İkinci Abdülhamid – Hayati Tek https://hayatitek.com Sun, 24 Apr 2022 09:34:19 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png İkinci Abdülhamid – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 GAZİ MECLİS’İN YÜZ YILLIK DEMOKRASİ MÜCADELESİ https://hayatitek.com/gazi-meclis/ Sun, 31 May 2020 20:41:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=454

HAYATİ TEK –

Dünya tarihi boyunca toplumlar Monarşi, Meşrutiyet, Oligarşi, Otoriter, Totaliter, Komünist, Faşist, Nasyonal Sosyalist, Teokratik, Demokratik, Cumhuriyet gibi çeşitli isim ve özellikler taşıyan devletler kurdular. Bu devlet şekillerinin pek çoğu bugün hâlâ yürürlükte olmakla birlikte çağımızın ideal yönetim şekli olarak demokrasi esasına dayanan cumhuriyetler gösterilmektedir.

Cumhuriyet bir rejimin adını, demokrasi ise bu rejimin çeşitli uygulama şekillerinden birini tarif eder. Tarihteki ilk demokrasi örneği, doğrudan demokrasiye çok yakın bir şekilde antik çağ site devletlerinde uygulandı. Kadınların yanı sıra kölelerin ve şehirde doğmamış erkelerin oy kullanamadığı Atina ilk demokrasi uygulaması olarak kabul edilir. Elitlerin yönettiği Roma İmparatorluğu da demokrasiyle yönetilen ilk örnekler arasında sayılır. Ortaçağ’daki en bariz örnek İngiltere’dir. Bu ülkede kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta’nın (Büyük Şart) ilan edilmesinden sonra ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştır.

Bu erken örneklere rağmen yöneticilerin seçimlerle belirlenme kültürü, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasasının 1788’de kabul edilmesi üzerine bu ülkede ortaya çıkabildi; hükümetler seçim yoluyla belirlenmeye başlandı. 1861-1865 yılları arasındaki Amerikan iç savaşının ardından girilen süreçte kölelere özgürlük ve oy verme hakkı tanınması ile birlikte bir yönetim biçimi olarak demokrasinin itibarı daha da arttı. Benzer bir gelişme 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da yaşandı. Kabul edilen anayasaya göre iktidar yetkisi, halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırılsa da bu uzun sürmedi; Napolyon dönemiyle birlikte demokrasi rafa kaldırıldı.

DEMOKRASİNİN ALTIN ÇAĞI VE AĞIR BEDELİ

Yirminci yüzyıl için “demokrasinin altın çağı” denilebilir. On milyon asker ve yaklaşık yedi milyon sivilin canına mal olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılmasıyla birçok yeni devlet kuruldu. Bunların önemli bir kısmı demokratik bir görüntü verse de, 1929 ekonomik buhranının ardından İspanya’da Francisco Franco, İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, Portekiz’de António de Oliveira Salazar, Japonya’da Hideki Tojo faşist; Çin’de Mao Zedung, Sovyetler Birliği’nde Joseph Stalin sosyalist diktatörlükler kurmakta gecikmediler.

Yaklaşık altmış beş milyon insanın hayatını kaybettiği insanlık tarihinin en kanlı kapışması olan İkinci Dünya Savaşı, sebep olduğu ağır faturanın yanı sıra demokrasinin gelişmesine de zemin hazırladı. Bu kanlı savaş sonrasında ortaya çıkan ve ABD-SSCB güç mücadelesine sahne olan Soğuk Savaş yıllarında pek çok ülke, Doğu ve Batı blokların yönetim şekillerinden etkilendi. Yeni despotlar çıksa da dünya ülkelerinin çoğunluğu “ileri demokrasi” ya da “hür dünya” olarak adlandırılan safta yer almayı tercih ettiler.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ

En genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan insanlığın demokrasi serüveni göz önüne alındığında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gelişmelerin çok da uzağına düşmediklerini görmek bazılarını şaşırtabilir. Oysa Türkiye’nin demokrasi tecrübesi, dünyadaki pek çok ülkeden çok daha önce, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlar.

Bugünkü seçimler gibi olmasa da Tanzimat’la birlikte vilayetlerde toplanacak vergi miktarlarını tespit etmek üzere oluşturulan meclislerin üyelerini belirlemek için “evet-hayır” oylamasına benzer bir yöntem uygulanmaya başlamıştır. Tabii bu seçimlere, yirmi beş yaşın üzerindeki vergi mükellefi erkeklerin katılabildiğini unutmamak gerekir. Parlamento üyelerini seçmeye yönelik ilk seçimimizi ise 23 Aralık 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’in ilk yılı olan 1877’de gerçekleştirdik.

Yüz seksen yıllık seçim, yüz kırk üç yıllık parlamento deneyimine sahip bir millet olarak, demokrasiyi kabullenme ve uyum konusunda Batı’daki örnekler gibi büyük ıstıraplar yaşamasak da sistemi anlamak ve doğru uygulamak noktasında epeyce bedel ödedik. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri bu anlamda demokrasiye hazırlık aşamalarımızı oluşturdu; yeni rejimimiz Cumhuriyet, onlarca yıl öncesinden adeta “ben geliyorum” dedi. Üstelik Batı’daki örneklerin aksine Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş sürecimizi yarım asırdan daha kısa bir sürede tamamladık.

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI VE SEÇİM GELENEĞİ

İki bin üç yüz yıllık kadim devlet geleneği, ondan çok daha eskilere dayanan milli varlığıyla Türkler, tarih boyunca pek çok devlet kurdular. İslam öncesi dönemde Hun ve Göktürk, İslamiyet dairesine girdikten sonra ise Selçuklu ve Osmanlı ile dünya çapında etkin olup, insanlık tarihine yön verdiler.

Milletin teşkilatlanmış şekli olan devletin iş ve işlemlerini yürütebilmesi için yazılı veya sözlü bir anayasasının, cezaları tatbik etmek için kanunlarının bulunması gerekir. İslam öncesi çağlarda Türklerin hukuk düzeni “töre” kelimesiyle ifade ediliyordu. Orhun Kitabelerinde geçen “töre/törü” kelimesi, binlerce yıl içerisinde toplum tarafından kabul edilen ortak değerleri tanımlayan örf, adet ve geleneklere dayalı bir hukuk sistemini tarif ediyordu.

İlk çağlardan itibaren devleti ve devlet başkanını kutsal gören milletimiz, yönetim işlerini karara bağlamak üzere toylar (meclis, kurultay) düzenliyordu. Bu önemli buluşmaya davet edildiği halde katılmamak büyük cezayı gerektiriyordu. Kararların, özgürce ve cesurca kullanılan oylarla alındığı toy günlerinde Hakan tarafından katılanlara ve halka açık yemekli eğlenceler düzenleniyor, bu önemli toplantı bir düğün atmosferinde gerçekleştiriliyordu. Günümüzde seçim günlerinin “demokrasinin düğünü” olarak nitelendirilmesi ile örtüşen bu yaklaşım, tarihi temellerden yoksun değildir.

CUMHURİYET GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. İskitler’den bu yana devletsiz kalmayan milletimizin Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı kanalıyla ulaştığı son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Milli irademizi temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan bu son devletimiz gökten zembille inmedi; derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerinde yükseldi.

Nice zorluklara katlanarak kurduğumuz Cumhuriyetimiz, uğruna nice şehitler verdiğimiz vatanımızla birlikte en değerli varlığımız olmakla birlikte, bugünlere sadece cephede verdiğimiz savaşlarla ulaşmadık. Aynı zamanda devletimize karakterini veren demokrasi yolundaki yüz kırk üç yıllık Meclis deneyimi, bu deneyim sırasında ödediğimiz pek çok bedellerle birlikte ulaştık. 1911-1922 döneminde kas ve beyin sermayemiz olan gencecik yiğitlerimizi cephelere gömerek, 1968-1980 arasında binlerce gencimizi ideolojik çatışmaya, 1984’ten bu yana binlerce gencimizi bölücü teröre kurban vererek geldik.

Tarihimiz sadece zaferlerden ibaret değil. Hatırlamak bile istemediğimiz nice büyük hatalarımız, mağlubiyetlerimiz oldu. Biz, bunlardan çıkardığımız derslerle büyük milletiz. Ve büyük bir millet olarak demokrasi mücadelemizden de yüzümüzün akıyla çıkmayı bildik.

1699 tarihli Karlofça Antlaşması’ndan itibaren başlayan gerileme dönemimiz boyunca pek çok badire atlattık. Öncelikle askeri alandaki başarısızlığı, toprak kayıplarını ve azınlıkların ana bünyeden kopmasını önlemek amacıyla başlattığımız ıslahat hareketlerimizi zaman içerisinde cumhuriyet ile sonuçlanacak adımlarla devam ettirdik. Askeri ve teknik anlamdaki modernleşme çabamız, demokrasi sürecinin gelişiminde de etkili oldu.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE MEŞRUTİYET

31 Ağustos 1876’da göreve başladıktan yaklaşık dört ay sonra 23 Aralık 1876’da ilk anayasamız olan Kanun-ı Esasi’yi ilân eden İkinci Abdülhamid, çeşitli kesintilere uğrasa da bugüne kadar devam eden parlamentolu anayasal sürecimizi başlatan lider oldu.

Meşrutiyet’in ilanından sadece dört ay sonra 24 Nisan 1877’de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı’nda düşman kuvvetlerinin Yeşilköy’e kadar yaklaşması ve parlamentodaki gayri Müslim milletvekillerinin olumsuz tavırları nedeniyle Meclis’i 14 Şubat 1878’de tatil eden İkinci Abdülhamid, ülkeyi yine kendisinin ilan ettiği İkinci Meşrutiyet’e kadar parlamentosuz yönetti. Bu süre zarfında hukuken yürürlükte kalan ancak fiiliyatta uygulanmayan Kanun-ı Esasi, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile yeniden yürürlüğe girdi.

31 Mart Olayı’ndan sonra 22 Ağustos 1909’da bazı değişikler yapılarak meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu hale geldi ve padişahın veto yetkisi kaldırıldı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı. Yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi. İkinci Meşrutiyet’in çalkantılı siyasal sürecinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-i Esasi, Birinci Dünya Savaşı şartları nedeniyle uygulanamadı.

Mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişimizin miladı olan ve meşrutiyet rejiminin temellerini atan Kanun-i Esasi, Fransız Anayasası’ndan yola çıkılarak hazırlanmıştı. Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan, padişahın üstünlüğü ilkesine dayanan Kanun-ı Esasî, elbette tam bir anayasal düzen getirmedi. Ancak anayasalı ve seçimli bir siyasi sistem anlayışının somutlaşmasına, bu konuda kültürel bir iklim oluşmasına önemli katkılar sağladı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE MONDROS MÜTAREKESİ

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile birlikte İtilâf Devletleri, Türk topraklarını işgale başladılar. Henüz barış antlaşması imzalanmadan, bir mütarekeye dayanılarak girişilen işgallere tepki gösteren halkımız için İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali büyük infiale neden oldu. Silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan milli direniş, halk tarafından kısa sürede benimsendi.

İşgallere karşı sadece protestolarla yetinmeyen halkımız, “Kuvayı Milliye” olarak adlandırılan yerel milli kuvvetler oluşturarak, Mondros ile birlikte dağılan ordunun yeniden toparlanmasına kadar geçen süre zarfında önemli başarılar elde etti.

Yerel milli güçlerin başarısı, Batı Cephesi’ndeki hazırlıklar için büyük bir moral kaynağı oldu. Nitekim İsmet Paşa (İnönü) Genelkurmay Başkanı sıfatıyla 25 Eylül 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada bu durumu şu ifadelerle dile getirdi:

“Muntazam kuvvetlere karşı bu cephedeki ahalinin, Adana, Tarsus, Mersin ve bu mıntıkadaki ahalinin gösterdiği mukavemeti, ondan fazla olarak, düşman kıtaatına hücum için layenkatı faaliyeti, eğer biz layikile ifade etmiyorsak, fevkalade heyecan içinde, fevkalade alaka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana cephesinde cereyan eden vukuatı en ziyade iftihar ile telakki edecek, muazzamat meyanında görecektir. (Alkışlar)”

Başarılarıyla Ankara’da böylesine büyük bir heyecan uyandıran Kuvayı Milliye, Birinci İnönü Savaşı sırasında düzenli orduya dönüştürüldü. Yurdun dört bir yanındaki Kuvvacı vatanseverler Batı Cephesi’ne koşarak nihai zaferin kazanılması için can verdi.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin ardından 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinde oluşturulan Mustafa Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştı. İstanbul Hükümetiyle kurulan temas neticesinde Meclis-i Mebusan, Sultan Altıncı Mehmed Vahdeddin’in iradesiyle 12 Ocak 1920’de tekrar açıldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin seçip gönderdikleri üyeler de bu Meclis’te yer aldı.

Milli iradeye dayanılarak kurulan son Meclis-i Mebusan uzun süre yaşayamasa da tarihi görevini yerine getirerek 28 Ocak 1920’deki gizli oturumunda Misak-ı Milli kararlarını aldı. Bütün mebusların imzaladığı kararların basında yayınlanması ve yabancı parlamentolara bildirilmesi ise 17 Şubat 1920 tarihli oturumda kararlaştırıldı.

15 Mart’ta İstanbul’u fiilen işgal eden İngilizler, 18 Mart’ta Meclisin etrafını sararak toplantı halindeki milletvekillerinden bazılarını tutukladılar. Böylece son Osmanlı Meclis-i Mebusanı işgal kuvvetleri tarafından zorla kapatıldı ve tarihteki onurlu yerini aldı.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI

İstanbul’un İngilizler tarafından fiilen ve resmen işgal edilmesi üzerine Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, işgalin hükümsüz olduğunu açıkladı. Artık Anadolu’da yeni bir hükümetin kurulma zamanı gelmişti. Olağanüstü yetkilere sahip bir millet meclisinin Ankara’da açılmasıyla ilgili bildiri 19 Mart 1920’de yayınlandı ve illerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden milletvekili sıfatıyla temsilciler seçmeleri istendi. Yurdun dört bir yanında yapılan seçimlerle belirlenen milletvekilleri 22 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine Ankara’da toplandılar.

23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma Namazından sonra topluca Meclis binasına gelen milletvekilleri, saat 14.00’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını dualarla yaptılar. Meclis Başkanlığına en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey getirildi. Başkanlık kürsüsüne çıkan Şerif Bey, Meclis’in açış konuşmasını yaparak şunları söyledi:

“Değerli hazır bulunanlar, İstanbul’un geçici kaydıyle yabancı devletler kuvvetleri tarafından işgal ve bütün esasları ile Hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı ortadan kaldırıldığını biliyorsunuz. Bu duruma baş eğmek, milletimizin önerilen yabancı tutsaklığını kabul etmesi demek idi. Ancak tam bağımsız yaşama kesin azminde olan ve her şeyden önce özgür ve başı dik milletimiz tutsaklığı şiddetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclisimizi vücuda getirmiştir.

Ben bu Yüce Meclisin yaşlı başkanı olarak, Allah’ın yardımı ile milletimizin içte ve dışta tam bağımsızlığını ele alıp yönetmeğe başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.

Kutsal başımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Altıncı Sultan Mehmet’in yabancıların elinden kurtarılması, sonsuza kadar Başkent İstanbul ile işgal altında türlü acılar çeken ve acımasız olarak yok edilmeye çalışılan diğer illerimizin düşmandan arındırılması için bize güç vermesini, Yüce Tanrı’dan diliyorum.”

İstanbul’dan gelen doksanın üzerindeki milletvekiline ek olarak yüz yirmi beş devlet memuru, elli üç asker, elli üç din adamı ve çeşitli meslek mensuplarından oluşan, 1920-1923 yılları arasında görev yapan Birinci Meclis, işleyiş tarzı ve duruşu bakımından en güzel demokrasi örneklerinden birini ve milli beraberliğimizin en güzel fotoğrafını oluşturdu.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN İLK KARARLARI

24 Nisan 1920’de Meclis Başkanı seçildikten sonra teşekkürlerini ifade etmek üzere kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından o güne kadar olan gelişmeleri ve yürütülen çalışmaları anlattığı uzun bir konuşma yaptı. Ülkenin genel durumu hakkında bilgiler verdi.

Aynı gün yapılan Başkanlık Divanı seçiminde Mustafa Kemal Paşa birinci başkanlığa, Celâleddin Ârif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Çelebi birinci başkan vekilliğine ve Cemâleddin Efendi ikinci başkan vekilliğine seçildi. Kâtip üyelerle birlikte Başkanlık Divanı oluşturuldu.

1 numaralı kararı ile kendi kuruluşunu düzenleyen Meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın bir kısım üyelerinin yeni Meclis’e katılma yetkisini onayladı ve ardından yeni Türkiye’nin yolunu ve idare yöntemini ortaya koyan şu esasları kabul etti:

“1) Meclis’te beliren milli iradenin vatanın geleceğine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

2) Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

3) Hükümet kurmak gereklidir. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.

4) Geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili tayin edilmesi uygun değildir. Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslara uygun olan durumunu alır.”

Demokratik bir ortamda geçen uzun tartışmalardan sonra 2 Mayıs 1920’de yapılan oylamada TBMM Hükümeti kurularak faaliyetine başladı. Yasama, yürütme ve bazı hallerde yargı yetkisini elinde toplayan Birinci Meclis, olağanüstü şartlar gereği hükümet gibi hareket etti.

Olağanüstü yetkilerle donatılan Büyük Millet Meclisi, 18 Ağustos 1920 tarihli oturumunda, olağanüstü şartların ortadan kalkmasına kadar Meclis’in aralıksız çalışmasına karar vererek milli kimliğini ve ilk hedefini ortaya koydu.

GAZİ MECLİS’İN FEDAKÂR VEKİLLERİ

Millî Mücadele’yi yöneten ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran yasama organı olarak tarihi bir konuma sahip olan Birinci TBMM, çok zor şartlar altında görev yaptı. TDV İslam Ansiklopedisi’nin İhsan Güneş tarafından kaleme alınan ilgili maddesinde o dönemin şartları hakkında şu bilgiler yer alıyor:

“Ankara bu dönemde küçük bir Anadolu kasabasıydı. Ulus’taki meclis binası gaz lambasıyla aydınlatılıyor ve saç sobayla ısıtılıyordu. Mebuslar çevredeki okullardan getirtilen tahta sıralarda oturuyor, komisyonlar gaz tenekesinden oluşturulan masalar üzerinde çalışıyordu. Mebusların kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir otel ve lokanta bile yoktu. İlk gelenler başta Yüksek Öğretmen Okulu olmak üzere çeşitli okullara yerleştirilmişti. Ardından gelenler ise derme çatma han odalarında kalıyorlardı.

Mebuslar daha sonra okullardan ve hanlardan çıkarak üç beş kişi ortaklaşa ev kiralamaya başladılar. Önce kale içindeki sağlık şartları uygun olmayan azınlıklara ait evlerde oturdular. Ardından Müslümanlar da evlerini kiraya vermeye başladılar.

Bu şartlardan şikâyet etmeyen mebusların devletin kendilerine verdiği 100 lira maaşın bir kısmını bütçe açığını gidermek amacıyla geri verdikleri bile oluyordu. Üyeler, gerektiğinde cepheye gidip askerlerle birlikte savaştıkları gibi köyleri ve kasabaları dolaşarak meclisin amaçlarını halka anlatıyorlardı.

Toplumun her kesiminden gelen bu insanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında işgalci güçleri yurttan atıp bağımsız yeni Türkiye Devleti’ni kurdular.”

İHTİLALCİ MECLİS’İN VİZYONER ANAYASASI

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en belirgin özelliklerinden birinin ihtilâlci bir karakter taşıması olduğunu kaydeden Güneş, bunun gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Çünkü üyeler her türlü tehlikeyi göze alarak Ankara’ya gelmişlerdi. Nitekim Hamdullah Suphi ihtilâlci bir kuvvet olduklarını, milletin kutsal değerleri savunulurken ölümün bile düşünülemeyeceğini söylüyordu. Ali Şükrü Bey de bu meclisin sıradan bir meclis olmadığını, fevkalâde şartlardan doğduğunu vurguladıktan sonra, ‘Bunun nâm-ı diğeri ihtilâl meclisidir’ diyordu. Gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargı erklerini üzerinde toplayarak, Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nu çıkararak, İstiklâl mahkemelerini kurarak ve egemenliği kayıtsız şartsız millete veren anayasayı kabul ederek kendi üstünde hiçbir güç tanımadığını ortaya koydu. İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaları, verdiği imtiyazları geçersiz sayıp nihayet 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatı birbirinden ayırdı ve Osmanlı saltanatını kaldırarak ihtilâlci özelliğini açıkça gösterdi. Nitekim 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla kısa, fakat geleceğe açılımı bakımından geniş ufuklu bir anayasa benimsendi. Bundan sonra devlet yapısı Kanun-ı Esasi’nin öngördüğü yapıdan uzaklaşarak Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre yeniden düzenlendi.”

TAM BİR DEMOKRASİ ÖRNEĞİ

Büyük Millet Meclisi’nin kendinden önce ve sonra oluşanlarla karşılaştırılamayacak kadar demokrat bir meclis olduğuna dikkat çeken İhsan Güneş, değişik siyasi düşüncelere sahip milletvekillerinin görüşlerini iç tüzüğe uygun biçimde hiçbir engelle karşılaşmadan savunduklarını belirtildikten sonra şöyle devam ediyor:

“Meclis içinde ‘halk zümresi, tesanüt grubu, ıslahat grubu’ gibi küçük bazı gruplar ortaya çıkmıştı. Hatta Yeşil Ordu Cemiyeti ile Türkiye Halk İştirâkiyyûn Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası gibi sosyalist temellere dayanan örgütlenmeler de olmuştu. Ancak asıl mücadele, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarını eleştiren ikinci grup arasında geçti. Bu iki grubun tartışmaları meclisin demokratik kimliğinin de göstergesi oldu.”

HALKÇILIK PROGRAMI KABUL EDİLİYOR

Gayri Müslimlerin katılmadığı Birinci Meclis’in oluşum şekli ve amaçları bakımından milliyetçi ve halkçı bir karaktere sahip olduğuna dikkat çeken Güneş, şöyle devam ediyor:

“Halkçılık bu dönemde en çok kullanılan bir kelime olarak ortaya çıkmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde ülke gündemine giren halkçılık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra âdeta meclisin ideolojisi haline geldi. Fevzi Paşa (Çakmak) olayların kendilerini halkçılığa doğru sürüklediğini söylerken Mustafa Kemal Paşa da varlıklarının yegâne dayanağının halkçılık olduğunu belirtiyor ve halk hükümetini savunuyordu. Bu düşüncelerini Halkçılık Programı adıyla 13 Eylül 1920’de meclise sundu.

Meclis kendi içinden seçtiği hükümet üyelerini sıkı bir denetime tâbi tuttu; sözlü ve yazılı soruların dışında yoğun bir gensoru önergesiyle bu işlevini yerine getirdi. Hatta bazen verdiği gensorularla hükümet üyelerini görevlerinden aldı.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek 16 Nisan 1923’te çalışmalarını sona erdirdi. Böylece oluşum biçimi, amaçları ve bu amaçlarını gerçekleştirmekte gösterdiği kararlılık, yurt ve millet sevgisi, devlet ciddiyeti, özveri, millî saygınlık bakımından alınması gerekli derslerle dolu bir meclis olarak tarihteki yerini aldı.”

CUMHURİYET’İ KURAN KURMAY KADRO

1699’dan bu yana geçen son üç yüz yıllık tarihimiz, değişim ve yenileşme hareketleri tarihidir. Osmanlı’nın başta ordu olmak üzere teknik konularda başlattığı reformlar, Tanzimat’tan sonra idari ve kültürel alana kaydı, Cumhuriyet ile birlikte inkılap hareketlerine dönüştü.

Tarihteki en güçlü devletimiz olan ancak zamanla güçten düşen Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet ve yönetim sistemi çıkaran muhteşem kadronun tamamı Meşrutiyet döneminde yetişti. 1863’teki II. Viyana Kuşatmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen 240 yıllık süreç içerisindeki en kritik dönem İkinci Abdülhamid’in saltanat yıllarına rastlayan Meşrutiyet dönemiydi. Ülke, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan otuz yedi yıl sonra Meşrutiyet, bundan kırk yedi yıl sonra da Cumhuriyet rejimiyle yönetilmeye başlandı.

Kırk yedi yıllık Meşrutiyet rejiminin ilk otuz yılında doğanların oluşturduğu bu müthiş kadro, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleyi veren ve Cumhuriyeti kuran kadro olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyet’in ana rahmi olan bu dönemde gerçekten de parlak bir nesil yetişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve diğerleri… Bu asker kadro, dönemin fikir ve sanat insanlarıyla el ele vererek milletimizin son gurur tablosu Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.

Mustafa Kemal Atatürk Birinci Meşrutiyet’in beşinci iktidar yılı olan 1881’de, Fevzi Çakmak 1856’da, Müfit Özdeş 1874’te doğdular. Cumhuriyeti kuran asker kadronun diğer üyeleri olan Ali Fethi Okyar 1880’de, Kazım Özalp 1880’de, Refet Bele 1881’de, Rauf Orbay 1881’de, Salih Bozok 1881’de, Kazım Karabekir 1882’de, Ali Fuat Cebesoy 1882’de, İzzettin Çalışlar 1882’de, Nuri Mehmet Conker 1882’de, İsmet İnönü 1884’te, Cevat Abbas Gürer 1887’de hayata gözlerini açtılar. Bütün askeri bilgilerini bu dönemde aldılar ve karakterlerini bu dönemde edindiler. Birinci Dünya Savaşı başladığında büyük bir çoğunluğu Üsteğmen, Yüzbaşı ya da Binbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Bu isimlere İttihat ve Terakki’nin kurmay kadrosunu oluşturan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve diğerleri de eklenmelidir. Hepsi de cesur, fedakâr, vatansever, kahraman, idealist insanlardı. Hiçbiri yatağında mışıl mışıl uyuyarak ölmedi.

Birini Dünya Savaşı sırasında cephelerden ceplere koşanlar, savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesi’nin ardından itilaf devletleri Anadolu topraklarını işgale başlayınca ülkenin dört bir yanında birer meşale gibi kurulan Kuvayı Milliye teşkilatlarını tek çatı altında toplayanlar onlardı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basanlar onlardı. Amasya Tamimini yayınlayanlar, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayanlar onlardı. 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açarak Milli Mücadeleyi demokratik yöntemle ve hukuka uygun şekilde idare edenler onlardı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden onlardı.

CUMHURİYETİN İLK DÖNEM AYDINLARI

Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyeti kuran askerlerin yanı sıra yeni rejimin fikir ve sanat planındaki kurmaylarını da yetiştirerek yakın tarihimizdeki yerini aldı. Cumhuriyet yıllarının kültür hayatına yön veren Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Mahmut Şevket Esendal, Şevket Süreyya Aydemir, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Rıza Nur, Yahya Kemal Beyatlı, Aksekili Ahmed Hamdi Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Mehmet Şemsettin Günaltay, Ömer Ferit Kam, Ali Ekrem Bolayır, Fatma Aliye Topuz, Ebu’l Ulâ Zeynel Abidin Mardin, Eşref Edip Fergan, Bestekâr Şerif Muhittin Targan, Hüseyinzade Ali Turan, Mehmet Fuad Köprülü, Celal Sahir Erozan, Mahmut Esat Bozkurt ve diğerleri… Hepsi de Meşrutiyet döneminde yetişmiş birer yıldızdılar.

CUMHURİYETİN İLK KURUM VE PROJELERİ

Cumhuriyet’in sadece asker-sivil bürokrasini, kültür ve sanat insanlarını yetiştirmekle kalmadı Meşrutiyet. Altyapı hizmetlerinde de çağları aşan iş ve projeler ortaya konuldu bu dönemde. Şehircilik alanında büyük öneme sahip Ebniye Kanunu’nu 1882’de çıkarıldı. Modern şehirciliğin temellerini atan bu imar kanunu, 1930’a kadar yürürlükte kaldı. Sadece başkent İstanbul’da değil ülke çapında büyük mimari ve altyapı hareketleri başlatıldı.

Yine bu dönemde kimileri yüz yıl sonra gerçekleştirilebilen pek çok altyapı projesi planlandı. 600 kilometrelik Karadeniz-Akdeniz Karayolu Projesi. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e 1900 yılında projesi çizdirilen İstanbul Boğazı üzerine yapılacak Cisr-i Hamîdi projesi. Boğazın altından geçecek bir demiryolu tüneliyle İstanbul’un iki yakasının birleştirilmesini öngören, 1902’de Amerikalı mühendislere ihale edilen Tünel-i Bahri Projesi. Konya ovasının sulanmasına yönelik Konya Ovası Projesi ve daha nice proje Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e mirası oldu.

Bu dönemde ayrıca Güzel Sanatlar Akademisi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, ticaret ve ziraat okulları kuruldu. İlk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları, il merkezlerinde liseler, ilçelerde ortaokullar açılmış, ilkokulları köylere kadar yaygınlaştırıldı. Şişli Etfal Hastanesi ve Darülaceze inşa edildi. Bugün hala kullanılan Hamidiye içme suyu borularla İstanbul’a getirildi. Anadolu içlerine kadar karayolları açtırıldı. Bağdat ve Medine’ye kadar demiryolları, büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşendi. Meşrutiyet döneminde eğitim ve altyapıya yapılan bunca yatırım sayesinde Cumhuriyet, yeni medeniyet hamlesini çok daha kolay yapabildi.

CUMHURİYET TAMAM, SIRA DEMOKRASİDE

Her cumhuriyet demokratik olmamakla birlikte cumhuriyet ile demokrasi birbirini destekleyen ve tamamlayan iki kavramdır. Demokrasi, cumhuriyetin niteliğini güçlendiren, milleti oluşturan herkesi ve her kesimi eşit kabul eden ideal bir yönetim şeklidir.

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edildiğinde Türkiye pek çok bakımdan demokratik bir ülke değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğini artırmak amacıyla 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurduran ancak 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası yayımladığı Takrir-i Sükûn Kanunu ile bu partiyi kapatan Atatürk, ikinci çok parti denemesini 1930 yılında yaptı. Yine Atatürk’ün tavsiyeleriyle Ali Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ise ortaya çıkan Atatürk’e suikast, Menemen Olayı ve sonrasında yaşananlar nedeniyle baskı altında tutuldu. 1930 Yerel Seçimlerine katıldığı halde, henüz bir yaşını bile doldurmadan kendini feshetmek zorunda kaldı.

BİR İBRET BELGESİ: 46 SEÇİMLERİ

Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde 1946 seçimleri önemli rol oynadı. Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Mehmet Fuad Köprülü tarafından 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, tek parti iktidarının aldığı baskın seçim kararına itiraz etse de 21 Temmuz 1946’daki seçimlere katılarak 61 milletvekili çıkarıp TBMM’ne girmeyi başardı. “Açık oy gizli tasnif” yönetimiyle yapılan ve tek parti iktidarının her türlü müdahalesine açık bir seçimde kazanılan 64 sandalye, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’ye iktidara getirecek yolu açtı. Bu seçimlerde CHP 397, Bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandılar.

İLK TAM DEMOKRATİK SEÇİMLER

Günümüzdeki özgür seçimlerin temel kuralı olan “Gizli Oy Açık Tasnif” sisteminin uygulandığı ilk seçim 14 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi. Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan seçimin ardından 27 yıldır ülkeyi yöneten CHP iktidarı son buldu. “Yeter söz milletindir!” sloganı ile seçimlere giren DP, 487 milletvekilliğinin 416’sını kazandı. Böylece demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan çok partili hayat Türkiye’de işlemeye başladı. 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanan DP, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar ülkeyi on yıl süreyle idare etti.

DARBELERE RAĞMEN TAM YOL İLERİ!

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten 1950’ye kadar geçen 27 yıllık tek parti iktidarının ardından girilen süreç Türkiye’yi tam demokrasi hedefine götürecek önemli bir fırsat olsa da 27 Mayıs 1960 ihtilali, “demokrasiyi ortadan kaldırma pahasına cumhuriyeti yaşatma” anlayışının ilk tezahürü oldu. Bu ilk askeri darbeyi 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 ihtilali, 28 Şubat 1997 süreci takip etti;  15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi bambaşka bir gerekçe ile de olsa demokrasimize büyük bir darbe indirdi.

Doksan altı yıllık cumhuriyet tarihimizdeki darbelerin ve darbe girişimlerinin tamamında milli irade ve onun tecelli ettiği yer olan TBMM büyük yara aldı. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de tamamen feshedilen TBMM, 12 Mart ve 28 Şubat’ta baskı altında tutuldu. 15 Temmuz darbe girişimi, olayı en vahim noktaya taşıdı; Milli Mücadelenin ana karargâhı ve milli iradenin temsil yeri olan gazi Meclisimiz bombaların hedefi oldu. Üçüncü TBMM binası, tıpkı Milli Mücadelenin idare edildiği Birinci Meclis binası gibi “gazi” unvanını kazandı.

TBMM’NİN EŞSİZ BAŞARISI

TBMM’nin yüz yıllık serüveni, dünya tarihinde eşine az rastlanan bir başarı öyküsüdür. Devletin yönetim şeklini tarif eden cumhuriyet ile cumhuriyetin niteliğini en ideal şekilde tarif eden demokrasi kavramları TBMM çatısı altında ayrı bir anlam kazanmıştır.

Yüzüncü yılını kutladığımız Milli Mücadelenin Başkomutanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında kurduğu, “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir.” cümlesi, milletimiz hakkında yapılan çeşitli tarihi araştırmalarla teyit edilmiş bir gerçektir.

Atatürk’ün şu tespiti de aynı noktaya vurgu yapmaktadır:

“Türk milleti en eski tarihlerde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarında devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir.”

TBMM Genel Kurul Salonunun duvarına çakılı şu veciz söz, 2300 yıllık devlet geleneğine sahip bulunan milletimizin tam bağımsızlık ve tam demokrasi hedefinin en çarpıcı ve en açık ifadesidir:

“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”

]]>
BEREKETLİ HİLAL KAN AĞLIYOR https://hayatitek.com/bereketli-hilal-kan-agliyor/ Sun, 31 May 2020 20:22:45 +0000 http://hayatitek.com/?p=448 HAYATİ TEK –

Anadolu’daki bin yıllık varlığımız sırasında yaşadığımız her gelişme, “Coğrafya kaderdir.” diyen İbn-i Haldun’u haklı çıkarıyor. Bu tespit bilhassa “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan, ilk medeniyet tohumlarının yeşerdiği, ilk insan yerleşimlerinin kurulduğu, ilk dini mabetlerin inşa edildiği, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in doğduğu coğrafya için geçerliliğini koruyor.

İlk kez ABD’li oryantalist J. N. Breasted tarafından kullanılan “Bereketli Hilal” kavramıyla tarif edilen, Dicle ve Fırat nehirlerinin hayat verdiği bu bereketli coğrafya; Güneydoğu Anadolu, Batı İran, Irak, Kuzey Suriye ve Doğu Akdeniz kıyı şeridinin tamamını içine alıyor. Bereketli Hilal’in doğu ucu Basra Körfezi, batı ucu Akdeniz, güney ucu Kızıldeniz’e dayanıyor.

Okyanus ötesi deniz keşifleri öncesinde “bilinen dünyayı” oluşturan Asya, Avrupa ve Afrika’nın cazibe merkezi olan, Çin’i Akdeniz’e ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlayan tarihi İpekyolu güzergâhında bulunan Bereketli Hilal, tarih boyunca hep önemli olageldi.

İlk medeniyetlere, tarım toplumunun doğuşuna kaynaklık ve şahitlik eden Bereketli Hilal, denizaşırı keşiflere kadar ticaretin de en önemli kavşak noktalarından birini oluşturdu.

GÖBEKLİTEPE’NİN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEK

Bu kadim ve bereketli coğrafyanın Türkiye sınırları içerisindeki en üst bölgesinde yer alan Urfa’da bulunan ve 11.000 yıl önceye tarihlenen Göbekli Tepe’nin keşfi, insanlık tarihinin en eski yapılar topluluğu ve dini merkezinin burada kurulduğunu, ilk buğday tohumunun da burada yeşerdiğini ortaya çıkardı.

Her çağda dünyanın güçlü devletlerinin ilgisini çeken bu değerli coğrafya; Pax Romana (MÖ 27-MS 180), Hilafet İmparatorlukları (Dört Halife: 632-551, Emevi: 661-750, Abbasi: 750-1258), Büyük Selçuklu Devleti (1038-1157) ve Pax Ottomana (1453-1699) dönemlerinde istikrarı yakaladı. Fransa ile İngiltere-Prusya ittifakı arasında gerçekleşen ve Napolyon’un kesin mağlubiyetiyle sonuçlanan Waterloo Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki doksan dokuz yıla damgasını vuran Pax Britannica’nın (1815-1914) son demlerinden itibaren de istikrarsızlık bölgesi haline geldi.

1900’lerin başından itibaren, II. Abdülhamid’in izni dâhilinde, İngilizler ve Almanlar tarafından arkeolojik kazı görünümünde petrol sondajları yapılan bölgenin kaderi, Pax Britannica’yı sona erdiren Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında İngilizler ile Fransızlar arasında imzalanan Sykes-Picot gizli antlaşmasında cetvelle çizilen sınırlar, Mondros Mütarekesi ve Paris Antlaşmaları nedeniyle günümüze kadar kaostan bir türlü kurtulamadı.

Birinci Dünya Savaşı başladığında bütün Bereketli Hilal coğrafyasının tamamı Osmanlı sınırları içerisindeydi. 1912 Balkan Savaşları sırasında Balkanlardaki topraklarımızı tamamen kaybettiğimiz için Trakya sınırlarımız bugünküyle aynıydı. Güneydoğu sınırlarımız Basra Körfezine kadar uzanıyor, Büyük Okyanus’a çıkışımız bulunuyordu. Asya’nın tüm Akdeniz ve Kızıl Deniz kıyıları ülke sınırlarımız içerisinde yer alıyordu.

LOZAN GÖRÜŞMELERİ VE MUSUL

Yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Milli Mücadele sırasında kurduğumuz TBMM Hükümeti ile Sevr Antlaşmasının tarafı olan ülkeler arasında imzalanan ve Türkiye’nin bugünkü uluslararası statüsünü belirleyen Lozan görüşmeleri sırasında TBMM’de yaşanan ateşli tartışmalar, yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’yi her bakımdan sıkıntıya sokacak iki diplomatik konuda düğümleniyordu. Bunlardan biri Ermeni meselesi, diğeri Irak’ta uydu bir Kürdistan devletinin kurulmasıydı. Bu iki konu üzerindeki tartışmalarda özellikle Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul’un üzerinde duruluyor, bu şehrin verilmemesi için gerekirse İngilizlerle savaş dahi göze alınıyordu.

Birinci TBMM’nin en sert tartışmalarına sahne olan Lozan görüşmeleri sırasındaki gelişmelerinin izini, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi’nin 2013’te yayımlanan Lozan Antlaşması Özel Sayısında Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat ve Tekin Demirarslan tarafından kaleme alınan “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basına Yansıması” başlıklı makaleden sürelim.

İSMET İNÖNÜ’NÜN İZAHATI VE KARŞI GÖRÜŞLER

“I. Dönem Lozan Görüşmelerinin sona ermesi ile ülkeye dönen, Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa, 21 Şubat 1923 tarihindeki gizli celsede Lozan Görüşmeleri konusunda Meclise izahat vermiştir. 27 Şubat 1923 tarihindeki gizli oturumda ise barış görüşmelerinin tekrar başlaması halinde hükümetin takip edeceği politika ve hükümet tarafından hazırlanan mukabil projenin esasları Mecliste görüşülmeye başlanmıştır. Bu toplantıda, II. Grup üyeleri, Hükümetin Lozan Konferansı’nda izlediği politikaya ve Hükümet tarafından hazırlanmış olan mukabil projeye karşı sert bir muhalefet yapmışlardır.

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, mukabil projenin, Meclisin bilgisi olmadan Heyet-i Vekile’ce hazırlanmasını eleştirmiş, (…) ‘Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi, Misakı Milli’den zerre kadar feda ederse, icabı namus ve milli için çekilip gitmeli.’ diyerek eleştiri ve önerilerini getirmiştir.”

MUSUL’U KAYBEDENİN ŞARKTA YERİ KALMAZ

“Musul konusunun Lozan görüşmelerinde ertelenmesine de sert tepki gösteren muhalif milletvekillerinden Erzurum Mebusu Durak Bey, bildikleri tek şeyin Musul’dan vazgeçilmesi olduğunu belirterek şu ikazda bulunmuştur: ‘Musul’un bir sene sonraya taliki demek arkadaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul’u gaip etmek demektir. Musul’u kayıp ettikten sonra, senin Şarkta bir yerin kalmamıştır.’

Tartışmanın uzaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa söz alarak, Heyet-i Murahhasa’nın kendisinin kabul ettiği bir projeyi Hükümete ve Meclise kabul ettirmek için gelmediğini, Musul Meselesi’ni bir sene sonraya ertelemenin Musul’dan vazgeçmek anlamına gelmediğini söylemiştir.  Diğer taraftan bazı mebusların Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamadığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Musul’un konferans gündeminden çıkartılarak İngilizlerle karşı karşıya halletmenin milli menfaatler açısından daha faydalı olacağını söylemiştir.”

HÜSEYİN AVNİ’DEN BOLŞEVİKLİK UYARISI

TBMM’deki tartışmaların sonraki oturumlarda da devam ettiğini dikkat çekilen makalede, 4 Mart 1923 tarihli oturumda, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Musul Meselesi’nin konferans gündeminden çıkartılmasına tepki gösterdiği konuşması şöyle aktarılmaktadır:

“Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesinin kabul edilmesine ve Hükümetin, Lozan’da izlediği politikaya şiddetle karşı çıkmış Misak-ı Milli’nin pek çok hükmüne aykırı kararlar verildiğini, ‘yarım bir sulh’ adına ülkenin Bolşevikliğe sürüklendiğini ileri sürmüştür. Ayrıca kamuoyunda II. Grup milletvekillerinin tekrar mebus seçilme ümitlerinin olmadığı ve bu nedenle barışa yanaşmayıp savaşın devamını istedikleri yönünde düşünceler ortaya çıktığını belirterek bu yöndeki düşünceleri eleştirmiş ve Mecliste böyle düşünen bir milletvekili bulunmadığını ifade etmiştir.”

MUHALİF GRUP SEÇİM İSTİYOR

Bolat ve Demirarslan’ın makalesinde 5 Mart 1923 tarihindeki toplantıda, çok daha sert tartışmalar yaşandığının altı çizilerek şu ifadeler kullanılmaktadır:

“İzmit Mebusu Sırrı Bey, İsmet Paşa’yı Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamamak ve Misak-ı Milli’ye aykırı hareket etmekle suçlamıştır. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise Heyet-i Murahhasa’nın, Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini ve göreve devam etmemesi gerektiğini söyleyerek eleştirilerini dile getirmiştir. (…) II. Grup üyesi İzmit Mebusu Sırrı Bey, Meclisin Misak-ı Milli haricinde bir karar alamayacağını ileri sürerek seçime gidilmesini önermiştir.  Fakat bu öneri I. Grup tarafından desteklenmemiştir.

(…) Türkiye Büyük Millet Meclisi, Lozan Konferansı konusunda inisiyatifi hükümete bırakmış olsa da, I. ve II. Grup arasındaki sert mücadelenin yaşandığı bu ortamda, Misak-ı Milli kapsamındaki Musul’un Türkiye’ye bırakılmayacağının anlaşılması, Lozan Konferansı’nda kabul edilecek barış esaslarını Meclise kabul ettirmek konusunda ciddi endişeler ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine TBMM, 1 Nisan 1923 tarihinde seçim kararı almıştır.”

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması, seçimlerin ardından oluşan İkinci TBMM tarafından 24 Temmuz 1923 tarihinde kabul edilmiştir.

20. ASRI KANA BULAYAN KARA İKSİR: PETROL

Birinci TBMM’de, ileride Büyük Ermenistan hayaline katkı sağlayacak kukla bir Kürdistan hükümetinin kurulması ve Misak-ı Milli bağlamında ülke sınırları içerisinde kalması istenilen Musul konuları, Pax Britannica’nın mimarı Büyük Britanya ve diğer sömürgeci devletler için çok daha başka anlamlar ifade ediyordu: Petrol…

İlk keşfedildiği yer M.Ö. 4. yüzyılda Çin olsa da bugünkü amaçlarla kullanılmak üzere 1850’li yıllarda ABD’de fark edilen petrol, buhar makinesinin devreye alınmasıyla 1859’dan itibaren ticari amaçla üretilmeye başlandı. O yıllarda en fazla otuz varil olan günlük petrol üretimi, 1879’dan itibaren on binli rakamlara ulaşınca ülkenin önde gelen zenginlerinden Rockefeller, Standard Oil Company’i kurarak petrol işine girdi. 1873’te Nobel ailesi, o yıllarda Rusya sınırları içinde bulunan Bakü’de petrol kuyuları açtı. 1890’larda petrol arayan Hollandalıların hedefi Endonezya’ydı.

Benzinli motorun Nikolaus August Otto tarafından 1867’de, ilk benzinli otomobilin ise 1887 yılında Gottlieb Daimler tarafından icat edilmesi, petrolün yükselişine olağanüstü hız kazandırdı ve yeni petrol alanları sömürgeci devletlerin radarına girdi.

James Waat’ın buharlı makineyi 1763’te keşfi ile birlikte sanayi devrimi büyük bir ivme kazanmış, bu yeni enerji gücü 1807 yılında Robert Fulton tarafından gemilere uyarlanmış, böylece Okyanus ötesi gemi seferleri hızlı ve güvenli bir şekilde yapılmaya başlanmıştı.

1900’lü yıllarla birlikte petrol, sömürge imparatorluklarının aç kurt gibi saldırdığı bir enerji kaynağı olarak coğrafyaların kaderini belirleyen önemli bir stratejik faktör haline gelmişti.

İNGİLİZLER, ORTADOĞU’YU SAHİLDEN KUŞATIYOR

Süveyş Kanalının 1869’da tamamlanmasının ardından Pax Britannica’nın denizlerdeki hâkimiyetine engel teşkil edebilecek coğrafyalardaki Osmanlı topraklarını tek tek koparan İngilizler, Basra Körfezi’ni Büyük Okyanus’a açan suların kontrolünü sağlayan Bahreyn’i, Sünni El Halife ailesiyle anlaşarak 1783’ten itibaren himayesine aldı. Osmanlı’ya bağlı Kuveyt ve Katar’ı 1800’lerin sonunda himaye yöntemiyle kendisine bağlayarak Ortadoğu’daki petrol alanlarını denizden kuşatma sürecini tamamladı. 1900’lere gelindiğinde ise, Osmanlı’nın iç bölgelerindeki petrol bölgelerini çoktan gözüne kestirmişti. Bu noktada sözü, o yıllarda ülkeyi yönetmekte olan II. Abdülhamid’e bırakalım.

OSMANLI’DA İLK PETROL ARAŞTIRMALARI VE II. ABDÜLHAMİD

1876-1909 tarihleri arasındaki 33 yıl boyunca hayli zor bir süreçte ülke yönetimini devralan II. Abdülhamid, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçelerinden birini oluşturan ve bugün hâlâ Ortadoğu’yu kasıp kavuran petrol fırtınasının ilk esintilerine şahit oluyordu.

Kuzey Afrika’daki en zengin petrol yataklarını 1911 Trablusgarp Savaşı’nda, Ortadoğu’daki en zengin petrol bölgelerini ise Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedecek olan Osmanlı’nın sınırları içerisindeki ilk petrol araştırmalarına dair İsmet Bozdağ’ın, “Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri” kitabında hayli çarpıcı bilgiler yer alıyor.

İNGİLİZLER’İN “TARİHİ ESER” OYUNU

II. Abdülhamid anılarında, İngilizlerin “tarihi eser arama” bahanesiyle bölgede nasıl petrol aradıklarını şöyle anlatıyor:

“İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların ‘hayır’ demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım -nice aylar sonra fark edebildiğim- bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile (!) bulunabilirmiş! Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti’nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de -hiçbir bedel istemeden- bize bırakacaklarmış!

İngiltere ile yakın ilişki kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama, kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa’yı çağırdım. İngilizlerin tekliflerini anlattım ve gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim(S. 76).”

GERÇEK ORTAYA ÇIKIYOR

İngiliz elçisinin bir gün heyecanla huzura girdiğini ve Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdiğini kaydeden II. Abdülhamid, şöyle devam ediyor:

“Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi. Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum. Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlayan kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler! Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim.

Yalnız, gelen haberlerden Musul’daki ve Bağdat’taki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı. Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende attırmak içindi. Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, petroldü!(S. 77)”

II. Abdülhamid, petrol konusundan haberdardı. Daha önce Eflak’ta (Romanya) petrol bulunduğu için, bu değerli kaynağın kuyular açılarak arandığını biliyordu.

DEFİNENİN YERİNİ SU ARAMA BAHANESİ ALIYOR

Bir süre sonra huzura giren İngiliz elçisinin, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, İngiltere Hükümeti’nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattığını aktaran II. Abdülhamid anılarına şöyle devam ediyor:

“Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı. İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat’ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım(S. 78)!”

Aldığı karara sert tepki gösteren İngilizlerin, bu gelişmenin ardından Cemaleddin-i Efgani yolu ile Hilafet meselesini kurcalamaya başladıklarını kaydeden II. Abdülhamid, tarihe ışık tutmaya devam ediyor:

“Hicaz Emirini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyükçe bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa’yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler(S. 79).”

ALMANLAR DA PETROL ARIYOR

İngilizlerle çatışmaya düşüldüğü günlerde Almanya’nın dostluk elini uzattığını kaydeden II. Abdülhamid, yeni dönemde izlediği stratejiyi şöyle anlatıyor:

“Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için Almanlara yaklaştım. Aslında ikizimin de düşünceleri başka başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Wilhelm İstanbul’a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım.

Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı. Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nam ile Musul’a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini istedim. Selahattin Efendi’den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi, kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı.

Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklif ile gelseydi, ben ona bazı şartlarda bu arama ruhsatını verecektim. Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu.

Tahsin Paşa bunu imparatora duyurmak teklifinde bulundu. Reddettim. ‘Bırakalım, arasınlar’ dedim, ‘bulurlarsa petrolü ceplerinde götüremeyecekler ya… Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız!’ (S.80)”

ABD VE JAPONYA’DA PETROL TEMASLARI

Bu gelişmeler üzerine Yaveri Selahattin Efendi’yi ABD’ye gönderen II. Abdülhamid,  sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatıyor:

“Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika’ya gönderdim. Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktık. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi. Selahattin Efendi’nin Amerika’da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü. Selahattin Efendi’nin dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarını ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile yanaşmadıklarını söyledi.

Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusu almıştık. Japonya’dan bir mütehassıs grubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler. Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştırıldım(S. 81).

YÜZ ELLİ YILLIK DAVA VE BARIŞ PINARI HAREKÂTI

Eğer yeterince güçlü değilseniz, elinizdeki değer sizden daha güçlülerin iştahını kabartıyor, nimet bir anda külfete dönüşüyor. Türkiye ve Ortadoğu’nun son yüz yıllık tarihi, bu gerçeğin defalarca sınandığı olaylara şahitlik ediyor.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde pek çok girişimine rağmen İtilaf Devletleri yanında yer alamayan ve mecburen Almanlarla birlikte İttifak Devletleri çatısı altına giren Osmanlı çaresiz kalınca, Bereketli Hilal’in petrol odaklı son yüz beş yıllık kanlı tarihi de başlamış oldu.

1800’lerin son çeyreğinden bu yana Bereketli Hilalin petrol rezervlerine odaklı sorunlarla boğuşan, hâkimiyet teorilerinin odağındaki Avrasya coğrafyasının en kritik bölgesinde bulunan Türkiye, Türk dünyasının devasa petrol ve doğalgaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınması noktasındaki en güvenli güzergâhı oluşturuyor.

Geleceğin enerjisinin doğudan batıya güvenli taşınması sürecinde tarihi İpekyolu’ndaki önemine benzer bir stratejik konuma sahip olan Türkiye, tıpkı Bereketli Hilal’in bin yıllık kaderinde olduğu gibi, bir yandan olağanüstü güçlerle donanırken, öte yandan yakın gelecekteki enerji mücadelesinde en riskli bölgelerinden biri haline geliyor.

Barış Pınarı Harekâtı ile Sykes-Picot gizli antlaşmasının ardımızda bıraktığımız 103 yılda açtığı yaraların güncel zararlarını en aza indirmeyi hedefleyen Türkiye’nin yönetim kadrolarını ve milli iradenin ana karargâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni tarihi görevler bekliyor.

KAYNAKLAR:

  1. Sultan Abdülhamid; Siyasi Hatıratım, Yay. Ali Vehbi Bey, Fransızca’dan Çev. H. Salih Can, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975.
  2. İsmet, Bozdağ; Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 1985.
  3. Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat, Tekin Demirarslan; “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basın Yansıması”, A. Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 29-60.
]]>
SANAL RÖPORTAJ / SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: “Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir.” https://hayatitek.com/sultan-ikinci-abdulhamid-han-ermeni-meselesi-ermenilerin-meselesi-degildir/ Sat, 30 May 2020 14:40:54 +0000 http://hayatitek.com/?p=43

HAYATİ TEK: Hakanım, yaşadığınız günden bugüne sizin hakkınızda çok şey yazıldı, çizildi ve söylendi. Kimileri “kızıl Sultan” dedi, kimileri “Ulu Hakan”, kimileri de “Gök Sultan”… Kimileri “Jurnalci” dedi, kimileri “strateji ve istihbarat uzmanı”… Münzevi bir hayat yaşadığınız da iddialar arasında. Tartışmalar hâlâ sürüyor. Bütün bunlara bir son vermek için sizden öncelikle kendinizi anlatmanızı istirham ediyoruz. Size göre kimdir Sultan Abdülhamid, nasıl bir insandır?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İnsan içinde yetiştiği hayat şartlarının tesirlerine göre meydana gelir ve yetişmesinde bilhassa tahsil ve terbiyesinin rolü çok fazladır. Benim ne şartlar altında yetiştiğim her zaman unutuluyor. Kız ve erkek kardeşlerim sevilip şımartılırken, bilmediğim bir sebeple babam bana iyi muamele etmezdi. Beni, yalnız zavallı kardeşim Murad anlardı. Çocukluğumdan beri ciddi bir tabiatım vardı, oyun oynamayı sevmezdim. Daha pek küçük yaşımda beşeriyetin mevcudiyetine dair ciddi mevzular üzerinde düşünmeye başladım. Hayalperesttim. Bu halimden dolayı, hocalarım beni azarlarlar, babama şikâyet ederlerdi. Muhitimdekilerin beni anlamadıklarını hissederek büsbütün içime kapanmıştım. Kardeşimden sonra tahta çıktığım vakit, etrafımı entrikalardan örülü ağların içinde hapsetmek isteyen insanlar almıştı. O zaman hayatımı ve tahtımı muhafaza edebilmek için; kurnazlara karşı kurnazca hareket etmek icap ettiğine karar verdim. Yaşamanın zevkini çıkarabilmek ve insanlara hürmet hissi duyabilmek için, maalesef insanın yaradılışındaki bozukluğu fazlaca tanımıştım. İktidara geldiğimden beri bana gösterilen zelilane dalkavukluktan iğreniyordum. Söylendiği gibi insanlardan kaçıyorsam, bu hayatta geçirdiğim şeylerin tabii bir neticesidir. Beni yakından tanıyanlar, iyi ve yumuşak bir insan olduğumu gayet iyi bilirler. Aile hayatım da kalbimin yumuşak olduğunu, sevgiye muhtaç olduğumu gösterir(1).

HAYATİ TEK: Hakanım, özellikle on yıldır devam eden Suriye iç savaşı nedeniyle son yetmiş yılın en sıcak günlerini yaşayan Ortadoğu’nun bir panoramasını çıkarır mısınız? O zamanlar başta İngilizler olmak üzere Fransızlar, Almanlar ve Ruslaın bölgeye dair emellerini kısaca özetler misiniz? Bu vesileyle yüzyıllık bir tarihi süreç hakkında okuyucularımızı haberdar etmeniz de mümkün olur. Bir zamanlar bu toprakların hakanı olarak sizin görüşlerinizin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Dilerseniz önce Almanlar ile başlayalım.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Berlin sefirimizden öğrendiğime göre Kayser, Anadolu’da Almanları tutan bir muhit yaratmak istiyormuş. İktisadi vaziyetimizi düzeltebilmek için Almanlardan istifade etmeyi doğru buluyorum, fakat Alman gazetelerinin yazdığı ve arzu ettiği gibi, Bağdat demiryolu üzerinde Alman kolonilerinin kurulmasına gelince katiyen taraftar değilim. Dedelerimizin pek çok fedakârlık yaparak elde ettikleri bu toprakları, Alman kolonilerine terk edeceğimizi zannediyorlarsa lüzumundan fazla müsamaha göstermiş bulunuyoruz. Anadolu yalnız bize aittir. Pek çok yerden itilip kakıldıktan sonra buraya yerleşen din kardeşlerimize bu son melcelerini (sığınaklarını) muhafaza edeceğiz(2).

HAYATİ TEK: O günlerde Fransızların bize karşı tutumları ne merkezde idi? Almanlarla olan diyaloğumuz onları rahatsız ediyor muydu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: M. Constans, Fransız Cumhuriyeti’nin sefiri olarak bize gelip yerleştiğinden beri, Fransızlarla olan temaslarımız çok daha iyiye doğru gitmektedir. Constans memleketimizde, vatanına eski itibarını tekrar kazandırabilmek için temkinli ve sebatkâr bir şekilde çalışmaktadır. Öğrendiğime göre, askeri ataşesi vasıtasıyla, ordumuzdaki birçok zabitlerle münasebet kurmuş, nezaketi sayesinde nazırları ve Babıali’deki yüksek memurları kendine celbetmeye muvaffak olmuş; hatta şimdiye kadar hiç vaki olmadığı halde Şeyhülislam dahi kendisine resmi bir ziyaret yapmıştır(3).

HAYATİ TEK: Constans’ın bütün bu gayretlerini Almanlarla kurduğunuz iyi ilişkilere mi bağlıyorsunuz?

HAYATİ TEK: Fransızlar, Almanlarla dost olmamızdan çekinmektedirler. İşin aslı tetkik edildiğinde, bütün bu mücadelelerin M. Constans ile M. Marschall von Biberstein arasında cereyan eden bir düellodan ibaret olduğu anlaşılır. Birbirlerinin siyasi tesirini yok etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Doğrusu bu mücadelenin sonunu ben de merak etmekteyim. Büyük devletlerin, dostluğumuzu kazanmaya bu kadar hâhişkâr (istekli) olmaları, bizim işimize gelir. Pek dalgalı olan siyasi hayatımızın idaresi, belki bu suretle biraz kolaylaşmış olur(4).

HAYATİ TEK: Almanlar ve Fransızlar Osmanlı’ya yakınlaşmaya çabalarken İngilizlerin tavrı nasıldı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mısır’daki otoritemizi kırmak için İngilizler ellerinden geleni yapmaktadırlar. Mısırlılar da İngiliz fikirleriyle ifsat edilmişlerdir bile. Selametin İngilizlerden geleceğine inanan Mısırlılar vardır. Bunlar için milliyet dinden önce gelir. Kendi medeniyetleriyle, Avrupalılarınki mecz edebileceklerini zannederler. Fakat İslamiyet ile Hıristiyanlık birbirine o kadar zıt görüştür ki, bağdaşmalarına imkân yoktur. Hidiv’in (Abbas Hilmi Paşa) sadakatini takdir ederim, fakat kendisinin de hemen hemen gavurlaşmış olduğu aşikârdır. Tahsile Cenevre’de başlamış, Viyana’da Theresianun’da ikmal etmiş olduğuna göre Avrupalılaşmamasına imkân yoktur. İngiliz, İslamiyet’in tesirini azaltmak, kendi hâkimiyetlerini kuvvetlendirmek için Hidiv’in, Halife olmasını isterler. Fakat dinine sadık hiçbir Müslüman, onun müminlerin reisi olarak kabul etmez. Mamafih İngilizlerin, icabında Lord Crümer’i bile Halife tayin etmeleri beklenebilir(5).

HAYATİ TEK: Mısır’ı bu kadar yakın markajda tutan İngilizlerin Arabistan üzerindeki emelleri neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiliz gazeteleri, şimdiye kadar pek çok defa İngiltere’nin Arabistan siyasetini açıklamışlardır. Fakat şimdiye kadar hiçbiri “Standard” gibi “Arabistan, İngiliz himayesine girmelidir, 56 milyon Müslüman tebaası olan İngiltere’nin Müslümanların mukaddes şehirlerine sahip olması tabiidir” diye açıkça yazmamışlardı. Maalesef İngiltere’nin Arabistan’da nüfuzu çok kuvvetlidir. Şimdiden Yemen’de başımıza güçlükler çıkmaya başlamıştır. İngilizlerin tahrik ettikleri Arap kabileleri arka arkaya isyan etmektedirler. Aden, İngilizlerin Arabistan’daki harekâtı idare ettikleri umumi karargâhtır. Bize karşı kullandıkları silahlar da Aden silah deposundan çıkmaktadır. Burada hakikaten çok güç bir vaziyette bulunmaktayız(6).

HAYATİ TEK: Pekiyi, bütün bu olup bitenlere karşı nasıl bir tavır geliştirdiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Kabile reislerine hediye ve bahşiş dağıtmak suretiyle İngiliz entrikalarına karşı kendimizi müdafaaya çalışıyoruz. Aden, Afrika’nın şarkî kısmına da hükmettiğinden, Arabistan’ın Celebitarık’ı sayılabilir. Kızıldeniz’de, Almanya ile Fransa donanmalarının da birer üssü bulunmasını tercih ederim(7).

HAYATİ TEK: Herhalde İngilizler bu duruma göz yummayacaklardır.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiltere, Fransa ve Almanya’nın taleplerine karşı tehditkâr bir tavır takınmaktadır. Eğer Fransa ile Almanya anlaşıp birbirlerini tutsalardı o zaman John Bull (İngiltere’nin Sam Amca’sı) baş eğmeye mecbur olurdu. Bizim için ehemmiyetli olan Şam ile Mekke arasındaki demiryolunun en kısa zamanda inşa edebilmektir. Bu suretle karışıklık arttığında süratle asker göndermemiz mümkün olacaktır. Ehemmiyetli ikinci nokta da Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirmektir ki, İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarparak parçalansın(8).

HAYATİ TEK: Bölgenin en önemli noktalarından biri de Basra Körfezi. Özellikle 1980’lerdeki İran-Irak savaşı ve 1991’deki Körfez Savaşı sırasında bu körfezin önemi bir kez daha ortaya çıktı. O dönemde İngilizlerin Basra Körfezi’ne ilgisi hangi merkezdeydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mezopotamya’daki eyaletlerimizi ziyaret etmek isteyen Hindistan ordusunda vazifeli İngiliz zabitleri, konsoloslarımın delaletiyle eyaletlerimizdeki valilerimizden zorla izin çıkartmışlardır. İnkâr etmelerine rağmen bu seyahatlerin siyasi maksadı olduğu aşikârdır. Bu keşif seyahatlerine son vermek için bir mazeret bulmak elzem oluyor. Zira Mezopotamya’nın anahtarı sayılan Şattülarap, İngilizlerin yerleşmelerine müsaade edemeyeceğimiz kadar ehemmiyetlidir. İngilizler, bilhassa nehrin ağzında bulunan Basra’yı arzu etmektedirler. Oranın ileri gelenlerinden öğrendiğime göre, bu maksat için su gibi altın akıtıyorlarmış. Kuveyt’te ise hilekâr, zengin Yusuf İbrahim onların hesabına çalışıyormuş. Son senelerde, Arabistan’a, seyahat bahanesiyle birçok İngiliz seyyah gelmiştir. Fakat bunların asıl maksadı Nil vadisi ile İran körfezini birleştirecek bir demiryolu kurmak üzere araştırmalar yapmaktır. Bu suretle Arabistan’ın kaderi çizilmiş oluyor(9).

HAYATİ TEK: Ortadoğu’daki temel sorunlardan biri de Vehhabîlik. İngilizlerin özellikle Riyad Şeyhi Abdülaziz İbni Suud’u bu konuda yakın markaja aldıkları biliniyor.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizler, Vehhabîliği ihya etmek için uğraşan Riyad Şeyhi Abdülaziz İbni Suud’u istedikleri gibi oynatabileceklerini zannediyorlarsa çok yanılıyorlar. İbni Suud, İngilizlere uymanın günah olduğunu çoktan anlamıştır. Bir zaman için kendini hür Arabistan’ın kuvvetli hükümdarı olarak tahayyül etmiş, fakat İngilizlerin yardımıyla istiklal elde etmek isterken, onların idaresi altına gireceğini düşünememişti. Şimdi ise bunu anlamış bulunmaktadır. Kuveyt Emiri Mübarek, onu İngilizlerin fena tesirinden kurtararak tekrar bize döndürmüştür. İngilizler oraya yerleşselerdi, bizim Bağdat demiryolu ne olurdu? 1901’de Kuveyt’e İngiliz bayrağı çekilmişti. Allah’tan Transvaal Harbi dolayısıyla İngilizler zayıfladığından bu çok ehemmiyetli yeri işgal etmelerini protesto edişimiz tesirini göstermiştir. Bu meselede Almanya da bizimle aynı görüşte olduğunu belirtmiş ve fikirlerimizi kuvvetle müdafaa etmiştir(10).

HAYATİ TEK: İngilizlerin Ez-Zibar’da yaptıkları da kabul edilemez. Ancak uluslararası kamuoyu niçin sessiz kalıyor bütün bunlara?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ez-Zibar’da (Sahra’da), İngilizlerin yaptıkları zulümleri görmezlikten gelmek, büyük devletler için utanılacak bir yüz karasıdır. Anavatanında yaşama imkânı bulamadığı için hicret etmek isteyen müdafaasız bir kabileyi çıktıkları yere tekrar döndürmeye zorlamak, hainlik değil midir(11)?

HAYATİ TEK: Hangi kabileden bahsediyorsunuz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Takriben 2.000 kişiden teşekkül eden Ali ben Ali kabilesi ile şeyhleri Selam’dan bahsediyorum. Bu meselede İngiliz Başkonsolosu Wilson-Buschir o kadar merhametsizce davranmıştır ki, vahşetini anlatacak kelime bulamıyorum. Kaçmak isteyen kabilelerin, Türk topraklarına (Ez-Zibar) sığındıkları kati olarak bilinmekteydi. Memurlarımızın bütün ikaz ve itirazlarına rağmen, İngiliz harp gemileri, bu müdafaasız mıntıkayı bombardıman etmişler, pek çok binanın hasar görmesine, yüzlerce kadın, çocuk, masum insanın ölümüne sebebiyet vermişlerdir. Ermeni katliamı meselesinde isyan eden, kıyametleri koparan İngilizler, bu yaptıkları işkenceyi medeni bir memlekete yakıştırıyor olmalılar. Büyük devletler ise şikâyetlerimize omuz silkmekle cevap veriyorlar. Anlaşılan Hıristiyanların kalbinde merhamet denen şeyden eser yok(12).

HAYATİ TEK: Ermeni meselesini de soracağım size. Ancak ondan önce müsaadenizle Rusların Ortadoğu’da olup bitenlerle ilgili tavırlarını sormak istiyorum.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bağdat demiryolu inşaatı, Alman bankasına verdiğimden dolayı Rus gazeteleri galeyana geldiler. Ne basiretsizlik! Rus menfaatlerine çok daha uygun olması itibariyle, bu hattı, Almanların yapmalarına memnun olmaları icap ederdi. Zira Anadolu’da ve Mezopotamya’da, Almanların mevcudiyeti, İngilizlerinkine nazaran daha az tehlikelidir. Almanlar coğrafi mevkileri bakımından buralarda yalnız iktisadi ve mali menfaat gözeteceklerdir. İngilizler gibi ard düşünceleri yoktur. İngilizler icabında demiryollarına el koyabilirler bu da Ruslar için çok nahoş olabilir. Ruslar, Bağdat demiryolu mücadelesindeki kayıplarını, İran demiryollarında elde ettikleri oldukça büyük menfaatle telafi ederek teselli bulabilirler(13).

HAYATİ TEK: Hakanım, az önce bir “Ermeni katliamı” meselesinden söz etmiştiniz. Nedir o mesele? Bu konuyu biraz açar mısınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bizi Ermenilere eziyet etmek, onları istismar etmekle suçlamak gülünçtür. İmparatorluğumuzun tarihine göz gezdirilirse Ermenilerin her zaman çok zengin olageldikleri tespit edilebilir. Bu hususu yakından bilenler Ermenilerin, Müslüman tebaamızdan çok daha zengin olduklarını teyit edeceklerdir. Her devirde Ermenilerin, vezirlik dâhil, memuriyette en yüksek mevkilere kadar geldikleri görülmüştür. Memurinin üçte birini Ermenilerin teşkil ettiğini söylesem, hiç de izam etmiş olmam. Bundan başka diğer reaya gibi Ermeniler de askerlik yapmazlar. Buna mukabil ödedikleri vergi (askerlik bedeli) o kadar cüz’idir ki, bunun zaten, Müslümanların askerlik yapmakla geçirdikleri zaman zarfında fazlasıyla telafi ederler. Ermenilerin ticareti mükemmel haldedir. Zaten vergilerin, idaresi de hemen hemen tamamıyla onların elinde sayılmaz mı? Reşit Paşa’nın tavsiyesi üzerine (Gülhane Hattı Şerifi, 2 Teşrinievvel 1839) Abdülmecid, iltizamı (gayri Müslimlerden vergi alınmaması) kaldırmak istediğinde, buna kim karşı çıkmıştı? Ermeniler kıymetli imtiyazlardan vazgeçmek istemedikleri için ısrarla mücadele etmişler, her şeyin eskisi gibi kalmasını temin etmişlerdi. Kürt dağlarında, çok fakir bir hayat süren Ermeni zümresinden maada, Rumlar da dâhil olmak üzere bütün tebaamız içinde en zengin olanlar Ermenilerdir. Bu halkın memleketimizdeki zenginliklerden istifade etmesini bildiği şüphe götürmez bir hakikattir(14).

HAYATİ TEK: O halde nedir bu gürültü?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermeni meselesine dair şimdiye kadar pek çok yazı yazılmış, pek çok konuşulmuştur. Doğu Beyazıt’taki Ermeni isyanının kanlı bir şekilde bastırılması (1897) Avrupalı diplomatlara, bizi sıkıntıya sokmaları için bir vesile teşkil etmiştir. Ermeniler lehindeki ıslahat istekleri basit bir bahaneden ibarettir. İngiltere’nin ısrarı üzerine, “Ermenilere ait ıslahat istekleri” maddesi Berlin Muahedesi’nde yer almıştır. Bundan gayrı, büyük devletler tarafından, Ermeniler lehinde hiçbir talepte bulunulmamıştır, zaten bunu icap ettirecek sebep de olmamıştır. Bir İngiliz gazetesi inkılaplara halkın değil hükümetlerin sebep olduğunu iddia ediyor. Fakat bu fikir Ermeni Meselesi ile hiç bağdaşmamaktadır. Çünkü Ermeniler harici tesirlerle isyana sürüklenmişlerdir. Tabiatları itibariyle çekingen ve dünya nimetlerine düşkün olan Ermenilerin isyana karar vermeleri için bu işin bir evveliyatı olması lazımdır(15).

HAYATİ TEK: Tam da onu soracaktım. Sizin de detaylı bir şekilde anlattığınız gibi, Osmanlı toplumunun müreffeh bir üyesi olan Ermeniler niçin isyan ettiler?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İmparatorluğumuzun şarkında proteston dinini yaymak gayesi ile vaazlar veren Anglo-Amerikan misyonerler, Müslüman halkı tahrik edici tarzda hareket etmişler ve kabalıkları bütün İslam âlemine hakaret eklini almıştı. Daha sonra Ermeniler de aynı küstahlıkla hareket edebileceklerini ve aynı şekilde cezasız kalabileceğini zannetmişlerdi(16).

HAYATİ TEK: Yani, Ermenilerin isyan etmesinin arkasında misyonerler ve dış tertipler mi var?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu hareket, Merzifon’daki dini mektebin kuruluşundan sonra başlamıştır (1862). Bu mektebi bitirenler; Ermenileri bir millet halinde birleştirmek gayesiyle komiteler teşkil etmişlerdir. Atina’da, İnkılapçı Ermeni Komitesi’nin, memleketimizde bir isyan çıkartmayı kararlaştırdığı tespit edilmiştir (1891). Bundan sonra ikinci derecede komiteler olan Andon Redschuri’ler her tarafta teşekkül etmeye başlamıştır. 1892 senesi Noel’inde bütün Ermeni kiliselerinde, halkı açıkça isyana davet eden ilanlar yapıştırılmıştır. O zaman onlara karşı gösterdiğimiz sabrı acaba hangi memlekette bulabilirler? Seneden seneye Ermeni harekâtı fazlalaşmış, halkımızın hiddeti de buna müterafık olarak arttığından, sonunda fiiliyata geçilmiştir. Rusya’da da Pogram (Yahudi katliamı) meydana gelmiş, fakat büyük devletlerden hiçbiri bu Hıristiyan kardeşlerine mani olmaya cesaret edememişlerdir. Biz Müslümanlara gelince aynı şekilde davranılmamaktadır. İngiltere hiddetlenmiş, Ermeni meselesini ortaya çıkaracağını söyleyerek bizi tehdit etmiştir. Çünkü bu mesele Uzak Şark’ta da karışıklıklar yaratacağından işine gelmektedir(17).

HAYATİ TEK: Ermenilerin bağımsız bir devlet kurma emelleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermenilerin müstakil bir devlet kurmak tasavvurları sadece ütopyadır. Ortodoks, Proteston ve Katolik olmak üzere üç ayrı kiliseye bağlı olan Ermeniler arasında da mücadele eksik olmadığına göre, müstakil bir Ermeni devleti yaşayabilir mi?

Ayrıca Ermenilerin bir milyonu Rus tebaası, iki milyonu İran tebaası, bir buçuk milyonu da Türk tebaasıdır ve nihayet tarih de göstermiştir ki, karakterleri icabı Ermenilerin kendi başlarına bir devlet kurmalarına ve onu devam ettirmelerine imkân yoktur(18).

HAYATİ TEK: O halde nedir Ermeni meselesi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir. Rahat yürekle söyleyebilirim ki, Ermeni kavmi (milleti), Osmanlılığı en iyi benimsemiş, onu en iyi temsil etmiş bir kavimdir. Medeniyetimize hizmet etmişler, devletimizin bekasına çalışmışlar, hizmetleri ve sadakatleri ile mümtaz Osmanlılar çıkarmışlardır. Ermenilerin bizden hiçbir şikâyetleri yoktu. Fakat Ruslar, Bulgaristan üzerindeki emellerine ulaşınca, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir parça daha koparmak için, Ermenileri parmaklarına doladılar. Gönderdikleri ajanlarla, önce papazları, öğretmenleri ele geçirdiler, sonra da buldukları macera düşkünü Ermenileri bizim aleyhimize çevirdiler. Aslına bakacak olursak Ruslar, Türkiye’de müstakil bir Ermenistan kurulmasından yana değildirler. Çünkü kendi sınırları içinde de Ermeniler vardı, o zaman bunlar da bu Ermenilere katılmak isteyeceklerdi(19).

HAYATİ TEK: O halde Ruslar niçin böyle bir risk aldılar?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Rusların hesabı, kendi Ermenilerinin ağızlarına bir parmak bal çalmak, Türkiye’nin başına bir gaile çıkarmaktan ibaretti(20).

HAYATİ TEK: Topraklarımızda olup biten bu tür hadiseleri önlemek noktasında sizin ne gibi teşebbüsleriniz oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ben, fitneyi bastırmak, bu iyi Osmanlıları, yanlış yollara sapmaktan kurtarmak için elimden geleni yaptım. Bir yandan kendilerine şefkatle muamele ettim, bir yandan Katolik ve Ortodoks Ermeniler arasındaki anlaşmazlığı kullanarak, uzun müddet, bir fikir etrafında toplanmalarını engelledim. Fransızlar, Katolikleri himaye ediyorlar; Ruslar, Ortodokslara arka çıkıyorlardı. Ben, bazen birini, bazen ötekisini tutarak, ama her ikisinin de Osmanlı reayası olduğunu hatırdan çıkarmayarak, tahrikleri önlemeye çalıştım. Önce birbirlerini kırdılar, sonra dönüp Müslüman ahaliye saldırdılar. Birinci safhası böyle biten oyunun ikinci safhasına geçildi(21).

HAYATİ TEK: Neler oldu bu safhada?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Türk kılığına giren Ermeniler, kendilerine yardım etmek isteyen kendi vatandaşlarını öldürüp sonra da “Görmüyor musunuz, sizi Türkler kesiyor, siz hala bizimle birlik olmuyorsunuz” demeye başladılar. Bir yandan da Türk köylerine giriyorlar ve Müslüman halkı türlü işkencelerle öldürüyorlardı. Bu Ermeni tahrikçileri özellikle Sason bölgesinde tahriklerini sürdürüyorlardı. Bu Ermeni-Müslüman kavgasını sona erdirmek için, Müşir Zeki Paşa emrindeki orduyu, bu sahaya sevk ettim ve ayaklanmayı bastırdım(22).

HAYATİ TEK: Ermenilerin “koruyucuları” devreye girmedi mi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Büyük devletler elçileri, birbiri peşinden Saraya koştular; zavallı Ermenilerin kılıçtan geçirildiğini ve bunun zulüm olduğunu söylüyorlardı. Hele İngiltere elçisi, hemen bir tahkikat heyetinin kurulmasını istiyor ve buna öncülük etmek için de bir İngiliz Askeri Ataşesinin hemen olay yerine gönderileceğini söylüyordu. Bütün elçilere ve bu arada daha sert bir dille İngiliz Elçisine, bunun bir asayiş meselesi olduğunu, ordunun buralardaki eşkıyaları temizlediğini söyledim ve ilave ettim: “Ateşe göndermenize müsaade edemem. Çünkü bugünlerde buralarda bir İngiliz Ataşesinin görünmesi, yatışmış toplumları yeniden birbirine düşürebilir(23).”

HAYATİ TEK: İngiliz elçinin tavrı ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Elçi yanımdan hayret içinde ayrıldı. Çünkü ben o günlerde İngiltere’nin uzak doğuda Ruslarla başlarının iyece derde girmiş olduğunu biliyordum. Fakat bunu izleyen yıllar İngilizler Ermeni meselesini ayakta tutmak için ellerinden geleni yaptı(24).

HAYATİ TEK: Gerçekten çok ilginç… Aralarında büyük bir mücadele bulunan devletler nasıl oluyor da Ermeni meselesi gündeme gelince hemen birlik oluyorlar? İngiltere’nin bu konudaki ısrarının sebebi neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü bu suretle Mısır’da giriştiği işleri örtmüş oluyor, dünyanın dikkatini Türkiye üzerinde uyanık olarak tutuyordu(25).

HAYATİ TEK: Ortadoğu’yu İngilizler için cazip kılan başka bir şeyler olmalı…

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bunun, ayrı ve hoş bir hikâyesi vardır. İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların “hayır” demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım -nice aylar sonra fark edebildiğimi- bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile (!) bulunabilirmiş! Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti’nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de -hiçbir bedel istemeden- bize bırakacaklarmış(26)!

HAYATİ TEK: Ne tepki verdiniz Büyükelçiye?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiltere ile yakın ilişki kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa’yı çağırdım. İngilizlerin tekliflerini anlattım ve gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim(27).

HAYATİ TEK: Hadiseler nasıl gelişti?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiliz Elçisi bir gün heyecanla huzura girdi ve bana Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdi. Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi(28).

HAYATİ TEK: Enteresan… Ne cevap verdiniz elçiye?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum.

Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlayan kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler(29)!

HAYATİ TEK: Bu samimiyetsiz tavır üzerine tepkiniz ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim. Yalnız, gelen haberlerden Musul’daki ve Bağdat’taki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı.

Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende attırmak içindi(30).

HAYATİ TEK: O halde asıl amaçları neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, petroldü(31)!

HAYATİ TEK: Bunu nasıl anladınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Daha önce Eflak’da (Romanya) petrol bulunduğu için bunun kuyular açarak arandığını biliyordum. Nitekim bir süre sonra İngiliz Elçisi, ayrı bir haber vermesi vesilesine huzura girdiği zaman, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, eğer muvafık bulursam, İngiltere Hükümeti’nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattı. Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı(32).

HAYATİ TEK: Bu kadar samimiyetsizlik de fazla. Gereken tepkiyi verdiniz tabii.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat’ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım(33)!

HAYATİ TEK: İngilizlerin tavrı ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizler darılıp kazıları olduğu gibi bıraktılar. Fakat hemen ardından, Cemaleddin-i Efgani yolu ile Hilafet meselesini kurcalamaya başladılar. Hicaz Emirini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyüce bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa’yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler(34).

HAYATİ TEK: Diplomasi denen şey bu olmalı. Tam bir satranç tahtası… Siz de mutlaka bir karşılık vermişsinizdir İngilizlere?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizlerle böylesine çatışmaya düştüğümüz günlerde, Almanya bize dostluk elini uzatmaya başladı. Girit ihtilafında doğrudan doğruya bizi destekledi ve öteki büyük devletlerden ayrıldı. Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için, Almanlara yaklaştım. Aslında ikizimin de düşünceleri başka başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Wilhelm İstanbul’a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım. Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı(35).

HAYATİ TEK: İşin aslını hemen anladınız tabi. Pekiyi, izin verdiniz mi Almanlara?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nam ile Musul’a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini istedim(36).

HAYATİ TEK: Tahmininiz doğru çıktı mı? Yaveriniz size ne gibi raporlar getirdi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Selahattin Efendi’den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı(37).

HAYATİ TEK: Tepkiniz ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklif ile gelseydi, ben ona bazı şartlarda bu arama ruhsatını verecektim(38).

HAYATİ TEK: Neden?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu. Tahsin Paşa bunu imparatora duyurmak teklifinde bulundu. Reddettim. “Bırakalım, arasınlar” dedim, “bulurlarsa petrolü ceplerinde götüremeyecekler ya… Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız(39)!”

HAYATİ TEK: Musul ve çevresinde petrol bulunduğu kesinleşince bunu değerlendirmeyi düşünmediniz mi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika’ya gönderdim(40).

HAYATİ TEK: Neden Amerika?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktı. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi(41).

HAYATİ TEK: Neden?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Selahattin Efendi’nin Amerika’da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü. Selahattin Efendi dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarını ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile yanaşmadıklarını söyledi. Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusu almıştık. Japonya’dan bir mütehassıs grubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler(42).

HAYATİ TEK: Şahane… Sonra ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştırıldım(43).

HAYATİ TEK: Tahttan uzaklaştırılma gerekçeniz olarak; 31 Mart Olayına sebep olduğunuz, dini kitapları tahrif ettiğiniz, devlet hazinesini israf ettiğiniz gösterildi. Bu suçlamalar hakkında neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu ana kadar kanundan kıl kadar ayrılmadım. Bu işleri yapanları Allah kahretsin. Benim zerre kadar bu işlerde dahlim yoktur. Hatta ayaklanma günü söyledim; “Ben atıma bineyim, askerin ortasına çıkayım, ne olursa olsun, isterlerse beni öldürsünler” dedim. Ben bunca senedir, devletimin, milletin saadeti için çalıştım. Fakat düşmanlarım daima bana böyle fenalıklar hazırladılar. Dört, beş çapkın bu fesatları çıkardı. Dolap çevirdi. Fakat kıyamet benim başıma koptu. Benim hizmetlerim meydandadır(44).

HAYATİ TEK: Hizmetlerinizin en azından birkaç tanesinden bahsetmek ister misiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ben söylemeyeyim, tarih bunları yazacaktır. Tahta cülusumdan sonra idam cezasını kaldırdım. Benim merhametime ve hüsnüniyetle bu kadar hizmetlerime karşılık böyle hakaretler görüyorum. Kaderim böyle imiş. Bu hadisede dahi gene kan dökülmemesi için pek büyük hizmet ettim. Uğraştım, ne yapayım. Allah, milletimi vatanımı muhafaza etsin. Zararı yok(45).

HAYATİ TEK: Tahttan indirilmenizde Masonların rolü olduğu söyleniyor. Bu iddiaya ne diyorsunuz? Masonlar bu kadar etkin miydi Osmanlı ülkesinde?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bizdeki farmasonların çok bıktırıcı ve rahatsızlık veren hareket tarzları vardır. Büyük bir gayretkeşlikle, halkın hiç de anlamadığı yenilik fikirlerini yaymaya çalışırlar. Hâlbuki bizde büyük kütle, hürriyet fikirlerine karşı tamamıyla bigânedir. Bunlarla birleşmeyi kabul edenler, memleket haricinde uzun zaman kaldıkları için köklerinden kopan ve cila gibi sathi bir Avrupa tahsili görmüş olan bir avuç insandan ibarettir. Bu insanlar memleketlerine döndüklerinde, halkın kendilerinden ne beklediğini bilemezler. Türkiye’yi “medeni bir memleket” haline getirebilmek için garp fikirlerini yaymaya çalışırlar. Bu ne feci bir basiretsizliktir. Muhakkak olan bir şey varsa, memlekette ve ordu içinde ayrılık ve itaatsizlik toplumlarını ektiler. Kuvvet ve kudretimizi zayıflatabilmek için, devletimizin dâhilinde sözde hürriyet fikirlerini yaymak isteyen İngiltere’nin hesabına çalıştıklarının farkında bile değildirler. İfsat edilen bu Türklerin, “müstebit”i, yani beni devirebilmek gayesiyle Yunanlılarla, Bulgarlarla işbirliği yaptıklarını görmek, bana pek elim gelmektedir.

Ya Rabbim, bu zavallı akılsızlar beni ne kadar tanımamışlar ve Osmanlı Devleti’nin lehinde olan şeylerden ne kadar habersizler(46).

HAYATİ TEK: Sizin tahttan uzaklaştırılma döneminiz de manidar. Kısa bir süre sonra Trablusgarp ve Balkan savaşları çıktı. Hemen ardından da Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Sizce Osmanlı bu savaşa girmeli miydi? Daha doğrusu girmeme diye bir şansı var mıydı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Günün birinde umumi bir harbin çıkacağına hiç şüphe yoktu. Fakat bizim bu işe atılmamız büyük bir cehalet ve tedbirsizlikti. Selametimiz tarafsız kalmaktaydı(47).

HAYATİ TEK: O halde neden girdik?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İki gemi için feda olduk. Üç büyük devlete karşı bu harbe girmemiz akıl karı değil. Vahim bir neticeden pek korkuyorum. Nasıl olur? Bu deliliktir(48).

HAYATİ TEK: Doğru ya da yanlış, savaşa girildi ve Osmanlı cihat ilan ederek bütün İslam dünyasını birlikte hareket etmeye çağırdı. Bu çağrı niçin başarılı olamadı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Cihadın kendisi değil, fakat ismi bizim elimizde bir silahtı. Ben bazen sefirleri tehdit etmek istediğim vakit; “Bir İslam halifesinin iki dudağı arasında bir kelime vardır. Allah bunu çıkartmasın” derdim. Cihad bizim için ismi olup da cismi olmayan bir kuvvetti(49).

HAYATİ TEK: Sizin Türkçeye büyük önem verdiğinizi ve bu konuda dilimizin ıslahı hakkında teşebbüste bulunduğunuzu biliyoruz. Bu amaçla, Lügat-ı Çağatayi ve Türki-i Osmani yazarı Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas kurmak üzere resmi görevle Türkistan’a gönderdiniz. Türkçe konusunda bu denli titiz ve hassas olmanızın sebebi neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Yazı dilinde Arabi ve Farisi kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak, açık yazılmış sözler ile meramı ve maksadı tamamıyla anlatır. Bu sözlerle daha ziyade kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır.

Osmanlı müellifleri maksat ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne kadar çok Arabi ve Farisi kelime bildiklerini göstermeyi marifet sanmış mesela lisanımızda “taş” sözü varken bunun yerine “senk” veya “hacer” kelimelerini kullanmayı zarafete daha uygun zannetmişlerdi. Bu hal, birçok zararlarıyla birlikte, dilimizde mevcut çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur.

Yazı dili için İstanbul ahalisinin konuştuğu lisanın esas tutulması, cümleler gayet sade ve açık yazılarak kullanılan kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe sözler olması herhalde çok faydalıdır. Osmanlı mekteplerinde Arapça ve Farsça lüzumlu olduğu için okutulmaktadır. Bu diller, Kur’an-ı Kerim’i doğru okumak, bugünkü fen bilgilerini ve tabirlerini anlayabilmek için icabında bu iki dille yazılmış kitapları okumaya muktedir olmak maksadıyla okutulur. Yoksa bu dillerin okutulması Türkçede Arabi ve Farisi kelimeler kullanmak için değildir.

Yazı yazmaktan maksat, meramı yazı ile ve güzelce anlatmaktır. Bu maksada ise kullanılan kelimelerin bilinen sözler olmasıyla varılır. Yabancı kelimeleri okuyan ve dinleyen anlasa bile bunların tesiri pek az olur.

Bundan başka kitap ve saire gibi faydalı eserler tercümesinde ifade ne kadar açık ve sade olursa anlayanların sayısı o kadar artar ve yapılan işin faydası o kadar yaygın olur. İşte bunun için yazı yazarken açık ve sade bir üslup kullanıp alışılmamış lügat kullanmaktan kati surette kaçınmak lazımdır.

Şimdiye kadar bu usule uyulmayıp Arapça, Farsça lügatlerin hemen hepsi yazı dilinde kullanılmış ve bu da Türkçe’nin vaziyetini güçleştirmiştir. Hâlbuki başka dillerde hemen bir iki sene tahsilden sonra gazete okuyup anlayacak kadar lisan öğrenildiği halde dilimizin o derece öğrenilmesi çok zaman istemektedir. Bu sebeple talebeye mümkün olduğu kadar Türkçe açık ibareler okutturulup yazdırılmalıdır(50).

HAYATİ TEK: Gayet açıklayıcı bir cevap oldu efendim. Türkçe ve eğitim konusunda sergilediğiniz bu hassasiyet ve uzak görüşlülüğe rağmen sizin yeniliklere açık olmadığınız öne sürülüyor. Dünyadaki gelişmeleri takip etmediğiniz, ülkeye yatırım yapmadığınız iddia ediliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Anadolu demiryolu; mürteci olduğumu, yeniliklere düşman olup, memlekete sokmak istemediğimi söyleyenlere bunun aksini ispat eden en iyi delildir. Rus harbinin sarsıntısından bir dereceye kadar kurtulduktan sonra, bütün kuvvetimle Anadolu demiryolunun inşaatına hız verdim. Bu yolun gayesi Mezopotamya ve Bağdat’ı, Anadolu’ya bağlamak, İran körfezine kadar ulaşmaktır. Alman yardımı sayesinde, bu eser muvaffakiyetle tamamlanmıştır. Yolun kat ettiği vilayetlerin getirdiği kazanç, seneden seneye artmaktadır. Eskiden tarlalarda çürüyen hububat şimdi iyi sürüm bulmaktadır. Madenlerimiz dünya piyasasına arz edilmektedir. Mesela, mabeyncim Ragıp Bey’in krom madeni bunlardan biridir. Anadolu için çok iyi bir istikbal hazırlanmıştı(51).

HAYATİ TEK: Hicaz Demiryolunu da aynı gayeye hizmet için mi yaptınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mekke yolu tamamlandıktan sonra Süveyş Kanalı’na ihtiyacımız kalmayacak. İstanbul, mukaddes Mekke ve Medine şehirlerine demiryolu ile bağlanmış olacak. Bu suretle de, bu yerlere, icabında askerimizi emniyet içinde göndermemiz mümkün olacak(52).

HAYATİ TEK: Evet ama basına yönelik bir takım uygulamalarınız var. Örneğin sansür. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Osmanlı memleketine Fransız ihtilale fikirlerini sokmaya çalışanlara karşı takip edilmiş politika; çeşitli çalkantılar içinde bulunan Osmanlı devletine zararlı neşriyat yoluyla zehirli fikirler sokmaya çalışanlara karşı uygulanmış bir savunma metoduydu sansür. Benim memleketimde hangi fikir adamı, hangi edebiyatçı, hangi âlim faydalı bir yazı yazmış, kitap çıkarmış da ben buna mani olmuşum(53)?

HAYATİ TEK: Ama edebiyata düşman olduğunuz söyleniyor.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve edebiyatçıların değil edepsizlerin düşmanı idim.

Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Bey’e (Namık Kemal) vefatı gününe kadar kesemden maaş vermez ve oğlunu hizmetime almazdım.

Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamit Bey’i dolgun maaşlarla bolluk içinde bulundurduktan sonra ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhahlıklarda (hayırseverlik) bulunmazdım.

Ben edebiyat ve tarihe düşman olsaydım bir aralık taht ve tacımla da uğraşmak istemiş olan Mizancı Murad Bey’in her münasebetsizliğine katlanarak, saltanatımın son anına kadar yeterli maaş ile devlet hizmetinde kalmasına izin vermezdim(54).

HAYATİ TEK: Size yönelik yoğun eleştirilerden biri de Birinci Meşrutiyet Meclisi’ni, açıldıktan kısa bir süre sonra dağıtarak istibdat dönemini başlatmanız yönünde. Meclisi niçin dağıttınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Meclis-i Mebusan çalışmaz durumdadır. Açılmasıyla beraber iki defa teşekkül etmiş bulunan bu meclis saltanat ve devlet ve memleket menfaatleri aleyhinde tuttuğu uygunsuz tavır ve yol ile dost ve düşmanın menfaatlerinin hizmetçileri olmaları lazım gelen mebuslar para hırslarıyla bir takım nüfuzlu kişilerin dalkavukları olmuşlardır.

Hıristiyan mebuslar ise her birisi mensup oldukları milletin emel ve maksatlarını kabul ettirmeye çalışarak Ermeniler Ermenistan hakkında nutuklar atmaya ve Rumlar Tırhala (Teselya bölgesinin önemli bir şehri) ve diğerleri hakkında gayelerini kabul ettirmeye çalışmaları ile meclis içinde vekiller üzerinde adeta hükümranlık ve nüfuz etmeye cüret etmiş idiler. Bunların bu çeşit tahakkümlerine meclisini devamıyla meydan verilmiş olsa idi hırs ve emelleri az zaman içinde devletin en yüksek makamlarını işgal seviyesine gelir idi.

Meclis-i Mebusan devlet ve memleket için terakkiyi sağlayacağı yerde kısa zamanda çok büyük zararlar getirmesine sebep olarak nihayet memleketin maddi ve manevi kuvvetini felç eden 93 Harbi’ni (Osmanlı-Rus Harbi) meydana getirmiştir. Meclis bir müddet daha devam etmiş olsaydı hatıra gelen zararları daha da artarak kuvvetlenecek ve Allah göstermesin memleket dâhilinde nifak tohumları memleketi o kadar sarardı ki, her tarafta ihtilaller ve karışıklıklar meydana gelmesine sebep olur ve şimdiye kadar çoktan beri Ermeniler ve Ermenilerin yardımcıları tarafından kurulmasına çalışılan fikir birliği ve maksatlarının yayılması için neşrettikleri kitaplarda Konya havalisine kadar yayılan haritası yapılan Ermenistan prensliğinin fikir ve tasavvuru gerçekleşerek Girit adası gibi Osmanlı memleketlerinden ayrılmış olurdu. Velhasıl Allah korusun memleketimiz parça parçaya taksim olunarak şan ve şevket ve nüfuz ve iktidarı en yükseklere vasıl olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniye bugün başka devletlerin nüfuz ve tahakkümü altında küçük bir idareden ibaret olurdu(55).

HAYATİ TEK: Efendim, artık söyleşimizin sonuna geldik. Tahttan uzaklaştırıldıktan sonra apar topar trenle Selanik’e gönderildiniz. Orada neler yaşadınız? Günleriniz nasıl geçti? Size nasıl davrandılar?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Zabitlerin yaptıklarını ilelebet unutmayacağım. Selanik’e geldiğim vakit yirmi gün çamaşırsız kaldım. Kanepe üzerinde yattım. Zabitler münasebetsiz tavır ve davranışlarda bulundular. Kadınlar için bahçeye çıkmak ve nefes almak mümkün olmadı, bazen susuz ve gazsız kaldık. Hakkı isminde bir zabit pek edepsizlik etti. Daha sonra midesinde kanser çıkarak öldü. Gazete almama kitap istememe mani oldular. Ben kitap istedikçe onlar, aşk ve alakaya dair romanlar gönderdiler. Çocuklarımdan gelen mektupların birçok yerleri çiziliyordu. Bütün bunları anlatmaktan hayâ ediyorum. Zararı yok, ben derviş insanım. Burada Kur’an-ı Kerim, Buhari-i Şerif ve Delail-i Hayrat okur, vakit geçirir idim(56).

HAYATİ TEK: Son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Benim şimdiye kadar nefsimi düşünmediğimi Cenabı Hak biliyor. Dinimi, milletimi ve vatanımı düşündüm. Bu sebepten çok düşman kazandım. Kendimi düşünmüş olsa idim sefalar içinde bulunur ve her gün yabancıların önlerine bir şey atarak vakit geçirirdim. Kol düğmemi sattığım günler oldu. Kendim beş yüz kuruşla yaşarım(57).

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN KİMDİR?

(1842-1918)

DİPNOTLAR

1) Sultan Abdülhamid-; Siyasi Hatıratım, Yay. Ali Vehbi Bey, Fransızca’dan Çev. H. Salih Can, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975, s. 207-208

2) a.g.e., s. 142

3) a.g.e., s. 143

4) a.ge., s. 143

5) a.g.e., 143-44

6) a.g.e., s. 144

7) a.g.e., s. 144

8) a.g.e., s. 145

9) a.g.e., s. 149-150

10) a.g.e., s. 151-152

11) a.g.e., s. 152

12) a.g.e., s. 153

13) a.g.e., s. 153

14) a.g.e., s. 72-73

15) a.g.e.,  s. 80

16) a.g.e.,  s. 81

17) a.g.e.,  s. 81

18) a.g.e.,  s. 82

19) Bozdağ, İsmet-; Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s. 56

20) a.g.e., s. 56

21) a.g.e.,  s. 56

22) a.g.e.,  s. 57

23) a.g.e.,  s. 5

24) a.g.e.,  s. 5

25) a.g.e.,  s. 5

26) a.g.e.,  s. 76

27) a.g.e.,  s. 76

28) a.g.e.,  s. 77

29) a.g.e.,  s. 77

30) a.g.e.,  s. 77

31) a.g.e.,  s. 78

32) a.g.e.,  s. 78

33) a.g.e.,  s. 78

34) a.g.e.,  s. 79

35) a.g.e.,  s. 80

36) a.g.e.,  s. 80

37) a.g.e.,  s. 80

38) a.g.e.,  s. 80

39) a.g.e.,  s. 80

40) a.g.e.,  s. 81

41) a.g.e.,  s. 81

42) a.g.e.,  s. 81

43) a.g.e.,  s. 81

44) Yılmaz, Ömer Faruk-: Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han, Osmanlı Yayınevi, İstanbul 1999, s. 189

45) a.g.e., s. s. 189

46) a.g.e.,  s. 192-193

47) a.g.e.,  s. 287

48) a.g.e.,  s. 223

49) a.g.e.,  s. 223

50) a.g.e.,  s. 281-282

51) a.g.e.,  s. 289-290

52) a.g.e.,  s. 291-292

53) a.g.e.,  s. 301, 303

54) a.g.e.,  s. 350

55) a.g.e.,  s. 351-353

56) a.g.e.,  s. 259-260

57) a.g.e.,  s. 321

]]>