ve Farisi kelime bildiklerini göstermeyi marifet sanmış mesela lisanımızda “taş” sözü varken bunun yerine “senk” veya “hacer” kelimelerini kullanmayı zarafete daha uygun zannetmişlerdi. Bu hal, birçok zararlarıyla birlikte, dilimizde mevcut çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur.

Yazı dili için İstanbul ahalisinin konuştuğu lisanın esas tutulması, cümleler gayet sade ve açık yazılarak kullanılan kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe sözler olması herhalde çok faydalıdır. Osmanlı mekteplerinde Arapça ve Farsça lüzumlu olduğu için okutulmaktadır. Bu diller, Kur’an-ı Kerim’i doğru okumak, bugünkü fen bilgilerini ve tabirlerini anlayabilmek için icabında bu iki dille yazılmış kitapları okumaya muktedir olmak maksadıyla okutulur. Yoksa bu dillerin okutulması Türkçede Arabi ve Farisi kelimeler kullanmak için değildir.

Yazı yazmaktan maksat, meramı yazı ile ve güzelce anlatmaktır. Bu maksada ise kullanılan kelimelerin bilinen sözler olmasıyla varılır. Yabancı kelimeleri okuyan ve dinleyen anlasa bile bunların tesiri pek az olur.

Bundan başka kitap ve saire gibi faydalı eserler tercümesinde ifade ne kadar açık ve sade olursa anlayanların sayısı o kadar artar ve yapılan işin faydası o kadar yaygın olur. İşte bunun için yazı yazarken açık ve sade bir üslup kullanıp alışılmamış lügat kullanmaktan kati surette kaçınmak lazımdır.

Şimdiye kadar bu usule uyulmayıp Arapça, Farsça lügatlerin hemen hepsi yazı dilinde kullanılmış ve bu da Türkçe’nin vaziyetini güçleştirmiştir. Hâlbuki başka dillerde hemen bir iki sene tahsilden sonra gazete okuyup anlayacak kadar lisan öğrenildiği halde dilimizin o derece öğrenilmesi çok zaman istemektedir. Bu sebeple talebeye mümkün olduğu kadar Türkçe açık ibareler okutturulup yazdırılmalıdır(50).

HAYATİ TEK: Gayet açıklayıcı bir cevap oldu efendim. Türkçe ve eğitim konusunda sergilediğiniz bu hassasiyet ve uzak görüşlülüğe rağmen sizin yeniliklere açık olmadığınız öne sürülüyor. Dünyadaki gelişmeleri takip etmediğiniz, ülkeye yatırım yapmadığınız iddia ediliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Anadolu demiryolu; mürteci olduğumu, yeniliklere düşman olup, memlekete sokmak istemediğimi söyleyenlere bunun aksini ispat eden en iyi delildir. Rus harbinin sarsıntısından bir dereceye kadar kurtulduktan sonra, bütün kuvvetimle Anadolu demiryolunun inşaatına hız verdim. Bu yolun gayesi Mezopotamya ve Bağdat’ı, Anadolu’ya bağlamak, İran körfezine kadar ulaşmaktır. Alman yardımı sayesinde, bu eser muvaffakiyetle tamamlanmıştır. Yolun kat ettiği vilayetlerin getirdiği kazanç, seneden seneye artmaktadır. Eskiden tarlalarda çürüyen hububat şimdi iyi sürüm bulmaktadır. Madenlerimiz dünya piyasasına arz edilmektedir. Mesela, mabeyncim Ragıp Bey’in krom madeni bunlardan biridir. Anadolu için çok iyi bir istikbal hazırlanmıştı(51).

HAYATİ TEK: Hicaz Demiryolunu da aynı gayeye hizmet için mi yaptınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mekke yolu tamamlandıktan sonra Süveyş Kanalı’na ihtiyacımız kalmayacak. İstanbul, mukaddes Mekke ve Medine şehirlerine demiryolu ile bağlanmış olacak. Bu suretle de, bu yerlere, icabında askerimizi emniyet içinde göndermemiz mümkün olacak(52).

HAYATİ TEK: Evet ama basına yönelik bir takım uygulamalarınız var. Örneğin sansür. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Osmanlı memleketine Fransız ihtilale fikirlerini sokmaya çalışanlara karşı takip edilmiş politika; çeşitli çalkantılar içinde bulunan Osmanlı devletine zararlı neşriyat yoluyla zehirli fikirler sokmaya çalışanlara karşı uygulanmış bir savunma metoduydu sansür. Benim memleketimde hangi fikir adamı, hangi edebiyatçı, hangi âlim faydalı bir yazı yazmış, kitap çıkarmış da ben buna mani olmuşum(53)?

HAYATİ TEK: Ama edebiyata düşman olduğunuz söyleniyor.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve edebiyatçıların değil edepsizlerin düşmanı idim.

Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Bey’e (Namık Kemal) vefatı gününe kadar kesemden maaş vermez ve oğlunu hizmetime almazdım.

Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamit Bey’i dolgun maaşlarla bolluk içinde bulundurduktan sonra ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhahlıklarda (hayırseverlik) bulunmazdım.

Ben edebiyat ve tarihe düşman olsaydım bir aralık taht ve tacımla da uğraşmak istemiş olan Mizancı Murad Bey’in her münasebetsizliğine katlanarak, saltanatımın son anına kadar yeterli maaş ile devlet hizmetinde kalmasına izin vermezdim(54).

HAYATİ TEK: Size yönelik yoğun eleştirilerden biri de Birinci Meşrutiyet Meclisi’ni, açıldıktan kısa bir süre sonra dağıtarak istibdat dönemini başlatmanız yönünde. Meclisi niçin dağıttınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Meclis-i Mebusan çalışmaz durumdadır. Açılmasıyla beraber iki defa teşekkül etmiş bulunan bu meclis saltanat ve devlet ve memleket menfaatleri aleyhinde tuttuğu uygunsuz tavır ve yol ile dost ve düşmanın menfaatlerinin hizmetçileri olmaları lazım gelen mebuslar para hırslarıyla bir takım nüfuzlu kişilerin dalkavukları olmuşlardır.

Hıristiyan mebuslar ise her birisi mensup oldukları milletin emel ve maksatlarını kabul ettirmeye çalışarak Ermeniler Ermenistan hakkında nutuklar atmaya ve Rumlar Tırhala (Teselya bölgesinin önemli bir şehri) ve diğerleri hakkında gayelerini kabul ettirmeye çalışmaları ile meclis içinde vekiller üzerinde adeta hükümranlık ve nüfuz etmeye cüret etmiş idiler. Bunların bu çeşit tahakkümlerine meclisini devamıyla meydan verilmiş olsa idi hırs ve emelleri az zaman içinde devletin en yüksek makamlarını işgal seviyesine gelir idi.

Meclis-i Mebusan devlet ve memleket için terakkiyi sağlayacağı yerde kısa zamanda çok büyük zararlar getirmesine sebep olarak nihayet memleketin maddi ve manevi kuvvetini felç eden 93 Harbi’ni (Osmanlı-Rus Harbi) meydana getirmiştir. Meclis bir müddet daha devam etmiş olsaydı hatıra gelen zararları daha da artarak kuvvetlenecek ve Allah göstermesin memleket dâhilinde nifak tohumları memleketi o kadar sarardı ki, her tarafta ihtilaller ve karışıklıklar meydana gelmesine sebep olur ve şimdiye kadar çoktan beri Ermeniler ve Ermenilerin yardımcıları tarafından kurulmasına çalışılan fikir birliği ve maksatlarının yayılması için neşrettikleri kitaplarda Konya havalisine kadar yayılan haritası yapılan Ermenistan prensliğinin fikir ve tasavvuru gerçekleşerek Girit adası gibi Osmanlı memleketlerinden ayrılmış olurdu. Velhasıl Allah korusun memleketimiz parça parçaya taksim olunarak şan ve şevket ve nüfuz ve iktidarı en yükseklere vasıl olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniye bugün başka devletlerin nüfuz ve tahakkümü altında küçük bir idareden ibaret olurdu(55).

HAYATİ TEK: Efendim, artık söyleşimizin sonuna geldik. Tahttan uzaklaştırıldıktan sonra apar topar trenle Selanik’e gönderildiniz. Orada neler yaşadınız? Günleriniz nasıl geçti? Size nasıl davrandılar?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Zabitlerin yaptıklarını ilelebet unutmayacağım. Selanik’e geldiğim vakit yirmi gün çamaşırsız kaldım. Kanepe üzerinde yattım. Zabitler münasebetsiz tavır ve davranışlarda bulundular. Kadınlar için bahçeye çıkmak ve nefes almak mümkün olmadı, bazen susuz ve gazsız kaldık. Hakkı isminde bir zabit pek edepsizlik etti. Daha sonra midesinde kanser çıkarak öldü. Gazete almama kitap istememe mani oldular. Ben kitap istedikçe onlar, aşk ve alakaya dair romanlar gönderdiler. Çocuklarımdan gelen mektupların birçok yerleri çiziliyordu. Bütün bunları anlatmaktan hayâ ediyorum. Zararı yok, ben derviş insanım. Burada Kur’an-ı Kerim, Buhari-i Şerif ve Delail-i Hayrat okur, vakit geçirir idim(56).

HAYATİ TEK: Son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Benim şimdiye kadar nefsimi düşünmediğimi Cenabı Hak biliyor. Dinimi, milletimi ve vatanımı düşündüm. Bu sebepten çok düşman kazandım. Kendimi düşünmüş olsa idim sefalar içinde bulunur ve her gün yabancıların önlerine bir şey atarak vakit geçirirdim. Kol düğmemi sattığım günler oldu. Kendim beş yüz kuruşla yaşarım(57).

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN KİMDİR?

(1842-1918)

DİPNOTLAR

1) Sultan Abdülhamid-; Siyasi Hatıratım, Yay. Ali Vehbi Bey, Fransızca’dan Çev. H. Salih Can, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975, s. 207-208

2) a.g.e., s. 142

3) a.g.e., s. 143

4) a.ge., s. 143

5) a.g.e., 143-44

6) a.g.e., s. 144

7) a.g.e., s. 144

8) a.g.e., s. 145

9) a.g.e., s. 149-150

10) a.g.e., s. 151-152

11) a.g.e., s. 152

12) a.g.e., s. 153

13) a.g.e., s. 153

14) a.g.e., s. 72-73

15) a.g.e.,  s. 80

16) a.g.e.,  s. 81

17) a.g.e.,  s. 81

18) a.g.e.,  s. 82

19) Bozdağ, İsmet-; Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s. 56

20) a.g.e., s. 56

21) a.g.e.,  s. 56

22) a.g.e.,  s. 57

23) a.g.e.,  s. 5

24) a.g.e.,  s. 5

25) a.g.e.,  s. 5

26) a.g.e.,  s. 76

27) a.g.e.,  s. 76

28) a.g.e.,  s. 77

29) a.g.e.,  s. 77

30) a.g.e.,  s. 77

31) a.g.e.,  s. 78

32) a.g.e.,  s. 78

33) a.g.e.,  s. 78

34) a.g.e.,  s. 79

35) a.g.e.,  s. 80

36) a.g.e.,  s. 80

37) a.g.e.,  s. 80

38) a.g.e.,  s. 80

39) a.g.e.,  s. 80

40) a.g.e.,  s. 81

41) a.g.e.,  s. 81

42) a.g.e.,  s. 81

43) a.g.e.,  s. 81

44) Yılmaz, Ömer Faruk-: Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han, Osmanlı Yayınevi, İstanbul 1999, s. 189

45) a.g.e., s. s. 189

46) a.g.e.,  s. 192-193

47) a.g.e.,  s. 287

48) a.g.e.,  s. 223

49) a.g.e.,  s. 223

50) a.g.e.,  s. 281-282

51) a.g.e.,  s. 289-290

52) a.g.e.,  s. 291-292

53) a.g.e.,  s. 301, 303

54) a.g.e.,  s. 350

55) a.g.e.,  s. 351-353

56) a.g.e.,  s. 259-260

57) a.g.e.,  s. 321

]]>