Kuvayı Milliye – Hayati Tek http://hayatitek.com Sun, 24 Apr 2022 09:34:19 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Kuvayı Milliye – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 KUVAYI MİLLİYE’NİN ÖĞRETMEN KOMUTANLARI http://hayatitek.com/kuvayi-milliyenin-ogretmen-komutanlari/ Sun, 02 Jan 2022 21:48:29 +0000 http://hayatitek.com/?p=5231 HAYATİ TEK –

Eğitim ve öğretim alanında Tanzimat ile başlayan yeniliklerden olan Dârülmuallimîn (Erkek Öğretmen Okulu)  ve Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) uygulamasının II. Abdülhamid döneminde yaygınlaştığı görülür.

Mehmet Ö. Alkan’ın, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri (1839-1924)” isimli eserinden öğrendiğimize göre; 1908 yılında Osmanlı ülkesinde yirmi altı Dârülmuallimîn bulunmakta, bunlardan biri de Adana’da faaliyet göstermektedir.

Resmî kuruluşu 1889’a tarihlenen, 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Adana Lisesi’ne çevrilen, 1932’de Adana Erkek Lisesi’ne dönüştürülen Adana Dârümuallimîn, günümüzde Adana Erkek Anadolu Lisesi adıyla öğrenci yetiştirmeye devam etmektedir.

Bu asırlık eğitim çınarımızın Mersin’in özgürlük mücadelesinde özel bir yeri vardır.

Askerlik hizmetlerini Birinci Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde yapan Adana Dârümuallimîn mezunu Mersinli genç öğretmenler, Çukurova’nın işgal edilmesi üzerine bir kez daha silaha sarılmakta tereddüt etmezler. Kurdukları müfrezelerle Fransızlara karşı destansı bir mücadele vererek Mersin’in kurtuluşunda birinci derecede etkili olurlar.

O kadar ki, Ali Çiftçi’nin “Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar” isimli eserinde yer verilen yirmi bir kahramanın dokuzu, Adana Dârümuallimîn mezunudur. Aralarında bir de yüksekokul statüsündeki İstanbul Dârülmuallimîn-i Âliyesi öğrencisidir.

Millî Mücadele döneminde Mersin ve havalisinde iz bırakan kahramanların bu yirmi bir kişi ile sınırlı olmadığı aşikârdır. Ancak Ali Çiftçi’nin birinci el kaynaklara ulaşarak ve yoğun bir mesai harcayarak hazırladığı belli olan bu değerli eseri; bayrak, Kur’an ve silah üzerine yemin edip cepheye koşan müfreze komutanı “mücahit öğretmen kahramanlarımızın” tespiti bakımından hayli kapsamlı ve değerli bir çalışmadır.

Okunmakta olan satırların esin ve başvuru kaynağı, bu eser olacaktır.

Y. TĞM. AHMET REFİK (ERDEM) BEY

Erdemli’nin Güzeloluk köyünde 1893’te dünyaya gelen Ahmet Refik Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Mersin’de okur. 1914’te Adana Dârülmuallimîn’den mezun olur.

Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra askerlik hizmeti için İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhına çağrılır. Eğitiminin ardından 23. Tümen emrinde Tarsus civarında, Lübnan’daki Seyyar Müfreze’de ve 7. Ordu emrinde Filistin’de görev yapar. 1918’de İngilizlere esir düşer. Esaretten kurtulunca köyüne döner.

Mersin’in işgale uğrayan bölgelerinin batı sınırında bulunan Güzeloluk köyünde oluşturulan 30 kişilik Fedai Bölüğü’nün komutanlığına atanır. Kurtuluşa kadar bu görevini sürdürür.

Adana Müfrezesi emrinde Batı Cephesi’ne gönderilir. Birinci ve İkinci İnönü savaşlarına katılır. Üsteğmenlik rütbesine terfi ettirilir. Mersin ve Batı Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir.

Milli Mücadele sonrasında köyüne döner, Erdemli ve çevresinde narenciye tarımının başlamasına öncülük eder.

İkinci Dünya Savaşı sürerken 1940-42 yılları arasında Silifke Hava Haber Alma Komutanlığı’nda görev yapan Ahmet Refik Bey, 12 Kasım 1943 günü, tedavi için gittiği İstanbul’da vefat eder ve oraya defnedilir. (Çiftçi: 64-65)

Y. ÜTĞM. ALİ RIZA (TİMURTAŞ) BEY

1891’de Silifke’nin Çatak köyünde doğan Ali Rıza Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Mersin’de tamamlar. Adana Dârülmuallimîn’den 1915’te mezun olur. Aynı yıl askerlik hizmeti için İstanbul Maltepe İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’na askere çağrılır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde 15. Kolordu, 20. Tümen, 63. Alay, 4. Tabur, 15. Bölük Komutanı olarak görev alır. 1917 Temmuz’undaki Popoliga Deresi Savaşı’nda Rus taarruzuna karşı savunma zaferi kazanır. Ekim ihtilali sonrası Rusya savaştan çekilince, 15. Kolordu ile İstanbul’a döner. Gönderildiği Filistin Cephesi’nde 2 Ekim 1918’de İngilizlere esir düşer. Mısır’da geçen bir yıllık esaretin ardından 12 Ekim 1919’da Mersin’e döner.

Silifke’nin Mağara bucağında öğretmenliğe başlar. O sırada Mut’ta bulunan Yzb. Emin Arslan Bey ile mektuplaşarak, Mağara’da yoğun bir nüfusa sahip olan Ermenilere, Kuvayı Milliye’den emin olmaları yönünde telkinlerde bulunur. Fedai Müfreze’nin Mağara’ya ulaştığı 7 Şubat 1920 günü öğretmenlikten istifa ederek, Yzb. Emin Arslan Bey’in maiyetine girer ve “Doğan Efe” adıyla Fedai Müfrezeler Üçüncü Bölük Komutanlığı’na getirilir.

Bu görevde iken Köypınarı’nı Fransızlardan kurtarır. Fedai Müfrezeler İkinci Bölük Komutanı Bçvş. Adanalı Hasan Tahsin Bey (Şahin Efe) ile ortak bir harekât yaparak, Karahıdırlı’daki Fransız takımını ve Alata’daki Fransız karakolunu basar, jandarmaları teslim alır. Mersin Grubu’nun Mersin ve Tarsus olarak ikiye ayrılması üzerine, komutanı olduğu Üçüncü Bölüğü, “Kayıhan Müfrezesi” adıyla Tarsus Grubu’na taşır.

İkinci Kavaklıhan, Birinci Hacıtalip ve Bağlar savaşlarına katılır. 25 Temmuz-8 Ağustos 1920 tarihleri arasında Adana’dan çıkıp Mersin’e keşif taarruzu yapan iki Alay’dan oluşan uçak destekli Fransız birliğini sürekli taciz eder; hâkim olduğumuz tepeleri düşmana kaptırmaz.

Ankara Antlaşması sonrasında Karaman’da oluşturulan 4. Depo Alayı, 2. Tabur emrinde 5. Bölük Komutanı olarak Batı Cephesi’ne geçer; acemi erleri yetiştirmekle görevlendirilir. Büyük Taarruzda 61. Tümen, 190. Alay, 3. Tabur’da görev alır. 1923’te terhis olur.

Terhis sonrası Silifke’ye döner ve Çatak köyünde ilkokul öğretmenliğine başlar. 1926’daki Doğu İsyanı’nda görev yapar. Seferberlik dönüşünde başladığı öğretmenliği, emekli olduğu 1940 yılına kadar sürdürür.

İkinci Dünya Savaşı’nda Silifke Hava Haber Alma Komutan Yardımcılığı görevini üstlenen Ali Rıza Bey, Galiçya’daki üstün hizmetlerinden dolayı Osmanlı Harp, Gümüş Liyakat, Alman Harp Madalyası, Millî Mücadeledeki yararlılıklarından dolayı da Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir. 24 Mart 1961 tarihinde vefat eder. (Çiftçi: 66-71)

ÜTĞM. HASAN FEHMİ (AKINCI) BEY

1892’de Tarsus’un Müftü Mahallesinde doğan Hasan Fehmi Bey, ilk ve ortaokulu Tarsus’ta okur. 1910’da girdiği Adana Dârülmuallimîn’den 1913’te mezun olur. Antakya’nın Hassa ilçesine bağlı Akbez Köyü İlkokulu’na Başöğretmen atanır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ilanı üzerine askerlik hizmeti için önce İstanbul Halıcıoğlu’ndaki talimgâha, daha sonra Ortaköy’deki Süvari Talimgâhına gönderilir. Eğitiminin ardından Maiyyet-i Seniyye Süvari Alayı, 2. Bölük, 3. Takım Komutanlığına atanır. Kurulan 3. Mızraklı Süvari Tümeni bünyesine Alay’ı ile Sina Cephesi’ne sevk edilir. Nisan 1917’deki İkinci Gazze Savaşı’na katılır. 26-30 Mart 2018’de Şeria Vadisi’ndeki Mendep Geçidi’nde bulunan düşman mevzilerine yapılan taarruzda vücuduna ve boynuna isabet eden mermilerle ağır yaralanır.

Vücudundaki kurşunlar Şam’da çıkarılır. Boynundaki kurşuna müdahale edilemez. Halep’e gönderilir. Hastanede iken Üsteğmenliğe terfi ettirilir. Ordumuzun çekilmesi üzerine, boynundaki kurşunla Adana’ya nakledilir. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Jandarma sınıfına geçer ve Adana Merkez Takım Komutanlığı’na atanır.

Adana’yı işgali eden Fransızların kurduğu Jandarma Takip Bölüğü’ne komutan olarak atanır; birliğine çok sayıda Türk yerleştirir. 15 Mayıs 1919’da Ceyhan Jandarma Bölük Komutanlığı’na getirilse de Ermenilerin şikâyetleri üzerine, 7 Ekim 1919’da Karaisalı Jandarma Bölük Komutanlığı’na atanır.

Bu görevi sırasında Pozantı’ya giderek, burayı işgal etmiş olan 412. Fransız Taburunun tertibat ve vaziyetini inceler. Kuvayı Milliye Batı Çukurova Cephe Komutanı Sinan Tekelioğlu Bey’in Karaisalı’ya gelişi ve kaymakam Cemil Bey’i tutuklamasıyla 9 Nisan 1920’de Merkez Komutanlığı ve Kaymakam Vekilliğine atanır.

Bu tarihten itibaren “Kara Afet” takma adını kullanmaya başlar. “Kara Bomba” adını verdiği müfrezesiyle Fransızların Verdün Kahramanı 412. Tabur’unu Karboğazı’nda esir alarak tarihe geçer.

Kurtuluştan sonra askerliğe devam eder. 7 Aralık 1925’te Yüzbaşılığa, 30 Ağustos 1935’te Binbaşılığa, 30 Ağustos 1942’de Yarbaylığa, 30 Ağustos 1946’da ise Albaylığa terfi eder.

Eskişehir Jandarma Müfettişliği görevinde iken 14 Temmuz 1950’de emekli olur ve İskenderun’a yerleşir.

Milli Mücadeledeki başarılarından dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen, Türkiye Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Derneği’nin iki yıl Genel Başkanlığını yapan Hasan Fehmi Bey, 1969 yılında mücahit arkadaşlarının daveti üzerine taşındığı Mersin’de, 29 Ekim 1970 günü vefat eder. (Çiftçi: 95-104)

Y. ÜTĞM. İSMAİL SAFA (ÇİFTÇİ) BEY

1891’de Tarsus’un Sarıibrahimli köyünde doğan İsmail Safa Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Tarsus’ta tamamlar. 1909’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1912’de mezun olur. Mersin Hamidiye Mekteb-i İptidaiyesi’nde öğretmenliğe başlar.

1914’te askerlik hizmeti için İstanbul Halıcıoğlu İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’na çağrılır. Buradaki eğitiminin ardından 49. Tümen, 153. Alay, 3. Tabur emrine verilir. 1915 Ocak’ta asteğmen, 1916’da teğmen olur. Kafkas Cephesi’ne sevk edilir. 1917 Ekim İhtilali sonrası çekilen Rus ordusunu takip eden birlikte görev alır. Savaş sona erince terhis olur ve Mersin’e döner.

1 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye katılarak Tarsus Grubu Süvari Müfrezesi Komutanlığı görevini üstlenir. Bu gruptaki savaşların birçoğuna katılır.

Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. Adana Müfrezesinin 14. Tümen’e dönüştürülmesiyle 26. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanlığına atanır. Bu cephede birçok savaşa katılır. Dumlupınar Meydan Savaşı’nda Kılıçarslan Beli taarruzunda görev alır. Üsteğmenliğe terfi ettirilir.

Milli Mücadeledeki hizmetlerinden dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir.

Kurutuluş sonrası Mersin’e döner. Ticaret ve ziraatla meşgul olur.

20-31 Ocak 1925 tarihlerinde Mersin’i ziyaret eden Atatürk’ün şerefine Mersin Ziraat Odası Başkanı Hacı Ömer (Kutay) Bey tarafından verilen yemeğe, Veli Haşim Bey ile ev sahipliği yapar.

1925’te Şeyh Sait ayaklanmasının patlak vermesi üzerine ilan edilen seferberliğe katılır. Seferberlik dönüşü öğretmenliğe başlayan İsmail Safa Bey, mesleğinden istifa ederek ticaret ve ziraatla uğraşır. 7 Haziran 1971’de vefat eder. (Çiftçi: 109-111)

Y. TĞM. KOZANLI MUSTAFA NAİL BEY

1898’de Saimbeyli’nin Yardibi köyünde doğan Mustafa Nail Bey, ilk ve orta öğrenimini Saimbeyli merkez okulunda tamamlar. 1915’te kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’de okurken silahaltına alınır.

İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’nda yedek subaylık eğitimi görür. 1918’de Teğmen rütbesiyle gönderildiği Filistin Cephesi’nde çarpışırken İngilizlere esir düşer. Mısır’daki 15 aylık esaretinin ardından Adana’ya döner.

Çukurova’nın işgali üzerine, Kuvayı Milliye’ye katılmak üzere Ocak 1920’de Karaman’a gider. Mersin’i kurtarmak üzere Fedai Müfreze kurmakla görevlendirilen Yzb. Emin Arslan Bey komutasındaki müfrezeye katılır.

Yzb. Emin Arslan Bey ile 22 Ocak’ta Mut’a, 8 Şubat’ta Mağara’ya ulaşır. Mustafa Kemal Paşa’dan gelen ileri harekât emri üzerine Yzb. Emin Arslan Bey tarafından Birinci Fedai Müfreze Komutanlığı’na atanır. Arslanköy’ü kurtarmakla görevlendirilir. Bu görevi 1 Mart 1920 günü başarır.

Mersin Jandarmasının 4 Mart 1920’de Kuvayı Milliye’ye katılması üzerine 5 Mart’ta Erçel’e geçer. Burada görüştüğü Yanparlı Muhsin Bey ve Veli Haşim Bey’in müfrezelerini kurmalarına yardımcı olur. 17 Mart 1920 tarihli Başnalar Savaşı’nda Fransızlara ilk yenilgiyi tattırır.

Mersin’in müfrezeleri, Mersin ve Tarsus Grubu şeklinde ayrılınca, Y. Tğm. Mustafa Nail Bey, Demirbaş Müfrezesi ile Tarsus Grubu’na geçer.

5 Mayıs’taki Birinci Su Bendi ve 10 Mayıs’taki İkinci Su Bendi savaşlarına katılır. Fransızların “Küçük Verdün” adını verdikleri Bağlar tahkimatına 19 Temmuz 1920’de yapılan kanlı saldırıda kahramanca çarpışırken 22 yaşında şehit düşer.

Mübarek naaşı, Eshab-ı Kehf Mezarlığı’na defnedilir. Kutlu adı, Tarsus’ta bir mahalleye verilir. (Çiftçi: 112-117)

Y. ÜTĞM. OSMAN (SENAİ) MUZAFFER (KOÇAŞOĞLU) BEY

1891’de Mersin’in Kerimler köyünde doğan Osman Senai Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de yapar. 1909’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1912’de mezun olur. Kadirli İlkokulu’nda iki yıl başöğretmenlik yapar.

Askerlik hizmetine 1914’te İstanbul İhtiyat Zait Namzetleri Talimgâhı’nda başlar. 1 Ocak 1915’te asteğmen, 23 Temmuz 1916’da teğmen olur. 49. Tümen, 153. Alay, 2. Tabur, 5. Bölük Komutanlığına atanır. Kafkas Cephesi’ne gönderilir.  21. Kolordu 37 Tümen 175. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanı olarak Muğla, Aydın ve Balıkesir çevresinde türeyen asilerin tenkili ile görevlendirilir. 1918’de terhis edilince, doğduğu Kerimler köyüne döner.

6 Mart 1920’de Erçel’de Kozanlı Mustafa Nail ile görüştükten sonra Hebilli köyünde Alsancak Müfrezesi’ni kurar.

19-20 Nisan’daki İçme Savaşı’nı, 23 Nisan 1920’de Kızılyar Çiftliği Baskını’nı yönetir. 27 Nisan 1920’de Yakaköy, 29 Nisan 1920’de Tırmıl Tepedeki Fransız karakollarını basar. 10 Mayıs’taki İkinci Su Bendi Savaşı’na katılır. 22 Temmuz’daki Gudubes Savaşı’nda büyük hizmetleri olur.

14-16 Ağustos 1920’deki Küçük Ziyaret Savaşı’na hastalığı nedeniyle katılamaz. 19 Ekim 1920’de Karadirlik, 15 Aralık 1920’deki Üçüncü Eshab-ı Kehf savaşlarında cephedeki yerini alır.

1 Mart 1921’de Üsteğmenliğe terfi eder ve Mersinlilerin kendisine layık gördüğü “Muzaffer” adını kullanmaya başlar.

5 Eylül 1921’de Adana Müfrezesi emrinde Batı Cephesi’ne gönderilir. Çal-Afyon dolaylarında birçok savaşa katılır. 26. Alay, 1. Tabur, 2. Bölük Komutanı olarak Büyük Taarruza katılır.

Kılıçarslan Beli’nde üç yerinden yaralanır. Afyon Hastanesi’nde tedavi edilir. Zafer sonrası Ayvalık, Ezine çevresinde görevlendirilir. 1922 yılı Aralık ayında terhis olunca Mersin’e döner.

1925 Mart-Haziran tarihleri arasında kısmi seferberliğe katılır. Seferberlik dönüşü başladığı öğretmenliğe, 1950’de emekli oluncaya kadar devam eder.

Emeklilik döneminde ziraatla uğraşan, TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ve Mersin Valisi A. Nazif Demiröz tarafından da Hizmet Şeref Belgesi ile ödüllendirilen Osman Muzaffer Bey, 22 Eylül 1983 günü Mersin’de vefat eder. (Çiftçi: 135-140)

Y. ÜTĞM. ÖMER NAZMİ (ÇİFTÇİ) BEY

1892’de Tarsus’un Sarıibrahimli köyünde doğan Ömer Nazmi Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de yapar. 1910’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1913’te mezun olur. 1 Ekim 1913’te Saimbeyli’nin Hügetçe köyüne, sonrasında Saimbeyli Merkez İlkokulu’na atanır.

Askerlik hizmetine 8 Şubat 1914’te İstanbul’da Halıcıoğlu İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’nda başlar. 20 Mayıs 1915’te Kartal’daki 4. Depo Talimgâhının 1. Tabur, 2. Bölüğüne Atış Öğretmeni olarak atanır. 12 Haziran 1916’da Teğmen olur.

1917’de bölüğüyle Bakırköy, Bandırma ve Manisa’ya gönderilir. Buralardaki er noktalarını ikmal eder. 21. Kolordu emrinde Aydın’da iki ay atış kursu öğretmenliği yapar. 57. Tümen, 76. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanlığı görevini, 20 Şubat 1918’e kadar sürdürür.

Terhis sonrası döndüğü Mersin’in işgal altında olduğunu görünce, 1 Nisan 1920’de Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesinde Bölük Komutanı olarak göreve başlar.

27 Nisan 1920’de Yakaköy, 29 Nisan 1920’de Tırmıltepe’deki Fransız karakollarını basarak jandarmaları esir alır. Tozkoparan Müfrezesi ile katıldığı Bağlar Savaşı’nda, Demirbaş Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Mustafa Nail Bey’in şehadeti üzerine, bu müfrezenin komutanlığına atanır. Müfrezesi ile 10 Ekim 1920 İkinci Eshab-ı Kehf Savaşı’na katılır. Fransızların Adana’dan Mersin’e yaptığı geniş çaplı keşif taarruzuna Tozkoparan, Bozkurt, Alsancak, Gökbayrak ve Selçuk müfrezeleri ile karşılık verir.

Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. 14. Tümen, 26. Alay, 3. Tabur, 11. Bölük Komutanlığına getirilir. Afyon Cephesi’nde iken 15 Ekim 1921’de Üsteğmenliğe terfi eder. 14. Tümen Hücum Taburu 3. Bölük Komutanlığına atanır. 26. Alay ile Büyük Taarruza katılır. Bölüğü ile Menemen’e kadar ilerler.

3 Temmuz 1923’te terhis olunca Mersin’e döner, Şeyh Sait İsyanı üzerine 1925’te kısmi seferberliğe katılır. 1926-1944 yılları arasında öğretmenlik yapan, TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen Ömer Nazmi Bey, 1976’da vefat eder. (Çiftçi: 141-144)

Y. ÜTĞM. SÜLEYMAN FİKRİ (MUTLU) BEY

1893’te Mersin’in Arpaçsakarlar köyünde doğan Süleyman Fikri Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de tamamladıktan sonra kaydolduğu Adana Darülmuallimîn’den 1913’te mezun olur.

Askerlik hizmeti için 20 Şubat 1915’te çağrıldığı İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’ndaki eğitimini 10 Mart 1916’da tamamlar.

Bir süre Kadıköy 1. Depo Talimgâhında görev yaptıktan sonra 2. Ordu, 48. Fırka, 151. Alay emrine verilir. Bu Alay ile İzmir havalisinde ve Kafkas Cephesi’nde görev yapar. Sonrasında Suriye, Havran, Salt, Amman çevrelerinde Bölük Komutanlığı, Evrak Şube Müdürlüğü, Alay-Fırka Yaverliği görevlerinde bulunur. Amman Savaşı’na katılır.

151. Alay, 1. Tabur Komutanı Bnb. Ali Rıza Bey tarafından takdir belgesi ile taltif edilir. 25 Eylül 1918’de İngilizlere esir düşer. Mısır’daki 13 aylık esaretinin ardından Şam ve Halep üzerinden 24 Ekim 1919’da Mersin’e gelir.

Mersin’in işgale uğradığını görünce, Mersin Jandarma Komutanı Yaşar Bey ile temasa geçerek üç ay boyunca Mersin köylerini gezer, 300 kadar silahı gizlice dağıtır. 1 Mayıs 1920’de kurulan Mersin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde Kâtip, Mersin Grubu’nda ise Harp Müşaviri olarak görevlendirilir.

Y. Ütğm. Osman Muzaffer Bey’in hastalığı sebebiyle katılamadığı 16-18 Ağustos 1920’deki Küçük Ziyarettepe Savaşı’nda Alsancak Müfrezesi’ne komuta eder, sol gözünden yaralanır. Bir gözünü kaybetse de çalışmalarına devam eder, Emirler Savaşı’nda Grup Yaveri olarak bulunur.

TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir. Adana Sağcenah Mıntıka Yaveri unvanı ile malulen emekli olur. IV. ve V. Dönem Mersin Milletvekili olarak 1931-1939 yılları arasında TBMM’de görev yapar.

1939’dan itibaren ziraatla meşgul olan, limon ve narenciye yetiştiriciliği konusunda yenilikler getiren Süleyman Fikri Bey, Mersin Halkevi Başkanlığı’nın yanı sıra Çocuk Esirgeme Kurumu Mersin Yönetim Kurulu’nda uzun yıllar görev yapar. Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Cemiyeti Mersin Şubesi’nce çıkartılan Kuvayı Milliye Dergisi’nin sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü görevini yürütür. 28 Ağustos 1977 tarihinde vefat eder. (Çiftçi: 149-156)

Y. ÜTĞM. VELİ HAŞİM BEY

1891’de Mersin’in Musalı köyünde doğan Veli Haşim Bey, ilköğrenimini Bekirde köyünde yaptıktan sonra 1907’de kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1911 yılında mezun olur. 1 Eylül 1911-12 Ocak 1912 tarihleri arasında Adana Turan Okulu’nda öğretmenlik yapar.

Askerlik hizmetine 22 Ocak 1912’de İstanbul İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgâhı’nda başlar. Talimgâhı başarıyla tamamladıktan sonra Almanya’ya kursa gönderilir.

Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle “Takım Başı” yetiştirmek amacıyla kurulan Özel Bölük Komutanlığı’na tayin edilir. Uzun süre öğretmenlik ve komutanlık yaptığı bu bölükteki üstün hizmetlerinden dolayı Osmanlı Harp Madalyası ile ödüllendirilir.

28 Ocak 1917’de terhis olunca Mersin’e döner. Tarım ve ticaretle meşgul olur. Mersin’in işgali üzerine Mersin, Tarsus ve Çamlıyayla köylerini “Naif Efe” takma adıyla teşkilatlandırır.

Ulaş köyü merkez olmak üzere Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesi’ni kurar. Gazilerimizin tedavisi için Y. Ütğm. Osman Muzaffer ve Y. Ütğm. Süleyman Fikri Beyler ile Gözne’de on yataklı hastane kurar.

Birinci Eshab-ı Kehf (19 Nisan 1920), Bağlar (15 Temmuz 1920), İkinci Hacı Talip (22 Temmuz 1920), Kamber Höyüğü (27 Temmuz 1920), İkinci Eshab-ı Kehf (10 Ekim 1920), Karadirlik (19 Ekim 1920), Üçüncü Eshab-ı Kehf (15 Aralık 1920) ve İkinci Kavaklıhan (20 Mayıs 1920) savaşlarına katılır.

“Çukurova’nın Yıldırım Bayezid’i” ve “Cephe Aslanı” olarak anılır.

Eylül 1921’de Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. 14. Tümen, 26. Alay’da Bölük Komutanlığına atanır. Sandıklı Cephesi’nde Savran Sırtlarında, Küçük Sinan Ovası’nda, Tınaztepe ve Balmahmut’da Yunanlılarla cenk eder.

Çukurova ve Batı Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir.

Terhisinin ardından ziraatla meşgul olur. 20-31 Ocak 1925 tarihlerinde Mersin’i ziyaret eden Atatürk’ü, Osmaniye Mahallesindeki bahçesinde İsmail Safa Bey ile misafir eder.

Şeyh Sait İsyanının patlak vermesi üzerine 1925’te ilan edilen kısmi seferberliğe katılır.

Seferberlik dönüşü yine çiftçilikle meşgul olur. 1926’da döndüğü öğretmenlik mesleğini, 1 Ekim 1928’e kadar sürdürür.

Bir türlü tedavi edilemeyen hastalığı nedeniyle 7 Ekim 1928 günü, henüz 37 yaşında vefat eder.

Aziz naaşı, Musalı köyüne defnedilir. Kutlu adı, Musalı Veli Haşim Çiftçi İlkokulu ve Ortaokulu’nda yaşamaya devam eden Veli Haşim Bey’in Tozkoparan Müfrezesi’nin adı, Toroslar ilçesinde bir mahalleye verilir. (Çiftçi: 167-162)

Y. ÜTĞM. AHMET MİTHAT (TOROĞLU) BEY

1897’de Mersin’in Puğ köyünde doğan Ahmet Mithat Bey, ilk ve ortaokulu Tarsus’ta, lise öğrenimini Mersin İdadîsi’nde tamamladıktan sonra İstanbul Dar-ül-Muallimîn-i Âliyesi’ni kazanır. Burada öğrenciyken 1915’te askere çağrılır.

İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’ndan 1916’da mezun olur. 25. Tümen, 75. Alay emrinde iken Teğmenliğe terfi eder.

Birinci Dünya Savaşı’nın Romanya Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı Harp Madalyası ve Alman Demir Salip Madalyası ile taltif edilir.

Gönderildiği Filistin-Hicaz hattı savaşlarında ağır yaralanır. Şam Hastanesi’nde tedavi görürken, cephenin bozulması üzerine iyileşmeden Mersin’e döner.

Mersin İdadîsinde bir süre matematik öğretmenliği yaptıktan sonra, Mersin’in Fransızlar tarafından işgali üzerine 1 Mart 1920’de Milli Mücadeleye katılır.

Y. Sb. Muhsin (Yanpar) Bey’in 12 gönüllü mücahidinin de katılımıyla 26 Nisan 1920’de Bozkurt Müfrezesi’ni kurar. “Özkul Efe” adıyla cepheye koşar.

Mersin-Tarsus demiryolu hattını düzenli aralıklarla tahrip ederek, Fransızların ulamışını sekteye uğratır. Hacı Talip İstasyonu ve Rasim Bey Fabrikasını basar. Küçük Ziyarettepe, Karadirlik savaşlarına katılır. Üsteğmenliğe terfi eder.

Adana Müfrezesi emrinde Afyon cephesine gönderilir. 14. Tümen, 30 Alay, 1. Bölük Komutanı olarak, Afyon, Kalecik Sivrisi, Şeyh Elvan, Kırca Arslan-Kızkalesi, Kaplangı ve Başkomutanlık savaşlarına katılır.

8 Ağustos 1923’te terhis edildikten sonra Mersin’de ticaretle meşgul olur.

1925’teki Şeyh Sait İsyanı sırasında ilan edilen kısmi seferberliğe katılır. Seferberliğin ardından ticareti faaliyetlerine döner.

1929’da 32 yaşında iken Mersin Belediye Başkanlığına seçilir. Bu görevini 1942 yılına kadar sürdürür.

Milli Mücadeledeki hizmetlerinden dolayı Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen Ahmet Mithat (Toroğlu) Bey, 7 Mart 1982’de vefat eder. (Çiftçi: 57-63)

“ORDU MİLLET”İN KOMUTAN ÖĞRETMENLERİ

Cemil Meriç, “Kırk Ambar” isimli eserinde şöyle der:

“Bir kılıcın kazandığı zaferi başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler tarihe mal olur, tarihe yani ebediyete. (s. 545)”

Nurettin Topçu da “Türkiye’nin Maarif Davası” isimli kitabında, okul ve öğretmenin önemine dair şu cümleyi kurar:

“Dünyada hiçbir fetih, sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir. ( s. 184)”

Mondros Mütarekesi’nin ardından işgale uğrayan Çukurova’nın kurtuluşu için şerefli öğretmenlik mesleğine ara verip mukaddes millî dava uğruna cepheye koşan Mersinli mücahit öğretmenler, Meriç ve Topçu’nun işaret ettiği iki büyük fethi gerçekleştirme şerefine ulaşan; Türk’ün “ordu millet” vasfını cihana göstererek tarihe geçen güzidelerdir.

Öte yandan okullarında, miting meydanlarında ve cemiyet hayatında halkımızı aydınlatmak ve direniş gücümüzü artırmak için gecesini gündüzüne katan “kahraman öğretmenlerimizin” fedakârlıkları da tıpkı cephedeki “öğretmen kahramanlarımızın” gayretleri kadar değerlidir.

Gerek cephede ve gerekse cephe gerisinde olağanüstü işler başaran Millî Mücadele dönemi öğretmenlerimizin cesaret, liyakat ve yiğitlikleri, bu kutsal mesleğin, bir milletin hayatının her alanında ne denli etkin olabileceğini göstermesi bakımından hayati önemi haizdir.

Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

KAYNAK

Ali Çiftçi; Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar, Mersin 2002.

]]>
ASKERİ MÜDAHALELER VE TÜRK BASINI-4: 12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ http://hayatitek.com/askeri-mudahaleler-ve-turk-basini-4-12-eylul-1980-ihtilali/ Thu, 11 Jun 2020 11:31:11 +0000 http://hayatitek.com/?p=1342 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Mart 1992’da yayınlanan 96. sayısı için Ali Yakuboğlu müstearıyla kaleme aldığım “Askeri Müdahaleler ve Türk Basını” başlıklı inceleme araştırma dizimizin dördüncü yazısı: “12 Eylül 1980 İhtilali.”

]]>
MERSİN MUSALI KÖYÜ HALK KÜLTÜRÜ http://hayatitek.com/mersin-musali-koyu-halk-kulturu/ Thu, 04 Jun 2020 23:26:43 +0000 http://hayatitek.com/?p=666 HAYATİ TEK

Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu öğrencisiyken, aynı zamanda Türkçe dersimize de giren Yrd. Doç. Dr. Nevzat Gözaydın’dan aldığım Türk Halk Bilimi dersi için hazırlamış olduğum bu çalışmadaki veriler 1985 yılına aittir.

Çalışmada yer alan veriler, çoğunluğu bugün aramızda olmayan Musalı köyü sakinleriyle yaptığım yüz yüze görüşmelerle oluşturulmuştur.

Musalı köyünün halk kültürünün parçalarını oluşturan efsaneler, yemekler, geleneksel tıp yöntemleri, dualar, beddualar, çocuk oyunları, bilmeceler, doğum, sünnet ve düğün geleneklerini ele aldığımız çalışmamız, 35 yıl aradan sonra elbette güncellenmeye muhtaçtır.

Ancak biz öncelikle tarihe not düşmek amacıyla, Musalı köyünün 35 yıl önceki halinin belgesini oluşturmayı tercih ettik.

Bir sonraki aşamada, geçmişe dair yeni keşiflerle daha da zenginleştirmeyi düşündüğümüz bu bölümde, elbette –yine tarihe not düşmek adına- bugünün Musalı’sına dair yazılı ve görsel materyaller de paylaşacağız.

Dilerseniz önce 35 yıl öncesine yani 1985 yılına gidelim ve o dönem hayatta olan ve sorularımızı içtenlikle cevaplandıran yaş almışlarımızın geçmişten devraldıkları ve bu çalışma sayesinde bugünlere ulaştırdıkları Musalı fotoğrafına birlikte bakalım.

Bu arada bölüm sonlarında yer alan “Kaynak Kişiler” arasında, 1985 yılında çocuk yahut ilk gençlik çağlarını yaşayan ve bugün hayatta olan çok değerli köylülerime teşekkür etmeyi de samimi bir borç biliyorum. Onların kimliğini -küçük bir sürpriz olarak- ilerleyen satırlara bırakıyorum.

1985 YILINDA MUSALI’YA GENEL BAKIŞ

Musalı, İçel’in merkez ilçesi Mersin’in Gözne nahiyesine bağlı, 200 haneli, 1.039 (560 erkek, 479 kadın) nüfuslu büyükçe bir köydür.

Dönemin köy muhtarı Ahmet Tek, Musalı’yı şöyle tarif ediyor:

“Musalı köyümüz, İlçe ili merkez ilçesi Mersin’e 23 km. asfalt, 5 km. stabilize olmak üzere toplam 28 km. yolla bağlanmaktadır.

Köyümüzün doğusunda Parmakkurdu, batısında Evrenli, güneyinde Esenli ve Çelebili, kuzeyinde Darısekisi ve Korum köyleri ile Gözne bucağı vardır. Köyümüz coğrafi olarak bu yerleşim yerlerinin tam ortasında yer alır. Köyümüz birkaç tepenin ortasında bulunup kuzey ve güneyinde olmak üzere iki boğazla dışarıya açılır. Köyümüzün orman miktarının % 70’ini çam oluşturur. Bu orman köyümüzün kuzeyini Toros dağlarına bağlar. Toplamı 20 bin dönüm olan orman sahamızın % 30’unu Akdeniz bölgesinin tipik bitki örtüsü maki oluşturur.”

İçme suyu ve elektriği bulunan köyümüzün en eski yapısı 128 yıllık mazisi olan Köy Pınarıdır. Elektriğimiz 1973 yılında Sınırlı Sorumlu Musalı Köyü Kooperatifi aracılığıyla getirilmiş olup 1976 yılında muhtarlığımıza devredilmiştir. Köyümüzün su meselesi ise 1978 yılından itibaren her eve su götürülmek suretiyle çözüme kavuşturulmuştur. Eski köy pınarının suyu, köyün yüksek bir yerinde kurulmuş olan, su deposuna pompalanıp oradan da tüm evlere dağıtılmak suretiyle daha yararlı bir şekilde kullanılmaktadır. Böylece Köy Pınarı da iptal edilmiştir.

Köyümüzdeki hemen her evde radyo, bazı evlerde televizyon, buzdolabı ve dikiş makinası mevcuttur. Birkaç evde ise video, çamaşır ve yayık makinası vardır.”

Musalı köyünde, etrafı bahçe duvarıyla çevrili beş derslikli ilkokul vardır. Öğretmenler, okul bahçesindeki lojmanlarda ikamet etmektedir. Okul bahçesinde bir voleybol sahası ve demir borulardan imal edilmiş barfiksler bulunmaktadır. Okul bahçesinde ayrıca çeşitli meyve ve sebzeler yetiştirilmekte, bir kuyu ve tulumba hizmet vermektedir.

MUSALI ADININ KAYNAĞI

Köyün adının nereden geldiği konusunda yaygın kanaat olarak iki efsaneden söz edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda Kanal Cephesi’nde savaşan, şarapnel çarpması sonucu sol elini bileğinden kaybetmiş olan Çolak Hasan (Hasan Tırtar), konuyla ilgili olarak şunları anlattı:

“Musa ve Ali isminde iki çoban hayvanlarını köyümüz civarında otlatırlarmış. O zamanlar buralar hep ormanmış. Bu çobanların birkaç hayvanı suç içme vakitlerinde kaybolup sonra tekrar süreye katılırlarmış. Bu durum birçok kere tekrarlanınca çobanların dikkatini çekmiş. Çobanlar da bu davarları takip ederek, köy pınarımızın yukarı buladan ağacının bulunduğu yeri bulmuş. Daha sonra buraya yerleşmeye karar vermişler. Onları diğer çobanlar izlemiş ve şimdiki köyümüzün temelleri atılmış.”

Köyün isminin nereden geldiği konusundaki diğer efsane hakkında ise Tılıngır Hafız (Hafız Güler) şu bilgileri verdi:

“Köyümüzün bulunduğu yerde eskiden bol miktarda Musa Ağacı (gelincik) bulunurmuş. Hz. Musa’nın anasının bu ağaçtan yapılmış olduğu rivayet edilir. Şimdi bu ağaçtan köyümüzün etrafındaki ormanlık alanlarda bol bol bulunmaktadır. Ama eskisi kadar çok değildir. İşte bu ağacın köyümüzde çok bulunması sonucu köyümüzün adı Musalı olmuştur.”

MUSALI EFSANELERİ

ZİYARET TEPESİ (GELİN TEPESİ) EFSANESİ

Musalılara göre, köyün sırtını dayadığı Ziyaret Tepesi şifa dağıtan mübarek bir yer, bir “yatır” mahallidir.

Köylülerden Abdurrahman Bulut, Ziyaret Tepesi’nin neden mübarek bir yer olduğu konusunda şunları söyledi:

“Asırlar evvel insanlar hep tepelerde yaşarlarmış. Bizim köyün bulunduğu yerler ve Ziyaret Tepesi civarı daha 1940’lara kadar balta girmez ormandı. İkinci Cihan Harbi yıllarındaki kıtlık zamanlarında köyümüzde bir kömür yakma işi başladı ve ormanlarımız hızla tükendi. İşte çok eskiden insanların yaşadığı tepelerden olan Ziyaret Tepesi’nde su yokmuş. Şimdi de yok. Sadece orada 20-30 kişiye yetecek kadar su olan ufak bir kuyu biçiminde taşa oyulmuş bir havuz var. Su olmadığı ve buradaki insanların yaşaması için Ziyaret Tepesi’ne Allah tarafından bir Evliya gönderilmiş. Bu evliya her akşam bu kuyuyu zemzem suyu ile doldururmuş. Ziyaret Tepesi’ndeki insanlar bu suyu bir günde bitirirlermiş. Fakat Evliya akşamleyin tekrar su getirirmiş. Aradan asırlar geçmiş ve insanlar ormanlardan yol açarak çeşitli yerleşim yerleri ve su bulmuşlar. Bunun üzerine Evliya kişinin de görevi sona ermiş.”

Solak’ın Değirmeni ve Ziyaret Tepesi Evliyası

Abdurrahman Bulut, Ziyaret Tepesi ile ilgili bir başka bilgiyi şöyle aktardı:

60-70 sene evvel köyümüzde ‘Solak’ denilen kişinin köyümüzün bir mevkii olan Koyacı’daki değirmenine aksakallı bir ihtiyar gelmiş. Bizim Solak’ın halini hatırını, geçimini sağlayıp sağlayamadığını sormuş ve urbasından bir avuç buğday alarak o an için çalışmayan değirmenin içine atmış. Zaten vakit akşam olduğu için ihtiyar gidince Solak değirmenini kilitleyip yatmış.

Sabah değirmene gelen köylüler Solak’ı uyandırmışlar. O da kalkıp değirmenin kapısını açmak istemiş, fakat açamamış. Oraya gelenlerle uğraşıp kapıyı kırmışlar. Bir de ne görsünler; değirmenin içi unla dolu ve değirmen çalışıyor. Bu durumu gören Solak hayret verici karşıladığından “Maşallah” demek yerine, hayretini dile getirmiş ve bunun üzerine değirmen durmuş. O günün sonunda bizim Solak yattığında rüyasında yine o aksakallı ihtiyarı görmüş. İhtiyar ona rüyasında “Ben Ziyaret Tepesi’nin şıhıyım (şeyhiyim)” demiş ve kaybolmuş.

İşte bizim Ziyaret Tepesi’ne bu ismin neden takıldığı ve buranın neden mübarek bir yer olduğunun efsanesi böyle.”

Şaşılığı Düzelen Çocuk

Bu arada kahvehanede bulunan ve konuşmalarımıza kulak misafiri olan Emin Türedi, Ziyaret Tepesi konusunda şunları söyledi:

“Ağustos ayının ilk günleriydi(1985). O gün sabah erkenden evimin önünde sofaya oturmuş, köyü seyrediyordum. O arada ikisi kadın, üçü erkek, ikisi de çocuk olmak üzere yedi kişi yukarı doğru gidiyorlardı. Nereye gittiklerini sorduğumda çocuklarının gözlerinin akmış (şaşı) olduğunu ve bu nedenle Ziyaret Tepesi’ne gittiklerini söylediler. Yanlarında bir de eşek vardı. İçlerinden birini, bizim Kasnakçı Ali (Ali Taş) tanımıştım. Ertesi gün dönerlerken sevinçten uçuyorlardı. Sorduğumda çocuklarının iyileştiğini ve ailelerden birinin Mersin’in Taşlıklı Köyü’nden diğerinin de Doğu’dan ve onların komşusu olduğunu öğrendim. Olaya ben de sevindim.”

Bir Gece Yatıp Şifa Bulurlar

Mustafa Çalışkan da Ziyaret Tepesi’ne gelenlerin burada neler yaptığını şöyle anlattı:

“Köyümüzdeki Ziyaret Tepesi’ne gelenlerin amacı çocuk sahibi olmak, felç ve diğer hastalıklarının geçmesi, kısmetlerinin açılması gibi isteklerinin gerçekleşmesidir. Bazen çok uzak yerlerden dahi Ziyaret Tepesi’ne gelenler olur. Gelenler burada şu işlemleri yaparlar:

Çocuk sahibi olmak isteyenler, Ziyaret’teki dilek ağacına belinden bir kuşak çıkararak ‘Al sana bir kuşak, ver bana bir uşak’ derler. Ve bu hareketi üç kez tekrarlarlar. Daha sonra namaz kılarlar ve orada bir gece yatarlar. Rüyalarında ise hayırlı şeyler görürler. Sabahleyin de şifaya kavuşmuş bir şekilde oradan ayrılırlar. Bazı hastalıklara yakalananlar da Ziyaret Tepesi’nde namaz kılar, bir gece yatar, dua eder ve orayı terk ederler.”

Yüz Felci Düzelen Musalılı

Durmuş Ali Bulut da Ziyaret Tepesi ile ilgili şu örneği verdi:

“Babam Abdurrahman Bulut’un ağzı (benzetmek gibi olmasın) eğilmiş ve ta kulaklarına varmıştı. O nedenle el âlem içine çıkamıyordu. Onun bu durumu ailece hepimizi en az onun kadar üzüyordu. Ailece babamı Ziyaret Tepesi’ne götürme kararı aldık. Akşama doğru babamı da alıp annem (Hatice Bulut) ve kardeşimle (Ömer Bulut) birlikte Ziyaret Tepesi’ne gittik. O gece boyunca babam devamlı ibadet etti ve sabaha karşı uyudu. Kalktığında rüyasında aksakallı bir kocanın rahatsızlığını iyileştirdiği gördüğünü söyledi. Gerçekten de babamın ağzı düzelmişti. O günden sonra da babam artık topluma karışmaya başladı.”

O anda Abdurrahman Bulut da oradaydı ve söz konusu olayı doğruladı.

KURDET TOPU EFSANESİ

Musalı Köyü’ndeki bir inanca göre bazı hayırlı günlerde Eshab-ı Kehf’ten (Mersin’in Tarsus İlçesi’nde) atılan ve adına “Kudret Topu” denilen bir top, önce Musalı Köyü’ndeki Ziyaret Tepesi’ne oradan da Torosların tepesindeki Halil Baba Ziyareti’ne (Konya’nın Ayranlı ilçesinde) gitmektedir.

Müslime Bacı’nın Gördükleri

Bu efsaneyle ilgili olarak İbrahim Bulut şunları söyledi:

“Annemden (Sakine Bulut) duymuştum. O da annesinden duymuş (Müslime Bacı). Yıl 1870’ler. Osmanlı-Rus Harbi varmış o yıllarda. O zamanlar 25-30 haneden ibaret olan köyde ihtiyar ve çocuk olmak üzere 10-15 erkek varmış. Yetişkinlerin hepsi savaştaymış. İşte o yıllarda nenem (Müslime Bacı) 40 yük samanını o kış tüm köye yetirmiş. Bir bahar günü gece yarısı bir bakmış evin önündeki dut ağacı yerde yatıyor. Sabah bakmış ki, dut ağacı yine ayakta. Bunun üzerine tüm köy kadınlarını toplamış. Olanları anlatmış. Kocalarının yakında geleceklerini söylemiş.

Bu olaydan birkaç gün sonra geceleyin annem askerdeki kocalarının dönmesi için dua etmiş ve nafile namaz kılmış. Sonra dışarı çıkmış.

Önce bir top patlama sesi duymuş, ardından bir ışık demeti görmüş. Eshab-ı Kehf tarafından gelen ışık Ziyaret Tepesi’ne inmiş. Bir gürleme daha olmuş ve ışık demeti tekrar kalkarak Toroslara doğru yönelmiş. Bu olay üzerine nenem sabah olunca yine tüm kadınları toplayıp kocalarının çok yakın zamanda geleceğini müjdelemiş. Gerçekten de bir hafta içinde köyün sağ kalan tüm erkekleri geri dönmüşler.”

Halil Çalışkan’ın Gördükleri

Halil Çalışkan da Kudret Topu efsanesi ile ilgili şunları söyledi:

“Bundan 45-50 yıl önceydi (1940’lı yıllar). Bir gün gece yarısına kadar Hombur (çocuk oyunu) oynamıştım. Eve fazla geciktiğim zaman babam kızdığı için saklıca eve girmek istedim. Tam o anda gürültüyle birlikte bir ışık demeti Eshab-ı Kehf’ten bizim Ziyaret Tepesi’ne indi. Yine bir gürültüyle oradan da kalkarak Toroslara doğru yöneldi.”

Şerife Kuru’nun Gördüğü Bir Tutam Işık

Şerife Kuru ise şunları söyledi:

“Bir gece yarısı tuvalet için dışarı çıkmıştım. Tuvalet evimizden 20-25 metre uzaktaydı. O anda belli aralıklarla top atılır gibi ses duydum ve bir tutam ışığın Toros Dağlarına doğru gittiğini gördüm. Bu olay beni çok korkuttuğu için de avazım çıktığı kadar bağırdım. Bunu duyan bizim arkadaş (Kocası Keş Duran – Musa Kuru’ya böyle hitap ediyor), neden bağırdığımı sordu. Ben de olayı anlattığım.

Arkadaş, ‘Keşke sormasaydım da sen de söylemeseydin. Zira Kudret Topu görüp de bunu başkalarına söylemeyenler devamlı onu görür’ dedi.

Arkadaşımın bu sözlerine inandım. Çünkü o, dini konularda derin bilgiye sahipti. Arkadaşım öldükten sonra onun mezarı üzerinde ‘şehit ateşi’ yandığını duymam, ona din hususunda duyduğum güveni bir kere daha artırdı.”

ŞEHİT ATEŞİ EFSANESİ

Musalılıların inandığı Şehit Ateşi Efsanesine göre, belli kişilerin mezarı üzerinde belli günlerde şehit ateşi yanmaktadır. Köylüler, mezarında şehit ateşi yanan kişilerin dini ve milli konularda büyük fedakârlıklarda bulunan kişiler olduğunu söylüyorlar.

Keş Duran’ın Mezarından Yükselen Alevler

Konuyla ilgili olarak “şehit ateşi” gördüğünü söyleyen Güldane Taş şunları söyledi:

“Bir gece davar evine gidiyordum. Bu arada mezarlıktan geçerken birden şaşırdım. Keş Duran (Duran Kuru) dedenin mezarından 3 kez alev yükseldi ve söndü. Bu olay beni çok etkiledi ve durumu köy imamına danıştım.

İmam bana gördüğümün ‘şehit ateşi’ olduğunu söyledi. Şayet söz konusu ateşi gördüğümü kimseye söylemeseymişim, o ateşi devamlı görecekmişim.

Çok garibime giden bu olayı başkalarına anlattığım için artık o ateşi bir daha göremeyeceğim. Ama bu mübarek ateşin Keş Duran’ın mezarının üzerinde görmek beni şaşırtmadı. Çünkü o, kendi malını din hususunda hiç düşünmeden sarf edebilen çok nadir kişilerden biriymiş. Anamın (Zeynep Keş) anlattığına göre, muhtarlığı zamanında da tüm varlığıyla Köy Camiimizi yaptırmış.”

Kuvayı Milliye Komutanı Gazisi Veli Haşim Çifti’nin Mezarında Şehit Ateşi

Mezarında şehit ateşi görülen diğer kişi Mersin’in kurutuluşu mücadelesinde Tozkoparan Müfrezesi Komutanlığı yapan ve gazi olan Veli Haşim (Çiftçi). Köylünün verdiği bilgiye göre Kuvayı Milliye’ye o kadar hizmeti geçmiş ki, Fransızlar O’nun ‘kellesini istetecek kadar’ çileden çıkmışlar. Yüzbaşı rütbesiyle emekli olmuş, asıl mesleği öğretmenlik olan bir kahraman.

MUSALI KÖYÜ MEVKİ İSİMLERİNİN KAYNAĞI

Musalı köyündeki pek çok mevki isminin bir hikâyesi var. İşte onlardan bazıları:

KERKEZLİK

Kerkezlik mevkiine bu ismin verilmesinin sebebi, bir zamanlar bu bölgede Kerkez kuşunun çok bulunmaymış. Kerkezlik Kayası’nda yaşayan bu kuşların sayıları şimdilerde çok azalmış.

SIRTLANLIK

Bölgede 1940’lara kadar yırtıcı sırtlanlara sık rastlanırmış. Tarla açmak isteyen köylüler ormanı yok edince, buralardaki sırtlanlar da başka yerlere gitmişler.

KÖMÜRDAĞI

Bir zamanlar ormanlık bir alan olan Kömürdağı mevkiinde 1940’lı, 1950’li yıllarda bol miktarda kömür yakılırmış. Bir zamanlar etrafı ormanlarla çevrilini olan köyde tarım arazisi bulunmadığından köylüler ormandaki ağaçlardan kömür yapıp Mersin’e satar, böylece ihtiyaçlarını karşılarmış.

SUMAKALANI

Evrenli köyü ile Musalı köyü sınırında yer alan bu mevkide yıllar öncesine kadar bol miktarda sumak bitkisi bulunmaktaymış. O nedenle bu bölgeye Sumakalanı denmiş. Bugün de Sumak bitkisi, Musalı’nın pek çok bölgesinden doğal ortamda yetişmeye devam ediyor.

GÜVERCİNLİK

Güvercinlik mevkiinde yıllar öncesine kadar bol miktarda yaban güvercini bulunurmuş. O nedenle bu bölgeye bu isim takılmış.

SARI İN DERESİ

Bölgeye bu ismin verilmesinin nedeni, o bölgede sarı bir kaya ve bir mağara var. Bu mağaradan çıkan su, Kocadere ile birleşerek Deliçay adı altında Akdeniz’e dökülmektedir.

KÖRKÜN

Musalı’nın güneyindeki vadinin yamaçlarında bol miktarda Körkün kuşu bulunurmuş. Bölgeye bu nedenle Körkün adı verilmiş. Ayrıca bu bölgede bulunan 150-200 litrelik küplerden, burada eski bir köy kurulmuş olduğunu, çevredeki zeytin ağaçlarından bu küplere zeytinyağı konulduğu görüşü çıkarılmaktadır. Yine aynı bölgede bulunan eski Latince yazılı paralar ve yıkıntılar, bu köyün Hıristiyanlar tarafından kurulmuş olabileceği ihtimalini doğurmaktadır.

MUSALI YEMEKLERİ

HAMUR (YÜKSÜK) ÇORBASI

Düğünlerin vazgeçilmez yemeğidir. Köyün başyemekleri arasındadır.

Kullanılan Malzeme:

Hamur Malzemesi: 1 kilo un, makul miktarda tuz ve su.

İç Malzemesi: 150 gram Kıyma, 2 baş soğan, makul ölçüde tuz, kırmızıbiber, karabiber.

Yapılışı: Un, tuz ve su ile yoğrulan hamur, 50-60 cm. çapında daire şeklinde iyce inceltilir. Daha sonra küçük kareler halinde kesilir.

250 gr. Kıymanın içine 2 baş kuru sağan ince bir şekilde doğranır. Sonra bu karışıma belli ölçüde karabiber, kırmızıbiber ve tuz ilave edilerek karıştırılır.

Hazırlanan iç malzemesi daha önce kesilmiş olan kare şeklindeki hamur parçalarının içerisini belli ölçülerde konur ve karenin dört ucu birleştirilmek suretiyle kapatılır.

Pişirilişi: Yarım tencere su kaynatılır. İçine bir miktar tuz ve 2 limon suyu ilave edilir. Hazırlanan çorba malzemesi, söz konusu kaynar suya atılır. 20 dakika kadar kaynatıldıktan sonra ocak söndürülür. Sonra yarım su bardağı yağ, bir kaşık salça ve bir miktar nane yakılarak yemeğe ilave edilerek karıştırılır.

DÖĞME PİLAVI

Düğünlerin vazgeçilmez yemeklerindendir.

Ana Malzemenin Hazırlanışı: 2 kilo buğday dibekte dövülür. Döğme işlemi sonunda buğdaydan çıkan kepek yıkanır. (Yemeğe döğme denmesinin asıl nedeni buğdayın dövülmesindendir). Dövülmüş buğday temizlendikten sonra dövme halini alır.

Diğer Malzemeler: Yarım tencere su, makul ölçüde tuz, bir su bardağı yağ.

Pişirilişi: Yarım tencere suyun içine tuz ve hazırlanan dövme atılarak 1 saat kadar kaynatılır. Sonra içini çekmeye bırakılır. Daha sonra da 1 su bardağı yağ yakılarak içini çeken dövmenin üzerine dökülür ve karıştırılır.

TOPALAK ÇORBASI

Musalılıların keyifle tükettiği yemeklerdendir. Düğünlerin vazgeçilmez yemekleri arasındadır.

Malzemesi: 1 kilo bulgur, 200 gr. Un, makul ölçüde tuz, kimyon, kırmızıbiber, karabiber ve salça.

Yapılışı: 1 kilo bulgur yarım tencere suya ıslanarak içini çekmeye bırakılır. İçini çekmiş un, tuz, karabiber, kırmızıbiber, kimyon ve salça karıştırılarak yoğrulur. Hamur haline gelen malzeme bilye büyüklüğünde yuvarlık hale getirilir.

Pişirilişi: Yarım tencere su kaynatılır. İçerisine bir miktar tuz ve hazırladığımız malzeme atılarak kaynama 20 dakika daha sürdürülerek ocak kapatılır.

SARIMSAKLI KÖFTE

Kullanılan malzeme: 1 kilo bulgur, 250 gram Un, makul ölçüde kimyon, karabiber, kırmızıbiber, tuz ve salça, 1 su bardağı yağ, 3 tane limon, 1 demet maydanoz, 1 baş sarımsak.

Hazırlanışı: 1 kilo bulgur sıcak suya ıslanır. Daha sonra tuz, karabiber, kırmızıbiber ve kimyon katılarak iyice yoğrulur. 250 gram un ilave edilerek de yoğurma işlemi devam eder ve hamur haline getirilir. Bu hamur bilye halinde parçalara ayrılır ve hamurlara parmakla basılır.

Pişirilişi: Yarım tencere suya tuz eklenerek kaynatılır. Bu suyun içine hazırlanmış malzeme atılır. Küçük köfteler yüzeye çıktığında piştiği anlaşılır ve süzülerek bir tepsiye konur. Bir tava içerisinde 1 bardak yağ, salça kavrulur ve sarımsak dövülerek bu kavurma eklenir ve yemeğe ilave edilir. Yemeğin üzerine maydanoz ve limon konularak servise hazır hale getirilir.

TATAR (MANTI)

Hamur Malzemesi: 1 kilo un, tuz ve su.

İç Malzemesi: 250 gram kıyma, bir baş soğan, 1 demet maydanoz, makul ölçüde tuz, karabiber, kırmızıbiber, kimyon ve salça, yarım kilo yoğurt.

Yapılışı: 1 kilon un, su ve tuz ile hamur haline getirilir. Bu hamur 40-50 cm çapında incecik açılır ve küçük kareler halinde kesilir.

Bir tepsi kıyma, çintilmiş (çok küçük doğranmış) soğan, tuz, karabiber, kırmızıbiber, kimyon, maydanoz ve salça katılarak karıştırılır. Bu karışım makul ölçüde, kestiğimiz hamur parçalarının içine konur ve karelerin iki ucu birleştirilerek muska şeklinde kapatılır.

Pişirilmesi: Yarım tencere suyun içine tuz atılarak kaynatılır ve hazırladığımız mantı içine atılarak 20-30 dakika kadar kaynatılır. Mantılar yüzeye çıktığında piştiği anlaşılır ve süzülerek tabaklara konur.

Bir tavada yağla birlikte salça ezilir ve kuru nane eklenerek bir çeşit sos elde edilir.

Servis tabaklarına yoğurt ve sos ilave edilerek servis yapılır.

BATIRIK

Kullanılan Malzeme: 1 kilo bulgur, 200 gram fıstık, 200 gram küncü (susam), 200 gram tahin, 200 gram salatalık, 4-5 tane domates, 500 gram haşlanmış lahana, 1 demet maydanoz, 1 demet nane, 1 yemek kaşığı salça, makul ölçüde tuz, kırmızıbiber, 2-3 tane yeşilbiber, 3 baş soğan, yarım kilo limon ya da nar ekşisi.

Yapılışı: 1 kilo bulgur 15 dakika kadar suya ıslanır. Bu arada bir tava içerisine belirtilen ölçülerde yağ, tuz, karabiber, kimyon, kımızı biber, 2 baş doğranmış kuru soğan koyularak kavrulur. Daha sonra ısıtılıp suyu süzülen bulgurun içine söz konusu kavrulmuş karışım dökülerek yoğrulur ve hamur kıvamına getirilir. Son olarak ceviz büyüklüğünde sıkılarak servise hazır hale getirilir. Çiğköfte mutlaka ya domates salatası ya da soğan pirzolasıyla yenmelidir.

Sulu tüketilmek isteniyorsa çiğköfte içine makul miktarda su ve ince kıyılmış yeşillikler ilave edilir.

TUTMAÇ

Kullanılan Malzeme: 1 kilo un, makul miktarda salça, tuz, kuru nane, 2 tane limon, yarım litre su.

Hazırlanışı: 1 kilo un tuz ile yoğrularak hamur haline getirilir. 30-40 cm çapında bir kalınca olmak üzere hamur açılır. Daha sonra ise ince ince kesilir.

Pişirilişi: Yarım tencere suya tuz atılarak kaynatılır. Daha sonra tencereye kestiğimiz hamur parçaları da atılarak kaynatma işlemi 20 dakika kadar sürdürülür ve ocak söndürülür. Bir tava içerisine yarım kaşık salça, bir miktar kuru nane koyularak kavurulur ve tencereye eklenir. Artık yemek servise hazırdır. Sonra tavada bir kaşık salça, yarım su bardağı yağ ve bir miktar kuru nane yakılarak tencereye ilave edilir. Ayrıca 2 limon sıkılır.

SÜTLÜ TARHANA ÇORBASI

Kışlık Tarhananın Hazırlanışı: 10 kg. buğday 10 dakika kadar suya ıslanır. Daha sonra suyu süzülerek dibekte dövülür. Yıkamak suretiyle kepeğinden arındırılır. Bir kazan içerisinde 15 dakika sütle karıştırılarak kıvama getirilir. Sonraki aşamada temiz bir bezin üzerine güneşe serilir ve 2-3 gün zarfında kurur. Torbalara konarak muhafaza edilir.

Kullanılan Malzeme: 1 kilo tarhana, yarım litre su, makul miktarda tuz.

Pişirilişi: 1 kilo tarhana yarım litre su ile kaynatılır. Kaynadıktan sonra tuz ilave edilir. İsteyen çorbaya nohut ve baharat ilave edebilir. Karabiberle şahane olur.

İÇLİ KÖFTE

Özel günlerin başyemeklerindendir. Aile yemekleri arasında en sevilenlerdendir.

İç Malzemesi: 2 kilo kıyma, makul miktarda tu, kırmızıbiber, karabiber, kimyon ve salça, yarım kilo kuru soğan.

Hamur Malzemesi: 2 kilo bulgur, yarım kilo un, makul miktarda tuz.

Hamur Hazırlanışı: 2 kilo bulgur bir miktar suyla 10 dakika süreyle ıslatılır. Daha sonra yarım kilo un, su ve tuz ile karıştırılıp yoğrularak hamur haline getirilir.

İç Malzemesinin Hazırlanışı: 2 kilo kıyma tuz ve yağ ilave edilerek kavrulur. Buna yarım kilo ince doğranmış soğan, tuz, karabiber, kırmızıbiber, kimyon ve salça eklenerek 5 dakika kadar tekrar kavrulur.

Yapılışı: Hamur yumurta büyüklüğünde bezeler haline getirilir, ortası açılır. İçine bir buçuk yemek kaşığı iç malzemesinden koyularak kapatılır. Ve yassı hale getirilir.

Pişirilişi: Yarım tencere su içine bir miktar tuz katılarak ocak kaynatılır. Hazırlanmış köfteler kaynamış su içine katılır. 10 dakika kadar kaynadıktan sonra çıkarılarak sıcak servis edilir.

MERCİMEKLİ ÇİĞ KÖFTE

Kullanılan Malzeme: 1 kilo bulgur, 250 gram haşlanmış mercimek, 2 baş soğan, yarım kaşık salça, makul miktarda tu, karabiber, kırmızıbiber, kimyon, 1 su bardağı yağ.

Yapılışı: 1 kilo bulgur kaynamış su ile ıslanır. Mercimek ilave edilen bulgura 2 baş soğan doğranır ve yoğrulur. Bu karışı salça, kırmızıbiber ve kimyon da eklenerek yoğurma işlemi sürdürülür. Üzerine taze soğan, maydanoz, nane ve domates dökülerek karıştırılır. Bu karışıma yağ ve limon ilave edilerek yoğurma işlemine devam edilir. Yoğurulan karışım ceviz büyüklüğünde bezeler haline getirilir. Avuç içinde sıkılarak tabaklara dizilir. Bol yeşillik ve limonla servis edilir.

LEPE

Kullanılan Malzeme: Makul ölçüde tuz, yarım su bardağı yağ, yarım kaşık salça, bir baş soğan, 3 patates, 1 su bardağı bulgur.

Yapılışı: Soğan ince, patates kuşbaşı şeklinde doğranarak hazır edilir.

Pişirilişi: Bir tencere içerisinde soğan yağda kavurulur. Üzerine salça, patates ve domates de eklenerek kavurma işlemine bir süre daha devam edilir. Bu karışıma 4 bardak su konur. Kaynadıktan sonra 1 su bardağı bulgur da ilave edilerek 10 dakika kadar kaynatılır. Artık yemek servise hazırdır.

HUMUS

Kullanılan Malzeme: 2 kilo haşlanmış nohut, yarım kilo tahin, makul ölçüde kimyon, salça, sumak, 6-7 tane limon, 1 baş sarımsak, 1 demet maydanoz, 1 çay bardağı yağ.

Yapılışı: Haşlanmış nohutlar delikli süzgeçte sürtülerek kabuğundan ayrılır. Ezilmiş nohuta dövülmüş sarımsak, 1 kaşık kimyon, limon suyu, tuz, tahin ilave edilerek karıştırılır.

Bir tavada salça yağda ezilir. Servis tabaklarına bu sos eklenir. Üzerine maydanoz ve sumak ilave edilerek servis edilir.

MUSALI’DA GELENEKSEL HALK HEKİMLİĞİ

KÖŞKER ELİF: KÖYÜMÜZDE 5 EBE VAR

Sağlık Ocağı bulunmayan Musalı’da doğumları köylü ebedeler yaptırmaktadır. Ebe Köşker Elif (Elif Keş) köyün sağlık hizmetleriyle ilgili olarak şunları anlattı:

“Köyümüzde sağlık ocağı yoktur. Fakat 12 km. uzaktaki Gözne bucağında bir sağlık ocağı vardır. Köyün sağlıkla ilgili meselelerini ben, Türüt Ayşe (Ayşe Türedi), Sakine Bacı (Sakine Küçük), Hüsniye Karı (Hüsniye Tırtar), Kara Fatma (Fatma Özdemir) ve köyümüze 4 km. uzakta bulunan Çelebili köyündeki Sıkıya Süleyman (Süleyman Keş) hallederiz. Çok acil ve önemli durumlarda hastalarımızı taksiyle Mersin’e götürürüz.”

MUSALI’DA GÖRÜLEN ÇOCUK HASTALIKLARI

Köydeki çocuk hastalıkları konusunda köy ebelerinden Kara Fatma’dan (Fatma Özdemir) şunları anlattı:

“Köyümüzde eskiden en çok görülen çocuk hastalıkları Kızıl, Kızamık, Kabakulak’tı. Şimdi bu hastalıklar aşıyla tedavi ediliyor. Çok görülen diğer bir hastalık ise sarılıktır. Sarılık tedavisini kimi vakit köyümüzdeki Ocak kişiler yapar, kimi vakit de hastalarımızı kimi Gözne veya Mersin’e götürürüz.

Her yerde normal olarak görülen bazı çocuk hastalıklarına karşı her yıl düzenli olarak yapılan aşılarla önlem alınmaktadır. Gözne bucağı Sağlık Ocağı personeli köydeki çocukları düzenli olarak köy okulumuzda aşılamaktadır. İlaçlarımızı ise şehir eczanelerinden temin etmekteyiz.”

GELENEKSEL İLAÇ VE TEDAVİLER

BAŞ AĞRISI

Bu hastalık için kiremit taşı iyice ısıtılır, beze sarılarak ağrıyan yerin üzerine ağrı geçinceye kadar koyulur. Taşın ısısı kaybolunca, taş tekrar ısıtılır.

Yine aynı hastalık için “tehnel” ve “kekik” kaynatılarak suyu hastaya içirilir. Böylece ağrı giderilmiş olur.

GÖZ

Göz ağrıması durumlarında yeni doğum yapmış bir kadından süt alınarak göze damlatılır. Ya da göze limon, pekmez veya bal damlatılarak rahatsızlık giderilmeye çalışılır.

KULAK

Bu hastalık için hazırlanacak ilaç yapılırken önce karanfil çiçeği dövülür ve kaynar sudan geçirilmek suretiyle yağı çıkarılır. Güzel kokulu bu yağ, pamukla kulağa damlatılır. Ayrıca pise zeytinyağı ile karıştırılarak kulağa damlatılmak suretiyle rahatsızlık giderilmeye çalışılır.

BOĞAZ

Bu hastalık için sabun ateşte ısıtılarak deve yünü ile ağrıyan boğaza sarılır. Bu tedavide deve yünü kullanılmasının nedeni eskiden pamuk olmadığındandır. Şimdi tedavide pamuk kullanıyoruz.

DİŞ

İnce masra mili ateşte iyice kızdırılarak ağrıyan dişe yavaşça bastırılır. Bu arada kızgın mili etrafa dokundurmamaya büyük özen gösterilmelidir.

SIZI

Bu hastalık için bitkilerden çam dalı, tehnel dalı ve bunlardan herhangi biri bakır bir tencerede su içinde kaynatılır. Sızlayan yer buharına tutulur.

KIRIK-ÇIKIKLAR

Çıkıklar, bu işten anlayan Ocak kişilere dıktırılır (çıkık kemik yerine oturtulur).

Kırık yerler ise, arı mumundan yapılan muşamba ile sarılarak tedavi edilir.

MİDE AĞRISI

Bu hastalık için gerdeme (dereotu) haşlanıp dövülerek hamur kıvamına getirilir. İki parça bazlama şeklinde (25-30 cm çapında) yapılır ve midenin üstüne değiştirilerek konur. Ağrı yerini böylece sıcak tutarak ağrı giderilmiş olur.

KARIN AĞRISI

Kekik, Tehnel, Nane gibi bitkiler kaynatılarak hastaya içirilir. Böylece hastanın iyileşmesi sağlanır. Ayrıca hasta zeytinyağı ile masaj yapılarak yağlanır.

YÜRÜK

Vücudun çeşitli yerlerinde çıkabilen ve “yürük” adı verilen yaralar, önce jiletle çizilir. Dövülmüş kuru nane tülbentten geçirilir, pekmezle karıştırılarak yaraya sarılır.

KESİKLER

Bu tip rahatsızlıklarda bal ve tuz kaynatılıp belli bir kıvama getirildikten sonra kesik üzerine sarılır.

YARALAR

Bamya, sabun ve şeker karıştırılıp merhem kıvamına gelinceye kadar kaynatılır. Böylece elde edilen merhem yaranın üzerine sarılmak suretiyle rahatsızlık giderilmeye çalışılır. Ayrıca sabun pişirilerek yararın üstüne konulur.

YANIKLAR

Bu gibi rahatsızlıkları gidermek için kireç yağıyla, zeytinyağı karıştırılır. Bu karışım tavuk yelesi ile yaranın üstüne sürülür. Böylece yanıklar tedavi edilir.

SİĞİL

Siğilden oluşan rahatsızlığı gidermek için, siğili olan hastaya fark ettirmeden sıkma yaparken peynir ve soğana yılan kabuğunun karıştırılarak yedirilmesi gerekir. Bundan kesin sonuç alınır.

MUSALI’NIN ŞİFA OCAKLARI

HALİL İBRAHİM KORKMAZ (HEBİLLİOĞLU): TERMEĞE (TEMRE)

El ve yüzde oluşan termeğe konusunda Ocak olan Hebillioğlu, gelen hastaların termeğe yerlerinin etrafını kalemle çizer. Bu arada “Em ebremu emren fe inna mübrimin” duasını okur ve yara üzerine tükürür. Böylece yara bir süre sonra iyileşir.

Hebillioğlu konuyla ilgili olarak şunları söyledi:

“Bu Ocak bana babamdan kaldı. Ona da önceki atalarından kalmış. Termeğe olan birçok hastayı iyileştirdim. Bu hususta şu örneği verebilirim:

Köyümüze Değnek Köyü’nden gelen Ümmü isminde bir gelinimizin kulak arkasında bir termeğe çıkmış ve acıyı yıllarca çekmiş. Bir gün kaynanası durumu öğrenmiş yanıma getirdi. Ben de yaranın etrafını kalemle çizdim duasını okuyup yarasına tükürdüm. Onun termeğesi sulu termeğe olduğu için bu işlemi 3 kez birer hafta arayla tekrarladık. Sonuçta yarası iyi oldu ve arlık (az bir miktar para) atarak gitti.”

NAZLI ŞAHİN (NAZLI BACI): ÇOCUKLARI GÜRBÜZLEŞTİRİR

Bu şahıs, “kırkı basan” çocukları dört yolun kesiştiği bir yerde ciğer suyu ile yıkayarak tombullaşmasını sağlıyor. O konuyla ilgili şunları söyledi:

“Bu Ocak bana anamdan kaldı. Kırkı basan ve çok zayıflayan çocukları bana getirirler. Ben de çocukları dört yolun kesiştiği yerdeki köklü bir taş üzerinde ciğerden geçirilmiş suyla çimdiririm(yıkarım). Çocuk sahibi de arlık atar. Böylece çocuk tombullaşır.”

DURSUN ÇİFTÇİ (DURSUN BACI): ÇOCUKLARI GÜRBÜZLEŞTİRİR

Dursun Çiftçi, çok zayıf çocukların ağzına tükürerek onların iştahlanmasını ve tombullaşmasını sağlıyor. O konuyla ilgili şunları söyledi:

“Bu Ocak bana babamdan kaldı. Bana gelen zayıf çocukların ağzına tükürür tombullaşmasını sağlarım. Onlar da bana cüz’i bir miktar parayı arlık atarlar.”

ALİ AKKUŞ (SAĞIR ALİ): SARILIK

Sarılık hastalığına yakalanan çocukları iyileştiren Ali Akkuş, tedavi şeklini şöyle anlattı:

“Bu Ocak bana babamdan kaldı. Sarılık hastalığına yakalanan çocukları anneleri ve ya babaları bana getirirler. Ben de çocuğa hiç belli etmeden onu korkutacak şekilde hafif bir tokat atarım. Çocuk bana baktığında ise yüzüne tükürürüm. Böylece çocuğun hastalığı iyileşir. Çocuğun ailesi de bana bir miktar arlık verir.”

FATMA TEK (HATMA HOCA): KENGİ

Kengisi kalkan hastaları iyileştiren Fatma Tek, hastalarını nasıl tedavi ettiğini şöyle anlattı:

“Kengi Ocağı bana anamdan kaldı. Benden de çocuklarıma geçti. Halen aynı görevi oğlum Yakup da yapmaktadır. Bu Ocak anama da babasından kalmış.

Bana gelen hastaların kalçalarındaki 2 kemik bölgesine elimle ya da ayağımın ökçesiyle basarım. Bu anda hasta büyük bir ağrı duyar. Kimi hastalarımın ağladığını dahi gördüm. İki kemik bölgesine “ön kengi” ve “ara kengi” denir. Kengilerine bastığım hastalar genelde iyileşirler. İyileşmezse tekrar gelirler, tekrar kengilerine basarım. Böylece onlar da iyileşirler ve cüzi bir miktar parayı arlık olarak atarlar.”

MUSALI KÜLTÜRÜNDE DUA VE BEDDUA

Her ne kadar dua etmeyi sevseler de Musalı halkının özgün duası bulunmuyor. Türkiye’nin hemen her yerinde söylenen “Allah muradını versin”, “Toprak diye kavradığın altın olsun”, “Allah akıl baylığı versin”, “Gözün açık gitme”, “Allah muradını versin” gibi dualar vardır.

Beddualar konusunda ise Musalı’nın kendine özgü bir tarzı bulunuyor. Onlardan bir kaçı şöyle:

IRASSATAŞ GİTMEYESİCE: Karşıma çıkmayasıca

Açıklaması: Buradaki “Irassataş” kelimesi, “rastlamak” ve “sataşmak” kelimelerinin birleşimidir. Musalı Köyü’nde pek çok isim ve kavramın önüne “ı”, “e” gibi sesli isimler getirilerek söylenmektedir. Örneğin, “Recep” ismi, “Erecep” olarak kullanılabilmektedir. Burada da “rast” kelimesi, “ırast” şeklinde söylenmiştir. Aynı şekilde “sataşmak” kelimesinin “sataş” kısmı kullanılmak suretiyle “ırassataş” kelimesinden şu kastedilmektedir: “Bana rastlama, sataşma…”

BOYUN DEVRİLSİN: Ölesin

SİNGİLDEYESİN: Ölesin

YERLERE DÜRTÜLESİCE: Ölesin

Açıklaması: Buradaki “dürtülesice” kelimesi, “dürtmek, sokmak” anlamından yola çıkılarak kullanılmaktadır. Demek istenilmektedir ki, “toprağın içine sokul, toprağın içine gir.” Dolayısıyla öl…

AKIBETİN HAYIR GELMESİN: Geleceğin kötü olsun, kötü olaylarla karşılaş.

GİTTİĞİN OLSUN DA, GELDİĞİN OLMASIN: Bir daha dönme

YAĞLI KURŞUNLARA GELESİN: Ölesin

OCAĞINA ÇİLİKLİ ÇÖMELMESİN, BÜLÜKLÜ DÖMELMESİN: Çocuğun olmasın

Açıklaması: Buradaki “çilikli” tabiri kız çocukları, “bülüklü” tabiri de erkek çocukları için kullanılmaktadır.

MURADINA NAİL OLMA: İsteklerine kavuşma

ÇANAĞINDA ÇATLA: Doğum esnasında öl

ÇARADA ÇATLA: Hemen öl

KIRARMADAN YOLA DÜŞ: Genç yaşta öl

ADCAĞIZIN YERLERDE ÇAĞRILSIN: Ölesin

GÖVDECİĞİNE GÖNENME: Hastalıklara yakalan, öl

VARDIĞIN YERDE GÖNENME: Evlendiğinde mutlu olma

MUSALI ÇOCUK OYUNLARI

ARAKESTİ

Bu oyun 5’er, 6’şar kişilik iki grup halinde oynanır.

Oyun başlamadan önce küçük taşlar düzgünce dizilerek bir çizgi oluşturulur. Her iki grup bu çizginin ayrı taraflarında dururlar.

Oyuna başlayacak ebe grubu, kura veya sayışmaca ile belirlenir.

Ebe grup üyesi bir oyuncu, taş çizgi boyunca bir ileri bir geri gider gelir. Bu arada diğer grup bu oyuncuyu kendisine çekmek ister. Amaç ebe grup oyuncularını kendi grubuna dâhil etmektir. Fakat bu arada ebe grup oyuncusunu çekmeye çalışan diğer grup üyeleri ebe grubun diğer üyelerinin kendilerine dokunmasına engel olmalıdırlar. Aksi takdirde onlar ebe gruba dâhil olurlar.

Oyun, ebe grubunun rakip grup oyuncularını bitirene kadar sürer.

ÇELİK – ÇOMAK

Oyun, 30-40 cm. uzunluğunda bir sopa ve 15-20 cm. uzunluğunda iki ucu sivriltilmiş bir dal parçasıyla oynanır. Uzun olan dal parçasına “çomak”, sivri olanına “çelik” denilir.

Oyun, 2’şer, 3’er kişiden oluşan iki grup tarafından oynanır. Hangi grubun ebe olacağı kura veya tekerleme ile belirlenir.

Önce yere bir taş konur. Ebe grup, taşın bulunduğu yerden çeliğe sopayla vurmak suretiyle ileri doğru fırlatır. Karşı takım oyuncuları çeliği havada yakalayabilirlerse, ebe grubun belli bir miktarda sayısı silinir ve vuruşu yapan üye oyun dışı kalır. Şayet karşılayan grup, çeliği havada kapamazsa, çeliği düştüğü yerden alarak başlangıç taşına doğru atar. Eğer çelik taşa bir çomak boyu yaklaşır veya taşa vurursa, atışı yapan ebe grup üyesi oyun dışı kalır. Çeliği atan kişi her iki durumu da sağlayamazsa ebe grup üyesi çeliğin sivri tarafına vurup onu havalandırıp çomak ile vurup mümkün olduğunca uzağa atmaya çalışır.

Ebe grubun üyesi çeliği taştan ne kadar uzağa göndermişse vuruş sayısına göre (havada bir kez vurmuşsa çomakla, 2 kez vurmuşsa çelikle, 2’den fazla vurmuşsa vuruş sayısına göre çelikle) taşa olan mesafeyi adımlar. Kazandığı sayı toplam sayısına eklenir.

Çeliğe havada vurmak isteyen kişi bu esnada çeliği taşa vurdurur veya çomak uzunluğunda yaklaştırırsa “eli kıçına kaçtı” denir ve oyun dışı kalır.

Grup üyelerinin hepsi oyun dışı kaldıktan sonra diğer grup ebe olur. Şayet atış yapan grup üyesi çomakla çeliğe vururken ıska geçerse, karşı grup “fos benim” diyerek çeliği taşa atarken avantaj elde eder. Bu avantajını da çeliği taşa doğru atmadan önce ayağıyla mümkün olduğunca ileri atmak için kullanır. Sonra da eliyle çeliği taşa vurdurur veya bir çomak boyu yaklaştırır. Bu, karşılayan grup için büyük avantajdır.

Çelik-Çomak oyununun ikinci bir türü daha vardır. Bu tür oyun sırasında, taş yerine yere bir çukur eşilir. Çukur üzerine koyulan çelik, çomak vasıtasıyla ileri doğru atılır. Diğer kurallar, aynen geçerlidir.

DOMUZCULUK

Bu oyun 3 grup tarafından oynanır. Gruplar Avcı, Köpek ve Domuz olarak adlandırılır.

Avcı ve Köpek grupları birbirine bağlıdır. Oyun başlarken Avcı ve Köpek grupları gözlerini yumarlar. Bu arada Domuz grubu saklanır.

Avcı ve Köpek grupları Domuz grubunu aramaya başlar. Arama sırasında Domuz grubu “Pavvvuuuk” diye bağırır. Avcı ve Köpek grubu yaklaşınca Domuz grubu bağırmayı (pavvuklamayı) keser. Avcı grubu Domuz grubuna “pavvuklayın” dediğinde, Domuz grubu yeniden pavvuklamaya başlar. Avcı ve Köpek grubu üyeleri gördükleri Domuz grubu üyelerine “vuruldun” der ve o üye oyun dışı kalır.

Gruplar değişerek oyun sürer.

GAYUR GUYUR

Bu oyun 5 ya da daha fazla üyeden oluşan 2 grup halinde oynanır. Gruplardan biri saklanır, öteki grup saklananları arayıp bulmaya çalışır. Oyun mutlaka bir yolda oynanmalıdır. Sokak arası veya açık arazideyse etrafta saklanacak yerler bulunmalıdır.

Oyun başlarken grubun biri yolun etrafına sağlı-sollu saklanır. Arayan grup üyeleri bu sırada gözlerini yumarlar. Her grubun bir başkanı vardır. Saklanan grup başkanı oyuncularını sakladıktan sonra arayan grup üyelerinin yanı gelir. Daha sonra iki grup bakanı ve arayan grup üyeleri yol boyunca birlikte yürürler. Arayanların başkanı, bu yürüyüş sırasında saklananların başkanına belli yerler gösterip “Bu ev yansın mı?” diye sorar. Saklananların başkanı “Yanmasın” derse orada saklanan birilerinin olduğu anlaşılır. Bu durum arayan grubun lehinedir. Aynı soru karşısında saklananların başkanı “Yansın” der ve o bölgede arama yapılınca saklanan biri bulunursa, yakalanan kişi daha sonra yapılacak “kovalama” işine katılamaz. Bu soru-cevap faslı, saklanma bölgesinin sonuna kadar sürer.

Saklananların başkanı, kendi üyelerinin saklandığı bölgeyi geçince “Gayur-Guyur”u ilan eder. Arayanlar daha önce gözlerini yumdukları “Port(başlangıç çizgisi)”a doğru kaçmaya başlarlar. Bu arada saklananlar içinde “yanmadan” oyunda kalanlar, arayan grup üyelerini kovalamaya başlarlar ve porta kadar yakaladıklarının sırtına binerler. Grup başkanları kovalama işine karışmaz.

Gruplar değişmek suretiyle oyun sürer.

GÜVERCİN TAKLASI

Oyun iki grup halinde oynanır. Her grup dört kişiden oluşur. Tekerleme veya kura ile ebe olacak grup belirlenir.

Ebe grup üyeleri sırt sırta verir ve artı işareti durumuna gelirler. Diğer grup üyeleri de ebe grubun üzerinden takla atarak atlarlar. Atlayan grup üyelerinden birisi atlayamazsa, ebe grup değişir.

Oyun böylece sürüp gider.

AYDİ (HAYDİ) AZIĞINA

Oyuna başlamadan önce oyuncular daire şeklinde toplanıp, tekerleme veya kura ile “Ayı” olacak kişiyi belirlerler. Daha sonra bir ağaç ve onun 15 metre kadar uzağında bir “port(başlangıç yeri)” belirlenir. Port, daire şeklinde toprak üzerine çizilerek oluşturulur.

Ayı olacak kişi, ağacın dibinde kalırken diğerleri ağaca tırmanırlar. Ağaçtaki oyuncuların amacı hem Ayı’yı kızdırmak, hem de gerek ağaç gövdesinden, gerekse dallarından inerek koşup porta ulaşmaktır. Ağaçtan inerken porta tüküremeden yakalananlar Ayı olur. Böylece eski Ayı ağaca çıkma hakkını elde eder.

Ağaçtaki oyuncular, Ayı olan oyuncuyu tüm oyun süresince “Aydi aydi azığına, günde günde büzüğüne” diyerek kızdırırlar. Kızan Ayı ağaca çıkıp oyunculardan birini yakalayıp Ayı’lıktan kurtulmak ister. Böylece oyun şenlenir.

HOMBUR

Bu oyun bir ebe ve ikişer kişilik gruplar oluşturan 8-10 kişi tarafından oynanır. Kura veya tekerleme ile ebe grup tespit edilir.

Ebe grup üyeleri bir daire oluştururlar. Diğer grup üyeleri de bu grubun arkasına geçerler. Yine kura veya tekerleme ile belirlenen bir kişi dairenin ortasında yer alır. Bu oyuncunun elinde bir değnek bulunur. Ebe grubu dıştan kuşatan grup zaten kedi sayıları kadar olan ebe grubu üyelerinin sırtına binmeye çalışırlar. Bu arada daire içinde bulunan eli değnekli tek oyuncu da binmek isteyenlere değnekle vurmaya çalışır. Şayet binecek oyuncu ebe grubu üyesine binebilir ve ayağını yere değdirmeden öylece durabilirse eli değnekli oyuncu ona vuramaz. Eli değnekli oyuncu ara sıra daire dışına da çıkar ve istediği bir oyuncuyu kovalayabilir. Bu durumda binen grup ebe grubu durumuna geçer.

Oyun böylece sürer.

UZUNEŞEK

Bu oyun iki grup halinde oynanır. Gruplardan her biri oyuncu duruma göre 4-5 kişiden oluşur.

Ebe olacak grup tekerleme veya kura ile belirlenir.

Ebe gruptan bir oyuncu, bir ağaç veya duvara dayanır, diğer oyuncular ise eğilerek kafalarını birbirlerinin bacak arasına sokup adeta bir eşek görünümü alırlar.

Diğer grup ise sırayla ebe grubun üzerine atlar. Atlayan grup ayakta duran ebe grup üyesine el ile sayı işareti yapar. Ebe grup üyeleri sayıyı bilirlerse ebelikten kurtulurlar. Ebe grubun üç kez tahminde bulunma hakkı vardır. Bilemezlerse oyun aynı şekilde sürer.

MUSALI BİLMECELERİ

Musalı halkı günlük hayatının hemen her anında esprili bir yön arar ve bulur. Espri anlayışını günlük konuşmasına da yansıtır. Bu nedenle güldürü repertuarı hayli geniş olan Musalılıların hayatında bilmecelerin ayrı bir yeri vardır. İşte onlardan bazıları:

Soru: Kaftanı kara gömleği sarı, anası var yüz yaşında kocakarı.

Cevap: Kestane

Soru: Beyaz saray ortasında sarı havuz.

Cevap: Yumurta

Soru: Dünyayı kaplar denizi kaplamaz.

Cevap: Kar

Soru: Ateşe girer yanmaz, suya girer ıslanmaz.

Cevap: Işık

Soru: Dili var söylemez, kulağı var dinlemez.

Cevap: Ölü

Soru: Atlayarak yürür, patlayarak ölür.

Cevap: Pire

Soru: Karnından yer, sırtından çıkarır.

Cevap: Rende

Soru: Arşın gibi ayakları, aslan gibi bıyıkları.

Cevap: Arpa

Soru: Ben temizlik saçarım, elden kayar kaçarım.

Cevap: Sabun

Soru: Burdan çekti kılıcı, Mısır’dan çıktı bir ucu.

Cevap: Gökkuşağı

Soru: Ağzıma aldım kar gibi, üfledim oldu zar gibi.

Cevap: Sakız

Soru: Ben varmadan o varır, pek de hızlı yol alır.

Cevap: Ses

Soru: Bulut anam, rüzgâr babam, nehir kızımdır.

Cevap: Yağmur

Soru: Kalburda durmaz, onsuz olunmaz.

Cevap: Su

Soru: Dışı beyaz, içi sarı.

Cevap: Yumurta

Soru: Dereye teke bağladım, boynuzunu çeke bağladım.

Cevap: Değirmen

Soru: Uzun kuyu, tombul suyu.

Cevap: Silah

Soru: Dağda takılar, suda şipiler, arşın ayaklı, burma bıyıklı.

Cevap: Keklik, balık, tavşan, kedi

Soru: Yük dibinde kıllı yumak.

Cevap: Kedi

Soru: Dağdan gelir sekerek, kuru üzüm dökerek.

Cevap: Keçi

Soru: Kat kat katmer değildir, pembedir ama elma değildir, yenir yenmesine ya hiç de tatlı değildir.

Cevap: Soğan

Soru: Yer altında yağlı kayış.

Cevap: Yılan

Soru: Çınçınlı hamam, kubbesi tamam, bir gelin aldım, babası imam.

Cevap: Saat

Soru: Murt murt yaprağı, Hacı Osman toprağı, ya bunu bilecen, ya bu gün ölecen.

Cevap: Namazla (seccade)

Soru: Küçücük kutudur, dünyanın yurdudur.

Cevap: Radyo

Soru: Küçücük mezar, dünyayı gezer.

Cevap: Ayakkabı

Soru: İnim inim iniler bin kişi diniler.

Cevap: Davul

Soru: Dama darı saçtım, sayamadım eve kaçtım.

Cevap: Yıldız

Soru: İçi kütük, dışı katık.

Cevap: Zeytin

Soru: Altı mermer, üstü mermer, içinde bir gelin oynar.

Cevap: Dil

Soru: Melemez melemez, ocak başına gelemez.

Cevap: Yağ

Soru: Benim bir çocuğum var, iki kıçı var.

Cevap: Yuvak(*)

(*) Yuvak: Köy evlerinin toprak damı yağmur yağdığında akmasın diye, toprağı sıkıştırmaya yarayan taş silindir.

Soru: Emmioğlunun katırı, ne vurursan götürü.

Cevap: Sayacak (saç ayak)

Soru: Mittiricik (ufacık) burnu eğricik.

Cevap: Nohut

Soru: Babası büklüm koca, annesi yaylam güzeli, kızı güzeller güzel, torunu meyhanede gezeni.

Cevap: Teğ (bağ) gövdesi, dal ve yapraklar, üzüm, şarap

Soru: Minareden attım kırılmadı, suya attım kırıldı.

Cevap: Kâğıt

Soru: Kar gibi beyaz, biber gibi acı, bunu bilmeyen kunnacı(hamile).

Cevap: Sarımsak

Soru: Sıra sıra petekler, birbirini kötekler.

Cevap: Diş

Soru: Adamdan büyük, tavuktan küçük.

Cevap: Şapka

Soru: Sabah 4 ayaklı, öğlen 2 ayaklı, akşam 3 ayaklı.

Cevap: İnsan hayatı

Soru: Deveden büyük, pireden küçük, baldan tatlı, zehirden acı.

Cevap: İncir ağacı, incir çekirdeği, incir meyvesi, incir yaprağının sütü

Soru: Taştandır, demirdendir, yediği hamurdandır, dünyayı doyurur, kendi doymaz nedendir

Cevap: Değirmen

Soru: Palanı var kolanı yok, canı var kanı yok.

Cevap: Salyangoz

Soru: Benim bir çocuğum var, kıçı çöplü çöplü.

Cevap: Üzüm

Soru: Bir delikten girer, üç delikten çıkar.

Cevap: Atlet

Soru: Hep içine dep içine.

Cevap: Kulak

Soru: Minare minare dibi kanare, binbir çiçek bir nane.

Cevap: Yıldızlar ve ay

Soru: Adam eşeği belinde kuşağı.

Cevap: Tabut

Soru: Hak Teala’nın aklı, geldiği boğazına taktı, 6 gözlü, 10 ayaklı.

Cevap: Öküz ve sabanla tarla süren insan

Soru: Yapan satar, alan kullanmaz, kullanan hiç görmez.

Cevap: Tabut

Soru: Olgunu gök, hamı kırmızı.

Cevap: Menengiç

Soru: Benim bir devem vardı, çok zayıftı, yağından çatlayıp öldü

Cevap: Yük taşıyamayacak kadar zayıf bir deve, üzerindeki ağır yağı taşıyamayıp ölmüş.

Soru: İki kadın oturmuş çocuk emziriyorlarmış. Karşıdan iki adamın geldiğini görmüşler. Kadınlardan biri diğerine seslenmiş: “Şu gelenler kocalarımız, kocalarımızın babaları, çocuklarımızın dedeleri.” Diğer kadın da onaylamış. Acaba gelen iki adam kimmiş.

Cevap: Bu iki kadının kocaları seferberlikte askere gitmiş. Kocalarının öldü haberi gelmiş. Her iki kadının da birer erkek çocuğu varmış. Kadınlar birbirlerinin oğullarıyla evlenmişler. Daha sonra birer çocukları olmuş. Karşıdan gelen iki adam, iki kadının askere giden eski kocalarıymış.

MUSALI DOĞUM ADETLERİ

DOĞUMDAN HEMEN SONRA YAPILANLAR

Doğum sonrası yapılan işlemler konusundaki bilgileri Şerife Kuru’dan aldık.

“Doğumdan hemen sonra anne ve çocuk yıkanır. Kısa bir süre sonra bir miktar toprak ısıtılır ve anne bu sıcak toprağın üzerine çömeltilir. Bu işlemdeki amaç kadının içerisini ısıtmak suretiyle hastalanmasını ve göğermesini (iltihaplanmasını) önlemektir. Yine kadının göğermesini önlemek için bal, yağ ve su karıştırılıp ısıtılarak “kaynarca” yapılır ve iki hafta süreyle her yemekte, doğumdan sonra kırk gün süresince ara sıra anneye içirilir.”

Şerife Kuru, yeni doğan bebeğe uygulanan işlemleri de şöyle anlattı:

“Çocuğun başının düzgün olması, yamru yumru oluşmaması için alnı boğulur. Yine düzgün olsun diye kulaklar tülbentle sarılır. Vücudun dik ve düzenli olması için çocuk kırkı çıkasıya kadar belenir(kundaklanır). Çocuğun oynak yerlerinin bıçılmasını (pamuklanmasını) önlemek için kasık, koltuk altı gibi bölgelere tuz sürülür. Ayrıca çocuğun cildinin düzgün ve sağlıklı olması için de bal-tuz karışımı hazırlanarak çocuğun göz çevresi, ağız çevresi, kulak arkası, oynak yerler ve bilhassa görülen yerlere sürülür. Bu işlem çocuğa acı vermesine rağmen onun ilerki yıllarda sağlıklı ve güzel bir insan olmasını sağlamak için yapılır.

Daha sonra bir parça gök çapıt (bez parçası) üzerine ısıtılmış yağlı pise (zift) soğutularak konur. Hazırlanan bu çapıt (bez) çocuğun göbeği üzerine konur. Bu işlemin amacı yeni doğmuş çocuğun göbeğindeki pisliğin temizlenmesidir. Bu bez çocuğun göbeğinde birkaç gün süreyle kalır. Bez kaldırıldıktan sonra onun yerine bir tane dövülmemiş kahve tanesi konarak çocuğun göbeğinin iyice temizlenmesi sağlanır.

Her çocuk doğduğunda başının tam üzerinde bıngıldak (yumuşak bölge) olur. Bu yumuşak bölgenin sertleşmesini sağlamak için yağlı pise (zift) konulur ve çapıtla sarılır. Birkaç gün sonra bu çapıt kaldırılır.

Köyümüzde yine doğan çocuklarda genelde görülen başlarının kepeklenmesi (konak) meselesini başlarına zeytinyağı sürüp tülbentle bağlamak suretiyle çözüyoruz. Tülbent bir-iki gün sonra çözülür ve çocuğun başı yıkanır. Bu kesin sonuç veren bir tedavidir.

Bir de yeni doğan çocuklar için en çok kullanılan ilaç olan pudranın yerine eskiden daha değişik tozlar yapılarak kullanırdık. Murt yaprağı, turunç kabuğu ve topalak otunu kurutur, döver, elekten geçirirdik. Böylece pudra yerine doğal ve güzel kokulu tozlar üretirdik. Her üç pudra çeşidi de çocukların güzel kokmasını sağlar.”

KIRKI KARIŞMA VE ZAYIFLAMA

Bu konuyla ilgili Ayşe Yücel şunları anlattı:

“Kırkı karışma olayı aynı günlerde doğan çocuklarda görülür ve aşırı derecede zayıflığa sebebiyet verir. Çocuk adeta bir deri bir kemik kalır. İşte bu durumda çocuk ‘ciğer suyuna’ çimdirilir(yıkanır). Bu olay şöyle gerçekleştirilir:

Yeni kesilen bir davarın (keçinin) ciğeri hiç yere konulmadan havada hasta çocuğun yanına getirilir. Ciğer suyuna çimdirilecek çocuk dört yolun çatıştığı (kesiştiği) yerde köklü bir taş üzerine oturtulur. Daha sonra bir kazan içerisine ciğerin üzerine dökülen su biriktirilir. Çocukla hiçbir akrabalığı olmayan bir kadın söz konusu su ile çocuğu çimdirir. Böylece hastalık önlenmiş olur.”

BEBEĞİN GÖBEĞİ

Ayşe Yücel, bebeklerin doğum sonrası göbek parçasının ne yapıldığı konusunda şunları anlattı:

“Doğumdan iki-üç gün sonra bebeğin göbek parçası düşer. Bu göbek parçasını çeşitli yerlere koyarak veya gömerek şu isteklerimizin gerçekleşmesine inanılır:

Eğer çocuk kız ise ve çalışkan olması isteniyorsa, göbek parçası çarkın içine konulur. Şayet çocuk erkek ise ve dindar olması isteniyorsa, göbek parçası caminin bir kenarına konulur. Çocuğun evine bağlı olması isteniyorsa, göbek parçası evin bir köşesine saklanır.”

NAZAR

Musalı halkı “nazar” konusunda da özgün geleneklere sahiptir. Ayşe Yücel’i dinliyoruz:

“Öncelikle çocuğa nazar değmesini önlemek için gök boncuk, şap ve altın takılır. Ayrıca kimi zaman da alnına is (kömür karası) çalarız (süreriz). Nazara gelen çocuklara ise yer, zaman ve duruma göre şu şekilde davranılır:

Kimi zaman çocuklara bazı kişilerin nazarı dokunur. Bu durumda nazar eden kişi biliniyorsa, bir bardak suya tükürmesi istenir ve bu su çocuğa içirilerek çocuğun rahatsızlığı giderilmiş olur.

Nazara gelen kimi çocuklar da ateşe tuz atılarak üç kez etrafında dolandırılır. Bu esnada şu nakarat devamlı tekrarlanır:

Sulu derelerden mi geçtin?

Kurbağalardan mı korktun?

Gören gözler pertlesin (patlasın)

Söyleyen diller çatlasın

Isıl, ısıl, ısıl…

Nazara gelen çocuklara en fazla uygulanan yöntemlerden biri de kurşun dökmedir. Bu olay şöyle gerçekleştirilir:

Kurşun dökecek kişi bir kalbur (iri delikli elek) içine bir makas, bir parça ekmek, bir küçük ayna, içinde tuz bulunan üç kaşık, bir parça diken dalı ve su dolu bir tas koyar. Aynı kalbura kurşun dökülecek çocuğun annesi cüzi bir miktar parayı arlık olarak koyar. Kurşun dökecek kişi önce kaşık içerisine bir parça kurşun metali koyar ve ateşte eritir. Hasta yatırılarak bedeni bir örtüyle örtülür. Kurşun döken kişi bir kaşık erimiş kurşunu hastanın başı üzerinde içinde su bulunan tasa döker. Bu esnada büyükçe bir çatırdı (ses) işitilir ve kurşun döken kişi kurşunun şekline göre bakarak nazar konusundaki düşüncelerini söyler. Aynı hareket hastanın göbeği ve ayakları üzerinde de tekrarlanır. Şayet kurşun suya dökülürken hangi bölgede çok ses çıkmışsa nazar o bölgeye değirilmiş anlamı çıkarılır. Bu işlemlerden sonra kurşun döken kişi üç kez İlhas, birer kez de Fatiha, Felak ve Nas surelerini okuyarak içine kurşun dökülen suya üfler. Okunmuş su hastaya içirilir. Sonuçta nazarın kalkacağı ümit edilir.

Nazara gelen çocukların tedavisinde nazar eden kişinin çocuğun ağzına tükürmesi yöntemi de uygulanır.”

SÜRME ÇEKİLMESİ

Bu konuda Emine Ar (çalışkanlığından dolayı Motur Emine) şu bilgileri verdi:

“Sürme çekmemizdeki amaç, çocuklarımızın göz çevresini sürme ile pişirmek suretiyle sağlıklı gözlere sahip olmalarını ve güzel görünmelerini sağlamaktır. Yeni doğan çocuklara 4-5 ay süreyle devamlı sürme çekilir.

Sürme 4 şekilde elde edilir:

Bir parça çapıt (bez) zeytinyağı ile yağlanır ve bir tirkinin (büyükçe tepsi) içinde yakılır. Tirkinin üzerine ise bir ilenger (tepsi) kapatılarak isin bu yüzeyde toplanması sağlanır. İlengerde oluşan is tabakası kazınarak bir şişeye konur ve kremle karıştırılarak göze sürülür.

Biz köylüler önceleri zeytinyağını kendimiz çıkarırdık. Zeytin tanelerini dibekte döver, 6-7 kez sudan geçirerek sıkardık. Çıkan tortuları bir kenara koyardık. İşte bu tortular küçük bir çukura dökülüp üzerine çıra, çapıt ve gaz da dökülerek yakılır. Bu çukur üzerine de bir tepsi kapatılır. Bir müddet sonra tepside bir is tabakası oluşur. Bu is tabakası kazınarak şişeye konulur. Kullanılacağı zaman ise kremle karıştırılarak göze sürülür.

Diğer bir yöntem şöyledir: Gaz lambasının üzerine bir sayacak (saç ayak) konulur, üzerine tepsi kapatılır. Kısa sürede tepside is tabakası oluşur. Bu tabaka bir tabağa sıyrılır ve kremle karıştırılarak göze sürülür. Sıkışık durumlarda en çabuk sürme elde ediş şekli budur.

Eskiden yemek odun ateşinde tavalarda pişirilirdi. Tavaların alt ve etrafında yağlı ve siyah bir tabaka oluşurdu. Bu siyah tabadan direkt olarak çocuğun gözüne sürme çekilir. Bu, en fazla yarar sağlayan sürme şeklidir. Çünkü tavadaki siyah tabakanın oluşumunda ateşe atılan çeşit çeşit odundan birçok gıda aldığı inancı vardır.”

HAMİLE KADINA KARŞI TUTUM

Emine Ar, hamile kadınlara nasıl davranıldığına dair şunları anlattı:

“Köyümüzde hamile kadına karşı gerek kocaları gerekse komşuları büyük ilgi gösterir. Onlara ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışırlar. Komşularımızın doğum öncesi ve sonrasında anneye gösterdiği yardımları şöyle sıralayabiliriz:

Doğuma yakın günlerde sık sık yoklamak (ziyaret etmek) ve yemek götürmek; çamaşır ve bulaşığını yıkamak, ekmeğini atmak(yapmak).

Kocalar da, elinden geldiğince az iş yaptırmak suretiyle korumaya çalışırlar. Hele aş yerme günlerimizde bizlere istediklerimizi getirdiklerinde duyduğumuz mutluluğu asla unutamayız.”

MUSALI SÜNNET ADETLERİ

Musalı’da sünnet, ailelerin maddi imkânlarına göre düğün, mevlit ya da sade bir törenle birlikte gerçekleştirilir. Konuyla ilgili olarak Abdul Gül’ün görüşlerini aldık:

“Köyümüzde sünnet genelde sade bir törenle yapılır. Sünnet olacak çocuğun başına al bir tülbent örtülür, eline bir miktar para tutuşturulur ve havaya sokulmaya çalışılır. Kirve geldikten sonra çocuğu kucağına alır ve sünnet ettirir. Sünnetçi çocuğu sünnet ederken salavat-ı şerife getirir ve işini görür. Bu esnada çocuğa ‘Ağlama! Bak, sana boncuk vereceğiz’ denilerek fazla acı çekip ağlaması önlenmek istenir. Çocuk sünnet olduktan sonra önce kirve, konu komşu ve akrabalar ‘geçmiş olsun’ diyerek gönüllerinden kopan hediyeleri çocuğa verirler.

Sünnet olayı bittikten sonra sünnet olan çocuğun ailesi kirvenin ailesi arasında akrabalık gibi manevi bir bağ oluşur.”

KAYNAK KİŞİLER

ABDUL GÜL

Yaşı: 95

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 29.07.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

ELİF KEŞ

Yaşı: 92

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 26.08.1985

Derleme Mekânı: Şerife Kuru’nun evi

HÜSNİYE TIRTAR

Yaşı: 92

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 03.08.1985

Derleme Mekânı: Evi

NAZLI ŞAHİN

Yaşı: 92

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 24.08.1985

Derleme Mekânı: Evi

EMİN TÜREDİ

Yaşı: 85

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 28.07.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

REŞİT TEK

Yaşı: 85

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Okuma Yazma bilir

Derleme Tarihi: 01.08.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

ALİ TÜREDİ

Yaşı: 85

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 01.08.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

ABDURRAHMAN BULUT

Yaşı: 83

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 28.07.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

FATMA TEK (HATMA HOCA)

Yaşı: 78

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul mezunu

Derleme Tarihi: 24.08.1985

Derleme Mekânı:  Evi

ŞERİFE KURU

Yaşı: 75

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 26.08.1985

Derleme Mekânı: Kendi evi

ALİ AKKUŞ (SAĞIR ALİ)

Yaşı: 73

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 23.08.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

EMİNE AR (HAS KADIN’IN KIZI, MOTUR EMİNE)

Yaşı: 65

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 26.08.1985

Derleme Mekânı: Şerife Kuru’nun evi

SAKİNE BULUT

Yaşı: 65

Doğum Yeri: Arslanköy

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 26.08.1985

Derleme Mekânı: Şerife Kuru’nun evi

AYŞE GÜLER

Yaşı: 65

Doğum Yeri: Çelebili Köyü

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 20.09.1985

Derleme Mekânı: Evi

HALİL İBRAHİM KORKMAZ

Yaşı: 65

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 23.08.1985

Derleme Mekânı: Evi

HALİL BAĞCI (HALİL ÇAVUŞ)

Yaşı: 62

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Okuma Yazma bilir

Derleme Tarihi: 01.08.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

HALİL ÇALIŞKAN

Yaşı: 62

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul Mezunu

Derleme Tarihi: 28.07.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

HATİCE ŞAHİNOĞLU

Yaşı: 60

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 20.09.1985

Derleme Mekânı: Evi

MUSTAFA ÇALIŞKAN

Yaşı: 57

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 28.07.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

MUHAMMED ÇİFTÇİ (SÜLLÜ MUHAMMED)

Yaşı: 57

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 01.08.1985

Derleme Yeri: Köy Kahvesi

AYŞE YÜCEL

Yaşı: 56

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 26.08.1985

Derleme Mekânı: Şerife Kuru’nun evi

AYŞE TIRTAR

Yaşı: 55

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 29.07.1985

Derleme Mekânı: Kendi evi

DURSUN ÇİFTÇİ

Yaşı: 53

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul mezunu

Derleme Tarihi: 23.08.1985

Derleme Mekânı: Evi

DURMUŞ ALİ BULUT

Yaşı: 53

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 28.07.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

AHMET TEK (KÖY MUHTARI)

Yaşı: 52

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 21.08.1985

Derleme Mekânı: Köy Odası

İBRAHİM BULUT

Yaşı: 52

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 28.07.1985

Derleme Mekânı: Köy Kahvesi

PAKİZE KORKMAZ

Yaşı: 50

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 29 Temmuz 1985

Derleme Mekânı: Kendi evi

ZELİHA GÜL

Yaşı: 47

Doğum Yeri: Çelebili

Tahsili: Yok

Derleme Tarihi: 29.97.1985

Derleme Mekânı: Ayşe Tırtar’ın evi

FATMA TEK

Yaşı: 44

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 24.08.1985

Derleme Mekânı: Evi

GÜLDANE TAŞ

Yaşı: 30

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 23.07.1985

Derleme Mekânı: Evi

SABRİ YÜCEL

Yaşı: 16

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: Ortaokuldan terk

Derleme Tarihi: 16.08.1985

Derleme Mekânı: Belen Mevkii

HATİCE ÇİFTÇİ

Yaşı: 14

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 16.08.1985

Derleme Mekânı: Belen Mevkii

HALİL BULUT

Yaşı: 12

Doğum Yeri: Musalı

Tahsili: İlkokul

Derleme Tarihi: 16.08.1985

Derleme Mekânı: Belen Mevkii

]]>
OKUMALAR / KURT KANUNU http://hayatitek.com/okuma-notlari-kurt-kanunu/ http://hayatitek.com/okuma-notlari-kurt-kanunu/#respond Mon, 01 Jun 2020 14:41:49 +0000 http://hayatitek.com/?p=529 Kemal Tahir; Kurt Kanunu, İthaki Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2005.

]]>
http://hayatitek.com/okuma-notlari-kurt-kanunu/feed/ 0
ÇANKAYA ŞUBESİ YAZAR HAYATİ TEK’İ KONUK ETTİ http://hayatitek.com/cankaya-subesi-yazar-hayati-teki-konuk-etti/ Sun, 31 May 2020 21:44:11 +0000 http://hayatitek.com/?p=488

(www.turkocaklari.org.tr, 19.10.2019)

Türk Ocakları Çankaya Şubesi 2019 dönemi faaliyetleri kapsamında, Milli Mücadelenin başlangıcının 100. Yılında yayımlanan ilk roman “Namus”un yazarı Hayati Tek’i konuk etti.

Gazeteci- yazar Tek, Akademik Çalışma Grubu ve şube üyelerinin katılımıyla 18 Ekim 2019 günü saat 19.00’da Türk Ocakları Genel Merkez binasında düzenlenen programa, “Türk Ocaklı olmakla iftihar ediyorum” diyerek başladı.

Milli Mücadele’nin yüzüncü yılı anısına yayımlanan romanın konusu olan namus kavramını, İttihatçı bayrağı üzerindeki “Allah, Vatan, Namus, İttihat” kavramlarından yola çıkarak, “Din-ü Devlet Mülk-ü Millet” formülüne dayandıran Tek, “Bırakın dokunulmasını, yan gözle bile bakılmasına tahammül edemediğimiz şeyler namusumuzdur. Türk milleti için de namus, vatan, millet, din ve devlettir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün namuslu bir insanın yastığının altındaki tabancaya benzettiği Kuvayı Milliye, milletimizin kutsallarına, yani namusuna sahip çıkmış kutlu bir teşkilattır.” dedi.

Fransız işgali altında bulunan Mersin’deki ilk Kuvayı Milliye müfrezesinin kurulduğu Arslanköy’ün aynı zamanda işgalden kurtulan ilk yer olduğunu da kaydeden Tek, şöyle devam etti:

“Arslanköy sadece Milli Mücadele’deki duruşuyla değil, aynı zamanda Türkiye’nin demokrasi tarihinde eşik değere sahip olan 1946 seçimlerindeki duruşuyla da bir roman konusu olmayı fazlasıyla hak etmektedir. Türk demokrasisine ‘Sandık namusumuzdur’ sözünü armağan eden Arslanköy’deki Atatürk Çınarı, muhtemelen Gazi’nin adına dikilmiş ilk ve tek çınardır. Toroslar’ın zirvesindeki 1453 rakımlı Arslanköy, Milli Mücadeleye sahne olması dolayısıyla her karış toprağı gazi olan ülkemizde unutulmaya yüz tutmuş daha nice destanlar yazıldığını göstermesi bakımından önemlidir.”

Tek, konuşmasını Atatürk’ün şu sözleriyle noktaladı:

“Arkadaşlar, gidip Toros dağlarına bakınız. Eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki, bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.”

Program, katılımcıların sorularına verilen cevaplar ve ikramlarla sona erdi.

]]>
ARSLANKÖY’ÜN TARİHİ, ROMANDA ANLATILDI http://hayatitek.com/arslankoyun-tarihi-romanda-anlatildi/ Sun, 31 May 2020 21:41:36 +0000 http://hayatitek.com/?p=485 MERSİN (AA) – Çok partili sisteme geçiş sürecinde sandığa sahip çıkan köylülerin ortaya koyduğu demokrasi mücadelesi sonrası “Sandık namusumuzdur” sözünün çıkış noktası olan Mersin’deki Arslanköy’ün tarihi, romanda anlatıldı.

Haberin videosu için tıklayınız…

https://www.msn.com/tr-tr/video/unluler/arslanköyün-tarihi-romanda-anlatıldı/vi-AAFQuiS

Gazeteci-yazar Hayati Tek‘in 2 yıl üzerinde çalıştığı ve 6 ayda kaleme aldığı “Namus” romanı okuyucularla buluştu.

Romanda milli mücadele döneminde Arslanköy’de yaşananlar ve demokrasi mücadelesi yer aldı.

Hayati Tek, AA muhabirine yaptığı açıklamada, “Namus” romanını, doğduğu topraklara bir vefa borcu olarak nitelendirdiğini söyledi.

Milli mücadelenin Mersin’de yoğun olarak geçtiğini ifade eden Tek, bu mücadelede kentin ayrı bir yerinin olduğunu ifade etti.

Mersin’in o süreçte önemli mücadele vererek bağımsızlığını kazandığını aktaran Tek, “Bu romandaki olaylar ve kişiler tamamen gerçek. Arslanköy odağında yazılmış bir kitap olsa da Mersin’deki Kuvayı Milliye mücadelesine temas eden bir çalışma oldu. O dönem yaşananları kronolojik sırayla birebir vermeye çalıştım.” dedi.

Tek, milli mücadelede topyekûn bir mücadelenin ortaya konduğunu vurgulayarak, aynı birlikteliğin sandığa sahip çıkma noktasında gösterildiğini aktardı.

Arslanköy’ün milli mücadele ve demokrasi açısından önemli bir yer olduğuna değinen Tek, romanda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarında bahsettiği “Sandık namusumuzdur” sözünün hikâyesini de anlattığını kaydetti.

Tek, “Arslanköy demokrasi tarihinde örnek teşkil ediyor. Kitapta mekanlar, olaylar ve kişiler birebir anlatılıyor. Kimseyi suçlayıcı üslup benimsemedim. Benim derdim, insanları birlik ve beraberlik içerisinde olmaya sevk etmek, gençlere demokrasi bilinci aşılamak. Bunu da yaşanmış örnekler üzerinden anlatmaya çalışıyorum.” diye konuştu.

(Kaynak: AA)

https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/arslankoyun-tarihi-romanda-anlatildi-/1558691

]]>
TOROSLAR’DA, MERSİN’İN DESTANSI MÜCADELESİ ANLATILDI http://hayatitek.com/toroslarda-mersinin-destansi-mucadelesi-anlatildi/ Sun, 31 May 2020 21:35:08 +0000 http://hayatitek.com/?p=481 Haberin videosu için tıklayın…

https://www.haberler.com/video/milli-mucadele-doneminde-mersin-konferansi-12779840-videosu/

(HABERLER.COM, 04.01.2020 10:50)

Toroslar Belediyesi, Mersin’in düşman işgalinden kurtuluşunun 98’inci yıl dönümü kutlama etkinlikleri kapsamında, ‘Milli Mücadele Döneminde Mersin’ konulu konferans düzenlendi.

Toroslar Belediyesi, Mersin’in düşman işgalinden kurtuluşunun 98’inci yıl dönümü kutlama etkinlikleri kapsamında, ‘Milli Mücadele Döneminde Mersin’ konulu konferans düzenlendi.

Araştırmacı Yazar Hayati Tek‘in konuşmacı olarak katıldığı konferansta, Mersin’in kurtuluş mücadelesinde yaşanan bilinmeyenleri anlatıldı.

Toroslar Belediye Başkanı Atsız Afşın Yılmaz’ın da katıldığı konferansta, Araştırmacı Yazar Tek, tarihteki kahramanlar, Mersin’de kurulan cemiyetler, işgal yıllarında Mersin’in idari yapısına ilişkin bilgiler verdi. Mersin’in, kahramanlar bakımından önemli bir şehir olduğunu belirten Tek, Arslanköylüler ve Yörüklerin milli mücadeledeki başarılarına dikkat çekti. Tek, “Tarih önemlidir. Geçmiş, başarılarla övünmek için değil geçmişten ders alıp geleceği daha sağlam temeller üzerine kurabilmek için önemlidir” dedi.

Tek, böyle anlamlı bir günde Toroslar’da bulunmaktan büyük mutluluk duyduğunu belirterek, düzenledikleri etkinliklerde tarih şuuru ve milli değerlerin yansıtılmasına olanak sağlayan Başkan Yılmaz’a teşekkür etti. Başkan Yılmaz da Hayati Tek‘i Toroslar’da ağırlamaktan onur duyduklarını vurgulayarak, kendisine bir teşekkür plaketi takdim etti.

“Bugün bize düşen tarihimizi rehber ve kurtarıcı bilmektir”

Başkan Yılmaz, yaptığı konuşmada, “3 Ocak etkinliklerimiz kapsamında bizimle olan Araştırmacı-Yazar Hayati Tek‘e teşekkür ederiz. Mersin’in kurtuluş mücadelesini bize küçük hikayelerle anlattı. O duyguyu hep birlikte yaşadık. Atalarımızın, dedelerimizin hangi şartlarda savaştığını ve neler yaptığını kendisinden dinlemek ayrıca anlamlı oldu. Tarihte kronoloji önemli. Sebep-sonuç ilişkisiyle tarihi olayları anlamanın daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bugün bize düşen tarihimizi rehber ve kurtarıcı bilmektir. Başta Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, milli mücadele kahramanlarımızı, tüm şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum” dedi.

(Kaynak: İHA)

]]>
“MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE MERSİN” KONFERANSI http://hayatitek.com/milli-mucadele-doneminde-mersin-konferansi/ Sun, 31 May 2020 21:32:36 +0000 http://hayatitek.com/?p=479 (AA, 02.01.2020 23:46)

Gazeteci yazar Hayati Tek, 1. Dünya Savaşı’nda Ermeni çetelerin Mersin’de çok sayıda insanı katlettiğini belirterek, “1915 tehciri, Batı Türklüğünü bugünlere getiren ve yarınlara taşıyacak olan kanatlarımızdır.

Gazeteci yazar Hayati Tek, 1. Dünya Savaşı’nda Ermeni çetelerin Mersin’de çok sayıda insanı katlettiğini belirterek, “1915 tehciri, Batı Türklüğünü bugünlere getiren ve yarınlara taşıyacak olan kanatlarımızdır.” dedi.

Tek, Toroslar Belediyesi’nce Mersin’in düşman işgalinden kurtuluşunun 98. yıl dönümü etkinlikleri kapsamında Yunus Emre Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Milli Mücadele Döneminde Mersin” başlıklı konferansa konuşmacı olarak katıldı.

Kentin kurtuluş mücadelesinin önemli anlarını ve bilinmeyenlerine ilişkin yaptığı sunumda Hayati Tek, Mersin’in kahramanlar bakımından şanslı bir şehir olduğunu söyledi.

Tek, İngilizlerin ardından Fransızların da kenti işgal ettiğini hatırlatarak, ilçeler ve köylerde Ermeni çetelerin sivillere yönelik katliamlar yaptığını anlattı.

İşgalcilere direnen Arslanköylüler ve Yörüklerin, milli mücadeledeki başarılarının yanı sıra diplomatik zaferleriyle de öne çıktığına dikkati çeken Tek, “18 Ocak 1919’da başlayan Paris Konferansı’nda Kilikya bölgesinde ABD mandası bir Ermenistan kurulmasını King-Crane Komisyonu araştırıyordu. Bazen, ‘Dağdaki çoban ile benim oyum bir mi’ diyenler çıkıyor. Aslında bu komisyonun başarısızlığının arkasında o küçümsenen Yörüklerin büyük bir diplomatik başarısı vardır. Çok iyi çalışarak, iyi yönlendirmeler yaparak; bu bölgenin Türk yurdu olduğunu vurgulayarak, burada Ermenistan’ın kurulmaması gerektiğini Amerika heyetine anlatmayı başarmışlardır. Bu heyet, Paris’e eli boş dönmüştür.” diye konuştu.

Tek, 1915 olaylarına ilişkin de şunları kaydetti:

“Yıllarca Amerika, Avrupa’daki birçok ülke, Ermenilere yönelik soykırım yaptığımızı iddia edip ayağımıza pranga takmaya çalıştı. Oysa biz tehcir uygulamasını boşuna yapmadık, çok da doğru yaptık. 1915 tehciri, Batı Türklüğünü bugünlere getiren ve yarınlara taşıyacak olan kanatlarımızdır. Bu uygulamayla Ruslarla bir olup bizi arkamızdan vuran Doğu Anadolu’daki Ermenileri Suriye’ye götürdük. Çukurova’da bize sıkıntılar yaşatan Ermenileri Suriye’ye götürdük. İşgalci generaller, Doğu Anadolu’da ‘Burası Ermenistan olsun’ diyecek Ermeni bulamadı. O yüzden kararda imzası bulunan ve bu uğurda şehit edilen Talat Paşa, Cemal Paşa ve Enver Paşa’yı hayırla yad ediyorum.”

Mersin’in birçok stratejik noktasında düşmanla mücadele edildiğini ifade eden Tek, 9 ayda 20 savaşın yaşandığına dikkati çekti.

Tek, Mersinlilerin, işgalcilerle mücadelesinin ardından yurttaki diğer savaşlara da katıldığını vurgulayarak, buralı 1218 kişinin Çanakkale’de şehit olduğunu kaydetti.

Konuşmasının ardından Tek‘e plaket veren Toroslar Belediye Başkanı Atsız Afşın Yılmaz da “Hayati Tek, gazeteci, araştırmacı ve yazardır. Hepsinden önemlisi, güzel insandır, gönlü güzeldir. Mersin’le ilgili, kentin kurtuluşuyla ilgili anlatacak daha çok şeyleri vardır. Zevkle dinlediğimiz bir sohbet oldu. Kendisine teşekkür ediyorum.” ifadelerini kullandı.

Tek, programın ardından okuyucularıyla sohbet etti.

]]>
TÜRKİYE’NİN HER KARIŞ TOPRAĞI GAZİ, HER BİR VATANSEVERİ KAHRAMANDIR http://hayatitek.com/turkiyenin-her-karis-topragi-gazi-her-bir-vatanseveri-kahramandir/ Sun, 31 May 2020 21:06:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=463
Gazi Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruz Öncesi Türk Birliklerini Denetliyor

HAYATİ TEK –

Bin yıl öncesiydi. 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi ile birlikte can suyu misali aktık Anadolu’ya. Kanımızla kırkladık, duamızla mayaladık, alın terimizle imar ettik dört bir yanını. Türkçe ile Türkiye yaptık Anadolu’yu.

1299’da Söğüt’te dualarla diktiğimiz çınarı, alın teri ve şehit kanıyla suladık; dualarla koruduk, iman gücüyle kolladık. Kökleri uzak Asya ve Asr-ı Saadet dönemine uzanan Osmanlı çınarının devasa dallarıyla üç kıtaya uzandık. Tarihçilerin “Pax Ottomana (Osmanlı Barışı)” dedikleri, barış ve huzur dolu bir masal devri başlattık.  Nerede bir mazlum ve mağdur varsa şefkatli kanatlarımızın altına aldık.

17. yüzyıla kadar süren bu muhteşem devir, 2. Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine son buldu. Her zirvenin inişi, her mevsimin bir sonu vardı. Önce kımıldamaz oldu dev çınarın yaprakları, sonra en uçtan sararmaya başladı. Ve nihayet gelip çattı hazan mevsimi. Önce Trablusgarp, ardından Balkanlar düştü. Osmanlı’nın parlayan yıldızı Balkanlar, içimize oturan derin bir sızıya dönüştü. Beş asırlık vatan toprağını beş ayda alıp götüren; 125 bin şehit, 115 bin esir bıraktığımız Balkan hezimeti sırasında binlerce Evlad-ı Fatihan göç yollarında kırıldı. Yükselme döneminin zafer türkülerinin yerini mazlumların feryatları ve kahredici bir melodram aldı.

Balkan’ın çamuruna, Yemen’in çölüne saplanıp kalan bîçare Mehmet’ten kopan vaveyla Sarıkamış’ta yankılandı. Allahuekber dağlarında çığa kapılan 90 bin fidan, en uzun gecede şehadete sevdalandı. Karabasan gibi üzerimize çöken Sarıkamış’tan sadece bir ay sonra yeni bir feryat yükseldi Çanakkale’den. 500 bin askerinin bir milyon eliyle yedi düvel, Türk’ün nefesini kesmek için Çanakkale Boğazı’na davrandı.

Boğazımıza sarılanların ilk hedefi İstanbul’du. Nihai hedefleri ise milletimizi bin yıllık yurdundan koparıp atmak… Son siperimiz Çanakkale’ye sağlam tutunduk. Yemen’de çöl çiçeği, Sarıkamış’ta kar çiçeğiydi, Çanakkale’de kan çiçeği oldu Mehmetçik. Nusret, Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş, Kınalı Hasan ve daha niceleri destan içre destan yazdılar. Düşmana geçit vermediler.

Çanakkale’yi geçemeyenler, amaçlarına Mondros’ta ulaştılar. Nusrat’ın, Seyit Onbaşı’nın elinden kurtulabilen müttefik gemileri İstanbul Boğazına demir attılar. Beş yüz yıllık Osmanlı payitahtının en karanlık günlerini başlattılar.

Bu puslu sahneyi hüzün ve hiddetle izleyen bir çift mavi göz vardı. O gözlerin sahibi, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’in dudaklarından, azim ve kararlılık döküldü: “Geldikleri gibi giderler.”

Tarihin en parlak barışını kursak da bu topraklarda, zordu yönetmek Anadolu’yu. Bir türlü hazmedemediler Malazgirt’i, bir türlü kabullenmediler Bizans’ın Türk, Ayasofya’nın İslam oluşunu. Her fırsatta çullandılar üstümüze, sayısız badireler atlattık bin yıl boyu. Bundan tam yüz yıl önce küllerinden doğmaya hazırlanan bir Zümrüdüanka’nın doğum sancılarıyla kıvranıyordu Anadolu.

BAĞIMSIZLIK YOLUNDA İLK ADIM: SAMSUN

Üzerimize çöken karanlığı dağıtmak, bayrağı düştüğü yerden kaldırmak zamanı artık gelmişti. Kum saatinin ince beli doğum sancısıyla kıvranıyor; karanlığı delecek ilk kum tanesin düşmesi müjdeli bir haber gibi bekleniyordu. Beklediği müjde gecikmedi Mustafa Kemal’in, 9. Ordu Müfettişliğine atandı.

Vedalaşmak için gittiği Yıldız Sarayı’nda Mustafa Kemal’e elindeki tarih kitabını gösteren Padişah VI. Mehmet Vahdettin, şu tarihi ifadeleri kullandı:

“Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Bunları unutma. Asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin.”

16 Mayıs’ta İstanbul’dan demir alan Bandırma vapuru, şanlı Nusrat’ı aratmadı. Fırtınalı, zorlu bir yolculuğun ardından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaştırdı 19 kahraman askeri.

Samsun’da karşılaşılan manzara pek de parlak değildi. İşgal altındaki şehrin sokakları Pontusçu kaynıyor, boynu bükük halk kaderine ağlıyordu. Samsun’da bir hafta kalan Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’nun kalp atışlarını dinlediler. Küllerini savurup umutsuzluğun, özgürlük ateşini yenilediler.

“PAŞAM! BÜTÜN AMASYA EMRİNİZDEDİR”

Samsun’dan sonra Havza’da on sekiz gün konaklayan kutlu kervan, Rum ve Ermeni çeteleri hakkında bilgiler topladı. Milli Mücadelenin vurucu gücü olan Kuvayı Milliye’nin ilk örneğini teşkil eden ve “Serdengeçtiler” ismiyle anılan milis kuvvetleri Havza’da oluşturdu. Amasya Genelgesi burada kaleme alındı.

Havza’dan hareket eden kutlu kervan 12 Haziran’da Amasya girişinde heyecanla karşılandı. Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin, “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir. Gazânız mübarek olsun!” sözü yüreklerde dalgalandı.

Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Paşa (Bele) ve Rauf Bey (Orbay) tarafından imzalanan Amasya Genelgesi, Konya’daki Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa ve Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın da onayını aldıktan Türkiye ve dünya kamuoyuna açıklandı.

Anadolu’nun işgal altında bulunmayan illerindeki bütün sivil ve asker makamlara gönderilen ve Milli Mücadelenin nasıl yapılacağına dair ilk yazılı belge olma özelliğini taşıyan genelgenin ilk maddesinde, vatanın bütünlüğü ve milletin istiklâlinin tehlikede olduğu belirtildikten sonra “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesine yer verildi. Doğu illeri için Erzurum’da, yurt geneli için de Sivas’ta kongreler toplanacağı açıklandı.

MİLLİ MÜCADELE’NİN DÖNÜM NOKTASI

Amasya’dan Erzurum’a geçen 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, 3 Temmuz 1919 günü Palandöken Dağı eteklerinde Kazım Karabekir Paşa ve şehir halkı tarafından karşılandılar.

Sadece üç gün sonra İstanbul’dan gelen padişah iradesiyle, Mustafa Kemal’in görevine son verildiğini bildirildi. Aynı emir kendisine de ulaşan ve Mustafa Kemal’i tutuklama emrini alan Kazım Karabekir Paşa’nın tarihe geçen tavrı, Milli Mücadelenin de dönüm noktası oldu.

Gelin o gün yaşananları Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” kitabından birlikte okuyalım:

“Saatler ilerlemektedir sinirler gergindir. Kolordu’dan gelecek haber ne olacak? Bu uğursuz hava uzayıp gidecek mi? Yoksa bir tutuklama emri?

Tam o sırada yaver Cevat Abbas, Mustafa Kemal’in odasına yıldırım hızıyla dalar:

-Kumandan (Karabekir) Paşa geliyorlar. Arkalarında bir bölük süvari askeri var!

Mustafa Kemal, Rauf Bey’e bakar, kulağına eğilir, yavaşça mırıldanır:

-Gördün mü Rauf? Dediklerim doğru değil miymiş?

Sararmıştır. Bunalım zirve noktasındadır. Yerinden kalkar. Odanın ortasına ilerler. Ayaktadır. Gözleri kapıya dikilmiştir. İçinde hayatının en tehlikeli sorusu uyanır. Hayatında en önemli dönüm noktasıdır. Kâzım Karabekir Paşa kapıda görünür.

Arkasını subaylar çevirmiştir. Sakin görünmeye çalışır. Yüz hatları hiçbir şey ifade etmez. Binanın önünde süvari bölüğü saf nizamı almıştır. Karabekir ilerler. Yaklaşır. Durur. Askerce selam vaziyetini alır.

Önemsiz bir şeymiş gibi, sükûnetle bildirir:

– Emrinizdeyim Paşam! Ben, subaylarım, erlerim, kolordum, hepimiz emrinizdeyiz!”

SAKARYA’DA KUŞANILMAK ÜZERE ÇIKARILAN ÜNİFORMA

İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’nın baskısı ile İstanbul Hükümeti’nin “İstanbul’a dön” emrine karşı çıkan, Kazım Karabekir Paşa’nın vatansever tavrıyla iyice rahatlayan Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifa ettiğini açıkladı ve Sakarya’da yeniden kuşanmak üzere bütün rütbe ve nişanlarını çıkarıp attı.

9 Temmuz 1919 tarihli yazısıyla valiliklere bildirdiği bu kararının gerekçesini şöyle anlattı:

Kutsal vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan Millî Mücadele uğrunda milletle beraber serbest şekilde çalışmaya resmî ve askerî sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu kutsal amaç için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olmam sebebiyle pek âşıkı bulunduğum yüce askerlik mesleğiyle bugün ilgimi keserek istifa ettim. Bundan sonra millî kutsal amacımız için her türlü özveriyle çalışmak üzere milletin içinde bir savaşan birey olarak bulunmakta olduğumu yazıyla duyurur ve ilân ederim.”

“MİLLİ SINIRLAR İÇİNDE VATAN BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR”

Amasya Genelgesi’nde haber verilen Erzurum Kongresi 54 delege ile 23 Temmuz’dan itibaren bir okul salonunda çalışmalarına başladı. Erzurum delegesi Cevat Dursunoğlu’nun istifa etmesi üzerine davetli olarak katıldığı kongrede asil üyeliğe geçen Mustafa Kemal Paşa, kongre başkanlığına seçildi.

Milli bir hal alan kongrede, genel değerlendirmeler yapıldı ve doğu illerinin durumu görüşüldü. Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütün olduğu; her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı milletin topyekûn kendisini savunacağı; geçici bir hükümet kurulacağı ve üyelerinin Sivas’ta toplanacak milli kongre tarafından seçileceği; Kuvayı Milliye’nin tek kuvvet olarak tanınacağı; manda ve himayenin kabul edilmeyeceği kararları alındı.

YENİ DEVLETİN TEMELLERİ SİVAS’TA ATILDI

Erzurum’un ardından Sivas Kongresi ile ilgili çalışmalar sürerken Fransızlar, kongrenin toplanması halinde şehrin işgal edileceğini Sivas Valisi Reşit Paşa’ya bildirdiler. Hatta Elazığ Valisi Ali Galip, kongreyi basmakla görevlendirildi. Tüm engellemelere rağmen 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nin başkanlığına, Erzurum’da olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa seçildi.

İlk milli kongre niteliği taşıyan Sivas Kongresi, Erzurum’da alınan kararların tümünü kabul etti. Yurt genelindeki Kuvayı Milliye teşkilatlarının ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin tek yönetim altına alınması sağlandı. Yeni bir Temsil Heyeti oluşturuldu.

Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki 16 kişilik Temsil Heyeti şu isimlerden oluştu: Rauf Bey,

Refet Bey, Hoca Raif Efendi, Süleyman Servet Bey, Şeyh Fevzi Efendi, Bekir Sami Bey, Sadullah Efendi, Hacı Mustafa Bey, Kara Vasıf Bey, Mazhar Müfit Bey, Ömer Mümtaz Bey, Hüsrev Sami Bey, Hakkı Behiç Bey, Niğdeli Mustafa Bey, İzzet Bey.

Misak-ı Milli esaslarını belirleyen, Mondros Mütarekesini reddeden, tam bağımsızlık ve milli egemenlik ilkelerini temel prensip olarak kabul eden, Kuvayı Milliye cepheleri arasında eşgüdüm sağlayan ve yeni devletin temellerini atan Sivas Kongresi kararları, yurt genelindeki vatanseverler tarafından sevinçle karşılandı.

İTTİHAD-I İSLAM KONGRESİ VE MALİ YARDIMLAR

Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal, düzenli ordu kurulma sürecindeki finans kaynakları için de Sivas’ta önemli görüşme ve çalışmalar yaptı. Libyalı Şeyh Ahmet Şerif Senusi’yi davet ederek ve onun başkanlığında Sivas Cami-i Kebir’de 18 Şubat 1921’de “İttihad-ı İslam Kongresi” toplanmasını sağladı.

Atılan bu adım, meyvelerini vermekte gecikmedi. İslam dünyası Milli Mücadeleye kayıtsız kalmadı. Londra’da Türkiye’nin işgalini protesto eden ve 8-10 Temmuz 1921’de Karaçi’de “Bütün Hindistan Hilafet Konferansı” düzenleyen Hint Hilafet Komitesi 1921-23 döneminde toplam 130.250 İngiliz Sterlini yardımda bulundu.

Buhara Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği üzerinden 100 milyon altın ruble gönderdi. 1.500.000 Fransız Frangı yardımda bulunan Azerbaycan, Kazım Karabekir Paşa’ya da, yetim Türk çocuklarının eğitimleri için 50.000 Osmanlı altını verdi. Yayımladıkları dergiler, düzenledikleri toplantılarla Milli Mücadele lehine kamuoyu oluşturan Kıbrıs Türkleri de bu etkinlikler sırasında topladıkları paralarla Milli Mücadeleye destek verdiler.

GAZİ MECLİS DUALARLA AÇILDI

Sivas’ta geçen 108 önemli günün ardından yola çıkan kutlu kervan Ankara’ya girişinde Seğmenler tarafından karşılandı. Dikmen sırtlarına akan binlerce insan, saatlerdir bu anı bekliyordu. Ellerde bayrak, ağızlarda dua, gözlerde ışık, yarınlarda umut vardı. Coşkuyu gören Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yüreğindeki hürriyet ateşi daha da canlandı.

İstanbul’un fiilen işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması üzerine Mustafa Kemal, Temsil Heyeti Başkanı sıfatıyla Büyük Millet Meclisinin Ankara’da toplanacağını duyurdu.

23 Nisan günü Ankara’nın hali görülmeye değerdi. Telaşlı bir bayram havası hâkimdi dört bir yana. Sabahın erken saatlerinden itibaren bütün şehir, hücum etmişti Hacı Bayram’a. Cuma namazının ardından kurbanlar kesildi ve Büyük Millet Meclisi dualarla açıldı.

DÜZENLİ ORDU VE GAZİ MECLİS UNVANI

115 milletvekilinin katıldığı ilk toplantının açılışını “en yaşlı milletvekili” sıfatıyla Meclis Başkanı olarak Sinop Milletvekili Şerif Bey yönetti ve açış konuşmasını yaptı. Meclis’in kuruluş gerekçesini kısaca ifade ettikten sonra Halife Sultan VI. Mehmed Vahdettin, İstanbul ve vatanın Allah’ın izniyle kurtarılacağını ilan etti.

Meclis’in ilk kararı, Mustafa Kemal’i başkan seçmek oldu. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, Büyük Millet Meclisi’nin üstünde hiçbir gücün bulunmadığı tüm dünyaya ilan edildi.

24 Nisan 1920’de kürsüye çıkan Meclis Başkanı Mustafa Kemal, içinde bulunulan durumu özetleyen detaylı bir konuşmasını şu ifadelerle noktaladı:

“Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani bağlılığı ile övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Sıcak alkışlar)

İstanbul faciasını izleyen günlerden şu ana kadar Temsil Heyetimiz milletler arasındaki birlik ve dayanışmayı korudu. Osmanlı kanunlarının yürürlüğünü sağladı. Çalışmalarından alıkonulan devlet gücünün yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Bundan dolayı genel güvenliği korumuş ve savunmuş olmakla görevini gereği gibi yaptığından emindir. Bu dakikadan itibaren, yedi yüz yıl boyunca onurlu ve yüce bir yaşam sürdükten sonra yok olma uçurumunun kenarında ancak ayakta durabilen Osmanlı Milletinin geleceğinin sorumluluğu, sayın Meclisinizin çalışma gücünü artıran bir neden olacaktır.

Davamızın yasalara uygunluğu ve bütün millet ve ulusların, insanlık hak ve hukukundan paylarını almış olduğuna inandığımız yüreklerinin, bizimle birlik ve bize daima yardımcı ve destek olduğuna güvenimiz tamdır. Başarı ümitlerimizin kalplerimizde bir an bile karamsarlığa düşmemesini sağlayacak olan, sonsuz gücümüzdür, özellikle büyük tanrı her zaman bizimledir. (Amin, amin sesleri)

Vermek istediğim bilgiler ve ayrıntılar bu kadardır.”

1921 ANAYASASI KABUL EDİLDİ

Gazi Meclis olarak tarihe geçen Birinci TBMM, milli iradenin en doğru şekilde tecelli ettiği kutsal bir mekân ve karar mercii oldu. Zaman zaman önemli tartışmaların yaşandığı Meclis, milli bekamızı tehlikeye atacak hiçbir adıma izin vermedi.

Savaş karargâhı olan Meclis’te millete ve kurtuluşa olan inanç en kuvvetli şekilde dile getirildi. Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Meydan Savaşı öncesinde Meclis Başkanı ve Başkomutan sıfatıyla yaptığı konuşmasında kullandığı ifadeler, bu inanç ve kararlılığın ilanıydı:

“Milletimiz bugün, bütün geçmişinde olduğundan daha çok ve atalarından daha çok ümitlidir. Bunu ifade için şunu arz ediyorum. Kendilerinin deyişiyle cennetten vatanımıza gözcü olan merhum Namık Kemal demiştir ki:

‘Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?’

İşte bu kürsüden, bu yüce Meclis’in başkanı olarak yüksek kurulunuzu oluşturan bütün üyelerin her biri adına ve bütün millet adına diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”

Büyük Millet Meclisi’nde ete kemiğe bürünen milli irade 1921 Anayasasını da 20 Ocak’ta kabul ederek, atılacak adımların anayasal bir zeminde yürütülmesine de sağladı.

Bu olumlu gelişmelere karşın, kara bulutlar dağılmak bir yana daha da artıyor, Meclis çatısı altında çetin tartışmalar yapılıyordu.

SAKARYA’NIN SIRTINA TÜRK TARİHİ VURULUYOR

Ankara’nın 50 kilometre yakınına kadar giren Yunan ordusu son darbeyi vurmak üzere harekât emri almıştı. Kafkaslardaki 24 Rus tümeni Sakarya’dan gelecek haberi bekliyor, Sevr’i uygulamak için sabırsızlanıyordu. Gergin bir bekleyiş vardı Ankara’da. Başkentin Kayseri’ye taşınması dâhil çeşitli senaryolar dillendiriliyordu.

Meclis Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal, “Hattı müdafaa yoktur; sathı müdafaa vardır.

O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz!” sözünü o günlerde söyledi.

Fevzi Paşa (Çakmak) ile birlikte cepheye gelerek komutayı üstlendi. 238 yıl önce Viyana’da başlayan çekilme artık durmalı, Sakarya’nın sırtına, Türk tarihi vurulmalıydı.

“Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!”

Kararlıydı Sakarya, ayağa kalkacaktı. Kararlıydı Mustafa Kemal, bin yıllık vatan toprağı, ebedi yurt kalacaktı. Sakarya coştukça coşacak, Mehmetçik zaferden zafere koşacaktı.

22 gün 22 gece süren kanlı savaşta 40 bin Mehmetçik şehit olsa da; Yunan ordusu ilk kez savunmaya çekildi. Bir 13 Eylül günü Viyana’da başlayan çekilme, yine bir 13 Eylül günü Sakarya’da son buldu. İman tazeledi gazi millet; şanlı bayrağımız rüzgârına kavuştu.

BÜYÜK TAARRUZ VE ZAFER

Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndaki şu ifadeler, Büyük Taarruz öncesindeki durumu anlatan en çarpıcı ifadelerden biriydi:

“Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.”

Sarışın kurt liderliğindeki ordumuz Afyon ovasında yıldırım hızıyla ilerledi. Dört günde 100 bin düşmanı imha ederek Yunan kuvvetlerine son ve en büyük darbeyi indirdi. Zafer sonrası savaş meydanını dolaşan Başkomutan, binlerce cansız bedeni görünce mensup olduğu millete has bir vakarla tarihe not düştü:

“Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir.”

Hoşgörü, adalet ve merhamet, evrensel kardeşliğin can suyu, insanlığın huzur kaynağıydı. Türk sadece etnik bir kimliğin değil bin yıllardır var olan asil bir duruşun adıydı. Bu duruşun temel tezahürlerinden biri de zalime karşı mazlumun yanında olmaktı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri, bu duruşun en güzel örneklerinden biri olarak tarihteki yerini aldı.

“İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR. İLERİ!”

Sakarya’da harlanan istiklal ateşi Dumlupınar’da düşmanı yakıp kavursa da, nihai zafer henüz kazanılmamıştı. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emriyle harekete geçen Mehmetçik üç koldan aktı Akdeniz’e. 1 Eylül’de Uşak, 2 Eylül’de Eskişehir, 6 Eylül’de Balıkesir ve Bilecik, 7 Eylül’de Aydın, 8 Eylül’de Manisa zafer türküleriyle inledi. 9 Eylül’de kutlanan, bayramların en güzeliydi.

“İzmir’in dağlarında çiçekler açar

Altın güneş orda sırmalar saçar

Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar

Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa

Adın yazılacak mücevher taşa”

“BAYRAK ULUSLARIN BAĞIMSIZLIK SEMBOLÜDÜR”

Zaferden bir gün sonra İzmir’i şereflendiren Başkomutan, kalacağı konağın önüne serilmiş Yunan bayrağını görünce durdu. İşgal günlerinde şehre gelen Kral Konstantin, şanlı bayrağımızı çiğneyerek girmişti bu konağa. Şimdi İzmir halkı, aynı şeyi Mustafa Kemal’den rica ediyor, intikam anını heyecanla bekliyordu.

Muzaffer Başkomutan, tatlı bir tebessümle baktı etrafındakilere. Sonra tarihi mesajını verdi: “Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.”

Bağımsızlık sembolüdür bayrak. Bayrağın dalgalandığı yerdir vatan. Ve mukaddes şehit kanıdır, toprağı vatan, atlası bayrak yapan. Bunu en iyi bilen şüphesiz ki, Gazi Meclis’in Başkanı ve şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerimizin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal’di.

ZAMANI DURDURAN ANLARDIR TARİHİ HAREKETE GEÇİREN

Zamanı durduran anlardır, tarihi harekete geçiren. 26 Ağustos 1971’den itibaren adım adım vatanlaştırdığımız vatan coğrafyasında ve Yüz yıl önce verdiğimiz milli mücadele sırasında nice zamanı durduran anlar yaşadık. İstiklal Savaşımızı kazandığımızı ilan eden 30 Ağustos Büyük Taarruz Zaferi de o anlardan biriydi. Ve zamanın durduğu o gün, tarih bir kez daha harekete geçti. 1700’lerin başından itibaren kapanmaya başlayan tarihin akordeon körüğü, aldığımız derin özgürlük nefesiyle yeniden açılmaya başlandı.

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. Biz de öyle yaptık. Derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerine, alın teri ve şehit kanıyla çifte su verdiğimiz çelik irademizle kurduk Cumhuriyetimizi.

Milli Mücadele gazi Meclis’imizin yönetiminde, Gazi Mustafa Kemal Paşa Başkomutanlığında, gazi milletimizin, gazi vatan coğrafyamızda verdiği emsalsiz bir özgürlük ve demokrasi destanıdır. 30 Ağustos 1922 ise bu kutlu destanın görkemli zafer tacı…

]]>
GAZİ MECLİS’İN YÜZ YILLIK DEMOKRASİ MÜCADELESİ http://hayatitek.com/gazi-meclis/ Sun, 31 May 2020 20:41:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=454

HAYATİ TEK –

Dünya tarihi boyunca toplumlar Monarşi, Meşrutiyet, Oligarşi, Otoriter, Totaliter, Komünist, Faşist, Nasyonal Sosyalist, Teokratik, Demokratik, Cumhuriyet gibi çeşitli isim ve özellikler taşıyan devletler kurdular. Bu devlet şekillerinin pek çoğu bugün hâlâ yürürlükte olmakla birlikte çağımızın ideal yönetim şekli olarak demokrasi esasına dayanan cumhuriyetler gösterilmektedir.

Cumhuriyet bir rejimin adını, demokrasi ise bu rejimin çeşitli uygulama şekillerinden birini tarif eder. Tarihteki ilk demokrasi örneği, doğrudan demokrasiye çok yakın bir şekilde antik çağ site devletlerinde uygulandı. Kadınların yanı sıra kölelerin ve şehirde doğmamış erkelerin oy kullanamadığı Atina ilk demokrasi uygulaması olarak kabul edilir. Elitlerin yönettiği Roma İmparatorluğu da demokrasiyle yönetilen ilk örnekler arasında sayılır. Ortaçağ’daki en bariz örnek İngiltere’dir. Bu ülkede kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta’nın (Büyük Şart) ilan edilmesinden sonra ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştır.

Bu erken örneklere rağmen yöneticilerin seçimlerle belirlenme kültürü, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasasının 1788’de kabul edilmesi üzerine bu ülkede ortaya çıkabildi; hükümetler seçim yoluyla belirlenmeye başlandı. 1861-1865 yılları arasındaki Amerikan iç savaşının ardından girilen süreçte kölelere özgürlük ve oy verme hakkı tanınması ile birlikte bir yönetim biçimi olarak demokrasinin itibarı daha da arttı. Benzer bir gelişme 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da yaşandı. Kabul edilen anayasaya göre iktidar yetkisi, halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırılsa da bu uzun sürmedi; Napolyon dönemiyle birlikte demokrasi rafa kaldırıldı.

DEMOKRASİNİN ALTIN ÇAĞI VE AĞIR BEDELİ

Yirminci yüzyıl için “demokrasinin altın çağı” denilebilir. On milyon asker ve yaklaşık yedi milyon sivilin canına mal olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılmasıyla birçok yeni devlet kuruldu. Bunların önemli bir kısmı demokratik bir görüntü verse de, 1929 ekonomik buhranının ardından İspanya’da Francisco Franco, İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, Portekiz’de António de Oliveira Salazar, Japonya’da Hideki Tojo faşist; Çin’de Mao Zedung, Sovyetler Birliği’nde Joseph Stalin sosyalist diktatörlükler kurmakta gecikmediler.

Yaklaşık altmış beş milyon insanın hayatını kaybettiği insanlık tarihinin en kanlı kapışması olan İkinci Dünya Savaşı, sebep olduğu ağır faturanın yanı sıra demokrasinin gelişmesine de zemin hazırladı. Bu kanlı savaş sonrasında ortaya çıkan ve ABD-SSCB güç mücadelesine sahne olan Soğuk Savaş yıllarında pek çok ülke, Doğu ve Batı blokların yönetim şekillerinden etkilendi. Yeni despotlar çıksa da dünya ülkelerinin çoğunluğu “ileri demokrasi” ya da “hür dünya” olarak adlandırılan safta yer almayı tercih ettiler.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ

En genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan insanlığın demokrasi serüveni göz önüne alındığında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gelişmelerin çok da uzağına düşmediklerini görmek bazılarını şaşırtabilir. Oysa Türkiye’nin demokrasi tecrübesi, dünyadaki pek çok ülkeden çok daha önce, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlar.

Bugünkü seçimler gibi olmasa da Tanzimat’la birlikte vilayetlerde toplanacak vergi miktarlarını tespit etmek üzere oluşturulan meclislerin üyelerini belirlemek için “evet-hayır” oylamasına benzer bir yöntem uygulanmaya başlamıştır. Tabii bu seçimlere, yirmi beş yaşın üzerindeki vergi mükellefi erkeklerin katılabildiğini unutmamak gerekir. Parlamento üyelerini seçmeye yönelik ilk seçimimizi ise 23 Aralık 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’in ilk yılı olan 1877’de gerçekleştirdik.

Yüz seksen yıllık seçim, yüz kırk üç yıllık parlamento deneyimine sahip bir millet olarak, demokrasiyi kabullenme ve uyum konusunda Batı’daki örnekler gibi büyük ıstıraplar yaşamasak da sistemi anlamak ve doğru uygulamak noktasında epeyce bedel ödedik. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri bu anlamda demokrasiye hazırlık aşamalarımızı oluşturdu; yeni rejimimiz Cumhuriyet, onlarca yıl öncesinden adeta “ben geliyorum” dedi. Üstelik Batı’daki örneklerin aksine Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş sürecimizi yarım asırdan daha kısa bir sürede tamamladık.

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI VE SEÇİM GELENEĞİ

İki bin üç yüz yıllık kadim devlet geleneği, ondan çok daha eskilere dayanan milli varlığıyla Türkler, tarih boyunca pek çok devlet kurdular. İslam öncesi dönemde Hun ve Göktürk, İslamiyet dairesine girdikten sonra ise Selçuklu ve Osmanlı ile dünya çapında etkin olup, insanlık tarihine yön verdiler.

Milletin teşkilatlanmış şekli olan devletin iş ve işlemlerini yürütebilmesi için yazılı veya sözlü bir anayasasının, cezaları tatbik etmek için kanunlarının bulunması gerekir. İslam öncesi çağlarda Türklerin hukuk düzeni “töre” kelimesiyle ifade ediliyordu. Orhun Kitabelerinde geçen “töre/törü” kelimesi, binlerce yıl içerisinde toplum tarafından kabul edilen ortak değerleri tanımlayan örf, adet ve geleneklere dayalı bir hukuk sistemini tarif ediyordu.

İlk çağlardan itibaren devleti ve devlet başkanını kutsal gören milletimiz, yönetim işlerini karara bağlamak üzere toylar (meclis, kurultay) düzenliyordu. Bu önemli buluşmaya davet edildiği halde katılmamak büyük cezayı gerektiriyordu. Kararların, özgürce ve cesurca kullanılan oylarla alındığı toy günlerinde Hakan tarafından katılanlara ve halka açık yemekli eğlenceler düzenleniyor, bu önemli toplantı bir düğün atmosferinde gerçekleştiriliyordu. Günümüzde seçim günlerinin “demokrasinin düğünü” olarak nitelendirilmesi ile örtüşen bu yaklaşım, tarihi temellerden yoksun değildir.

CUMHURİYET GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. İskitler’den bu yana devletsiz kalmayan milletimizin Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı kanalıyla ulaştığı son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Milli irademizi temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan bu son devletimiz gökten zembille inmedi; derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerinde yükseldi.

Nice zorluklara katlanarak kurduğumuz Cumhuriyetimiz, uğruna nice şehitler verdiğimiz vatanımızla birlikte en değerli varlığımız olmakla birlikte, bugünlere sadece cephede verdiğimiz savaşlarla ulaşmadık. Aynı zamanda devletimize karakterini veren demokrasi yolundaki yüz kırk üç yıllık Meclis deneyimi, bu deneyim sırasında ödediğimiz pek çok bedellerle birlikte ulaştık. 1911-1922 döneminde kas ve beyin sermayemiz olan gencecik yiğitlerimizi cephelere gömerek, 1968-1980 arasında binlerce gencimizi ideolojik çatışmaya, 1984’ten bu yana binlerce gencimizi bölücü teröre kurban vererek geldik.

Tarihimiz sadece zaferlerden ibaret değil. Hatırlamak bile istemediğimiz nice büyük hatalarımız, mağlubiyetlerimiz oldu. Biz, bunlardan çıkardığımız derslerle büyük milletiz. Ve büyük bir millet olarak demokrasi mücadelemizden de yüzümüzün akıyla çıkmayı bildik.

1699 tarihli Karlofça Antlaşması’ndan itibaren başlayan gerileme dönemimiz boyunca pek çok badire atlattık. Öncelikle askeri alandaki başarısızlığı, toprak kayıplarını ve azınlıkların ana bünyeden kopmasını önlemek amacıyla başlattığımız ıslahat hareketlerimizi zaman içerisinde cumhuriyet ile sonuçlanacak adımlarla devam ettirdik. Askeri ve teknik anlamdaki modernleşme çabamız, demokrasi sürecinin gelişiminde de etkili oldu.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE MEŞRUTİYET

31 Ağustos 1876’da göreve başladıktan yaklaşık dört ay sonra 23 Aralık 1876’da ilk anayasamız olan Kanun-ı Esasi’yi ilân eden İkinci Abdülhamid, çeşitli kesintilere uğrasa da bugüne kadar devam eden parlamentolu anayasal sürecimizi başlatan lider oldu.

Meşrutiyet’in ilanından sadece dört ay sonra 24 Nisan 1877’de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı’nda düşman kuvvetlerinin Yeşilköy’e kadar yaklaşması ve parlamentodaki gayri Müslim milletvekillerinin olumsuz tavırları nedeniyle Meclis’i 14 Şubat 1878’de tatil eden İkinci Abdülhamid, ülkeyi yine kendisinin ilan ettiği İkinci Meşrutiyet’e kadar parlamentosuz yönetti. Bu süre zarfında hukuken yürürlükte kalan ancak fiiliyatta uygulanmayan Kanun-ı Esasi, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile yeniden yürürlüğe girdi.

31 Mart Olayı’ndan sonra 22 Ağustos 1909’da bazı değişikler yapılarak meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu hale geldi ve padişahın veto yetkisi kaldırıldı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı. Yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi. İkinci Meşrutiyet’in çalkantılı siyasal sürecinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-i Esasi, Birinci Dünya Savaşı şartları nedeniyle uygulanamadı.

Mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişimizin miladı olan ve meşrutiyet rejiminin temellerini atan Kanun-i Esasi, Fransız Anayasası’ndan yola çıkılarak hazırlanmıştı. Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan, padişahın üstünlüğü ilkesine dayanan Kanun-ı Esasî, elbette tam bir anayasal düzen getirmedi. Ancak anayasalı ve seçimli bir siyasi sistem anlayışının somutlaşmasına, bu konuda kültürel bir iklim oluşmasına önemli katkılar sağladı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE MONDROS MÜTAREKESİ

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile birlikte İtilâf Devletleri, Türk topraklarını işgale başladılar. Henüz barış antlaşması imzalanmadan, bir mütarekeye dayanılarak girişilen işgallere tepki gösteren halkımız için İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali büyük infiale neden oldu. Silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan milli direniş, halk tarafından kısa sürede benimsendi.

İşgallere karşı sadece protestolarla yetinmeyen halkımız, “Kuvayı Milliye” olarak adlandırılan yerel milli kuvvetler oluşturarak, Mondros ile birlikte dağılan ordunun yeniden toparlanmasına kadar geçen süre zarfında önemli başarılar elde etti.

Yerel milli güçlerin başarısı, Batı Cephesi’ndeki hazırlıklar için büyük bir moral kaynağı oldu. Nitekim İsmet Paşa (İnönü) Genelkurmay Başkanı sıfatıyla 25 Eylül 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada bu durumu şu ifadelerle dile getirdi:

“Muntazam kuvvetlere karşı bu cephedeki ahalinin, Adana, Tarsus, Mersin ve bu mıntıkadaki ahalinin gösterdiği mukavemeti, ondan fazla olarak, düşman kıtaatına hücum için layenkatı faaliyeti, eğer biz layikile ifade etmiyorsak, fevkalade heyecan içinde, fevkalade alaka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana cephesinde cereyan eden vukuatı en ziyade iftihar ile telakki edecek, muazzamat meyanında görecektir. (Alkışlar)”

Başarılarıyla Ankara’da böylesine büyük bir heyecan uyandıran Kuvayı Milliye, Birinci İnönü Savaşı sırasında düzenli orduya dönüştürüldü. Yurdun dört bir yanındaki Kuvvacı vatanseverler Batı Cephesi’ne koşarak nihai zaferin kazanılması için can verdi.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin ardından 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinde oluşturulan Mustafa Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştı. İstanbul Hükümetiyle kurulan temas neticesinde Meclis-i Mebusan, Sultan Altıncı Mehmed Vahdeddin’in iradesiyle 12 Ocak 1920’de tekrar açıldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin seçip gönderdikleri üyeler de bu Meclis’te yer aldı.

Milli iradeye dayanılarak kurulan son Meclis-i Mebusan uzun süre yaşayamasa da tarihi görevini yerine getirerek 28 Ocak 1920’deki gizli oturumunda Misak-ı Milli kararlarını aldı. Bütün mebusların imzaladığı kararların basında yayınlanması ve yabancı parlamentolara bildirilmesi ise 17 Şubat 1920 tarihli oturumda kararlaştırıldı.

15 Mart’ta İstanbul’u fiilen işgal eden İngilizler, 18 Mart’ta Meclisin etrafını sararak toplantı halindeki milletvekillerinden bazılarını tutukladılar. Böylece son Osmanlı Meclis-i Mebusanı işgal kuvvetleri tarafından zorla kapatıldı ve tarihteki onurlu yerini aldı.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI

İstanbul’un İngilizler tarafından fiilen ve resmen işgal edilmesi üzerine Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, işgalin hükümsüz olduğunu açıkladı. Artık Anadolu’da yeni bir hükümetin kurulma zamanı gelmişti. Olağanüstü yetkilere sahip bir millet meclisinin Ankara’da açılmasıyla ilgili bildiri 19 Mart 1920’de yayınlandı ve illerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden milletvekili sıfatıyla temsilciler seçmeleri istendi. Yurdun dört bir yanında yapılan seçimlerle belirlenen milletvekilleri 22 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine Ankara’da toplandılar.

23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma Namazından sonra topluca Meclis binasına gelen milletvekilleri, saat 14.00’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını dualarla yaptılar. Meclis Başkanlığına en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey getirildi. Başkanlık kürsüsüne çıkan Şerif Bey, Meclis’in açış konuşmasını yaparak şunları söyledi:

“Değerli hazır bulunanlar, İstanbul’un geçici kaydıyle yabancı devletler kuvvetleri tarafından işgal ve bütün esasları ile Hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı ortadan kaldırıldığını biliyorsunuz. Bu duruma baş eğmek, milletimizin önerilen yabancı tutsaklığını kabul etmesi demek idi. Ancak tam bağımsız yaşama kesin azminde olan ve her şeyden önce özgür ve başı dik milletimiz tutsaklığı şiddetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclisimizi vücuda getirmiştir.

Ben bu Yüce Meclisin yaşlı başkanı olarak, Allah’ın yardımı ile milletimizin içte ve dışta tam bağımsızlığını ele alıp yönetmeğe başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.

Kutsal başımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Altıncı Sultan Mehmet’in yabancıların elinden kurtarılması, sonsuza kadar Başkent İstanbul ile işgal altında türlü acılar çeken ve acımasız olarak yok edilmeye çalışılan diğer illerimizin düşmandan arındırılması için bize güç vermesini, Yüce Tanrı’dan diliyorum.”

İstanbul’dan gelen doksanın üzerindeki milletvekiline ek olarak yüz yirmi beş devlet memuru, elli üç asker, elli üç din adamı ve çeşitli meslek mensuplarından oluşan, 1920-1923 yılları arasında görev yapan Birinci Meclis, işleyiş tarzı ve duruşu bakımından en güzel demokrasi örneklerinden birini ve milli beraberliğimizin en güzel fotoğrafını oluşturdu.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN İLK KARARLARI

24 Nisan 1920’de Meclis Başkanı seçildikten sonra teşekkürlerini ifade etmek üzere kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından o güne kadar olan gelişmeleri ve yürütülen çalışmaları anlattığı uzun bir konuşma yaptı. Ülkenin genel durumu hakkında bilgiler verdi.

Aynı gün yapılan Başkanlık Divanı seçiminde Mustafa Kemal Paşa birinci başkanlığa, Celâleddin Ârif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Çelebi birinci başkan vekilliğine ve Cemâleddin Efendi ikinci başkan vekilliğine seçildi. Kâtip üyelerle birlikte Başkanlık Divanı oluşturuldu.

1 numaralı kararı ile kendi kuruluşunu düzenleyen Meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın bir kısım üyelerinin yeni Meclis’e katılma yetkisini onayladı ve ardından yeni Türkiye’nin yolunu ve idare yöntemini ortaya koyan şu esasları kabul etti:

“1) Meclis’te beliren milli iradenin vatanın geleceğine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

2) Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

3) Hükümet kurmak gereklidir. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.

4) Geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili tayin edilmesi uygun değildir. Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslara uygun olan durumunu alır.”

Demokratik bir ortamda geçen uzun tartışmalardan sonra 2 Mayıs 1920’de yapılan oylamada TBMM Hükümeti kurularak faaliyetine başladı. Yasama, yürütme ve bazı hallerde yargı yetkisini elinde toplayan Birinci Meclis, olağanüstü şartlar gereği hükümet gibi hareket etti.

Olağanüstü yetkilerle donatılan Büyük Millet Meclisi, 18 Ağustos 1920 tarihli oturumunda, olağanüstü şartların ortadan kalkmasına kadar Meclis’in aralıksız çalışmasına karar vererek milli kimliğini ve ilk hedefini ortaya koydu.

GAZİ MECLİS’İN FEDAKÂR VEKİLLERİ

Millî Mücadele’yi yöneten ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran yasama organı olarak tarihi bir konuma sahip olan Birinci TBMM, çok zor şartlar altında görev yaptı. TDV İslam Ansiklopedisi’nin İhsan Güneş tarafından kaleme alınan ilgili maddesinde o dönemin şartları hakkında şu bilgiler yer alıyor:

“Ankara bu dönemde küçük bir Anadolu kasabasıydı. Ulus’taki meclis binası gaz lambasıyla aydınlatılıyor ve saç sobayla ısıtılıyordu. Mebuslar çevredeki okullardan getirtilen tahta sıralarda oturuyor, komisyonlar gaz tenekesinden oluşturulan masalar üzerinde çalışıyordu. Mebusların kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir otel ve lokanta bile yoktu. İlk gelenler başta Yüksek Öğretmen Okulu olmak üzere çeşitli okullara yerleştirilmişti. Ardından gelenler ise derme çatma han odalarında kalıyorlardı.

Mebuslar daha sonra okullardan ve hanlardan çıkarak üç beş kişi ortaklaşa ev kiralamaya başladılar. Önce kale içindeki sağlık şartları uygun olmayan azınlıklara ait evlerde oturdular. Ardından Müslümanlar da evlerini kiraya vermeye başladılar.

Bu şartlardan şikâyet etmeyen mebusların devletin kendilerine verdiği 100 lira maaşın bir kısmını bütçe açığını gidermek amacıyla geri verdikleri bile oluyordu. Üyeler, gerektiğinde cepheye gidip askerlerle birlikte savaştıkları gibi köyleri ve kasabaları dolaşarak meclisin amaçlarını halka anlatıyorlardı.

Toplumun her kesiminden gelen bu insanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında işgalci güçleri yurttan atıp bağımsız yeni Türkiye Devleti’ni kurdular.”

İHTİLALCİ MECLİS’İN VİZYONER ANAYASASI

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en belirgin özelliklerinden birinin ihtilâlci bir karakter taşıması olduğunu kaydeden Güneş, bunun gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Çünkü üyeler her türlü tehlikeyi göze alarak Ankara’ya gelmişlerdi. Nitekim Hamdullah Suphi ihtilâlci bir kuvvet olduklarını, milletin kutsal değerleri savunulurken ölümün bile düşünülemeyeceğini söylüyordu. Ali Şükrü Bey de bu meclisin sıradan bir meclis olmadığını, fevkalâde şartlardan doğduğunu vurguladıktan sonra, ‘Bunun nâm-ı diğeri ihtilâl meclisidir’ diyordu. Gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargı erklerini üzerinde toplayarak, Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nu çıkararak, İstiklâl mahkemelerini kurarak ve egemenliği kayıtsız şartsız millete veren anayasayı kabul ederek kendi üstünde hiçbir güç tanımadığını ortaya koydu. İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaları, verdiği imtiyazları geçersiz sayıp nihayet 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatı birbirinden ayırdı ve Osmanlı saltanatını kaldırarak ihtilâlci özelliğini açıkça gösterdi. Nitekim 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla kısa, fakat geleceğe açılımı bakımından geniş ufuklu bir anayasa benimsendi. Bundan sonra devlet yapısı Kanun-ı Esasi’nin öngördüğü yapıdan uzaklaşarak Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre yeniden düzenlendi.”

TAM BİR DEMOKRASİ ÖRNEĞİ

Büyük Millet Meclisi’nin kendinden önce ve sonra oluşanlarla karşılaştırılamayacak kadar demokrat bir meclis olduğuna dikkat çeken İhsan Güneş, değişik siyasi düşüncelere sahip milletvekillerinin görüşlerini iç tüzüğe uygun biçimde hiçbir engelle karşılaşmadan savunduklarını belirtildikten sonra şöyle devam ediyor:

“Meclis içinde ‘halk zümresi, tesanüt grubu, ıslahat grubu’ gibi küçük bazı gruplar ortaya çıkmıştı. Hatta Yeşil Ordu Cemiyeti ile Türkiye Halk İştirâkiyyûn Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası gibi sosyalist temellere dayanan örgütlenmeler de olmuştu. Ancak asıl mücadele, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarını eleştiren ikinci grup arasında geçti. Bu iki grubun tartışmaları meclisin demokratik kimliğinin de göstergesi oldu.”

HALKÇILIK PROGRAMI KABUL EDİLİYOR

Gayri Müslimlerin katılmadığı Birinci Meclis’in oluşum şekli ve amaçları bakımından milliyetçi ve halkçı bir karaktere sahip olduğuna dikkat çeken Güneş, şöyle devam ediyor:

“Halkçılık bu dönemde en çok kullanılan bir kelime olarak ortaya çıkmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde ülke gündemine giren halkçılık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra âdeta meclisin ideolojisi haline geldi. Fevzi Paşa (Çakmak) olayların kendilerini halkçılığa doğru sürüklediğini söylerken Mustafa Kemal Paşa da varlıklarının yegâne dayanağının halkçılık olduğunu belirtiyor ve halk hükümetini savunuyordu. Bu düşüncelerini Halkçılık Programı adıyla 13 Eylül 1920’de meclise sundu.

Meclis kendi içinden seçtiği hükümet üyelerini sıkı bir denetime tâbi tuttu; sözlü ve yazılı soruların dışında yoğun bir gensoru önergesiyle bu işlevini yerine getirdi. Hatta bazen verdiği gensorularla hükümet üyelerini görevlerinden aldı.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek 16 Nisan 1923’te çalışmalarını sona erdirdi. Böylece oluşum biçimi, amaçları ve bu amaçlarını gerçekleştirmekte gösterdiği kararlılık, yurt ve millet sevgisi, devlet ciddiyeti, özveri, millî saygınlık bakımından alınması gerekli derslerle dolu bir meclis olarak tarihteki yerini aldı.”

CUMHURİYET’İ KURAN KURMAY KADRO

1699’dan bu yana geçen son üç yüz yıllık tarihimiz, değişim ve yenileşme hareketleri tarihidir. Osmanlı’nın başta ordu olmak üzere teknik konularda başlattığı reformlar, Tanzimat’tan sonra idari ve kültürel alana kaydı, Cumhuriyet ile birlikte inkılap hareketlerine dönüştü.

Tarihteki en güçlü devletimiz olan ancak zamanla güçten düşen Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet ve yönetim sistemi çıkaran muhteşem kadronun tamamı Meşrutiyet döneminde yetişti. 1863’teki II. Viyana Kuşatmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen 240 yıllık süreç içerisindeki en kritik dönem İkinci Abdülhamid’in saltanat yıllarına rastlayan Meşrutiyet dönemiydi. Ülke, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan otuz yedi yıl sonra Meşrutiyet, bundan kırk yedi yıl sonra da Cumhuriyet rejimiyle yönetilmeye başlandı.

Kırk yedi yıllık Meşrutiyet rejiminin ilk otuz yılında doğanların oluşturduğu bu müthiş kadro, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleyi veren ve Cumhuriyeti kuran kadro olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyet’in ana rahmi olan bu dönemde gerçekten de parlak bir nesil yetişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve diğerleri… Bu asker kadro, dönemin fikir ve sanat insanlarıyla el ele vererek milletimizin son gurur tablosu Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.

Mustafa Kemal Atatürk Birinci Meşrutiyet’in beşinci iktidar yılı olan 1881’de, Fevzi Çakmak 1856’da, Müfit Özdeş 1874’te doğdular. Cumhuriyeti kuran asker kadronun diğer üyeleri olan Ali Fethi Okyar 1880’de, Kazım Özalp 1880’de, Refet Bele 1881’de, Rauf Orbay 1881’de, Salih Bozok 1881’de, Kazım Karabekir 1882’de, Ali Fuat Cebesoy 1882’de, İzzettin Çalışlar 1882’de, Nuri Mehmet Conker 1882’de, İsmet İnönü 1884’te, Cevat Abbas Gürer 1887’de hayata gözlerini açtılar. Bütün askeri bilgilerini bu dönemde aldılar ve karakterlerini bu dönemde edindiler. Birinci Dünya Savaşı başladığında büyük bir çoğunluğu Üsteğmen, Yüzbaşı ya da Binbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Bu isimlere İttihat ve Terakki’nin kurmay kadrosunu oluşturan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve diğerleri de eklenmelidir. Hepsi de cesur, fedakâr, vatansever, kahraman, idealist insanlardı. Hiçbiri yatağında mışıl mışıl uyuyarak ölmedi.

Birini Dünya Savaşı sırasında cephelerden ceplere koşanlar, savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesi’nin ardından itilaf devletleri Anadolu topraklarını işgale başlayınca ülkenin dört bir yanında birer meşale gibi kurulan Kuvayı Milliye teşkilatlarını tek çatı altında toplayanlar onlardı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basanlar onlardı. Amasya Tamimini yayınlayanlar, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayanlar onlardı. 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açarak Milli Mücadeleyi demokratik yöntemle ve hukuka uygun şekilde idare edenler onlardı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden onlardı.

CUMHURİYETİN İLK DÖNEM AYDINLARI

Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyeti kuran askerlerin yanı sıra yeni rejimin fikir ve sanat planındaki kurmaylarını da yetiştirerek yakın tarihimizdeki yerini aldı. Cumhuriyet yıllarının kültür hayatına yön veren Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Mahmut Şevket Esendal, Şevket Süreyya Aydemir, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Rıza Nur, Yahya Kemal Beyatlı, Aksekili Ahmed Hamdi Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Mehmet Şemsettin Günaltay, Ömer Ferit Kam, Ali Ekrem Bolayır, Fatma Aliye Topuz, Ebu’l Ulâ Zeynel Abidin Mardin, Eşref Edip Fergan, Bestekâr Şerif Muhittin Targan, Hüseyinzade Ali Turan, Mehmet Fuad Köprülü, Celal Sahir Erozan, Mahmut Esat Bozkurt ve diğerleri… Hepsi de Meşrutiyet döneminde yetişmiş birer yıldızdılar.

CUMHURİYETİN İLK KURUM VE PROJELERİ

Cumhuriyet’in sadece asker-sivil bürokrasini, kültür ve sanat insanlarını yetiştirmekle kalmadı Meşrutiyet. Altyapı hizmetlerinde de çağları aşan iş ve projeler ortaya konuldu bu dönemde. Şehircilik alanında büyük öneme sahip Ebniye Kanunu’nu 1882’de çıkarıldı. Modern şehirciliğin temellerini atan bu imar kanunu, 1930’a kadar yürürlükte kaldı. Sadece başkent İstanbul’da değil ülke çapında büyük mimari ve altyapı hareketleri başlatıldı.

Yine bu dönemde kimileri yüz yıl sonra gerçekleştirilebilen pek çok altyapı projesi planlandı. 600 kilometrelik Karadeniz-Akdeniz Karayolu Projesi. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e 1900 yılında projesi çizdirilen İstanbul Boğazı üzerine yapılacak Cisr-i Hamîdi projesi. Boğazın altından geçecek bir demiryolu tüneliyle İstanbul’un iki yakasının birleştirilmesini öngören, 1902’de Amerikalı mühendislere ihale edilen Tünel-i Bahri Projesi. Konya ovasının sulanmasına yönelik Konya Ovası Projesi ve daha nice proje Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e mirası oldu.

Bu dönemde ayrıca Güzel Sanatlar Akademisi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, ticaret ve ziraat okulları kuruldu. İlk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları, il merkezlerinde liseler, ilçelerde ortaokullar açılmış, ilkokulları köylere kadar yaygınlaştırıldı. Şişli Etfal Hastanesi ve Darülaceze inşa edildi. Bugün hala kullanılan Hamidiye içme suyu borularla İstanbul’a getirildi. Anadolu içlerine kadar karayolları açtırıldı. Bağdat ve Medine’ye kadar demiryolları, büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşendi. Meşrutiyet döneminde eğitim ve altyapıya yapılan bunca yatırım sayesinde Cumhuriyet, yeni medeniyet hamlesini çok daha kolay yapabildi.

CUMHURİYET TAMAM, SIRA DEMOKRASİDE

Her cumhuriyet demokratik olmamakla birlikte cumhuriyet ile demokrasi birbirini destekleyen ve tamamlayan iki kavramdır. Demokrasi, cumhuriyetin niteliğini güçlendiren, milleti oluşturan herkesi ve her kesimi eşit kabul eden ideal bir yönetim şeklidir.

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edildiğinde Türkiye pek çok bakımdan demokratik bir ülke değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğini artırmak amacıyla 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurduran ancak 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası yayımladığı Takrir-i Sükûn Kanunu ile bu partiyi kapatan Atatürk, ikinci çok parti denemesini 1930 yılında yaptı. Yine Atatürk’ün tavsiyeleriyle Ali Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ise ortaya çıkan Atatürk’e suikast, Menemen Olayı ve sonrasında yaşananlar nedeniyle baskı altında tutuldu. 1930 Yerel Seçimlerine katıldığı halde, henüz bir yaşını bile doldurmadan kendini feshetmek zorunda kaldı.

BİR İBRET BELGESİ: 46 SEÇİMLERİ

Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde 1946 seçimleri önemli rol oynadı. Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Mehmet Fuad Köprülü tarafından 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, tek parti iktidarının aldığı baskın seçim kararına itiraz etse de 21 Temmuz 1946’daki seçimlere katılarak 61 milletvekili çıkarıp TBMM’ne girmeyi başardı. “Açık oy gizli tasnif” yönetimiyle yapılan ve tek parti iktidarının her türlü müdahalesine açık bir seçimde kazanılan 64 sandalye, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’ye iktidara getirecek yolu açtı. Bu seçimlerde CHP 397, Bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandılar.

İLK TAM DEMOKRATİK SEÇİMLER

Günümüzdeki özgür seçimlerin temel kuralı olan “Gizli Oy Açık Tasnif” sisteminin uygulandığı ilk seçim 14 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi. Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan seçimin ardından 27 yıldır ülkeyi yöneten CHP iktidarı son buldu. “Yeter söz milletindir!” sloganı ile seçimlere giren DP, 487 milletvekilliğinin 416’sını kazandı. Böylece demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan çok partili hayat Türkiye’de işlemeye başladı. 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanan DP, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar ülkeyi on yıl süreyle idare etti.

DARBELERE RAĞMEN TAM YOL İLERİ!

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten 1950’ye kadar geçen 27 yıllık tek parti iktidarının ardından girilen süreç Türkiye’yi tam demokrasi hedefine götürecek önemli bir fırsat olsa da 27 Mayıs 1960 ihtilali, “demokrasiyi ortadan kaldırma pahasına cumhuriyeti yaşatma” anlayışının ilk tezahürü oldu. Bu ilk askeri darbeyi 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 ihtilali, 28 Şubat 1997 süreci takip etti;  15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi bambaşka bir gerekçe ile de olsa demokrasimize büyük bir darbe indirdi.

Doksan altı yıllık cumhuriyet tarihimizdeki darbelerin ve darbe girişimlerinin tamamında milli irade ve onun tecelli ettiği yer olan TBMM büyük yara aldı. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de tamamen feshedilen TBMM, 12 Mart ve 28 Şubat’ta baskı altında tutuldu. 15 Temmuz darbe girişimi, olayı en vahim noktaya taşıdı; Milli Mücadelenin ana karargâhı ve milli iradenin temsil yeri olan gazi Meclisimiz bombaların hedefi oldu. Üçüncü TBMM binası, tıpkı Milli Mücadelenin idare edildiği Birinci Meclis binası gibi “gazi” unvanını kazandı.

TBMM’NİN EŞSİZ BAŞARISI

TBMM’nin yüz yıllık serüveni, dünya tarihinde eşine az rastlanan bir başarı öyküsüdür. Devletin yönetim şeklini tarif eden cumhuriyet ile cumhuriyetin niteliğini en ideal şekilde tarif eden demokrasi kavramları TBMM çatısı altında ayrı bir anlam kazanmıştır.

Yüzüncü yılını kutladığımız Milli Mücadelenin Başkomutanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında kurduğu, “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir.” cümlesi, milletimiz hakkında yapılan çeşitli tarihi araştırmalarla teyit edilmiş bir gerçektir.

Atatürk’ün şu tespiti de aynı noktaya vurgu yapmaktadır:

“Türk milleti en eski tarihlerde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarında devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir.”

TBMM Genel Kurul Salonunun duvarına çakılı şu veciz söz, 2300 yıllık devlet geleneğine sahip bulunan milletimizin tam bağımsızlık ve tam demokrasi hedefinin en çarpıcı ve en açık ifadesidir:

“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”

]]>