Hüseyin Nihal Atsız – Hayati Tek http://hayatitek.com Tue, 03 May 2022 15:13:48 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Hüseyin Nihal Atsız – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 3 MAYIS 1944 TÜRKÇÜLER GÜNÜ http://hayatitek.com/3-mayis-1944-turkculer-gunu/ Tue, 03 May 2022 14:59:14 +0000 http://hayatitek.com/?p=5371 HAYATİ TEK –

Türk milliyetçiliği düşüncesinin parlayan yıldızlarından Hüseyin Nihal Atsız’ın yargılandığı “Atsız-Sabahattin Ali” davasının ikinci duruşmasının yapıldığı 3 Mayıs 1944 Çarşamba günü Ankara’da düzenledikleri nümayiş nedeniyle tutuklanan 165 milliyetçi genç ile bu gösteri dolayısıyla açılan “Irkçılık-Turancılık” davasında yargılanan 23 vatanseverin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Zeki Velidi Togan, Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin Namık Orkun, Sait Bilgiç, İsmet Tümtürk, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan Tokluoğlu, Cemal Oğuz Öcal, M. Zeki Sofuoğlu, Cebbar Şenel, Nurullah Barıman, Cihat Savaşfer, Fazıl Hisarcıklı, O. Yusuf Kadıgil, Saim Bayrak.

Bu vesileyle merhum Hüseyin Nihal Atsız’ın Türk milliyetçiliği ve Türklük ülküsüne dair bazı sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

  • En iyi toplum, herkesin vazifesini kusursuz yaptığı toplum, en üstün ahlak da vazife ahlakıdır. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 209)
  • İnsanları kendi devletinden soğutan her haksızlık millî bir suçtur. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 163)
  • Makamlar, mevkiler ancak Türk milletine yararlı olabilmek içindir. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 228)
  • İnsanda beyin ne ise, millette de millî şuur odur. (Türk Ülküsü, s. 71)
  • Her milletin, yaşamak için bir ülküye ihtiyacı vardır. (Türk Ülküsü, s. 44)
  • Kendini bir ülküye vermiş olan insan ve millet hiçbir şeyden korkmaz. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 168)
  • Kızılelma, Türk milletinin manevî besinidir. (Türk Ülküsü, s. 22)
  • Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler. (Türk Ülküsü, s. 32)
  • Millî birlik ve millî birlikten sonra cihan hâkimiyeti, milletin şuuraltında yaşayan bir ülküdür. (Türk Ülküsü, s. 46)
  • Millî ülküler, milletleri yüzyıllar boyunca ayakta tutacak enerji kaynağıdır. (Türk Ülküsü, s. 24)
  • Ülkü çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler, yüksek ahlaklar ister. (Türk Ülküsü, s. 31)
  • Turancılık bütün Türklerin birleşmesi ülküsüdür. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 24)
  • Ahlak millet yapısının temelidir, o olmadan hiçbir şey olmaz. (Türk Ülküsü, s. 50)
  • Türk şerefsizlikten korkar. Yalan ve iftira ile çıkar sağlamaktan çekinir. Silahı haysiyetsizlik olan mücadeleye yabancıdır. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 213)
  • Türkçü, millî çıkarları şahısların üstünde tutan, millî mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır. (Türk Ülküsü, s. 39)
  • Bir milletin, ölülerini saygı ile anması ilerde de büyükler yetiştireceğinin müjdeleyicisidir. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 91)
  • İnsanı insan yapan büyük düşüncelerdir. Kazanç ve refah, iktisadî kalkınma gaye değildir. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 167)
  • İnsanlar, çevrelerinde ne kadar çok kahraman örneği görürlerse, yiğit yetişme ihtimalleri o kadar artar. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 121)
  • Millî kahramanları unutmak nasıl bir felaketse, sahte millî kahramanlar uydurmak da o kadar vahim bir rezalettir. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 188)
  • Sultan II. Abdülhamid, mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 111)
  • Tarihî kahramanları silmekle bir milleti silmek arasında fark yoktur. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 121)
  • Yüksek karakterli insanlar hangi şartlar içinde kalırlarsa kalsınlar yurtlarına ihanet etmezler. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 161)
  • Ne kadar inkılâpçı olsak, yine geçmişe bağlıyız. Çünkü: Kökü mazide olan atiyiz! (Türk Tarihinde Meseleler, s. 137)
  • Tarih şuuru, milletlerin hafızasıdır. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 13)
  • Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu İlhanlı Devleti’nin, İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu Devleti’nin, Anadolu’daki Selçuklu Devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin, Büyük Selçuklu Devleti Karahanlılar’ın, Kaharanlılar Uygurlar’ın, Uygurlar Göktürkler’in, Göktürkler Aparlar’ın, Aparlar Siyenpiler’in, Siyenpiler Kunlar’ın devamıdır. (Türk Tarihinde Meseleler, s. 65)
  • Atalarımızdan kalan eserleri yıkmak vatana ihanettir. Ecdadın eserleri mukaddestir. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 109)
  • İstiklalini kaybeden bir millet dirilebilir. Fakat dilini kaybeden millet yok olmuş demektir. (Tarih, Kültür ve Kahramanlar, s. 118)
  • Bozkurt millî sembolümüzdür. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 128)
  • Milleti yıkmak isteyenler onun millî sembollerine de hücum ederler. (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 64)
]]>
3 MAYIS 1944 http://hayatitek.com/3-mayis-1944/ Sun, 02 May 2021 14:59:36 +0000 http://hayatitek.com/?p=4869 HAYATİ TEK –

İsmail Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman Gazetesi’nin, “Dilde, Fikirde, İşte Birlik!” sloganı…

Şiarı, “Allah, Vatan, İttihat ve Namus” olan İttihat Terakki Cemiyeti’nin kurulması…

Ziya Gökalp’in İttihat Terakki’ye katılması…

Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi…

Genç Kalemler Dergisi…

Türk’ün asırlık fikir çınarı Türk Yurdu Dergisi’nin 1911’de yayına başlaması…

1912’de Türk Ocakları’nın kurulması…

Türk Yurdu bünyesinde çıkan haftalık Halka Doğru Dergisi…

Cumhuriyetimizin kurucu kadrosunun lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir.” sözü…

Atatürk’ün, 1926’da Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi’ne Türkiye’yi temsilen Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü’yü göndermesi ve kongreyi yakından takip etmesi…

Yine Atatürk’ün, 1927 tarihli nutkunda tam 2.610 kez Millet, Milli ve Türk kavramlarını tekrar tekrar kullanması.

1928’de Türkiye’nin, 1929’da Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçmesi…

Türk Ocakları’nın 1931’de kapatılıp, başta tarihi Türk Ocağı binası olmak üzere bütün mal varlığının Halkevleri’ne devredilmesi…

1932’de ilan edilen “Dil Devrimi” kapsamında, “öz Türkçe” ve “dilde özleşme” adı altında “kelime soykırımı” olarak nitelendirilebilecek bir yola girilmesi… Girilen yolun yanlış olduğunu anlayan Atatürk’ün, Falih Rıfkı Atay’a, “Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola döneceğiz.” demesi…

Atatürk’ün, bu hatasını telafi etmek istercesine, 1935’te Güneş Dil Teorisini ortaya atması…

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Boğazlar üzerinde hak iddia eden Stalin’e şirin görünmek uğruna, Türk milliyetçilerini “Irkçı-Turancı” ilan etmesi ve Sovyetler Birliği bünyesindeki Türkleri yok sayması…

3 Mayıs 1944 günü başlayan Irkçılık-Turancılık Davası’nda, Hüseyin Nihal Atsız ve arkadaşlarının yargılanması…

Stalin’in, 18 Mayıs 1944 günü Kırım Türklerinin sürgün sürecini başlatması…

Bir gün sonra, 19 Mayıs 1944 Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarında halka hitap eden İsmet İnönü’nün, “Turancılar Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için bir tılsım bulmuşlar. (…) Türkiye’nin ülke sınırları dışındaki Türkleri birleştirmek gibi amacı yoktur.” diyerek Türk milliyetçilerini ve Turan ülküsünü suçlaması…

Savaşın ardından İnönü’nün Batı’ya yanaşması…

Batıya yanaşma sürecinin Demokrat Parti döneminde hızlanması…

27 Mayıs 1960 darbesi…

“Temsilde adaleti öncelediği” varsayılan ve “en özgürlükçü anayasa” olarak lanse edilen 1961 Anayasası’nın sağladığı ortamda, Türkiye İşçi Partisi’nin TBMM’ye girmesi; bu partinin gölgesinde “bölücü Kürtçü” hareketlerin taban bulması ve üniversitelere yayılması…

Marksist solun, 1968 yılından itibaren Türkiye’de yükselişe geçmesi, üniversiteleri ve büyük şehirleri adeta istila etmesi…

Sokakları teslim alan Marksist solun, ordu içindeki cunta ile el ele vererek, “ülkeyi Marksist anlayışla yönetecek Baasçı bir idareyi” iktidara getirmek üzere 9 Mart 1971 günü darbeye hazırlanması…

12 Mart 1971 Muhtırası sonrası girilen ara dönemde başbakanlık koltuğuna oturtulan Nihat Erim’in, sola karşı “demir yumruk” siyaseti takip ederek önde gelen Marksistleri tutuklatması…

Kır gerillası Deniz gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın; adeta 27 Mayıs 1960 sonrası idam edilen Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun idamına bir karşılık olarak aynı yöntemle infaz edilmesi…

1973 seçimlerinden birinci çıkan CHP’nin, MSP ile birlikte 1974’te Genel Af ilan etmesiyle cezaevinden salıverilen Marksistlerin kısa sürede ülkeyi yaşanmaz hale getiren terör sürecini yeniden başlatması…

Türkiye’yi SSCB’nin peyki haline getirmek isteyen Marksistlere karşı Türk milliyetçisi gençlerin teşkilatlanması ve karşı koyması…

1974-1980 arasındaki altı yılda, Marksist ve Ülkücü kanattan altı bin gencimizin teröre kurban gitmesi…

12 Eylül 1980 darbesi sonrasında birer zulüm kalesine dönüştürülen askeri cezaevlerinde, güya “bir arada yaşama” dersi vermek amacıyla “karıştır-barıştır” uygulamasına geçilmesi; Marksistler ile Ülkücülerin aynı hücrelere kapatılması…

Sağ-sol eşitliğini sağlamak uğruna, dokuz Ülkücünün sehpaya çıkarılması… Bu kapsamda Mustafa Pehlivanoğlu, Cevdet Karakaş, İsmet Şahin, Fikri Arıkan, Cengiz Baktemur, Ali Bülent Orkan, Ahmet Kerse, Halil Esendağ ve Selçuk Duracık’ın idam yoluyla şehit edilmesi…

12 Eylül cuntasının, 1944 tabutluklarını aratmayacak usullerle yaptığı, akıllara durgunluk veren işkenceleri…

MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda, başta Alparslan Türkeş olmak üzere 587 Türk milliyetçisinin yargılanması…

Cezaevinden çıkan ülkücülerin kimileri ticarete, kimileri siyasete, kimileri yanlış yollara yönelirken, pek azının fikri sahaya iltifat etmesi…

İnönü’nün 1944’te yok saydığı Turan Türklerinin, 1991’den itibaren bağımsız birer devlet olması…

1970’li yıllarda, “Din-ü Devlet Mülk-ü Millet” uğruna canını ortaya koyan, ancak gadre uğrayan Ülkücülerin, sonuna kadar hak ettikleri teşekkürü almak bir yana, kimi çevrelerce hâlâ “ırkçılıkla” suçlanıyor olması…

Bir türlü alınamayan “o teşekkürün”, kimi Ülkücülerin tavır ve davranışlarına olan yansımaları…

Merhum Galip Erdem’in bütün ısrarlarına rağmen “birbirlerini sevmeyi” bir türlü öğrenememeleri…

Bu sevgisizliğin, Türkiye’nin ve Türk milletinin kaderine muhtemel tesirleri…

***

Tüm bunları hatırlayınca; yüz küsur yıllık Türk milliyetçiliği davasının en mühim dönüm noktalarından biri olan 3 Mayıs 1944 yargılamaları ve o yargılamaların bir numaralı sanığı Atsız’ın “Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır.” sözü üzerine düşünmeden edemiyor insan…

Ve şöylesi ifadeler dökülüyor zihninden, yüreğinden, kaleminden…

***

Türk, sadece etnik bir kimliğin değil, “Türk Kimliği” olarak adlandırabileceğimiz bin yıllardır var olan asil bir duruşun adıdır.

***

Türkçülük; Türk’ü diğer ırklardan üstün görmek değil, Türklüğümüzle iftihar etmektir. Türk’ün kültür ve töresini sevmeyi, korumayı, geliştirmeyi ve sonsuza kadar yaşatmayı öncelikli amaç edinmektir. Türklüğü, insanlığın dertlerine derman olacak kudrete ulaştırmak için azim ve sebatla çalışmaktır.

***

Milliyetçilik; vatanını, milletini, devletini sevmektir. Sevmek, sahip olma hakkından çok sahip çıkma, yaşatma ve geliştirme sorumluluğudur. Milletini bu anlayışla seven herkes, ister istemez milliyetçidir.

***

En temel meselelerimizden biri, belki de birincisi; çatışmadan beslenen çevrelerin körüklediği devletimizi köklerinden, milletimizi yarınlarından mahrum bırakan Osmanlı-Cumhuriyet karşıtlığıdır. Kökleri derinlere inmeyen bir ağaç asırlara meydan okuyamaz.

***

El birliğiyle atlattığımız nice büyük felaketlerin yaralarını gönül birliğiyle saran milletimizin önündeki en ciddi tehdit; terör ve ekonomiden ziyade her geçen gün artan ötekileştirme ve sevgisizliktir.

***

Milli bir değeri benimsemek başkadır, onu tekeline almaya çalışmak başka. Milletimize ait olan bir değerin ötekileşmesine zemin hazırlamak, hadsizliktir. Milletimize ait olması gerekeni kendimize saklamak, bencilliktir.

***

Millete mal olmuş değer ve sembolleri belli bir kesimin sadece kendisine izafe etmesi, bu harikulade bağları zayıflatır, tartışma ve rekabet odağı haline getirir.

***

Türk milleti, teşkilatçılık ve medeniyet inşa kabiliyeti bakımından eşsizdir.

***

Kızılelma’yı “Güneş tuğumuz, gökyüzü çadırımız olsun” sözüyle tarif eden Oğuz Kağan’dan “Ya istiklal ya ölüm!” diyen Atatürk’e kadar bütün liderlerimiz, “devlet-ebed-müddet” yolunda uğraş vermişlerdir.

***

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. Tıpkı Osmanlı yerine Cumhuriyet zırhını kuşanan biz Türkler gibi…

***

Cumhuriyetimiz, gökten zembille inmedi; derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerinde yükseldi.

***

Türkiye Cumhuriyeti, “Türk’ün cumhuriyeti” olmakla şereflerin en büyüğüne mazhar olmuştur. Onu yüceltmek için başkaca sıfat ve gerekçeler aramaya lüzum yoktur.

***

Türk devletsiz yaşamadı, yaşayamaz; nice zorluklara katlanarak kurduğumuz Cumhuriyetimiz, uğruna nice şehitler verdiğimiz vatanımızla birlikte en değerli varlığımızdır.

***

Tarihimiz sadece zaferlerden ibaret değil. Hatırlamak bile istemediğimiz nice büyük hatalarımız, mağlubiyetlerimiz oldu. Biz, bunlardan çıkardığımız derslerle büyük milletiz. Çünkü büyüklük, ağır mağlubiyetlere rağmen küllerinden doğabilen asil milletlerin ölümsüzlük nişanıdır.

***

Sınırsız sevgi ıstırap kaynağıdır. Türk’ün canı, mukaddeslerine fedadır. Türk; vatanını, milletini, dini, devletini ve töresini, tıpkı bir karasevdalı gibi hesapsız, kitapsız, karşılıksız ve sınırsız sever. Türk’ün ıstırabı bundandır. Türklüğü konusunda tereddüde düşen; kafatasını değil, yüreğini yoklasın.

***

Arap’ın helvadan Tanrı yapıp acıktıkça yediği dönemde bile tek bir Yaratıcıya (Gök Tanrı) iman eden Türk için din; iki cihan saadetinin, ideallerinin ve Türk’ü Türk yapan değerlerin bütününü temsil eden törenin sembolüdür.

***

Türk milleti, Gök Tanrı’ya inandığı çağlardan beri adalet timsalidir. Kâh “Tanrı’nın Kırbacı” Attila ile sağlar adaleti, kâh Peygamber buyruğu olan “Allah’ın Ordusu” sıfatının hakkını vererek…

***

1970’lerin “Önce Müslüman mısın Türk mü?” zırvasını hortlatanlar, bin yıllık terkibimize bir kez daha saldırıyorlar. İnsan atasını seçemez ama soysuzluğu tercih edebilir. İslam’ı hiç olmadığı kadar sulandıranlara karşı “Türk kimliğini” korumak öncelikli ödevimiz olmalı.

***

Türkiye’nin selamet formülü, Türk’ün Anadolu’da kurduğu bin yıllık terkibidir. Kan, ter ve gözyaşı pahasına yurt edindiğimiz bu topraklarda sabır, sebat, azim ve umutla güçlenecek, sonsuza kadar var olacağız.

***

3 Mayıs 1944’ün zihnimizde uyandırdığı daha pek çok çağrışım var elbette.

Ancak biz, bugünlük bu kadarla yetinelim ve Atsız Ata’nın bir sözüyle noktayı koyalım:

“Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir!”

]]>
H. NİHAL ATSIZ HAFTASI http://hayatitek.com/h-nihal-atsiz-haftasi/ Mon, 01 Mar 2021 19:42:32 +0000 http://hayatitek.com/?p=4269
]]>
TANPINAR’IN KANATLARI http://hayatitek.com/tanpinarin-kanatlari/ Sun, 24 Jan 2021 12:50:06 +0000 http://hayatitek.com/?p=3936 HAYATİ TEK –

Üniversite yıllarında okuduğum ilk kitaplardan biriydi Tanpınar’ın Beş Şehir’i. Nihad Sami Banarlı’nın Türkçenin Sırları da öyle. Yanlış hatırlamıyorsam, birbiri peşi sıra okuduğum bu iki eserden, yazarlarının üslubunun yanı sıra Türkçenin güzellik ve imkânları konusunda hayli etkilenmiştim.

Türkçenin Sırları dil üzerine yazılan makalelerden oluşan bir inceleme kitabıydı. Ancak öylesine akıcı bir üslubu ve öyle zekâ kokan keşifleri vardı ki, bu değerli eseri incelemek yerine bir solukta okumak ihtiyacı hissetmiştim.

Benzer duygulara Beş Şehir’de de kapılmış, hayal ile gerçek arasında dolaşmıştım Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’un sokaklarında, mimari şaheserlerin çevresinde, içinde ve ruhunda… Bir kara tren vagonunun penceresinden yahut hâkim bir tepenin üzerinden seyretmiştim bu kadim şehirlerin büyüleyici güzelliklerini. O gün bugündür, “Keşke Tanpınar, gönül coğrafyamızdaki kadim şehirlerin tamamını yazsaydı” diye düşünür dururum hep.

Hayal kurmanın güzelliğini Toroslar’ın eteğinden Akdeniz’i seyreden köyümde, rüyanın gücünü Tanpınar’da keşfettim; her hülyanın bir gün gerçek olma ihtimalinin mefkûrevi imanını da…

Edebiyat Üzerine Makaleler kitabında geçen “Hülyalarımızın bizi görünen hâlimizden daha iyi anlatmayacağını kim iddia edebilir? (s. 168)” sözünü okumamıştım henüz, ancak ne gam, bu hissi almak için Beş Şehir yeterliymiş demek…

Şiiri Necip Fazıl’ın Çile’sinde sevdim, Yahya Kemal’de âşık oldum ona; H. Nihal Atsız’ın Geri Gelen Mektup’unda ise yiğitçe sevmenin farkına vardım. 1987’de Yeni Düşünce’de tanıdığım daha sonra Gündüz’de mesai kardeşliği yaptığım Abdurrahim Karakoç ağabeyde “bir şair portresini” anbean yaşama şansını yakaladım.

Bu bahiste Ali Akbaş ve Lütfü Şahsuvaroğlu ağabeyleri, sevgili dostlarım Cengizhan Orakçı, Mehmet Fidancı ve Mehmet Aycı’yı da zikretmeliyim tabii…

Bununla birlikte şiirin imkânlarını, Türk ve dünya edebiyatındaki yerini Tanpınar’ı okuduktan sonra idrak edebildiğimi söylemeliyim. Bir edebiyat araştırmacısı değilim, lakin şiir üzerine bu kadar çok yazan, onu bu kadar anlayan ve yücelten bir edibin nadir bulunacağı tespitini yapmak için onun kitaplarını, bilhassa Edebiyat Üzerine Makaleler isimli eserini okumak kifayet eder sanırım.

Hem bir şair hem de münekkit olarak Tanpınar’ın şiire dair tespitleri ve her şairi Doğu-Batı ekseninde mukayeseli olarak ele alması okurları için büyük bir kazançtır.

Olağanüstü dönemlerin insanıdır 1901 doğumlu Tanpınar. Daha çocuk denilecek yaşlarda Balkan faciası ve Birinci Dünya Savaşı’na, olgunluk çağında İkinci Dünya Savaşı’na şahitlik eden bir neslin mensubu ve bir adım öne çıkan kabiliyetlerinden biri olarak omuzlarında hayli ağır bir yük vardır.

Veda etmeye hazırlandığımız Osmanlı’nın Tanzimat’tan itibaren girdiği “Batılaşma sürecini” anlamak, yeni kurduğumuz Cumhuriyet’in en doğru ve hızlı şekilde kurumsallaşması için yürütülen inşa faaliyetine, taş üstüne taş koyarak destek vermek zorundaydı.

Yahya Kemal Beyatlı gibi bir zirvenin hem öğrencisi hem dostu olmak, Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabeddin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmed Naim gibi hocalardan dersler almak şansını iyi değerlendirdiği muhakkak olan Tanpınar, akademisyen kimliğinin avantajlarını münevverlikle taçlandırarak bizlere harika eserler bıraktı.

Edebiyat Üzerine Makaleler isimli eserinde yazıyı “bütün sanatlara benzeyen sanat (s. 413)” olarak nitelendiren Tanpınar’ın kalem ürünleri bu tespitinin ışıklarıyla doludur.

Yaşadığım Gibi isimli eserinde tenkidin önemine işaret ederek “münekkit kıtlığı (s. 313)” çektiğimizi söyleyen bu üretken kalem raks ettikçe, kâh bir resim galerisinde kâh Louvre Müzesi’nde kâh bir tiyatro sahnesinde kâh yeni çıkmış bir şiir ya da yazıyı incelediği çalışma odasında buluruz kendimizi… Adı geçen deneme eserinde münekkit kimliğini sıkça sergileyen Tanpınar’ın en önem verdiği işlerden biridir tenkit meselesi. “İyi veya kötü demekle tenkit olmaz. Tenkit daha geniş çevreler ister. Bütün büyük münekkitler ufuk hazırlamışlardır (s. 313)” diyen Tanpınar’ın sözünü ettiği meseleyi hâlâ çözebilmiş değiliz.

Bu mütevazı satırları okuyacak gençler arasından Tanpınar’ın hülyalı dünyasına dalıp “münekkit” olma yoluna girecekler çıkar mı bilinmez? Bir tek kabiliyetin bile bu alana yönelmesi fikir ve kültür hayatımız için müjdeli bir talih olacaktır şüphesiz.

Tanpınar’ın az sayıdaki şiirlerini, her biri şaheser olan romanlarını, denemelerini, hikâyelerini ve tabii XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni okurken ufuklar açılır insanın önünde…

Tanpınar’ı okumak güzeldir, hatta güzelin de ötesinde önemli ve gereklidir; adeta milli bir görevdir onu okumak…

Peki ya niçin okumalı?

“Bizde dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş bir elit zümre teşekkül etmiştir; okuyanlar zümresi. Tek bir satır yazmadığı, tek bir söz söylemediği halde sırf okuduğu için hürmet gören adamların bulunduğu memlekette pek fazla okuyan adam olmasa gerek. (Edebiyat Üzerine Makaleler, S. 48)

Bu derin söz, bu sarsıcı itiraf, günümüz aydınlarının omuzlarına büyük bir sorumluluk yüklemektedir: Okudukları her kitapla kafa ve ruhlarına binlerce tohum eken okurlarını yazma konusunda tahrik etmek sorumluluğu…

Ümitvarız…

“İnsanın kalbinde ümidin ağacını kesmeğe hiç kimsenin hakkı yoktur. Ölüm bile bunu yapamaz. (Edebiyat Üzerine Makaleler, S. 54)

Ve…

“Büyük tabiat var olmaktan ne kadar mesut görünüyorsa, biz de yaşamanın saadetini öyle tatmalıyız. Bu da, bu cemiyetin insanına güvenmekle olur. (Edebiyat Üzerine Makaleler, S. 55)

Kendisine inandığı, kendi cevherinden haberdar olduğu çağlarda neler başarabileceğini pek çok kez ispatlamış olan aziz ve asil milletimize olan güvenimiz hicranlı dönemlerimizin umut ışığı olmuştur hep.

Mazideki azamete duyduğumuz yakıcı hasret narını tutuşturan vuslat nefesleridir, devasa kanatlar misali açılmış sayfalarıyla birer Zümrüdüanka’yı andıran Tanpınar eserleri…

Vuslat umudu canlıysa eğer, asırlık budaklar bile tomurcuklanır…

]]>
TURAN İDEALİ VE HÜSEYİN NİHAL ATSIZ http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/ http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/#comments Fri, 11 Dec 2020 01:57:14 +0000 http://hayatitek.com/?p=3719 HAYATİ TEK –

Osmanlı Cihan İmparatorluğu’nun Batı’ya doğru son büyük hamlesi olan, sonuçları itibariyle duraklama döneminin sonuna işaret eden İkinci Viyana Kuşatması sonrasında kaybettiğimiz bir dizi savaşın ardından 1699’da imzaladığımız Karlofça Antlaşması’nın anlamı açıktı: Osmanlı’nın gerileme dönemi başlamıştı.

İkinci Osman döneminde başlayıp kimi zaman yavaşlayıp kimi zaman hızlanarak Dördüncü Murad, Üçüncü Selim, Üçüncü Ahmed, Birinci Mahmud, Birinci Abdülhamid, İkinci Mahmud dönemlerinde devam eden ıslahat hareketleri, Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla (1839) birlikte yeni bir safhaya girdi.

1856 Islahat Fermanı, meşrutiyet yönetimine doğru gittiğimizin ilanıydı. Tıpkı Birinci Meşrutiyet (1876) ve İkinci Meşrutiyet’in (1908) Cumhuriyet’in habercisi olduğu gibi.

VATAN VE HÜRRİYET ŞAİRİ NAMIK KEMAL

Tanzimat’la birlikte kötü gidişe nasıl dur denileceğine dair pek çok fikir ortaya atılmaya başlandı. Bu döneme damgasını vuran isim Namık Kemal (1840-1888) oldu. Türk milliyetçiliği davasının ilham kaynağı olan bu gazeteci, yazar ve şair Türk aydını, vatanseverlik, hürriyet ve milliyet kavramlarının hissiyat planındaki ruh kökünü temsil etti.

“Vatan ve Hürriyet Şairi” olarak anılan, Cumhuriyet’imizin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “hislerimin babası” dediği bu büyük fikir ve aksiyon adamı, yine Atatürk’ün “fikirlerimin babası” diye ilan ettiği Ziya Gökalp’i ve daha pek çok Osmanlı aydınını derinden etkiledi.

AKÇURA’NIN ÜÇ TARZ-I SİYASET YAKLAŞIMI

Osmanlı’nın son döneminde üç kurtuluş reçetesi çarpışıyordu: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.

Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin ana mesajını oluşturan bu üç fikirden Osmanlıcılık, 1800’lerin başından anavatandan kopmaya başlayan Balkan toprakları ve Arap âlemindeki kıpırdanmalar nedeniyle inandırıcılığını hızla kaybetti.

İslamcılık fikriyatı ise 1700’lerin ortalarından itibaren Arap Yarımadası’yla yakından ilgilenen İngiltere’nin beşinci kol faaliyetleri sonunda “adı var kendi yok” bir hale geldi. Epeyce bir süre iç isyanları bastırmak için kullanılan, en son İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatırken halkın desteğini almak amacıyla açtığı Hilafet Sancağı (Sancak-ı Şerif) artık sembolik bir anlam taşıyordu.

Geriye bir tek, Osmanlı’nın asli unsuru olan ve cihan devletinin kan deposu durumunda bulunan Türk milletini etrafında toparlayacak Türkçülük fikri kalmıştı.

Türk Derneği’nin, Akçura’nın önderliğinde 1905 yılında kurulmasıyla birlikte “Türkçülük” sadece fikri planda değil teşkilatlı olarak da adını duyurmaya başladı.

TÜRK OCAKLARI VE TÜRK YURDU DERGİSİ

1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti ve dergisiyle birlikte Türkçü fikirler revaç bulmaya başlasa da bu konudaki asıl hamle Türk Ocaklarının 15 Mart 1912’de kurulmasıydı. Bu tarihten sonra Türkçülük ve Turancılık fikirleri el ele birlikte yükseldiler.

Bu yükselişte, 1889’da gizli bir teşkilat olarak kurulan; 1896’dan itibaren Paris, Cenevre, İstanbul, Kahire, Beyrut, Hama, Humus, Şam, Girit, Limni, Rodos, Selânik, Trablus (Suriye) ve Trablusgarp’ın yanı sıra yanı sıra Anadolu’nun dört bir yanındaki şubeleriyle büyük bir güç haline gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hazırladığı altyapının etkisi büyüktü.

1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet sonrasındaki hükümetler üzerinde hâkimiyet kuran İttihatçılar, Türkçü fikirlerin yanı sıra Osmanlıcılık ve İslâm Birliği idealini de savunuyor, Osmanlı’nın içinde bulunduğu dar boğazı aşması için çabalıyorlardı. 1913’te fırkaya dönüşen cemiyet siyasi hayatı domine ederken, Türk Ocakları da kültür sahasında hamle üstüne hamle yeniliyordu.

Türk Ocakları ve Türk Yurdu Dergisi etrafında kümelenen Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Halide Edip (Adıvar), Mehmed Fuad (Köprülü), Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi aydınlar Türkü ve Turancı fikirlerin yayılmasında öncü rolü üstlenmişlerdi.

TURAN İDEALİ UĞRUNDA BİR ŞEHİT: ENVER PAŞA

Enver Paşa’nın 1915’teki Sarıkamış Harekâtı’nın başarısızlıkla sonuçlanması, kardeşi Nuri (Killigil) Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Azerbaycan ve Dağıstan’ı Rus işgalinden kurtardığı halde Mondros Mütarekesi nedeniyle Osmanlı kuvvetlerinin buradan çekilmek zorunda kalması Turancılık yolundaki en trajik adımlar oldu.

Bu iki büyük teşebbüsün başarısızlığına rağmen ülküsünden vazgeçmeyerek Turan idealini canlandırmak üzere Türkistan’a giden Enver Paşa’nın Çeğen tepesinde şehit düşmesi, Kür Şad’ın yaktığı bağımsızlık meşalesini andırıyordu.

Anadolu’daki İttihatçılar ise Milli Mücadele için bir kez daha kelleyi koltuğa almışlardı. Kuvayı Milliye ruhunun merkezinde yer alan muharrik güç Türlük duygusuydu.

Milli Mücadelenin ardından bilhassa Ziya Gökalp’in gayretleriyle hız kesmeden yükselişine devam etti Türkçü yaklaşımlar. Gökalp’ın çerçevesini çizdiği fikirler Türk Ocakları şubelerinin gayretleriyle yurdun dört bir yanına ulaştırıldı.

Gökalp için “fikirlerimin babası” tabirini kullanan Atatürk, siyasi bir Turan birliğine taraftar olmasa da Türkiye dışındaki Türklerle kültürel anlamda ilgilenmeye devam etti.

ATATÜRK VE TÜRK DÜNYASI

1926 Bakü Türkoloji Kongresi’ni yakından takip eden, alfabe birliğiyle Türk dünyasının kaynaşmasına yönelik niyet ve inancını ortaya koyan Atatürk’ün TBMM’de yaptığı bir konuşmada kurduğu şu cümleler, onun Türk dünyasına bakışını ortaya koyuyordu:

“Türk milleti, Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türk Eli’ derler. Türk yurdu daha çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse, Türk’e yurtluk etmemiş kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatler eski ve hususiyle yeni tarih vesikalarıyla malûmdur.”

“Türkiye dışında kalmış olan Türklerin kültür meseleleriyle yakından ilgilenilmelidir” cümlesini kuran liderin vefatından sonra kurulan hükümetler, özellikle 1940’lı yıllarla birlikte Türkçülük düşüncesine karşı hasmane bir tutum içerisine girdiler. Turancılık fikrini savunanları baskı altına aldılar, yargıladılar, tutukladılar.

Bu sıkıntılı günlerde Türkçülük ve Turancılık fikrini ayağa kaldıran isim, tunç bir heykeli andıran duruşuyla Hüseyin Nihal Atsız oldu.

20. ASRIN KÜRŞAD’I: HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

Tam bir karakter abidesi olan Hüseyin Nihal Atsız’ın ömrü boyunca verdiği mücadele ve kaleme aldığı eserler ahenkli bir bütün oluşturur.

Düşündüğünü en kestirme ve en net şekilde ifade eden bu büyük şahsiyet, çıkarları uğruna zikzak çizen fikir münafıklarından değildir. Neye inanıyorsa öyle yaşamış ve öyle yaşanmasını öğütlemiştir.

Romanlarındaki kahramanlar, fikir yazılarındaki kesin ve keskin hükümler, şiirlerindeki coşku, O’nun sarsılmaz karakterinin çarpıcı birer yansımasıdır.

Eserlerinde portresini çizdiği kahramanlar misali yaşayan bu fikir ve aksiyon adamı, dünyanın en büyük kahramanı olarak nitelendirdiği Kür Şad’ın 20. Yüzyılda ete kemiğe bürünmüş hali gibidir.

“TÜRKLÜĞÜN RUHUNU TEMSİL EDEN ADAM”

Ahmet Bican Ercilasun’a göre “Türklüğün ruhunu temsil eden” Atsız, tıpkı hamur mayalar gibi Türk milletine Türkçülük ülküsünü aşılamıştır. (Ahmet Bican Ercilasun, “Ruh Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Düşmanına bile “O’nu bir kaşık suda boğarım, fakat davasından kirpik ucu kadar taviz vermediği için de takdir ederim” dedirtecek kadar abidevi bir hayat yaşamıştır. (Sakin Öner, Nihal Atsız, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s. 70-72)

Necmeddin Hacıeminoğlu’na göre O’nun en önemli özelliği, “şahsiyetinin tam bir bütünlük arz etmesiydi. Ruh, kafa ve fikir yapısında herhangi bir boşluk, eksiklik yahut çelişki yoktu.” (“Bir Yiğit Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Altan Deliorman’ın “Türkçülük tarihinin Ziya Gökalp’ten sonra ikinci büyük şahsiyeti” olarak gördüğü Atsız, Fethi Tevetoğlu’nun nazarında bir mefkûre kahramanıdır:

“Hayatta tanıdığım, sayıları üçü – beşi geçmeyen en cesur, en mert, en dürüst, asla yalan söylemez, yüksek ahlaklı karakter adamlarından biri, hatta birincisidir. Türklüğe adanmış “Çile Destanı” hayatıyla Türk nesillerine örnek olacak bir mefkûre kahramanıdır.” (Yeni Orkun, Ekim-Kasım 1989, Sayı: 19)

ATSIZ’IN ÜLKÜSÜ

Atsız’ın fikirlerinin merkezinde ülküleri vardır. Orkun Dergisinin 17 Kasım 1950’de yayınlanan 7’nci sayısında “milli ülkü” konusunu ele alan Atsız,ülküyü, “bir milletin motor gücü” olarak kabul eder ve ülküsüz bir milletin, gayesiz bir yığından ibaret olacağını ifade eder.

“Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister

Büyük devlet kurmak için büyük kan ister”

Diyen Atsız, büyük devlet olabilmenin şartının, peşinden gidilen ülkü için mücadele vermek ve gerektiğinde kanını seve seve akıtabilmek olduğunun altını çizer.

Tarihi “milletler mücadelesinden” ibaret gören ve milletleri canlı birer organizmaya benzeten Atsız’a göre, bu mücadele sırasında zayıflar ezilip azalır ve hatta kimi durumlarda tamamen ortadan kalkarken güçlüler çoğalır ve ayakta kalır.

Milletler mücadelesindeki muharrik gücün “milli ülküler” olduğunu belirten Atsız, milletlerin bilinçaltında bulunan “yayılıp hâkim olma” içgüdüsünün ülkücü büyük adamlar tarafından sistemli hale getirildiğini söyler.

Mevcut sınırları korumak ve zengin olmak düşüncesinin hiçbir zaman ülkü olamayacağına; ülkülerin kanla, fedakârlıkla, kahramanlıkla beslendiğine dikkat çeken Atsız, büyümek istemeyen bir milletin küçülmeye mahkûm olduğunun altını çizer. (Orkun, 17 Kasım 1950, Sayı: 7)

TÜRKÇÜLERİN SAHİP OLMASI GEREKEN VASIFLAR

Türkçülük ülküsünü, “Turan coğrafyasına (Büyük Türkeli’ne) hâkim olan Türklerin diğer bütün milletlerden ileri ve üstün olması” şeklinde tarif eden Atsız, Türkçülerin sahip olmaları gereken vasıfları da şöyle sıralar:

“Türkçü, soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir.

Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir.

Türkçü, alçakgönüllü olmaya mecburdur.

Türkçü, yükselmek için değil, yükseltmek içindir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur.

Türkçüler, dayanışmalı, yaşamaya mecburdur. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.

Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur.

Türkçünün en büyük görevi Türklüğe hizmettir.

Kısacası, Türkçüler 20. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır.” (Türk Ülküsü, S. 37-38)

EN KUTLU HEDEF: TURANCILIK

“Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır” diyen Atsız, bütün Türkleri birleştirmek ülküsünün bütün Türkçülerin en önemli hakkı ve görevi olduğu düşüncesindedir.

Yeryüzündeki “bütün Türklerin birleşmesi ülküsünü” asil bir düşünce olarak nitelendiren büyük Türkçü, bu birliğin sadece kültürel alanda kurulması isteğinin boş ve yanlış olduğunu kanaatindedir.

Kültür birliğinin ancak siyasi birlik sonunda doğacağına işaret eden Atsız, bunun gerekçesini şöyle izah eder:

“Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Batı Trakya Türkleri’yle, Kerkük Türkleri’yle neden bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve Kerkük. Öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 52)

“YURTTA SULH CİHANDA SULH YANLIŞ YORUMLANIYOR”

Bu çerçevede, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün yanlış yorumlandığını da belirten Atsız, konuyla ilgili şu tespitleri yapar:

“Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.

Aşırı ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtarılabilir. Fakat aşırı ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü gelince saldırmalarını asla önleyemez.

Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka milli istekler yani ülküler, milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır.

Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. (Türk Ülküsü, S. 123-125)

Atsız, Turan ülküsünü gerçekleştirmek için dış Türklerle ilgilenmeyi “emperyalizm” olarak görenlere de şu kısa ve net cevabı verir:

“Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir.” (Türk Ülküsü, S. 125-126)

TÜRK TARİHİNE BÜTÜNCÜL BAKIŞ

Türk tarihini bir bütün olarak gören, Cumhurbaşkanlığı forsundaki “16 Türk Devleti” yaklaşımını reddeden Atsız, Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin milli psikoloji üzerinde yıkıcı tesirler yapabileceğine dikkat çeker:

“Mazideki milli devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü milli devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Hâlbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir.” (Makaleler IV, S. 402-405)

Atsız, Türk tarihinin bölünmez bütünlüğü tezini şöyle temellendirir:

Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır.

Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz.

(…) Tarihi gerçek budur. İlkokuldan üniversiteye kadar tarihin böyle okutulması, böyle gösterilmesi lazımdır. Türklerin kafasında bir tarih birliği, tek devlet şuuru bulunmalıdır.” (Makaleler IV, S. 413)

OSMANLI HANEDANI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Türk tarihinin seyrini bu şekilde ortaya koyan Atsız, Osmanlı padişahlarına yönelik suçlamalara karşı, tıpkı Türkçülüğe yapılan eleştirilerde olduğu gibi sert bir üslup kullanır.

Osmanlı hanedanının yeryüzünde hiçbir hükümdar ailesine nasip olmayacak kadar uzun bir süre (600 yıl) iktidarda kalmasını Türklük adına bir övünç vesilesi olarak gören Atsız, hanedanı üyelerinin “vatan haini” olarak nitelendirilmesine büyük tepki gösterir. (Makaleler IV, S. 413)

Sultan İkinci Abdülhamid Han için “Gök Sultan” tanımlaması yapan Atsız, O’na yönelik eleştirilere tarihçi kimliğiyle cevap verir.

Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamlarının ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan imparatorluğu 33 yıl ayakta tutan İkinci Abdülhamid Han’ın, “katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak” olarak tanıtılmasını haksız bir suçlama olarak nitelendirir. (Türk Tarihinde Meseleler, S. 108)

İKİNCİ ABDÜLHAMİD’İN HAKKINI TESLİM ETMEK…

İkinci Abdülhamid’i tam manasıyla anlayabilmek için tahta çıktığı dönemi iyi bilmek gerektiğine dikkat çeken Atsız, o günler hakkında şu hatırlatmayı yapar:

“1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silahları ile, mesela mavzer tüfekleriyle silahlandırdı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkamlarla durduruldu. Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. (…) Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. (…)Balkanların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi, İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi. Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardır.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 110)

 

“MİLLİ BENLİĞİNİ KORUYAMAYAN YOK OLUR”

Birinci vasfı ülkücülüğü olan, Türklük ülküsünü savunan, Turanın gerçekleşmesini dileyen ve bu bağlamda Türk tarihini bir bütün halinde gören Atsız, milli benliğini koruyamayanların yok olacaklarına dikkat çeker.

“Millî benliğe inanmak, Türk milletinin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherine ve asaletlerine inanmak demektir” diyen Atsız, buna iman edenlerin, ülkenin ilmini ve tekniğini yükseltecek büyük başarılar için çalışacağını belirtir.

Milletine kabiliyetsizlik ve iptidailik izafe ederek çıktığı kabuğu beğenmeyip yabancıların reklâmını yapanları “soysuz dejenereler ve vatansızlar” olarak nitelendiren Atsız’a göre Türk milleti “ne fedakârlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiçbir milletten geri değil ve hatta ileridir.” (“Milli Benlik”, Atsız Mecmua, 1931, Sayı: 7.)

Türkçülüğü nazariye olmaktan kurtarıp hayata geçirmenin yolunun, “Türkiye’de Türk kültürünü hâkim kılmak, yabancı tesirleri silkip atmaktan” geçtiğini belirten Atsız, bunun için Türkçeye sahip çıkılması gerektiğinin altını çizer.

Türkçeye sokulmaya çalışılan yabancı kelimeleri kullanmamayı öğütleyen Atsız, “Yabancı kültüre ait olan şeyleri faydasız ve lüzumsuz yere kullanmak ancak bir ‘aşağılık duygusu’nun sonucu olabilir” tespitinde bulunur. (Orkun, “Türkçülere Birinci Teklif”, 20 Ekim 1950, Sayı: 3.)

KÖKÜ MAZİDE OLAN ATİ…

Milli kültür ve milli değerlerin önemini Yahya Kemal’in  “Kökü mâzide olan atiyim” sözüyle vurgulayan Atsız, bu dört kelimelik mısraın, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düstur olduğunu belirtir.

“Maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevî kanımızda, yani ruhumuzda olan istidatların, iyi ve kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.” diyen Atsız, maziyi küçük görmenin yanlış bir düşünce olduğunu belirtir. (Ötüken, “Milli Değerler ve Milli Ruh”, Yıl: 1972, Sayı: 92)

“TÜRKÇÜLÜĞÜN TEMELİ AHLAKTIR”

Diğer bütün özelliklerinin yanı sıra tam bir ahlak abidesi olan Atsız, Türkçü ideolojinin temeline de “sağlam ahlakı” yerleştirir.

Türk ahlakının “ferdiyete” değil, “şahsiyete” saygı gösterdiğine dikkat çeken Atsız, kadim çağlardaki Türk ahlakından şu çarpıcı misalleri gösterir:

“Milattan önceki yüzyıllarda Kunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. (…) Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar ki, verdikleri sözün yeter olduğunu yazarlar.

Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdani kanaatlerini hiç çekinmeden söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri hiç kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa uygularlardı.” (Atsız, Hüseyin Nihal-; “Türk Ahlakı”, Çınaraltı, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

Ahlakın bozulmasını soydaki bozulmaya bağlayan Atsız, Osmanlılar dönemindeki “devşirme” uygulamasına şu ifadelerle tepki gösterir:

“Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri, devşirmeler ise bunda pek usta oldukları için, II. Murad çağından sonra memleketin yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeye başlamış ve milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.” (Çınaraltı, “Türk Ahlakı”, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

“AHLAK OLMADAN HİÇBİR ŞEY OLMAZ”

“Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz” diyen Atsız, başta Ziya Gökalp olmak üzere, eski Türkçülerin hemen hepsindeki ortak meziyetin “kendinden öncekileri inkâr etmemek” erdemini göstermeleri olduğunu kaydeder. Bunun ahlaki bir mesele olduğunun altını çizen Atsız, şöyle devam eder:

“Her inanç ahlakla yürüyeceğine göre, Türkçülükte de sağlam bir ahlakın bulunması birinci şarttır. (…) En güzel fikri ve prensibi, en şahane ülküyü çürük bir çevreye sokun; hemen paçavraya döndüğünü, değersiz bir hal aldığını görürsünüz. Türkçülüğün de, mukadder olan tam zaferine rağmen, daha köklü olabilmesi için, Türkçülerin ahlakça yüksek insanlar olması lazımdır.” (Bozkurt, “Türkçülükte Ahlak”, 11 Haziran 1942, Sayı: 5.)

ATSIZ’IN BÜYÜK ADAMLARI

Büyük hedeflere ulaşmak için insanların kendi soyunu sevmesi, diline sahip çıkması, törelere saygı göstermesi, kendinden ziyade toplumunu düşünmesi, sağlam bir ahlaka sahip olması, teknik gelişmeleri yakından takip etmesi ve adalet ölçüleri içerisinde şuurlu bir demokrasiden yana olması gerektiğini belirten Atsız, “milli kahramanlar / büyük adamlar” konusuna büyük önem verir.

Tarihin kaydettiği hemen tüm başarıların milli kahramanlar eliyle gerçekleştirildiğini belirten Atsız, büyük adamlarda bulunması gereken vasıfları şöyle sıralar:

“1. Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki amiller cemiyetin yükselmesidir. Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.

2. Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan adamdır.

3. Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiçbir zaman büyük değildir.

4. Mevkii için milleti feda eden değil, bilakis gerektiği zaman millet uğruna mevkiini, hatta hayatını verebilen adam büyük adamdır.

5. Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.

6. Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.

7. Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.

8. Adam seçmesini, her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.

9. Büyük adam olmak için ailevi şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış, çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.

10. Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez.

11. Büyük adam sorumluluktan kaçmaz.” (Makaleler II, S. 15-16)

“TARİHTEKİ EN BÜYÜK KAHRAMAN KÜR ŞAD’DIR”

Dünya tarihinin en büyük kahramanı olarak Kür Şad’ı gören Atsız, bunun gerekçesini şöyle açıklar:

“Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır.

Kür Şad, Kağan sülalesindendi. Büyük kahramanlığı yaptıktan sora kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile.

40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın yapacağı işlerden değildir. (…) Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır.

Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç bir yerde çıkmamıştır.”  (Makaleler II, S. 15-20)

ATSIZ’IN NAZARINDA ZİYA GÖKALP

Atsız’ın büyük adamlar arasında zikrettiği bir başka şahsiyet Ziya Gökalp’tir.

Türkçülük fikrini ilk kez bir programa bağlayan kişi olan Gökalp’in en önemli eserinin “Türkçülüğün Esasları” olduğunu kaydeden Atsız, şöyle devam eder:

“Gökalp, Genç Kalemler dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle formülleştirmişti:

Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!

Türk’ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir.

Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Türklerin birleşmeleri lazımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.

Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.

Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu sonuca varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir!” (Makaleler II, S. 45-49)

Büyük adamların, ülkülerini gerçekleştirmek için müracaat ettikleri yöntem ve hayat tarzlarını eleştirenlere tepki gösteren Atsız, ülkücüleri ihtiyatsızlıkla suçlayanlara şu ironik tavsiyede bulunur: “Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 51)

ATSIZ’A DAİR SON SÖZ…

1927’den itibaren iktidar tarafından siyasallaştırılmaya çalışılan, 1931’de tasfiye edilen Türk Ocakları’nın yerine kurulan Halkevleri kadrosunun şekil verdiği müsamahasız tek parti döneminde Türkçülük Turancılık davasının öncü fikir ve aksiyon adamı olan Hüseyin Nihal Atsız’ın çileli hayatı ibret ve inanç levhalarıyla doludur.

1940’ların zorlu şartlarında “tarihçi, aydın, edip ve dava insanı” kimliğiyle Türkçülük davasını sırtlayan Hüseyin Nihal Atsız, Ziya Gökalp’ten devraldığı bayrağı kendinden sonraki nesillere teslim ederken ardında iftihar tablolarıyla dolu bir mazi bıraktı.

Hayatı, eserleri ve mücadelesi ahenkli bir bütün oluşturan bu büyük şahsiyet, fikirlerini sadece işinde ve sanatında değil, hayatının her anında uygulamaya koymak gibi nadir görülen bir meziyete sahipti.

Türk düşüncesine yaptığı önemli katkılar ve eğilip bükülmeyen karakteriyle gençlere örnek ve önder oldu. Roman, hikâye ve yazılarında işlediği bütüncül tarih anlayışıyla, Türk tarihinin devamlılığı tezini ilmi bir yaklaşımla ortaya koyarak çığır açtı.

Asla taviz vermeden sürdürdüğü büyük mücadelesiyle milliyetçi ve ülkücü gençlere rol model oldu. Tarihi romanlarında canlandırdığı savaşçı yiğitlerin yaşayan timsali gibi bir ömür sürdü. Roman karakterlerinin isimleri öylesine benimsendi ki, çocuklara isim olarak konuldu.

Görüşlerinden dolayı birçok kez takibata uğradı, mesleğini yapmaktan alıkonuldu, zindanlara atıldı ancak uzmanı olduğu tarih, O’nu her seferinde haklı çıkardı.

1960’lı yıllarda kaleme aldığı “bölücülüğe” dair tespitleri, gerekli tedbirler alınmadığı için, 1980’lerden itibaren başımıza bela oldu.

1930’lardan itibaren dile getirdiği, 1944’te uğruna yargılandığı Turan ideali ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kıskacındaki esir Türklerin bağımsızlığına olan inancı, 1991’den itibaren gerçeğe dönüştü.

Kırım Tatarları hâlâ örsle çekiç arasında dövülse de, Doğu Türkistan kan ağlamaya devam etse de, Suriye ve Irak Türkmenleri ateş çemberinin tam ortasında bulunsa da büyük Türk dünyası olarak geleceğe daha bir umutla bakıyorsak, Atsız’ın mücadelesi ve fedakârlığı sayesindedir.

Her konuya “Türk gözüyle, Türk’e göre, Türk için” bakabilme formülünü geliştiren, sağlam karakteri, ehliyetli bilim insanlığı ve engel tanımayan cesaretiyle bir adım öne çıkan Atsız’ın Türk gençliğine aşıladığı ruh, eminiz ki her geçen yıl daha da gelişecek, Dündar Taşer’in “Büyük Türkiye” ideali yakın bir gelecekte tecelli edecektir.

Atsız’ın ömrünü vakfettiği, “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” diyen Gaspıralı İsmail’in rüyasını gördüğü, 1970’li yıllarda nice Ülkücünün uğruna can verdiği, merhum Ebulfez Elçibey’in “Turan’ın yolu ‘Birleşmiş Azerbaycan’dan geçer” cümlesiyle hayalini kurduğu Turan ülküsüne olan inancımız Azerbaycan’daki son gelişmelerle daha da güçlendi.

Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ı vefatının 45’nci yıl dönümünde rahmet ve şükran duygularıyla anarken, Ermeni işgali altındaki Karabağ’ın yeniden Türk ili olması uğruna can veren şehitlerimize Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

]]>
http://hayatitek.com/turan-ideali-ve-huseyin-nihal-atsiz/feed/ 2
İZ BIRAKANLARLA MÜLAKAT: BÂBIÂLİ KAVGALARI-3 http://hayatitek.com/iz-birakanlarla-mulakat-babiali-kavgalari-3/ Thu, 11 Jun 2020 09:51:33 +0000 http://hayatitek.com/?p=1316 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ocak 1992’da yayınlanan 94. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın “Bâbıâli Kavgaları-3” başlıklı Açık Oturumumuzun konukları Sabiha Sertel, Hüseyin Cahit Yalçın, Tekin Erer, Hüseyin Nihal Atsız, Sabahattin Ali, Falih Rıfkı Atay idi.

]]>
İZ BIRAKANLARLA MÜLAKAT: BABIÂLİ KAVGALARI http://hayatitek.com/iz-birakanlarla-mulakat-babiali-kavgalari/ Thu, 11 Jun 2020 08:18:59 +0000 http://hayatitek.com/?p=1263 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Kasım 1991’da yayınlanan 92. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın Açık Oturum konukları Hüseyin Nihal Atsız, Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek, Tekin Erer, Nazım Hikmet Ran, Hüseyin Cahit Yalçın, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Sabahattin Ali, Yunus Nadi, Falih Rıftı Atay ve Ahmet Emin Yalman idi.

]]>
SANAL RÖPORTAJ / HÜSEYİN NİHAL ATSIZ: “Ufak meselelerle büyük davalar engellenemez. Türkçülük yürüyecek ve Türk ırkı muzaffer olacaktır. Tanrı Türk’ü korusun.” http://hayatitek.com/huseyin-nihal-atsiz-sanal-ropartaj/ Sun, 31 May 2020 16:51:42 +0000 http://hayatitek.com/?p=266
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

HAYATİ TEK: Türkçü-Turancı kimliğiyle tanınan, “Türkçülük” denilince akla ilk gelen isimsiniz. Söyleşimize, bir kitabınıza da isim yaptığınız “Türklük Ülküsü” kavramından ne anlamamız gerektiği sorusuyla başlamak istiyoruz?

H. NİHAL ATSIZ: Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir.

Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız.

İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara, millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milliyetler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır(1).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Savaşmak, yaşamak için gereklidir(2).

HAYATİ TEK: Bir millet savaşa nasıl hazır bulunur?

H. NİHAL ATSIZ: Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır: Biri maddidir, buna “teknik” diyoruz. Biri de ruhidir, “ülkü” adını veriyoruz(3).

HAYATİ TEK: Bu iki kuvvetten hangisi daha önce gelir?

H. NİHAL ATSIZ: Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler arasındaki çarpışmayı ruhi yönden üstün olan kazanır. Ruhi kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhi kuvvetten yoksunluk ise, maddi güç ne kadar büyük olursa olsun, bozgun demektir(4).

HAYATİ TEK: Ruhi kuvvet nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Milli üstünlük inancı, büyümek isteği, yani milli ülküdür. Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırıları yok etmek özelliğine maliktir(5).

HAYATİ TEK: Buradan yola çıkarak Türk ülküsünü tarif eder misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Türk ülküsü, Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor.

Bir ülkünün çevresinde toplanmak ve onun için ölümü göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Milli bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ıstıraptan kaçar, kuvvetliden korkar. Ölümden korkmayan, ıstıraptan kaçmayan, kuvvetli ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır(6).

HAYATİ TEK: Türk ülküsünün bugünkü şartlarda gerçekleşme şansı nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Bugünün kaba maddeciliği arasında, Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün doğu milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa çıkamayan Batı’nın, içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, Türklük ülküsüdür(7).

HAYATİ TEK: Türklük ülküsü için “Kızılelma” denildiğini biliyoruz. Böyle bir isimlendirmenin gerekçesi ne olabilir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkler, kendi ülkülerine niçin “Kızılelma” demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz. Yalnız bu addaki saflık ve tabiilik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından manalıdır. Kızılelma adı, ülkünün, aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir(8).

HAYATİ TEK: Söylediklerinizden, bu ülkünün yüzyıllardır var olduğu ve halk arasında bilindiği anlaşılıyor. Türklerin tarihi başarılarında Kızılelma anlayışının etkisi olmuş mudur?

H. NİHAL ATSIZ: Kızılelma ülküsü, Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, ilahi bir gayenin timsali haline gelmiştir. Bu büyük düşünce olmasaydı XI. yüzyılda Anadolu’ya gelen, en çok bir milyon Türk, Bizans’ın Asya ve Avrupa’daki topraklarında rastladıkları diğer Türklerin birkaç tümenlik Hıristiyanlaşmış döküntülerinin yardımı ile de olsa, bu dünya çapında devleti kurup dört kıta (dördüncüsü Okyanusya’dır) üzerindeki teşkilat ve medeniyet şaheserini yaratamazdı(9).

HAYATİ TEK: Kızılelma ülküsünün yıllarca maceracılık olarak nitelendirilmesine ne diyorsunuz?

H. NİHAL ATSIZ: Kızılelma ülküsüne tehlikeli maceracılık diyenler, bugünkü Araplar ile Yahudilere bakıp düşünmelidirler. Hele Yahudiler 2000 yıl önce kaybettikleri vatanlarını yeniden ele geçirmek için yalnız kitaplarda kalmış olan İbrani dilini diriltip bir konuşma dili haline getirmek uğrundaki çalışmaları ile dünyaya örnek olmuşlardır. Biz ise bir yandan “Bir Türk dünyaya bedeldir” vecizesine inanmış görünürken, bir yandan da kendimizi baltalayıp inkâr ettik(10).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Büyüklükten korktuk. Küçüklüğü benimsedik ve milli ülkü ile delilik dile alay ettik.

Kızılelma ülküsünü bir delilik sayacaksak, büyüklükten değil, yaşamaktan da vazgeçmeliyiz. Tarihi görevini yapmış ve artık ölmeye yüz tutmuş bir topluluk olmayı kabul etmeliyiz. Buna razı değilsek milli ülkünün peşine düşmeliyiz ve demiryolu yapmakla bir kaç fabrika kurmayı ülkü diye göstermek gafletinden çekinmeliyiz.

Ülküler için maddi faydası nedir, uygulanabilir mi diye düşünmek doğru değildir. Hiçbir inanç riyazi mantığa vurulamaz. Tanrı’nın varlığı da riyazi metod ile ispat edilememiştir. Fakat yüz milyonlarca insan ona inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır. Ülküler de böyledir(11).

HAYATİ TEK: Türklük ve Kızılelma ülküsünün suçlanmasının sonuçları neler olmuştur?

H. NİHAL ATSIZ: Kızılelma, Türk milletinin manevi besinidir. Açlar yiyecek bulamadıkları zaman nasıl faydasız, zararlı, hatta zehirli nesneleri yerlerse; Türk milleti de “Kızılelma” kendisine yasak edildiği için Marksizm ve Kozmopolitizm gibi zararlı ve zehirli fikirlere el uzatıyor. Fakat bu devir artık kapanmıştır. Gittikçe uyanan milli şuur karısında gafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızılelma’nın yolunu kapatamayacaklardır(12).

HAYATİ TEK: Türk ülküsünün ayrılmaz bir parçası olarak gördüğünüz “Türkçülük” kavramı hakkındaki düşüncelerinizi de almak isteriz.

H. NİHAL ATSIZ: Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre mensupluk, sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre, kelime, yerinde kullanılmıştır(13).

HAYATİ TEK: Türkleri sevip, Türk’ten yana olduğunu söyleyen milletleri, mesela Pakistanlıları Türkçü olarak nitelendirebilir miyiz?

H. NİHAL ATSIZ: Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelime ile ifade olunamaz. Zaten başka milletlerin Türk’ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, çıkara, siyasi zaruretlere işarettir. Türk’ü gerçek olarak, Türk’ten başkası sevmez. Türkçülük bir ülküdür. Türkçülük, büyük Türkeli’nde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür(14).

HAYATİ TEK: Bildiğimiz kadarıyla “Türkçülük” kavramının kökü pek eskilere dayanmıyor. Türkçülük fikrinin dayandığı kaynaklar nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:

1. Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik.

2. Tanzimat’tan sonra, Avrupa’daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilik hareketi.

3. Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki.

4. Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.

Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbirleriyle kaynaşıp yoğrularak bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir(15).

HAYATİ TEK: Söyledikleriniz ışığında sonra sormak istiyoruz; Türkçü kimdir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkçü, soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Bilir ki, bugün görülen geri ve kötü ne varsa, hepsi, geçici bir hastalığın belirtisidir ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten erdemlerin hepsi kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkân ve fırsat aramaktadır. Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir(16).

Türkçü, alçakgönüllü olmaya mecburdur. Çünkü, kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek ve takdir olunmak içindir. Hâlbuki takdir beklemek bir bencilliktir. Türkçü, yükselmek için değil, yükseltmek içindir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur.

Türkçüler, dayanışmalı yaşamaya mecburdur. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.

Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur.

Türkçünün en büyük görevi Türklüğe hizmettir.

Kısacası, Türkçüler 20. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır(17).

HAYATİ TEK: Bu hizmet nasıl olmalı? Daha doğrusu Türk milletini yönetenlerin takip etmesi gereken siyaset ne olmalı?

H. NİHAL ATSIZ: Has Hacib Balasagunlu Yusuf tarafından XI. yüzyılda yazılan Kutadgu Bilig, “siyaset bilgisi” demektir. Uğur, bahtiyarlık demek olan “kut” kelimeyi şimdiye kadar “saadet veren ilim” diye boşuna tercüme etmişlerdir. Bu ismin anlamı, koca eserin muhtevasından da anlaşılacağı üzere siyasetnamedir. Toplumun bahtiyar olması için gerekli şartları saydığı malum olduğuna göre Türklerin siyaseti, “toplum bahtiyarlığı bilimi” diye anladıkları ortaya çıkıyor. Nitekim Kutadgu Bilig’den üç asır önce de Bilge Kağan, kardeşi kahraman Kül Tegin için, İçen Kağan da babası Bilge Kağan için diktirdiği ünlü Orkun yazıtlarında, devlet siyaseti olarak milleti doyurmak, giydirmek ve çoğaltmayı, yani bahtiyar etmeyi başardıklarını anlatmışlardır(18).

HAYATİ TEK: Konuya çok derinden girdiniz. Hiç değilse yakın geçmişten örneklerle devam etsek…

H. NİHAL ATSIZ: Günümüzde milleti bahtiyar edecek bir siyaset tutumundan çok, tehlikelerden kaçınıp yalnızlık içinde bulunulan günü düşünmek prensibi alıp yürümüştür. Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır(19).

Aşırı ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtarılabilir. Fakat aşırı ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü gelince saldırmalarını asla önleyemez.

Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka milli istekler yani ülküler milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır(20).

HAYATİ TEK: Ancak İnönü’nün bu tutumunu Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesiyle ilişkilendirenler var…

H. NİHAL ATSIZ: Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. Atatürk’ün zemin ve zaman icabı olarak, sırf o devir için söylediği “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini, ebedi düsturmuş gibi benimsemiş görünerek siyasetini bu esas üzerinde yoğunlaştırmıştır(21).

HAYATİ TEK: Atatürk’ün bu sözü nerede, ne zaman söylediğini biliyor musunuz?

H. NİHAL ATSIZ: Bu sözün neden söylendiği, hatta söylenip söylenmediği de belli değildir(22).

HAYATİ TEK: Tekrar konumuza dönersek, sizin tabirinizle pasif siyasetin Türkiye’ye maliyeti ne olmuştur?

H. NİHAL ATSIZ: Siyasi sınırlar dışındaki Türklerin ihmalini doğurmuştur. Her hangi bir devlette yaşayan Türklerle ilgilenmek o devleti gücendirir, tedirgin eder, kızdırır diye adeta cihan Türklüğü inkâr olunmuştur. Hâlbuki cihanın manzarası bu konuda ne kadar ibret vericidir(23).

HAYATİ TEK: Nasıl? Örnek verir misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Afrika zencilerine kadar her millet ırkdaşlarıyla ilgilenmekten bir an vazgeçmemektedir. Hele şu küçük Yunanistan bir yandan Kıbrıs’ı isterken, bir yandan Arnavutluk’tan Epir’i kopartmaya çalışmakta, daha ilerisi için de Bizans’ı diriltecek hesaplar yapmaktadır(24).

HAYATİ TEK: Bizim dış Türklerle ilgilenmemizin emperyalist bir tutum olacağını söyleyenler de var ama…

H. NİHAL ATSIZ: Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir(25).

HAYATİ TEK: Konu Türkiye dışındaki Türklere gelmişken, 1944’te yargılandığınız “Irkçılık Turancılık” davasını hatırlamamak mümkün mü? Nedir Turancılık? Bir suç ya da hayal mi?

H. NİHAL ATSIZ: Turancılık, Türkiye’de 60 yıldan (1973 yılı itibariyle) beri tartışılan bir konudur. Zaman zaman, Türklerle akraba milletleri de içine alan bir sistem halinde düşünülmekle beraber bugün “Turancılık” deyince Türkiye’de anlaşılan şey, tarihi mirasları da dâhil olduğu halde bütün Türkleri tek devlet halinde birleştirmek ülküsüdür ve her ülkü gibi nesillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heyecan katan bir inançtır(26).

HAYATİ TEK: Ancak kimilerine göre de, Turancılık bir maceradan ibarettir…

H. NİHAL ATSIZ: Bu kelime üzerinde iyi ve ciddi düşünmek lazımdır. Her maceracılık bir hata olmadığı gibi her ihtiyat da tedbirli bir davranış değildir. İnsanlığın tarihi siyaset, askerlik ve ilim alanındaki maceralarla doludur. Kristof Kolomb’un batıya giderek Hindistan’a varmak istemesi bir macera idi. Bir sal ile Atlantik’i geçmek de öyledir(27).

HAYATİ TEK: Kendi tarihimizden hangi örnekleri verebiliriz?

H. NİHAL ATSIZ: Kendi yakın tarihimize bakarsak Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması da bir maceradır. Birçoklarının buna katılmayışı yurtsever olmayışlarından değil, başarı ihtimali görememelerindendir. Fakat o, iyi hesap yapmasını bildiği için, başkalarının Türkiye’yi batıracak bir macera diye muhalefet ettikleri teşebbüsünü parlak bir şekilde bitirdi(28).

Daha eski tarihimizde Babür’ün 10.000 kişiyle Hindistan’a dalması, Yavuz’un 30.000 kişiyle çölü geçerek Mısır’a girmesi birer macera değil miydi?

Evet, Napolyon ve Hitler’in Moskova seferleri de macera idi ama onlar başarısızlıkla bitti diye berikilerin değeri azalır mı?

Yahudilerin Arap vatanı olmuş topraklarda İsrail devletini kurması şaşırtıcı bir macera değil midir?

Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur(29).

HAYATİ TEK: Yani…

H. NİHAL ATSIZ: Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek yine birleşeceğiz diye kendisini bir ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türkleri birleştirmek hakkımız ve görevimizdir. Bizden zorla koparılanı zorla geri almak adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir. Büyüklük düşüncesi asil bir düşüncedir(30).

HAYATİ TEK: Bu birlik nasıl tesis edilecektir? İnanç ve kültür birliği tesis etmek sizin hayalinizdeki Turan için yeterli mi?

H. NİHAL ATSIZ: Turancılığı, bütün Türkleri yalnız kültür alanında birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir kanundur ki kültür birliği ancak siyasi birlik sonunda doğar(31).

HAYATİ TEK: Bu fikriniz de yine maceracılık, hayalcilik ve ırkçılıkla suçlanacaktır.

Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük Türkleriyle neden bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve Kerkük. Öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın(32).

Turancılık ülküsü gibi milleti hızlandırıcı, ahlaka ve erdeme dayalı kutlu bir ülküyü yermek için ya damarlarındaki kanı yabancı hissetmek, ya komünist yani vatan haini yahut da milli tarihi Malazgirt’ten başlatacak kadar cahil ve budala olmak lazımdır(33).

HAYATİ TEK: Siz milli tarihi Malazgirt’ten başlatanları cahillikle suçluyorsunuz ama birçokları o kadar geriye bile gitmiyor. 19 Mayıs 1919’dan öncesini, hadi birazcık zorlamayla Çanakkale’den öncesini yok sayıyor. V. Mehmed Reşad’a bir şey demeseler de VI. Mehmet Vahdettin’i vatan haini görüyorlar. II. Abdülhamid’e ise ateş püskürüyorlar.

H. NİHAL ATSIZ: Toplumun en büyük haksızlığına uğramış tarihi şahsiyetlerden biri, II. Abdülhamid’dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan iç dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişah, katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır(34).

HAYATİ TEK: Böyle bir anlayış nasıl tesis edildi Türkiye’de?

H. NİHAL ATSIZ: Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandaların yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabii ne olabilir?

“Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,

Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.

Ondan evvel geçen günler, bilsen yavrum ne siyahtı,

Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;

Hâlbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,

Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bizardı!”

gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamid düşmanlığı aşılıyordu(35).

HAYATİ TEK: Bu düşmanlığı kimler aşıladı memlekete?

H. NİHAL ATSIZ: Bu düşmanlığı aşılayanlar ilk önce İttihatçılar, yani hürriyet kahramanlar (!) yani Sultan Abdülhamid’in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yani, yabancıları işe karıştırarak Türkiye’yi batırmak için Osmanlı Bankası’nı basan, Anadolu’da kargaşalık çıkaran ve Avrupa’nın gık demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara kaldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye’yi parçalamak isterken Sultan Hamdi tarafından 1897’de tepelenen Yunanlılar (ve bizdeki adı ile Rumlar) ve Filistin’de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudilerdi.

Sultan Hamid, bin türlü siyasi tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarda birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar.

“Türk, Musevi, Rum, Ermeni,

Gördük bu rûz-ı rûşeni!”

şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor. Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir “rûz-ı rûşen (aydınlık günü)” beklediklerini anlamamak, anlayamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı(36).

HAYATİ TEK: Bu sözleriniz üzerine Sultan Abdülhamid dönemini biraz detaylandırmak gerekecek. Nasıl bir dönemde hüküm sürdü II. Abdülhamid?

H. NİHAL ATSIZ: Sultan Hamid’i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lazımdır. Sultan Aziz’in son zamanlarındaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan liberalizmi V. Murad, muhafazakârlığı II. Abdülhamid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa’ya bakarak parlamento ile her şeyin düzeleceğine inanıyor, muhafazakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk’ün hâkimiyetini sağlamak için mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar, Sultan Murad’ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad’a göstermeyen masonluğun arakasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı(37).

HAYATİ TEK: Enteresan başladı dönem değerlendirmeniz. Liberaller, Muhafazakârlar ve Masonlar arasındaki mücadele nasıl gelişti?

H. NİHAL ATSIZ: İlk Meşrutiyet Meclisi’ndeki Hıristiyan mebuslar, Türkiye’nin bir an önce parçalanması için Ruslar ile savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid, bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi, elbette ki yanlış bir iş yapmış olurdu. Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışardan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere Meclisi kapatması, Sultan Hamid’in en büyük başarısı ve hizmetidir(38).

HAYATİ TEK: Birinci Meşrutiyet Meclisi kapatılmasaydı ne gibi gelişmeler yaşanma ihtimali vardı?

H. NİHAL ATSIZ: 8 milyon Hıristiyan ve 12 milyon Müslüman yabancıya karşı kültür seviyesi hepsinden geri 10 milyon Türk’le bu devlet nasıl tutulacaktı? Demokrasi bir çoğunluk rejimi olduğuna göre, Türklerden çok olan Araplar, mesela, resmi dilin Arapça olmasını teklif etseler ve Arnavutları da yanlarına alsalar, sonuç ne olacaktı? Bütün Türk olmayanlar birleşerek Osmanlı İmparatorluğu’nun Avusturya-Macaristan gibi federatif bir devlet olmasını isteseler, bunun, nasıl önüne geçilecekti? Karışmak için fırsat gözleyen Avrupa devletlerini kışkırtmak üzere demokratik nümayişler yapılsa, bu ne ile önlenebilecekti?

İşte Sultan Hamid, Meclisi kapatarak bütün bu tehlikeleri önledi ve tahtından indirilmeseydi daha da önleyecekti(39).

HAYATİ TEK: Konu gittikçe daha enteresan bir hal alıyor. II. Abdülhamid başka neler yaptı devleti ayakta tutmak adına?

H. NİHAL ATSIZ: 1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silahları ile, mesela mavzer tüfekleriyle silahlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları mümkün taarruzlara karşı, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkâmlarla durduruldu.

Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. Sultan Aziz’in, Ruslarla çarpışıp Kırım’ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin değişmesi karşısında değerini kaybetmişti. 8-10 mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı(40).

HAYATİ TEK:  Askeri konular dışında neler yaptı Abdülhamid?

H. NİHAL ATSIZ: Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. Görülmemiş bir haber alma şebekesi kurdu. Yabancı elçilerden bile casusları vardı. Avrupa’da kuş uçsa haberi oluyor, aleyhimizdeki kararları önceden öğrenerek tedbirini alıyordu. Hilafeti, Osmanlı Hanedanı’ndan almak için Mısır’da kurulan gizli bir derneğin üyelerinden biri Sultan Hamid’in adamlarından biriydi. Balkanların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi, İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi.

Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardı(41).

HAYATİ TEK: Sözlerinizin tam zıddı bilgiler öğrendik bugüne kadar. Gerçekten ilginç şeyler söylüyorsunuz. Hazır konu Abdülhamid’den açılmışken, O’na yönelik “müstebit, çok kan döktü” iddialarına ne diyeceksiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Çok namuslu ve dindar bir adam olduğu için, asla kan dökmemiştir(42).

HAYATİ TEK: Mithat Paşa’yı Abdülhamid öldürtmedi mi?

H. NİHAL ATSIZ: Mithat Paşa’yı öldürttüğü hakkındaki söylenti iftiradır. Gerçi o, Mithat Paşa’dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz’i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat, dindar bir insan olarak, kan dökmekten, bütün hayatınca çekinmiş, Mithat Paşa ile arkadaşlarının idam kararlarını müebbet hapse çevirmişti. İsteseydi idam kararını imzalayamaz mıydı? Buna hangi kuvvet engel olabilirdi? Bunu yapmayarak sonra, Taif’te suikasta girişecek kadar az zekâlı mı idi(43)?

HAYATİ TEK: Peyami Safa’nın iddialarına ne diyeceksiniz? Babası İsmail Safa’yı sürgüne göndermesi yüzünden Abdülhamid’i müstebit olarak nitelendiriyor zira…

H. NİHAL ATSIZ: Şimdi, bu kadar büyük bir davanın karşısında, Peyami Safa’nın ileri sürdüğü İsmail Safa’nın sürgün edilmesi gibi hadiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp’ın Türkiye’nin kaderi hakkında söz sahibi olması… Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve milli şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir miydi?

Babasına beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa’nın bazı özel düşünceleri olması tabiidir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur(44)?

HAYATİ TEK: İnanın, ne diyeceğimi bilemedim. Devam edelim lütfen.

H. NİHAL ATSIZ: “Bu dünyada herkes bir şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın”. Bu güzel söz, Sultan Hamid’in küçük oğlu Mehmet Abid Efendi’ye aittir. Abid Efendi 17 Eylül 1905’te İstanbul’da doğup 8 Aralık 1973’te Beyrut’ta ölmüş, Şam’da Selimiye haziresine gömülmüştür. Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille ispat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksekokul ve hatta lise diploması yoktu. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattat ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün üniversite kütüphanesinin temelini teşkil etmektedir. Bayezid Umumi Kütüphanesi’ni de yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmi eserler yazdırarak hizmet etti(45).

HAYATİ TEK: Yani işin özü, “II. Abdülhamid despot ve eli kanlı bir hükümdar değildi” demek mi istiyorsunuz?

H. HİHAL ATSIZ: Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? Sultan Hamid, kızıl değil, “Gök Sultan”dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır(46).

HAYATİ TEK: Sahi, aklımıza takıldı. Sultan Abdülhamid, Peyami Safa’nın babası İsmail Safa’yı niçin sürgün etmişti?

H. NİHAL ATSIZ: İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için Sultan Hamid tarafından haklı olarak sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi.

Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zapt etmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur?

O günkü İngiltere’yi Boer’leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır(47)?

HAYATİ TEK: Bu bahisle ilgili son sözlerinizi alabilir miyiz?

H. NİHAL ATSIZ: Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlanmak için yaşadı. Siyasi dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demiryolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu.

Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter: Hürriyet kahramanları(!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astırdıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan bir tek siyasi idam yapmadan, en korkunç siyasi güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof Çarının Rusya’ya davetini, Selanik’ten Alman gemisiyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun davetini reddedersek vatanında bir sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.

Türkiye, dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu. Ve sokmadı da… Ne diyelim? Durağı cennet olsun(48).

HAYATİ TEK: Abdülhamid hakkındaki değerlendirmeleriniz, kimlere büyük adam denmesi gerektiğine dair bir ölçü koymanın önemine de işaret ediyor. Sizce kimdir büyük adam?

H. NİHAL ATSIZ: Millete ve vatana bağlılık bakımından birkaç türlü vatandaş vardır. Bunların başında kahramanlar gelir. Hiçbir karşılık beklemeden kendisini her zaman millet ve vatan uğrunda harcayabilenler, kahraman vatandaşlardır. Bu birinci sınıfın sayısı oldukça azdır.

İkinci sınıfı iyi vatandaşlar teşkil eder. Bunlar tek başlarına ve her zaman kendilerini kendi istekleriyle feda edemeseler bile, iyi bir ad bırakmak pahasına kendilerini feda edebilen kimselerdir. Mukaddes vazifeler için, ülküler için kendilerini harcayan bu iyi vatandaşlar, yanlarında kendilerine benzeyenleri gördükçe cesaretlenir ve birinci sınıfa yaklaşırlar.

Üçüncü sınıf, kendilerini feda edebilecek yaratılışta olmamakla beraber, başka her hususta fedakârlığa katlanabilen, hatta kendisini feda etmek gerektiği zaman, bu fedakârlığa hiçbir arzu duymadığı halde katlanan yani kaçmayı düşünmeyen vatandaşlardır(49).

Dördüncü sınıf, vatan ve millet için ancak başka bir kazanç karşılığında fedakârlık yapabilen, fakat hiçbir zaman kan fedakârlığına girişemeyen ve kan fedakârlığından kaçınmak için her çareye başvuran, her hileyi yapan kötü bir sınıftır.

Bir de hainler vardır ki onlardan bahsetmeği lüzumsuz görüyorum. Bir milletin yükselip alçalması, kendi içindeki bu dört sınıfın çoğalıp azalmasıyla mebsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Milletin yükselmesinde başrolü oynayan büyük adamlar ancak ilk iki sınıftan çıkmıştır(50).

HAYATİ TEK: Büyük insanları diğerlerinden ayıran vasıflar nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Gerçekten büyük adam olanı ayırmak pek de kolay bir iş değildir. Çünkü şahsiyetleri tarafsız olarak incelemeye engel olan çok şeyler vardır(51).

HAYATİ TEK: Ne gibi?

H. NİHAL ATSIZ: Bu engellerin başında propaganda gelir. Propaganda, kötüye kullanıldığı zaman o kadar fena bir şeydir ki bazen büyük adamları değersiz kimseler olarak gösterdiği gibi, bazen de alelade insanları büyük adam diye tanıtabilir. Hele tek taraflı propaganda nice hakikatleri ortadan silmektedir(52).

HAYATİ TEK: Bu hususta bir örnek verir misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Mesela Osmanlı vezir-i âzamlarından Gedik Ahmet Paşa büyük fütuhat yapmış büyük bir vezir gibi gösterilir. Bu yanlış telakki iyice yerleşmiş, hatta şair Yahya Kemal, “Gedik Ahmet Paşa’ya Gazel” diye güzel bir şiir bile yazmıştı. Fakat hakikat hiç de böyle değildir. Gedik Ahmet’in fütuhatı diye gösterilen şeyler, muhteşem ve yenilmez Osmanlı ordusuyla bazen savaşsız, bazen kısa bir savaşla elde edilmiş ve küçücük devletlere karşı kazanılmış ucuz başarılardır. Değersiz Gedik Ahmet haksız yere böyle şişirildiği gibi, İkinci Abdülhamid de haksız yere küçültülmüş, müstebit, zalim, hatta hain gibi gösterilmiştir. Bu da ittihatçıların propagandası neticesidir(53).

HAYATİ TEK: O halde hangi şahsiyetlere “büyük adam” demeli?

H. NİHAL ATSIZ: Bunun şartları şunlardır:

1. Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki amiller cemiyetin yükselmesidir. Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.

2. Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan adamdır.

3. Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiçbir zaman büyük değildir.

4. Mevkii için milleti feda eden değil, bilakis gerektiği zaman millet uğruna mevkiini, hatta hayatını verebilen adam büyük adamdır.

5. Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.

6. Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.

7. Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.

8. Adam seçmesini, her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.

9. Büyük adam olmak için ailevi şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış, çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.

10. Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez.

11. Büyük adam sorumluluktan kaçmaz.

Velhasıl büyük adam pek seyrek yetişir. Bir millet için büyük adam yetiştirmek ne kadar büyük bir bahtiyarlıksa, yetiştirmemek de o kadar büyük bir felakettir. Bundan daha büyük ve korkunç olan felaket ise alelade adamları büyük sanacak kadar hafifleşmektir(54).

HAYATİ TEK: Size göre, dünya tarihinin en büyük kahramanı kimdir?

H. NİHAL ATSIZ: Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde birçok kahramanlar görülmüştür. Bunlardan bazılarının ünü dünyayı tutmuş, kimi büyük fütuhat yapmış kimi şanlı bir müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat bununla beraber tarih en büyük kahramanların bile çok defa ufak tefek kusurlarını kaydetmiştir(55).

Kür Şad’a gelince o bunların hiç birine benzemez. Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır(56).

HAYATİ TEK: Kür Şad’ı büyük yapan özellikler nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Kür Şad, Kağan sülalesindendi. Büyük kahramanlığı yaptıktan sora kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile.

40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın yapacağı işlerden değildir. Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvve-i maneviyesi hürlerinki gibi sağlam değildir. Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs edebilmekle Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır(57).

HAYATİ TEK: Türk tarihinden başka kimleri örnek gösterebilirsiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Millet yolunda ölen Namık Kemal bir kahramandır. Şahsiyetini milli varlık içinde eriten (Ziya) Gökalp da öyledir. Türkistan’da milli şuuru uyandırmak için ölmek kararını veren ve Rus makinalısına yürüyen Enver Paşa da belki onlardan daha büyük bir kahramandır. Fakat bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük bir maksatla ve onunki kadar güç şartlar içinde olarak çarpışmamışlardır. Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç bir yerde çıkmamıştır(58).

HAYATİ TEK: Sizce büyük adam vasfına haiz başka kimler vardır?

H. NİHAL ATSIZ: Fikir tarihimizde birinci planda yer alan şahsiyetler arasında Ziya Gökalp’ın özel bir yeri vardır. Diyarbakır’ın bu sakin yaradılışlı evladı, fikir tarihimizdeki bu mühim yerini, Türklüğe yaptığı büyük hizmetlerle elde etmiştir. Ziya Gökalp’in Türklüğe yaptığı hizmet, Türk milliyetçiliği, yani Türkçülük alanındadır. Tarihin uzak yüzyıllarından beri var olan, fakat Tanzimat’tan sonraki devirde hem devamlı, hem de şuurlu bir mahiyet alan Türkçülüğü, ilk defa bir programa bağlayan Ziya Gökalp’tir. Gökalp’ın eserlerinin hemen hepsinde, bu büyük ülkünün izlerini bulmak mümkündür. Fakat muhakkak ki, bu alandaki en mühim eseri, Türkçülüğün bir programa bağlandığı “Türkçülüğün Esasları”dır(59).

HAYATİ TEK: Gökalp’tende önce Türkçüler yok muydu?

H. NİHAL ATSIZ: Ziya Gökalp’tan önceki Türkçüler, Türk milletinin bağlanacağı ülküsünün Türkçülük olduğunu anlamışlar ve bunu eserlerinde anlatmaya çalışmışlardı. Fakat bu büyük gerçeği millete mal edebilmiş oldukları asla söylenemez. Gökalp ise, Türkiye tarihinin en buhranlı bir devrinde, birkaç arkadaşıyla birlikte giriştikleri mücadele ile, Türk soyunun ülküsü olan Türkçülüğü geniş çevrelere yaymak imkanını bulmuştur.

Gökalp, Genç Kalemler dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle formülleştirmişti:

Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!

Türk’ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir(60).

HAYATİ TEK: Gökalp’e göre Türkçülüğün temel esasları nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Bazı Türk şubelerinin Türkiye Türklüğünden ayrı bir dil ve kültüre sahip olmaya çalışmaları doğru değildir. Türklerin birleşmeleri lazımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.

Gökalp, Türklük meselesini bu şekilde ortaya koyduktan sonra, milletimizin bu tek ülküsünün ne olacağını tespite çalışmıştır. Değerli fikir adamımıza göre, Türk ülküsünü yakın ve uzak ülkü olmak üzere ikiye ayırmak lazımdır(61).

HAYATİ TEK: Yakın ve uzak ülkü kavramlarını biraz açar mısınız?

H. NİHAL ATSIZ: Yakın ülkümüz, Oğuz veya Türkmen birliğidir. Çünkü, kültürce birleşmeleri en kolay olan Türkler oğuz Türkleridir. Türkiye Türklerinden başka Azerbaycan, İran ve Harzem ülkelerinin Türkleri de Oğuz boyundandır. Bu bakımdan, Türkçülüğün yakın ülküsü bu boydan olan Türkleri birleşmesi, yani Oğuz birliği veya Türkmen birliğidir. Uzak ülkümüz ise Turan’dır. Turan ülküsü, Turanlı kavimlerin birleşmesiyle meydana gelecek bir kavimler karışımı değil, sadece Türkleri birliğidir(62).

HAYATİ TEK: Böyle bir birliğin oluşması mümkün mü?

H. NİHAL ATSIZ: Ziya Gökalp’e göre “böyle bir birleşme mümkün müdür?” sorusunu sormak dahi lüzumsuzdur(63).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Çünkü bu bir ülküdür. Hem de Türklerin ruhlarındaki heyecanı sonsuz bir dereceye ulaştıracak çok cazip bir ülküdür. Türk milletini böyle büyüleyici ve coşturucu bir duygudan yoksun bırakmak asla doğru değildir.

Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.

Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu soruca varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir(64)!

HAYATİ TEK: Gökalp’i bu kadar övüyorsunuz ama ona karşı olan hatta düşmanlık besleyenler de yok değil.

H. NİHAL ATSIZ: Gökalp düşmanlığı, fikir adamımızın şahsından çok milliyetçiliğine karşıdır. Türkçülük ülküsüne düşman olanlar, bu ülküyü zayıflatmak için Türk milliyetçiliğinin en büyük şahsiyetlerinden birisi bulunan Ziya Gökalp’i hırpalama taktiğinden hiç ayrılmamışlardır(65).

HAYATİ TEK: Gökalp’e yönelik saldırılardan birkaç örnek verir misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Gökalp’a düşmanlık edenlerin büyük çoğunluğu yerli kızıllardır. Bu düşmanlığın iki sebebi vardır. Birincisi, Gökalp’ın eserleriyle, Türkün manevi gücünü ayakta tutmasıdır. Türkiye’de Türkçülük var oldukça, kızılların memleketimizi Moskof pençesine atmak gayretleri elbette ki gerçekleşemez. İkincisi ise, büyük fikir adamımızın, Turancılık ülküsünün de en büyük siması bulunmasıdır. Türkiye dışındaki Türklerin hürriyetlerine ve bağımsızlıklarını kavuşması davası olan Turancılık gerçekleşirse, bu yerli kızılların manevi vatanları olan Rusya’nın, pençesindeki en verimli toprakları elinden kaçırmak suretiyle yarı yarıya çökmesi olacaktır. İşte kızılların Gökalp düşmanlığının sebepleri bunlardır(66).

HAYATİ TEK: “Türk Tarihi” eserinin yazarı Dr. Rıza Nur da sıkça eleştirilenler arasındadır. Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenebilir miyiz?

H. NİHAL ATSIZ: Doktor, siyaset ve devlet adamı, tarihçi ve Türkçü olarak Türk tarihinde ileri bir yeri olan Rıza Nur’un en kuvvetli cephesi Türkçülüğüdür. Doktor olarak, bilhassa Kurtuluş Savaşında, milletine değerli hizmetler yapan, geniş halk yığını ve gençler için yazdığı büyük Türk Tarihi’yle Türkiye’de milliyetçilik, Türkçülük ve ırkçılık duygu ve düşüncelerini alevlendiren, Lozan’da ikinci murahhas olarak -Başmurahhas İsmet Paşa’nın dediği gibi en büyük hizmeti yapan ve ondan sonraki bütün çalışmasını Türklüğe, Türkçülüğe veren ve ömründe en büyük övüncünün Türk yaratılmak olduğunu söyleyen Dr. Rıza Nur, meziyetleri ve eksikleri ile büyük çapta bir adamdı(67).

HAYATİ TEK: Türk Tarihi’nden başka ne gibi çalışmaları vardı Rıza Nur’un?

H. NİHAL ATSIZ: Büyük Türkçülerden Dr. Rıza Nur’un Türkçülüğe en büyük hizmeti, Büyük Tarihi’ni yazmış olmasıdır. Siyasi hayatın haksız darbelerine uğrayıp gurbetlere düştükçe, boş durmayan, duramayan, milletine mutlaka bir hizmet yapmak isteyen Rıza Nur, Türklüğe faydalı saydığı bir yığın eseri hazırlarken 1917’de Mısır’da başlayıp 1921’de Türkiye’de bitirdiği 14 ciltlik koca bir eser meydana getirmiş, bunun 12 cildini cumhuriyetin ilk yıllarında bastırmaya muvaffak olmuştur.

Yine meşhur bir Türkçü olan Müşir Süleyman Paşa’nın vaktiyle yazdığı “Tarih-i Alem” adlı mektep kitabından sonra Rıza Nur’un tarihi, milli tarihimizi Osmanlı çerçevesinden çıkararak bütün Türkleri kaplamış bir kadro haline getiren ikinci eserdir(68).

Eski harflerle yazılmış olduğu için bugün 40 yaşından küçük olanların (1962 yılı itibariyle) istifade edemediği bu büyük Türk Tarihi, milliyetçilik tarihimizin mühim eserlerinden biri olarak kalacaktır(69).

HAYATİ TEK: Temel konulardan sonra izninizle 20. Yüzyıl Türkiye’sinin temel meseleleri hakkındaki görüşlerinizi de okuyucularımıza aktarmak isteriz. Örneğin Türk aydınları hakkındaki genel kanaatiniz nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Geçmiş zamanlardan beri cemiyet hayatımıza bakacak olursak bu memleket münevverlerinin halkına karşı daima az çok kayıtsız duygusuz, beceriksiz ve hatta ekseri zamanlarda zararlı olduğunu görürüz.

Bu münevver zümre, ancak pek mahdut ve kısa süren müddetler içinde bu halka heyecanla sarılıyor, ona birçok vaatlerle yaklaşıyor ve büyük içtimai hareketlere kalkıyor. Tanzimat bu hareketlerin yarıda kalmışlarından ve doğarken ölmüş olanlarından biridir. Sonra bir meşrutiyet inkılabı ile karşılaşılıyor, halka doğru bir hareketin ve halkın ıstırap ve ihtiyaçlarına kıymet vermeye uğraşan bir uyanışın bu münevverler arasında doğduğunu görüyoruz. O da çok sürmüyor geçiyor ve büyük harp içinde bozularak, bu halkı aç bırakıp istismara başlıyor.

Münevverler, İstiklal Harbimiz esnasında büyük bir insanlık ve civanmertlik göstererek halkımızla el ele veriyor, onunla kaynaşıyor, onun kıvrandığı ihtiyaçlar içinde kıvranıyor, velhasıl onunla beraber ağlıyor ve onunla beraber gülüyor. Gayeler ve hayatlar müşterektir. Beraber ölecekler veya beraber kurtulacaklardır.

Münevverlerle halkın bu kaynaşması muvaffak oluyor ve İstiklal Harbi gibi tarihimizin en parlak ve yüksek sayfalarından birini yazıyoruz(70).

HAYATİ TEK: Ya sonra?

H. NİHAL ATSIZ: Halkına karşı vazifelerini yaparak derin bir nefes alan münevver biraz da kendi dertlerini ve kendi ıstıraplarını düşünmeye ve kendi refahı için çalışmaya ve uğraşmaya başlıyor. Bu onun en tabii hakkı değil midir(71)?

HAYATİ TEK: Tabii ki… Ancak bir de “yarı aydın” tabiri vardır. Bu tabirle kastedilenler kimlerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Bu yarım münevver eskiden beri vardır. Halk ile münevver arasındaki uçurumu bu dolduruyor(72).

İnkılaplar olmuş, güzel kanunlar çıkmış ve münevver kendi âlemine dönmüştür. Yarım münevvere meydan boş bırakılmış, üstelik eline kuvvetli silahlar da verilmiştir. Halkın henüz yabancısı olduğu kanunları tatbik edecek ve halkı henüz hiç bilmediği ve pek acemisi olduğu siyasi hayata alıştıracaktır(73).

Yarım münevver her şeyi kendi arzularına ve menfaatlerine göre tefsir ediyor. Her şeyi kendi refahı, kendi serveti ve kendi obur ihtirasları uğrunda kullanıyor ve harcıyor. En temiz eserler ve en güzel kanunlar bu yarım münevverin elinde halk için zararlı ve korkunç birer vasıtadır(74).

HAYATİ TEK: Peki bu arada gerçek aydınlar ne yapıyor? Olup bitene seyirci mi kalıyor?

H. NİHAL ATSIZ: Güzel işler yaptığından emin olarak kendi âlemine dönen münevver aldanıyor. Kuzularını kurda emanet etmiş bir çoban kadar bedbahttır. Onun güzel heyecanları ve güzel eserleri ne kirli ellerde ve ne fena tatbik oluyor. Halkın ıstırabı artıyor. Halk için için ağlıyor(75).

HAYATİ TEK: Yarı aydınları ülke için tehlikeli görüyorsunuz ama Türkiye’nin hiç mi dış düşmanı yoktu?

H. NİHAL ATSIZ: Türk milletinin dışarıdaki düşmanları bütün dünyadır. Bunu tarih bize ebedi bir öğüt halinde hikâye eder. İçerdeki düşmanları ise üç tanedir: Komünist, Yahudi ve dalkavuk(76).

HAYATİ TEK: Komünistleri “iç düşman” yapan nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Komünist, vicdanını Yahudi Marks’a satmış olan vatansız serseri demektir. Amele diktatörlüğünün kurulduğu yerde cennete varılmış olduğunu zanneder. O, bazen bu zannında samimi olan bir aptaldır. Bazen de samimi değildir, aldatmak için böyle söyler. O zaman da kalleştir.

Komünist, dünyadaki bütün meseleleri “mide” ile izah etmek gayretindedir. Ona göre “milliyet” midesi dolu insanların, midesi boş olanları kullanmak için vasıta ettiği bir tuzaktır. Milliyetler kalkarsa dünya cennet olacaktır. Türkiye’deki komünistlerin çoğu Türk değildir. Asıl milliyetini kaybederek Türkleşmiş melezler veya gayrı Türklerdir(77).

HAYATİ TEK: Yahudileri Türk düşmanı olarak nitelendirmenizin sebebi nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Onun Allah’ı paradır. O, cebine birkaç para koyabilmek için gölgesinde yaşadığı bayrağı satmaktan çekinmeyen namussuz bir bezirgândır. Hangi memlekette oturuyorsa oranın düşmanıdır. Fakat bu düşmanlığını açıkça değil yüze gülerek, tezellül ederek yapar. Yahudi mayi gibidir. Derhal bulunduğu kabın şeklini alır. Yer yer kurulan Yahudileri Türkleştirmek cemiyetleri bu zelil politikanın neticesidir. Hatta daha ileri giderek kendilerine Türk adları takarlar. Yahudi iki türlüdür. Biri asıl Yahudi’dir, bu dilinden tanınır. Biri de Yahudi dönmesidir. Bu dilinden tanınmaz. Bunu tanımak için yüzünün mütereddi Yahudi hatlarına dikkatle bakmak lazımdır. Yahudi’yle Yahudi dönmesinin hiçbir farkı yoktur. Biri “biz Yahudiler” derse öteki de “Siz Türkler” der(78).

HAYATİ TEK: İlginç bir tespit… Dalkavuklar ne gibi düşmanlık peşindedirler?

H. NİHAL ATSIZ: Bunlar da Yahudi gibi daima kuvvetli olan tarafı iltizam ederler. Hayatları “yaşasın” diye geçer. Türkiye’nin fertleri, hükümetin bütün icraatını beğenip alkışlamaya mecbur olmadıkları halde bunlar onu alkışlamayı farz-ı ayın haline getirirler. Onlara göre inkılabın öz çocuğu olmak için dalkavuk olmak lazımdır(79).

HAYATİ TEK: Sizinle söyleşip de Cumhurbaşkanlığı forsumuzda bulunan “16 Türk devleti” meselesini sormadan olmaz. Siz bu uygulamaya karşı çıkıyorsunuz. Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızın 16 büyük Türk devletini temsil ettiği hakkında şimdiye kadar benim hiçbir bilgim yoktu. Bu gibi konularla ilgilenen birisi olarak ben bu sembolü bilmedikten sonra acaba bunu kimler biliyordu(80)?

HAYATİ TEK: İnanın biz de bilmiyoruz. Umudumuz sizde… Sahi, bu konu ilk ne zaman gündeme geldi?

H. NİHAL ATSIZ: 16 Türk devleti efsanesini, sayın Tekin Erer’in 6 Ocak 1969’da kendi sütununda yazdığı “Türklüğün 16 Avizesi” başlıklı makaleden öğrendim. Bu makalede sayılan 16 devlet arasında Samanlılar gibi Türk olmayan devlet bulunduğu gibi Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler, Mısır Kölemenleri gibi büyük ve muhteşem Türk devletlerinden bahsedilmeyişi, hele cihan tarihinin en büyük imparatorluğu olan Cengiz devletinin anılmayışı konuyu daha başlangıçta sakat hale getirmektedir(81).

HAYATİ TEK: Evet, bu konu bizim de dikkatimizi çekmişti doğrusu…

Bundan başka 16 devlet telakkisi bizim milli ülkümüze, büyüklük düşüncemize, süreklilik vetiremize aynı zamanda tarihi gerçeklere de şiddetle aykırı düşmektedir(82).

HAYATİ TEK: Bu bahsi biraz açar mısınız?

H. NİHAL ATSIZ: 16 büyük devlet… Tabii, Karamanoğulları ve daha küçükleri gibi ötekilerini de sayınca bu rakam kabaracak, en aşağı 50 devlet olacaktır. 50 devlet kurmayı bir başarı saymak, ilk bakışta mümkün görünebilir. Fakat madalyonun ters tarafına dönünce iş tamamıyla değişir. Adama sorarlar: Elli devlet kurdun da neden hiçbirini yaşatamadın? Neden kala kala orta çapta bir Türkiye Cumhuriyetine kaldın? Zoraki tarih bilginleri tabii bu sorunun cevabını veremeyeceklerdir(83).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Çünkü tarihi gerçek hiç de öyle değildir. 16 veya 50 devlet kurulmuş değildir. Gerçekte anayurtta bir, nihayet iki devlet kurulmuş, anayurt dışında da buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O kadar. Bizi asıl ilgilendiren ana yurdumuzdaki devlet olduğuna göre de konu bir veya iki devletin tarihinden ibaret kalmaktadır(84).

HAYATİ TEK: Hangileridir onlar?

H. NİHAL ATSIZ: Bu iki devlet Türkistan ve onun uzantıları olan doğu Avrupa’da kurulan devletle bugün Türkiye dediğimiz devletin kurulduğu Önasya bölgesindeki devletten ibarettir ve ikincisi birkaç defa birincisine tabi olmak suretiyle tarihteki “Tek Türk Devleti” prensibini devam ettirmiştir. “Tek Devlet” düşüncesi sembolik de olsa son zamanında Doğu Türkistan’dan Çinlileri atan “Atalık Gazi Yakub Han”, Türkiye Devletini kendisine metbu (tabi olunan) tanımıştır.

Türk tarihi bir bütündür. Devlet denilen nesneler ayrı hükümdarlar, hanedanlardır. Böyle olunca 16 Türk devleti masalı kendiliğinden yıkılır ve birbirinin devamı olan hanedanlarla Türk tarihindeki birlik karşımızda parıldar.

Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin milli psikoloji üzerindeki yıkıcı tesirlerini kimse düşünmüyor(85).

HAYATİ TEK: Ne gibi yıkıcı tesirler?

H. NİHAL ATSIZ: Mazideki milli devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü milli devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Hâlbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir(86).

HAYATİ TEK: Nasıl?

H. NİHAL ATSIZ: Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır. Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz(87).

HAYATİ TEK: Türk tarihindeki siyasi parçalanmalara ne diyeceğiz?

H. NİHAL ATSIZ: Türk tarihinde siyasi bütünlüğün parçalandığı olmamış değildir. Bunlar her milletin tarihinde görülen fetret zamanlarıdır. Bizim tarihimizin son zamanlarında da İstanbul’da, Ankara’da iki ayrı hükümetin bulunması bunun tipik bir örneğidir. Tarihi gerçek budur. İlkokuldan üniversiteye kadar tarihin böyle okutulması, böyle gösterilmesi lazımdır. Türklerin kafasında bir tarih birliği, tek devlet şuuru bulunmalıdır(88).

HAYATİ TEK: Siz “tarihe sahip çıkmak” deyince aklımıza düştü; Osmanlı hanedanının yurt dışına sürülmesi konusundaki fikriniz nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Padişahlık ve halifelik kaldırıldıktan sonra Osmanlı Hanedanının erkek ve kadın bütün üyeleri, Hanedana mensup olmayan eşleriyle birlikte Türkiye’den çıkarılarak maddi bir sefaletin kucağına atıldılar. Suçları Osmanlı Hanedanı’na mensup olmaktı(89).

HAYATİ TEK: Bunun, yeni devletin kurumsallaşması sürecinde bir tedbir olduğu da söyleniyor.

H. NİHAL ATSIZ: Şehzadelerin Türkiye’den çıkarılması, yeni kurulan cumhuriyeti bir tehlikeden korumak için alınmış tedbir diye düşünülebilir. Türkiye’de herhangi bir Osmanlı şehzadesinin etrafında birleşerek büyük gailelere sebep olmaları mümkün olabilirdi. Bu sebeple bu suçsuz şehzadelerin, tarihte örneğini çok gördüğümüz haksızlıklara uğramamalarında tarihi bir zaruret vardı denebilir.

Fakat artık aradan 45 yıl (1970 yılı itibariyle) geçmiş, cumhuriyet kökleşmiş, Türkiye’de hilafeti isteyen tek tük beyin hastalarına karşılık, padişahlığı getirmek isteyen kimse kalmamıştır. Bundan daha mühim olarak bu 45 yıl içinde Osmanlı şehzadeleri arasında tekrar tahta geçmek için teşebbüste bulunan bir tek kişi bile çıkmamıştır. Hatta bir iki Müslüman ülkesinde kendilerine teklif olunan krallıklar bile bu prensler tarafından red olunmuştur. 1950’den sonra, o zamanki Millet Partisi’nin gayretiyle bir kanun çıkarılarak Osmanlı Hanedanı’nın kadın üyelerinin Türkiye’ye gelmeleri kabul olunmuş ve çoğu yaşlı bulunan bu Osmanlı sultanları gözyaşları arasında anayurda dönmenin sevincini tatmışlardır. Demokrat Parti’nin son zamanlarda, şehzadelerin de Türkiye’ye dönmeleri için bir teşebbüs başlamış, fakat 27 Mayıs hareketiyle bu teşebbüs unutulup gitmişti(90).

HAYATİ TEK: Yani günümüz şartlarında vatanlarına dönmelerinde bir sakınca görmüyorsunuz.

H. NİHAL ATSIZ: Osmanlı şehzadeleri tarihin bir yadigârıdır. Hepsi vatanlarına bağlı, taht davasını akıllarından geçirmeyen, sağlam karakterli insanlardır. 45 yıl içinde Cumhuriyet hükümeti aleyhinde hiç birisinin en ufak hareketi bile görülmemiştir. Maddi sıkıntı yüzünden bir ikisi intihar etmiş, diğerleri türlü şekillerde çalışarak hayatlarını kazanmaya devam etmiştir. Vatanlarına dönmek en büyük ve en tabii haklarıdır. Bu haklarından mahrum edilmeleri yüz kızartıcı bir kıyıcılıktan başka bir şey değildir(91).

Bugün hayatta 25 kadar Osmanlı şehzadesi vardır. Bunların 14 tanesi Türkiye’de, diğerleri Hanedan çıkarıldıktan sonra dış ülkelerde doğmuş kimselerdir. Bir kısmının Türk vatandaşı olarak devletten emeklilik maaşı almaya da hakları vardır. Mesela Hanedanın en yaşlı üyesi olan Osman Fuad Efendi, Birinci Cihan Savaşı’nda Trablusgarp’taki Osmanlı ve Sünûsi kuvvetlerinin kumandanı olarak mütarekeye kadar harekâtın başında bulunmuştur. Bir Türk subayı olarak emekli maaşı almak hakkı değil midir?

Geçenlerde hayata gözlerini kapamış olan Ömer Faruk Efendi, Mısır’da melankolik bir hayat geçirmekteydi. Milli Kurtuluş Savaşı’na katılmak için bir geminin ambarına saklanarak Anadolu’ya geçtiği halde, Sakarya zaferi o sıralarda kazanılmış ve temel sağlamlaşmış olduğu için kabul edilmeyerek geriye dönmüştür(92).

HAYATİ TEK: Bu gerçekten enteresan… Kamuoyunda pek bilindiğini sanmıyorum. Diğer hanedan üyeleri hakkında aktaracağınız bilgiler var mı?

H. NİHAL ATSIZ: Ressamlıkla, öğretmenlikle hayatlarını kazananlar da vardır. Sultan Hamid’in hayattaki tek oğlu olan Mehmed Abid Efendi, Fransa’da hukuk ve şarkiyat tahsili yapmıştır. Şimdi Beyrut’ta mütevazı işlerle hayatını kazanmaktadır.

Sırf Sultan Vahdettin’in yeğenleri oldukları için bunların memlekete sokulmaması hem büyük bir haksızlık, hem de cumhuriyet hükümetlerinin şimdiye kadar güttükleri birleştirme ve kaynaştırma politikasıyla tezattır.

Almanya ve Fransa’da da cumhuriyet idareleri olmakla beraber eski imparator ve kral ailelerinin fertleri kendi anayurtlarında yaşamakta, kendi mülklerine sahip olmaktadır.

Eğer Türkiye’de de cumhuriyet rejimi cidden kökleşmişse, adalet prensibi bütün yurttaşlara uygulanacaksa en büyük Türk ailesinin son talihsiz mümessillerinin de son yıllarını vatanda yaşamalarını sağlamak en büyük insanlık borcumuzdur(93).

HAYATİ TEK: Bu his ve beklentilerinize katılmamak elde değil. Bu konuda ne yapılabilir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, adaletin hüküm sürdüğünü ispat etmek için bu talihsiz Osmanoğulları’nın Türkiye’ye girmesini yasaklayan kanunu yeni bir kanunla kaldırmalı, böylelikle hem Türkiye Cumhuriyetinin artık kökleştiğini, hem de adaletin hüküm sürdüğü bir diyar olduğunu bütün dünyaya göstermelidir(94).

Yıllardır gurbette yaşayan ve prensliklerinden vazgeçen Osmanoğulları’nı anayurda gelip yerleşmeleri ve atalarının yükselttiği vatanda yaşayıp ölmeleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza koymuş bir devlet için, yerine getirilmesi şeref borcu olan bir görevdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerini bu görevi yapmaya çağırıyoruz(95).

HAYATİ TEK: Sizinle çok daha hoş konulardan konuşmak isterdik. Oysa genellikle mazideki ihtişamdan ve mevcuttaki problemlerden bahsedebildik. Bizim için çok öğretici, yer yer şaşırtıcı bir söyleşi olduğunu söylemeyiz. Okuyucularımıza vermek istediğiniz son bir mesajınız varsa, onu almak isteriz.

H. NİHAL ATSIZ: Ufak meselelerle büyük davalar engellenemez. Türkçülük yürüyecek ve Türk ırkı muzaffer olacaktır. Tanrı Türk’ü korusun(96).

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

(1905-1975)

12 Ocak 1905’te İstanbul’da Kadıköy’de doğdu. İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul sultanilerinde yaptı. Askeri Tıbbiyeye üçüncü sınıf öğrencisi iken Arap asıllı bir subaya selam vermeyi reddettiği için okuldan çıkarıldı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne yazıldı ve 1930 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nde Mehmed Fuat Köprülü’nün asistanı oldu. Atsız Mecmua’yı (1931-1932) yayınlamaya başladı. Hocası Zeki Velidi Togan’ın Türk Dil Kurultayı’nda maruz kaldığı hücumlara tepki olarak çektiği telgraf sebebiyle asistanlıktan çıkarıldı (1933).

Üniversiteden ayrıldıktan sonra Malatya Ortaokulu’nda Türkçe, Edirne Lisesi’nde Edebiyat hocalığına tayin edildi. Edirne’de iken Orhun dergisini yayımladı (1933-1934).

Türkçülük ülküsünü güçlendirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla çıkardığı Atsız ve Orhun dergilerinde dil, edebiyat, tarih, halkbilim, yazım konularındaki yazı ve şiirlere yer verdi. Orhun’un 9. Sayısında yer alan resmi tarih tezini eleştiren bir yazısı sebebiyle dergi kapatıldı.

Dört yıl kadar Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmenliği yaptı. 1938’de bu işinden de uzaklaştırıldı. Resmi hizmet kapısı kapanınca Özel Yüce Ülkü ve Boğaziçi liselerinde öğretmenlik yaptı.

“Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar” ve “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı ilmi kitapların yanı sıra birçok broşür yayımladı. O dönemin sol düşüncesine karşı şiddetli bir fikir mücadelesine girişti. Tanrıdağ, Çınaraltı gibi milliyetçi dergilerde yazılar yazdı. 1943’te Orhun’u yeniden yayımladı. Bu derginin 15-16. sayılarında dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’na hitaben yayımladığı açık mektuplarda Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in istifasını istedi.

Girdiği polemiklerde kullandığı sert üslup nedeniyle Sabahattin Ali’nin açtığı hakaret davasında yargılandı. Orhun dergisi bir kez daha kapatıldı. Yurt genelinde büyük yankı uyandıran Atsız-Sabahattin Ali davası sırasında üniversite gençliği protesto gösterileri düzenledi. Sabahattin Ali’ye hakaret etmek suçundan aldığı ceza ertelenmiş olsa da 3 Mayıs olayları gerekçe gösterilerek başta Nihal Atsız olmak üzere Turancılara yönelik yeni bir dava süreci başlatıldı.

Irkçılık-Turancılık davasının ilk duruşması 7 Eylül 1944 tarihinde başladı. Davada Atsız’ın yanı sıra yargılanan diğer 22 isim şunlardı: Zeki Velidî Togan, Hasan Ferit Cansever, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Reha Oğuz Türkan, Hüseyin Namık Orkun, Sait Bilgiç, M. Zeki Özgür, İsmet Tümtürk, Hikmet Tanyu, Hamza Sâdi Özbek, Muzaffer Eriş, Cebbar Şenel, Nurullah Barıman, Cihat Savaşfer, Fazıl Hisarcıklı, O. Yusuf Kadıgil, Fehiman Altan, Cemal Oğuz Öcal, Saim Bayrak.

29 Mart 1945 tarihli duruşmada sonuçlanan davada 23 sanıktan 13’ü beraat ederken 10’una çeşitli cezalar verildi. Karara göre Nihal Atsız 4 yıl 3 ay 15 gün hapis ve 3 yıl Adana’ya sürgün cezasına, ömür boyu kamu hizmetlerinden mahrumiyetine karar verildi. Bunun üzerine Türkiye Yayınevi’nde çalıştı ve önemli Osmanlı tarihlerinin yayımlarını hazırladı.

Tek parti iktidarının son yıllarında fakülteden sınıf arkadaşı Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Milli Eğitim Bakanlığı olunca yeniden kamu hizmetine döndü, Süleymaniye Kütüphanesi’nde uzman olarak görevlendirildi.

1950-1951 öğretim yılının başında Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine getirilen Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da 3 Mayıs’ın kutlanması için Ankara’da verdiği bir konferans nedeniyle öğretmenlikten alındı ve Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevine iade edildi (1952). Burada 17 yıl çalıştıktan sonra 1969’da emekliye ayrıldı.

11 Aralık 1975’te vefat etti. Kabri, Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.

ESERLERİ

Bozkurtlar Diriliyor (Roman)

Bozkurtların Ölümü (Roman)

Dalkavuklar Gecesi (Roman)

Deli Kurt (Roman)

Ruh Adam (Roman)

Z Vitamini (Roman)

Osmanlı Tarihine Ait Takvimler (İnceleme)

Türk Edebiyatı Tarihi (İnceleme)

Türk Tarihi Üzerine Toplamalar (İnceleme)

Türk Tarihinde Meseleler (İnceleme)

Türk Ülküsü (İnceleme)

Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi (İnceleme)

Birgili Mehmet Efendi (Biyografi)

Ebussud (Biyografi)

Edirneli Nazmi (Biyografi)

Kemalpaşaoğlu (Biyografi)

Yolların Sonu (Şiir)

DİPNOTLAR

1) Atsız, H. Nihal-; Türk Ülküsü, Baysan Yayını, İstanbul 1992, s. 7

2) a.g.e., s. 7

3) a.g.e., s. 7

4) a.g.e., s. 8

5) a.g.e., s. 8

6) a.g.e., s. 8

7). a.g.e., s. 9

8) a.g.e., s. 12

9) a.g.e., s. 12

10) a.g.e., s. 14

11) a.g.e., s. 12

12) a.g.e., s. 15

13) a.g.e., s. 29

14) a.g.e., s. 29

15) a.g.e., s. 30

16) a.g.e., s. 37

17) a.g.e., s. 38

18) a.g.e., s. 123

19) a.g.e., s. 123

20) a.g.e., s. 124

21) a.g.e., s. 125

22) a.g.e., s. 125

23) a.g.e., s. 125

24) a.g.e., s. 125

25) a.g.e., 126

26) Atsız, H. Nihal-; Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1977, s. 48

27) a.g.e., s. 50

28) a.g.e., s. 50

29) a.g.e., 51

30) a.g.e., 51

31) a.g.e., 51

32) a.g.e., s. 51

33) a.g.e., s. 52

34) a.g.e., s. 108

35) a.g.e., s. 108

36) a.g.e., s. 108

37) a.g.e., s. 109

38) a.g.e., s. 110

39) a.g.e., s. 110

40) a.g.e., s. 110

41) a.g.e., s. 110

42) a.g.e., s. 111

43) a.g.e., s. 111

44) a.g.e., s. 112

45) a.g.e., s. 112

46) a.g.e., s. 113

47) a.g.e., s. 114

48) a.g.e., s. 114

49) Atsız, H. Nihal-; Makaleler II, Baysan Basım ve Yayın Sanayii A.Ş., İstanbul 1992, s. 11

50) a.g.e., s. 12

51) a.g.e., s. 12

52) a.g.e., s. 12

53) a.g.e., s. 13

54) a.g.e., s. 15-16

55) a.g.e., s. 18

56) a.g.e., s. 19

57) a.g.e., s. 20

58) a.g.e., s. 20

59) a.g.e., s. 45

60) a.g.e., s. 46

61) a.g.e., s. 46

62) a.g.e., s. 46-47

63) a.g.e., s. 47

64) a.g.e., s. 47

65) a.g.e., s. 49

66) a.g.e., s. 49

67) a.g.e., s. 59

68) a.g.e., s. 75

69) a.g.e., s. 77

70) Atsız, H. Nihal-; Makaleler IV, Baysan Basım ve Yayım Sanayii A.Ş., İstanbul 1992, s. 121-122

71) a.g.e., s. 122

72) a.g.e., s. 122

73) a.g.e., s. 123

74) a.g.e., s. 124

75) a.g.e., s. 124

76) a.g.e., s. 171

77) a.g.e., s. 171

78) a.g.e., s. 172

79) a.g.e., s. 173

80) a.g.e., s. 402

81) a.g.e., s. 402

82) a.g.e., s. 402

83) a.g.e., s. 402

84) a.g.e., s. 403

85) a.g.e., s. 403

86) a.g.e., s. 404

87) a.g.e., s. 404

88) a.g.e., s. 405

89) a.g.e., s. 413

90) a.g.e., s. 414

91) a.g.e., s. 414

92) a.g.e., s. 415

93) a.g.e., s. 416

94) a.g.e., s. 417

95) a.g.e., s. 418

96) a.g.e., s. 539

]]>