Mustafa Kemal Paşa – Hayati Tek http://hayatitek.com Sun, 24 Apr 2022 09:34:19 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Mustafa Kemal Paşa – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 CEPHE ARSLANI VELİ HAŞİM BEY http://hayatitek.com/cephe-arslani-veli-hasim-bey/ Sat, 01 Jan 2022 13:42:23 +0000 http://hayatitek.com/?p=5219 HAYATİ TEK –

Tarih kitapları büyük askerî başarıları, meydan muharebelerini, sembolik başlangıçları ve dramatik sonuçları yazar. Oysa bütün bu büyük olaylar her alanda yapılan hummalı hazırlıkların, elde edilen mevzii başarılarla atılan sağlam temellerin üzerinde yükselir.

Yüz yıl önce zaferle sonuçlandırdığımız Milli Mücadelemiz için de durum böyledir.

Halkımızın zihninde, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919’dan İzmir’in işgalden kurtulduğu 9 Eylül 1922’ye kadar geçen dönemi çağrıştıran Milli Mücadelemiz, aslında Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918’de başlar. Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı 11 Ekim 1922’de askerî bakımdan, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz 1923’te ise siyasî bakımdan son bulur.

Düzenli ordumuzun kurulmasının ardından Yunan taarruzunu durdurduğumuz Birinci İnönü, kesin zaferimizle sonuçlanan İkinci İnönü, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebeleri, varlık-yokluk mücadelemizin öne çıkan askerî başarıları olurlar.

Aynı şekilde Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla başlayıp TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920’ye kadar geçen süreçte önce çıkan Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri, millî direnişimizin ana caddesindeki işaret levhaları olarak tarihe geçerler.

Millî Mücadelemiz, işgale uğramamış Anadolu topraklarında büyük bir azim ve kararlılıkla inşa ettiğimiz askerî ve siyasî başarılarımızdan ibaret değildir.

TBMM’nin açılışıyla zapt olunmaz bir akış halinde Yunan kuvvetlerini önüne katıp İzmir kıyılarında denize döken millî ruh selimizi besleyen nehirlerimiz, bu nehirleri besleyen derelerimiz de vardır.

Tarihin ana caddesinin uzağına düştüğü için pek çoğu bilinmeyen nehir ve derelerimiz; İngiliz, Fransız ve İtalyan işgali altındaki topraklarımızda kurulan Kuvayı Milliye Müfrezelerimiz ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerimizin direniş ruhunun yansımaları olarak Millî Mücadele selimizin gücüne güç, inancına inanç katmışlardır.

Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa’nın TBMM’nin 25 Eylül 1920 tarihli oturumunda yaptığı konuşmada kullandığı şu ifadeler, bu mütevazı akarsuların Millî Mücadelemize nasıl büyük katkılar sağladıklarının en çarpıcı belgelerinden birini oluşturur:

“Muntazam kuvvetlere karşı Adana, Tarsus, Mersin ahalisinin gösterdiği mukavemet, ondan fazla olarak düşman kıtaatına hücum için lâyenkati faaliyeti eğer biz lâyıkile ifade edemiyorsak fevkalâde heyecan içinde, fevkalâde alâka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana ve Mersin cephesinde cereyan eden vukuatı iftihar ile telâkki edecek muazzamat meyanında görecektir.”

İsmet Paşa’nın “söyleyecek söz bulamadığı”, milletimiz adına “iftihar vesilesi” olarak gördüğü Çukurova ve Mersin’deki direnişimizin her cephesi ayrı birer iftihar tablosudur.

Bir asır önceki millî direnişimiz sırasında verdiği mücadeleden dolayı “Kahraman” unvanını alan Maraş, “Gazi” unvanını alan Antep, “Şanlı” unvanını alan Urfa gibi bayraklaşmış illerimiz; isimleri, bu illerimizle bütünleşmiş Sütçü İmam, Şehit Kamil Bey gibi kahramanlarımız vardır.

Çukurova’yı işgal eden Fransız birliğinin merkezinin bulunduğu, nice çatışmaların ve “Kaç Kaç” faciası gibi nice dramların yaşandığı Adana’mız ile Fransızlara karşı en çetin savaşların yaşandığı Mersin’imizin böylesi unvanları yoktur.

Adana’nın Saimbeyli ilçesinin adı, Millî Mücadelemizin kahraman kaymakamı Saim Bey’den; Tufanbeyli ilçesinin adı ise Kuvayı Milliye komutanlarından Aydınoğlu Osman Tufan Bey’den gelir.

Mersin’in herhangi bir ilçesine Kuvayı Milliye Müfrezelerimizin kahraman komutanlarının isimlerinin verilmesi gereği duyulmamıştır. Bu nedenle ilimizin isimsiz kahramanları, bırakın Türkiye kamuoyunu, şehrimizde yaşayanlar tarafından dahi pek bilinmez.

Oysa Fransızların gölgesinde terör estiren Ermeni çetelerine karşı verilen mücadele dışında, Fransız ordusunun düzenli birliklerine karşı tam yirmi savaş yapılmıştır Mersin’de.

Nice şehitler verdiğimiz bu savaşlara katılan her bir müfrezemizin nice yiğit mücahitleri, o yiğitlere komuta eden nice yiğit müfreze komutanları; ateş hattındaki müfrezelerimizin mühimmat ve iaşe ihtiyaçlarını temin eden Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerimizin nice yiğit başkan ve üyeleri vardır. Her biri, hayır ve şükranla yâd edilmeyi fazlasıyla hak eden “Kuvvacı” yiğitlerimizin ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

Okunmakta olan yazıda, o yiğitlerin güzideleri arasında yer alan, Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesi Komutanı Mücahit Gazi Veli Haşim Bey’in hayatını inceleyeceğiz.

OKUL VE MESLEK HAYATI

Çukurova’daki millî direnişimizin önemli aktörlerinden biri olan Veli Haşim Bey, bugün Mersin’in Toroslar ilçesi sınırları içerisinde bulunan Musalı’da, köy eşrafından Molla Veli Oğlu Hacı Osman Ağa ile Emine Hanım’ın oğlu olarak 1891 yılında dünyaya gelir.

İlkokulu Mersin’in Bekirde köyünde okur. 1907 yılında kaydolduğu Adana Erkek Öğretmen Okulu’ndan 1911 yılında pekiyi derece ile mezun olur.

1 Eylül 1911-12 Ocak 1912 tarihleri arasında öğretmenlik yaptığı Adana Özel Turan Okulu’nun müdürü, Millî Mücadele sırasında Mersin Milletvekili, Adana Valisi, Milli Eğitim ve İçişleri Bakanı olarak ülkemize hizmet eden, Kırmızı-Yeşil Şeritli İstiklâl Madalyası sahibi İsmail Safa (Özler) Bey’dir.

ENVER PAŞA’NIN İLTİFATINA MAZHAR OLDU

22 Ocak 1912 tarihinde, 21 yaşında iken vatani görevini yapmak üzere İstanbul Yedek Subay Adayları Okulu’na (İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgâhı) çağırılan Veli Haşim Bey, buradaki eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra Almanya’ya kursa gönderilir.

Almanya dönüşü, “Takımbaşı” yetiştirmek üzere Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle kurulan Hususu Bölük Komutanlığı’na tayin edilir. Bu bölükte uzun süre öğretmenlik ve komutanlık yapar.

Veli Haşim Bey’in İstanbul’daki bu önemli görev dönemi hakkında, Tarsus Grubu’na bağlı Gençler Müfrezesi Komutanı olan Lütfi Oğuzcan’ın, Kuvayı Milliye Dergisi’nin 1968 Nisan’ında yayınlanan 92’nci sayısında aktardığı şu bilgiler kayda değerdir:

“Veli Haşim’in asıl cevheri bu talimgâhta kendisini göstermiş, üstün başarısından dolayı talimgâhta muallim (öğretmen) olarak bırakılmıştır. Kendisini, Pendik’te olan İhtiyat Küçük Zabitleri (Astsubay) talimgâhında tanıdım. O bölük, ben takım komutanı idim. Birinci Cihan Savaşı sonlarında, Ordudaki subay ihtiyacını karşılamak ve “Takımbaşı” yetiştirmek üzere talimgâhta bir bölük kurulmuş ve bu bölüğe “Hususi Bölük” adı verilmişti. Talimgâh ve Alay komutanları, talimgâhta vazifeli yüzlerce subay arasından bu bölüğe komutan olarak Yedek Mülâzimsani (Teğmen) Veli Haşim’i seçmişlerdi.”

ENVER PAŞA’DAN HARP MADALYASI BERATI

Osmanlı ordusunun bu “hususi” bölüğünde yüksek başarılar elde eden Veli Haşim Bey, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisliği ve Osmanlı Orduları Başkomutanlığı görevlerini de uhdesinde bulunduran Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından, padişah adına “Harp Madalyası” ile taltif edilir.

Altında Enver Paşa’nın mührü bulunan beratın metni şöyledir:

“1332-33 Seneleri Harbinde vezaif-i mevduanda hüsn-i hizmet ve say’u gayret göstermiş olduğundan dolayı Nam-ı Humayun-ı Hazret-i Padişahiyye olarak sana Harp Madalyası verildi. Bundan böyle dahi her halde kanun dairesinde ifay-ı hüsn-i hizmetle iktisab-ı feyz-ü memduhiyete say-ı gayret eyleyesin.

Harbiye Nazırı

Enver”

VELİ HAŞİM BEY’E İTHAF EDİLEN KASİDE

Lütfi Oğuzcan, Kuvayı Milliye dergisindeki söz konusu yazısında, Hususi Bölük Talimgâhı’ndan hoş bir hatırayı da şöyle nakleder.

Veli Haşim’in talimgâhta çok değerli bir arkadaşı vardı; o da bölük komutanı idi. Ona yaygın adı ile ‘Urfalı Mahmut Kamil Hoca’ derdik. Hoca adamdı, âlimdi. Bilhassa şark kültüründe çok değerli bir şahsiyetti. Bir ara, Adana’da ikamete memur edilen Kamil Bey, burada 1950’ye kadar avukatlık yapmıştı.

İstanbul Talimgâhında bu iki arkadaş çok sevişirlerdi. Biri Urfalı, ötekisi Mersinli olduğuna göre tabii çiğ köfteyi sever ve unutmazlardı. Urfalı Kamil Bey, köfteyi kendi eliyle yoğurur, hazırlar, hele biberini hiç ihmal etmezdi. Bu arada, çiğköfte için bir de kaside yazdığını, rahmetli Veli Haşim’in oğlu Dündar Çiftçi tarafından dergimize verilen bir yazısından öğreniyoruz.”

MİLLİ MÜCADELEYE KATILIŞI

Urfalı Mahmut Kamil Bey’in Veli Haşim Bey’e ithaf ettiği “Kaside Der Methi Köfte-i Nâpuhte” başlıklı kasideyi nakleden Lütfi Oğuzcan, Veli Haşim Bey’in Millî Mücadele’ye katılma süreci hakkında da şunları yazar:

“Arslanköy’e Mustafa Nail’in gelmesiyle Milli Mücadelenin Mersin bölgesine sirayeti üzerine Veli Haşim’in beklediği an gelmiş ve Tarsus’un Toros etekleri köylerinde teşkilata başlamıştı. Zorlu bir teşkilatçı ve idareci idi. Kuvayı Milliye Tarsus Grubu’nun teşekkülü üzerine Tozkoparan Müfrezesi’ni kurmuş ve başına geçmişti. Bu bölgede yapılan savaşların hepsinde onun adı ve hizmeti vardır.”

Üç yılı Birinci Dünya Savaşı’nda geçen beş yıllık askerlik görevinin ardından 28 Ocak 1917’de köyüne dönen Veli Haşim Bey, bir süre tarım ve ticaretle uğraşır.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından, yaşadığı şehrin 17 Aralık 1918’de İngilizler, 1 Ocak 1919’dan itibaren Fransızlar tarafından işgal edilmesi üzerine, başta kendi köyü Musalı olmak üzere, çevre köylerde teşkilatlanma çalışmalarına başlar ve merkezi Ulaş köyü olmak üzere Tozkoparan Müfrezesi’ni kurar.

GÖZNE HASTANESİNİN KURULMASINDAKİ ROLÜ

Mersin’de Fransızların düzenli ordu birlikleriyle ilk kapışma Başnalar Kalesi civarında yaşanır. 17 Mart 1920 tarihli bu savaştan, düşmanın 23 kaybına karşılık, millî kuvvetlerimizden birkaç mücahit hafif yaralarla çıkar.

İkinci kapışma olan 19-20 Nisan 1920’deki İçme Savaşı’nda, Kuvayı Milliye’den Hanlıoğlu Hanefi şehit düşer, 5 mücahidimiz yaralanır.

5 ve 10 Mayıs 1920 tarihlerindeki Su Bendi Savaşlarında şehit vermeyiz ama yaralı sayımız 50’nin üzerine çıkar.

Yaralı sayımızın hızla artması üzerine Mersin Grubu’na hizmet verecek bir hastane kurulması elzem hale gelir. Y. Ütğm. Veli Haşim Bey, Y. Ütğm. Osman Muzaffer (Koçaşoğlu) Bey ve Y. Ütğm. Süleyman Fikri (Mutlu) Bey’den oluşan üç kişilik heyet, şehir merkezine 30 km. mesafedeki Gözne’de 10 yataklı bir hastanenin kurulmasını sağlar.

Karyola, yatak ve yorganı Gözne halkından temin edilen hastanenin sorumluluğunu, “Yanparlı Doktor Ahmet” diye anılan Sıhhiye Çavuşu üstlenir. 1920 Mayıs sonlarına doğru Gözne’ye gelen Adanalı Dr. Salim (Serçe) Bey, başhekimliği üstlenir ve Mersin’deki Millî Mücadelenin sonuna kadar görevini başarıyla yürütür.

Tarsus bölgesindeki yoğun çarpışmalarda yaralı sayısı artınca, bu kez Tarsus Grubu’na hizmet vermek üzere Manas köyünde bir hastane kurulur. Bu hastanenin başhekimliği görevini Tarsuslu Aziz (Köksal) Bey, yardımcılığını ise Tarsuslu Doktor Varit (Yazgan) Bey üstlenirler.

Kavaklıhan Grubu’ndaki yaralı mücahitlerimiz ise Adanalı Doktor Hayri (Gül) Bey tarafından tedavi edilir.

BOZKURT, GÖKBAYRAK, SELÇUK, KAYIHAN

Şehir merkezini, birbirini destekleyen iki hilal şeklinde kuzeyden kuşatan Tarsus Grubu müfrezelerinin ilk halkası Burhan’daki Tarsus Gençler, Melemez’deki Kayıhan, Akçakoca’daki Çeliktaş’tır. İkinci halkada Yanpar’daki Bozkurt, Dedeler’deki Demirbaş ve Ulaş’taki Tozkoparan yer alır. Grup Merkezi olan Karatiken’in kuzey doğusundaki Çakırlı’da ise Selçuk Müfrezesi konuşlanmıştır.

Tarsus Grubu’ndaki müfrezelerin isimleri hep dikkatimi çekmiştir. Bilhassa Bozkurt, Gökbayrak, Selçuk ve Kayıhan müfrezeleri…

1920’de kurulan bu müfrezelerin komutan ve mücahitlerinin Bozkurt’tan, Gökbayrak’tan, Selçuklu’dan ve Osmanlı’yı kuran Kayı boyundan haberdar olmasını neye yormalıyız?

Türk’ü hiçe saydığı iddia edilen Osmanlı’daki eğitim sisteminin insanlarımıza verdiği tarih şuuruna mı, bu şuurun altı asır boyunca hiç aksamadan atadan toruna anlatılarak geçtiğine mi, yoksa ülkenin dört bir yanında teşkilatlanan İttihat ve Terakki’nin Türk tarihi konusunda toplumu bilinçlendirme konusunda gerçekten başarılı olduğuna mı?

Bunların yahut başkaca gerekçelerin bir önemli yok aslında.

Önemli olan, bu şuura sahip gencecik insanların vatanları uğruna canlarını feda etmeleri; bu serdengeçti tavrı sergilerken köklü bir millet ve tarih şuuruna sahip olmalarıdır.

ÇUKUROVA’NIN KAHRAMAN “EFE”LERİ

Millî Mücadele dönemindeki müfreze komutanlarının hemen hepsinin birer takma ismi vardır.

Batı Çukurova Cephe Komutanı Ali Ratip Bey’in “Tekelioğlu Sinan”, Mersin Grubu Komutanı Yzb. Emin (Resa) Arslan (Karakaş) Bey’in “Turgut Efe”, Kavaklıhan Grubu Komutanı Ütğm. Cemal (Ziyal) Bey’in “Cemal Efe”, Bozkurt Müfrezesi Komutanı A. Mithat (Toroğlu) Bey’in “Özkul Efe”, Efrenk Müfrezesi Komutanı Başçavuş Hüsnü (Yıldırım) Bey’in “Adil Efe”, Kara Bomba Müfrezesi Komutanı Y. Ütğm. Hasan Fehmi (Akıncı) Bey’in “Kara Afet”, Hamzabeyli (Yılmaz) Müfrezesi Komutanı Şeref (Genç) Bey’in “Yılmaz Efe”, Kayıhan Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Ali Rıza (Timurtaş) Bey’in “Doğan Efe”, Müdafaa-i Vatan Müfrezesi Komutanı Zeki (Baltalı) Bey’in “Cemil Cahit” isimlerini kullanmaları bu cümledendir. Tozkoparan Müfrezesi Komutanı Veli Haşim Bey’in takma ismi ise “Naif Efe”dir.

VELİ HAŞİM BEY’İN KATILDIĞI SAVAŞLAR

Sadece 15-27 Temmuz 1920 tarihleri arasındaki on iki günde üç ayrı cephede savaşarak “Çukurova’nın Yıldırım Bayezid’i” unvanını fazlasıyla hak eden “Cephe Aslanı” Veli Haşim Bey’in katıldığı savaşlar şunlardır:

Birinci Eshab-ı Kehf (19 Nisan 1920), İkinci Kavaklıhan (20 Mayıs 1920), Bağlar (15 Temmuz 1920), İkinci Hacı Talip (22 Temmuz 1920), Kamber Höyüğü (27 Temmuz 1920), İkinci Eshab-ı Kehf (10 Ekim 1920), Karadirlik (19 Ekim 1920), Üçüncü Eshab-ı Kehf (15 Aralık 1920) ve Batı Cephesi.

Veli Haşim Bey’in katıldığı bu savaşlar içerisinde, Tarsus Cephesi’ndeki ilk savaş olan Birinci Eshab-ı Kehf, en çok zayiat verdiğimiz Bağlar ve stratejik önemi haiz İkinci Kavaklıhan’daki kahramanlıklarından söz etmekle yetineceğiz.

BİRİNCİ ESHAB-I KEHF SAVAŞI

19 Nisan 1920 günü Fransızlar, henüz kuruluş aşamasındaki millî kuvvetlerimizi boğmak, Pozantı’da kuşatma altında bulunan 412. Fransız Taburu’nu kurtaracak harekât öncesinde Mersin ve Tarsus’taki millî direnişi kırmak amacıyla iki ayrı koldan harekete geçerler. Mersin’deki Fransız birlikleri İçme, Tarsus’taki Fransız birlikleri ise Eshab-ı Kehf istikametine yürürler.

Fransızların Mersin ve Tarsus harekâtlarını, gizli teşkilatlarımızın sağladığı bilgilerle önceden haber alan millî kuvvetlerimiz, gerekli hazırlıklarını buna göre yaparlar.

İçme Boğazı civarındaki hâkim noktaları tutarak pusu atan Alsancak Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Osman Muzaffer (Kocaşoğlu) Bey, civar köylerin de katıldığı zorlu bir savaş sonrasında Mersin’den yola çıkan Fransız birliğini geri püskürtür.

Aynı gün Tarsus’tan hareket eden modern silahlarla donatılmış 300 kişilik Fransız birliğini Eshab-ı Kehf tepesi eteklerinde karşılayan Y. Ütğm. Veli Haşim Bey komutasındaki 70 kişilik Tozkoparan Müfrezesi, iki gün süren şiddetli çarpışmalar neticesinde düşmanı durdurmayı başarır.

Tarsus Cephesi’ndeki ilk savaşın zaferle neticelenmesi, mücahitlerimizin ve halkımızın moralini yükseltir; diğer müfrezelerin hızla kurulması sürecinde etkili olur.

BAĞLAR (KÜÇÜK VERDÜN) SAVAŞI

Verdün Savunması, Birinci Dünya Savaşı’nda Fransızların Almanlara karşı elde ettiği büyük zaferlerden biridir. “Avrupa’nın Çanakkale’si” olarak anılan Verdün’de, Şubat-Ekim 1916 dönemindeki on ayda 40 milyon top mermisi yakılır; 160 bini Fransız, 140 bini Alman olmak üzere toplam 300 bin kişi can verir.

Tarsus’un iki kilometre kuzeybatısındaki “Bağlar” sırtlarına etkili silahlarla donanmış 400 kişilik birlik yerleştiren Fransızlar, müstahkem hale getirdikleri bu mevkie “Küçük Verdün” adını verirler.

Millî kuvvetlerimiz için bu bölgenin ele geçirilmesi, hem stratejik önemi haizdir; hem de Fransızları en güvendikleri noktada mağlup ederek güvenlerini sarsmak anlamına gelmektedir.

“Mersin Tarihi Üzerine” isimli kitabında Fikret Ünver’in, “Bağlar Muharebesi Ana Yurdun, Toros sivrileri ile Akdeniz arasındaki parçasında vukua gelen muharebelerin en çetinidir. Mersin ve havalisinin Milli Mücadele Tarihi, Bağlar Muharebesinden daha şiddetlisini kaydedemez. (s. 228-229)” diyerek dikkat çektiği; Tarsus Grup Komutanı Bnb. İsmail

Ferahim Bey’in, “Bağlar Muharebesini kazanan bu millet her şeyi yapmaya muktedirdir.” diyerek övdüğü savaş, beklenilenden de çetin geçer.

200 civarında zayiat veren Fransız birliklerinden 200 piyade tüfeği, 1 makineli tüfek, 5 otomatik tüfek, 1 dağ topu arka kundağı, 1 telemetre, cephane, erzak ve külliyetli malzeme ve eşya ele geçirilir.

Arslanköy’ü kurtararak Çukurova’daki milli direnişin uyanmasına çok büyük katkılar sağlayan Demirbaş Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Kozanlı Mustafa Nail, 60 yaşında bulunmasına rağmen cepheye koşan Belenkeşlikli Hacı İshak Ağa ve Tozkoparan Müfrezesi Takım Komutanı Kd. Bçvş. Tarsuslu Zahit Bey olmak üzere 15 şehit verdiğimiz bu savaşta, 40 da gazimiz vardır. Sağ el orta parmağından yaralanarak “Bağlar gazileri” arasındaki yerini alan Veli Haşim Bey, artık sadece muharip bir mücahit değil, aynı zamanda gazilikle şereflenmiş bir kahramandır.

Sağcenah Mıntıka Komutanı Yarbay Şemsettin (Salur) Bey’in şu ifadeleri, Bağlar Savaşı’nın milli mücadeledeki önemine vurgu yapması bakımından hatırlanmaya değerdir:

“Orası Çukurova değil, kahramanlar diyarıdır. Bunun ismini bu yolda tashih etmek en doğru bir harekettir. Ben burada bulunduğum müddetçe bu kahramanlara kumandanlık etmek için hiç zahmet çekmedim. Çünkü onlar ne için silaha sarıldıklarını biliyorlardı. Tarsus Bağlar muharebesinde verdiğim emir mucibince hakikaten cephe gerisinde bulunan binlerce halk, silâhı olanlar silahıyla, silahı olmayanlar bıçak ve sopalarıyla bu muharebeye iştirak etmiş ve bunlara 60 yaşındaki Belenkeşlikli Hacı İshak Ağa kumanda etmiştir. Hacı İshak Ağa haremile (eşiyle) beraber bulundu bu muharebede şehit olmuştur. Hacı İshak Ağa Eshab-ı Kehf tepesi yamacında medfundur. Gömülürken hatırasını tebcilen mezarı başında bulundum. Haremi de yanımda idi.

Eşini kaybeden Türk kadını bana:

– Kumandan Bey, Hacı İshak şehit oldu. Fakat Türk milleti yaşayacaktır; diyordu.

Bu ilahî ses hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır. (Fikret Ünver, s. 204-206)”

İKİNCİ KAVAKLIHAN SAVAŞI

Çukurova’da kalıcı olmak arzusu taşıyan Fransızlar için Gülek Boğazı önemlidir.

Toros tünellerini tutmak ve güvenliğini sağlamak isteyen Fransızların Adana merkezli Kilikya Genel Komutanlığı görevini yürüten General Julien Sasthene Dufieux, Mondros Mütarekesi’nin 7 ve 10’uncu maddelerine dayanarak, Bnb. Pierre Mesnil komutasındaki 412. Fransız Taburu’nu Pozantı’nın işgaliyle görevlendir.

27 Aralık 1919 günü Pozantı’yı işgal eden bu tabur, Fransızların Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı kazandığı ünlü Verdün zaferindeki büyük başarısıyla tanınmaktadır.

29 Mart 1920 günü Kavaklıhan Grubu Müfrezeleri tarafından kuşatmaya alınan Pozantı’ya mühimmat ve iaşe desteği verilmesi büyük önem taşımaktadır. General Dufieux’nün, 2 Nisan’da Albay Gracy komutasında gönderdiği sekiz vagon dolusu askerin yan ısıra 6,5’luk top, bol mühimmat ve yiyecek, Pozantı’ya ulaşır.

Bu tür yardımları önlemek amacıyla millî kuvvetlerimiz, aynı gece Yaramış Köprüsü’nü havaya uçurur; Durak ve Bucak istasyonlarını ele geçirir. 6 Nisan’da Hacıkırı İstasyonu ve Kuşçular Karakolu, 7 Nisan’da Kelebek İstasyonu kontrolümüze geçer.

İki günlük kuşatmanın ardından 10 Nisan’da, stratejik Belemedik İstasyonu’nu kurtaran millî kuvvetlerimiz, Bnb. Mesnil’in buradaki Fransız Hastanesinde görevli eşi Edrige Mesnil’i de esir alırlar.

Millî kuvvetlerimizin Batı Kilikya Bölgesi, 11 Nisan 1920’de Niğde’deki 11. Tümen’e bağlanır; Tğm. Cemal Efe Kavaklıhan Grubu’na komutan olarak atanır. 13 Nisan’da ise Yzb. Saffet Bey, Pozantı Kuşatma Komutanlığı’na getirilir.

Millî kuvvetlerimizin üst üste yaptığı başarılı akınlar sonucunda Adana ile Pozantı arasındaki haberleşme ağı ve demiryolu bağlantısı kesilince; General Dufieux, Alb. Gracy komutasındaki Fransız birliğini, Pozantı yolunu açmak üzere harekete geçirir.

Düşmanı Kavaklıhan mevkiinde karşılayan millî kuvvetlerimiz büyük bir başarıya imza atar.

13-15 Nisan 1920’de yaşanan ve tarihe “Birinci Kavaklıhan Savaşı” olarak geçen bu kapışmada Cemal Efe, Kethüdaoğlu İbrahim ve Tğm. Besim’in ani hücumuyla paniğe kapılan Fransızlar, Tarsus’a çekilmek zorunda kalırlar.

Böylesi bir arka planı bulunan İkinci Kavaklıhan Savaşı, 17-20 Mayıs 1920 tarihleri arasında gerçekleşir. Adana’dan gelen yardımlarla birliğini güçlendiren Alb. Gracy; 2 tank, 2 uçak, 3 zırhlı otomobil, 2 zırhlı tren ile desteklenmiş 5.000 kişilik kuvvet ile üç koldan harekete geçer. 1.000 piyade, 100 süvariden oluşan millî kuvvetlerimiz karşısında 500 kayıp veren Fransızlar, Adana’ya elleri boş dönmek zorunda kalırlar.

Kavaklıhan’da iki kez mağlup olan birliğini geri çeken Gn. Dufieuxe; uçaktan atılan şişe içerisindeki bir mesajla Bnb. Mesnil’e, Pozantı’dan çıkarak Namrun-Gözne hattı üzerinden Mersin’e geçmesini, isterse teslim olabileceğini bildirir.

Teslim olmayı askerlik gururuna yediremeyen Bnb. Mesnil, 25-26 Mayıs 1920 gecesiyaptığı yarma harekâtıyla Pozantı’dan ayrılır. Yolda esir ettikleri Kumcu Veli ve Kılavuz Hatice isimli Gülekli iki kahramanlarımızın yönlendirmesiyle Karboğazı istikametinde ilerleyen Fransız birliği, aynı zamanda millî kuvvetlerimizin yakın takibi altındadır. 28 Mayıs günü Sünedir Gediği mevkiine ulaşan Fransız taburu, Kara Bomba Müfrezemizin yoğun ateşine maruz kalınca teslim olur.

İkinci Kavaklıhan Savaşı, 44 Gülekli kahramanın, bir Binbaşı, 3 Yüzbaşı, bir doktor, 5 Teğmen, 522 asker, 150 yaralıdan oluşan Fransız askerini esir aldığı; 830 tüfek, 2 kıta dağ topu, 13 adet makineli tüfek, 27 adet otomatik tüfek ele geçirdiği Karboğazı zaferine giden yoldaki en kritik dönüm noktasını oluşturur.

Bağlar Savaşı’nda “Küçük Verdün” dedikleri muhkem tepeyi kaybeden Fransızlar, en güvendikleri birlik olan Verdün kahramanı 412. Tabur’dan da mahrum kalınca geri adım atmak, Ankara Antlaşması için masaya oturmak zorunda kalırlar.

31 Mayıs-20 Haziran 1920 tarihleri arasındaki bu 20 günlük mütareke, üst üste kazandığımız zaferlerimizin mükâfatı olmakla kalmaz, Çukurova’daki millî güçlerimizin idarî bakımdan daha disiplinli hale gelmesi için gerekli zamanı kazandırır.

Fransa’nın Ankara Hükümeti’ni muhatap alması ise diplomatik açıdan büyük bir başarı olarak tarihe geçer.

İKİNCİ KAVAKLIHAN SAVAŞI’NDA VELİ HAŞİM BEY

Tarsus Grubu’na dâhil olmasına rağmen Kavaklıhan’daki Türk mevzilerini döğen topların seslerini duyar duymaz müfrezesiyle yola çıkan Y. Ütğm. Veli Haşim Bey, Çeliktaş Müfrezesi ile birleşerek Kavaklıhan Grubu’nun yardımına koşar.

Tarsus çayını kayıkla geçen iki müfreze, Çanaktepe üzerinden düşmanın sol kanadına ani bir saldırı düzenleyerek savaşın kaderini değiştirir.

Bu beklenmedik taarruz, düşmanı zor durumda bırakır. Ağır kayıplar veren Fransızlar, Tarsus’a çekilmek zorunda kalırlar.

Fikret Ünver, “Mersin Tarihi Üzerine” kitabında, İkinci Kavaklıhan Savaşı ve bu savaşta Veli Haşim Bey’in mühim rolü hakkında şunları yazar:

“Bu savaşa Kavaklıhan Grubu emrindeki müfrezelerden başka, Cemil Cahit (Zeki Baltalı) komutasındaki Müdafaa-i Vatan Müfrezesi, Mehmet Ağa Komutasındaki Kumdere Müfrezesi ve Rifat Bey Komutasındaki Çakıt Grubu ve Tarsus Grubu’ndan Molla Kerim Komutasındaki Çeliktaş ve Veli Haşim komutasındaki Tozkoparan Müfrezelerinin Tarsus Irmağını kayıkla geçerek Çanaktepe’den düşmanın sol kanadına yaptıkları ateş baskını çok etkili olmuş ve esasen üç günden beri devam eden savaşa rağmen Kavaklıhan Cephesini yaramamaları, morallerini bozmuştur. Bu moral bozukluğundan yararlanmak isteyen Grup Komutanı Cemal Efe, Tarsus Grubu’ndan katılan Tozkoparan ve Çeliktaş Müfrezeleri Komutanları Veli Haşim ve Molla Kerim’le temasa geçerek bir gece baskını yapmayı kararlaştırmışlardır.

Buna göre, Kavaklıhan Grubu’ndan seçilen 25 fedai, Zekeriya Kararyaylalı ve Tarsus Grubu’ndan seçilen 25 fedai de Kuradacılardan Hamza Çavuş komutasında 20/21 Mayıs 1920 gecesi, mümkün olan her çareye başvurarak sessizce düşman karargâhına cepheden ve sol kanadından ateş baskını yapacaklar, düşmanın moralini bozmak için diğer müfrezeler de bulundukları yerlerden bu baskını destekleyeceklerdi.

Baskın, büyük bir ustalıkla yapılmış ve Tarsus-Pozantı yolunu açmaktan ümidini kesen Albay Grasi, Tarsus-Adana şosesini izlemeye dahi cesaret edemeyerek Çatal Köyü üzerinden Adana’ya dönmek zorunda kalmıştır.

Bu savaşa katılmak üzere Tarsus Çayını kayıkla geçerek Çanaktepe’den düşmanı yan ateşine alan Veli Haşim komutasındaki Tozkoparan ve Milis Molla Kerim Komutasındaki Çeliktaş Müfrezelerinin savaşın kazanılmasında birinci derecede amil oldukları tespit edilmiştir.

Fransızların kendi bildirilerine göre zayiatları üç subay, 118 erden ibarettir.

Bizim zayiatımız ise altısı Tarsus Grubu müfrezelerinden olmak üzere on şehit ve 12 yaralıdan ibarettir. (s. 214)”

CEMAL EFE’NİN TEŞEKKÜRÜNE TARİHİ CEVAP

“Kurtuluş Savaşı’nda Çukurova” isimli kitabında Taha Toros, orantısız güçlerin kanlı kapışmalarından biri olan İkinci Kavaklıhan Savaşı’nın hemen sonrasında yaşanan tarihi diyaloğu, Kavaklıhan Grubu Komutanı Ütğm. Cemal Ziyal’ın anılarından şöyle aktarır:

“İkinci Kavaklıhan harbi bitmişti. Silah sesleri kesilmiş, Türk erleri galip olmuş, Türk milletine ilk zafer müjdesi verilmişti.

Ben en müşkül zamanımızda imdadımıza koşan bu kahramanların alınlarından öpmek ve bu kahraman müfrezelerin komutanlarını görmek için Kayadibi’ne gitmiştim. Orada Çukurova’nın yetiştirdiği sayısız kahramanlardan ikisi ile Molla Kerim ve Veli Haşim’le tanıştık. Henüz ortalıktan çekilmemiş olan kan ve barut kokuları arasında kucaklaşarak öpüştük.

Bu savaşın kazanılmasında en büyük şeref hissesinin kahraman arkadaşlarına ve kendilerine ait olduğunu söylediğim zaman, Veli Haşim alçak gönüllü, kibirsiz bir şekilde:

‘Şeref Türk’ün, Çukurovalılarındır. Ben yalnız görevimi yaptım. Türk vatanının her köşesi bizim müdafaa cephemizdir. Top seslerini işitince emir beklemeden Molla Kerim’le beraber yola çıktık.’  dedi. (s. 142)”

Tarsus Grubu’ndaki tüm savaşların yanı sıra İkinci Kavaklıhan’da yaptığı kritik müdahalelerle savaşın kazanılmasına büyük katkı sağlayan, hep ön saflarda yer alan; cesareti, atılganlığı ve sahip olduğu kurmay kafasıyla nice destanlarda önemli pay sahibi olan Y. Ütğm. Veli Haşim Bey’in, bütün bu üstün vasıflarından dolayı taşıdığı sıfatlarına bir de “Çukurova’nın Yıldırım Bayezid’i” unvanını eklemesi, Kavaklıhan’daki gibi hızlı ve isabetli hücumları nedeniyle olsa gerektir.

VELİ HAŞİM BEY BATI CEPHESİ’NDE

Y. Ütğm. Veli Haşim Bey, Tarsus ve Mersin’in kurtuluşundan sonra da boş durmaz.

Eylül 1921’de Çukurova’daki müfrezelerden oluşturulan 14’üncü Tümen’in 26’ncı Alayı’nın Bölük Komutanı olarak Batı Cephesi’ndeki düzenli ordumuza katılır.

Komuta ettiği bölüğü ile Sandıklı Cephesi’nde Savran Sırtlarında, Küçük Sinan Ovası’nda, Tınaztepe ve Balmahmut’da bu kez Yunanlılarla cenk eder.

MUSTAFA KEMAL’DEN KIRMIZI ŞERİTLİ MADALYA

Millî Mücadele yıllarında Çukurova ve Batı Cephesi’nde gösterdiği yararlılıklar nedeniyle Veli Haşim Bey, 1927 yılında TBMM tarafından “Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası” ile ödüllendirilir.

TBMM’nin Veli Haşim Bey ile ilgili kararı şöyledir:

“Bu vesikada yazılı bulunan 66 numaralı kanuna uygun olarak verilen İstiklal Madalyası Belgesi No: 4299

Milli Mücadelede bilfiil ateş altında fedakârca hizmet etmesinden dolayı TBMM, 6.5.1926 tarihinde yapılan birleşik toplantının birinci oturumunda zirde (aşağıda) hüviyeti yazılı olan Veli Haşim Bey’e bir adet Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir.

27.5.1927

Mustafa Kemal”

ATATÜRK’Ü MİSAFİR EDİYOR

Batı Cephesi’ndeki görevinin ardından Mersin’e dönen Veli Haşim Bey, Osmaniye Mahallesi’ndeki –şu andaki adı, Veli Haşim Bey’in müfrezesine izafeten Tozkoparan Mahallesidir- bahçesinde tarımla uğraşmaya başlar.

Her işinde olduğu gibi çiftçilikte de yüksek başarılar elde eder. Örnek uygulamalar yaptığı bahçesinde, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı misafir etme bahtiyarlığına erişir.

İlki, Yıldırım Orduları Komutanlığı’na atandıktan beş gün sonra 5 Kasım 1918’de olmak üzere, Mersin’i on kez şereflendiren Atatürk’ün en uzun ziyareti 20-31 Ocak 1925 tarihlerinde gerçekleşir.

Bu ziyareti sırasında Mersin Ziraat Odası Başkanı Hacı Ömer (Kutay) Bey’in Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın şerefine verdiği yemeğe, İsmail Safa (Çiftçi) Bey ile ev sahipliği yapan Veli Haşim Bey, hayatının en mutlu günlerinden birini yaşar.

Veli Haşim Bey’in, şu anda Toroslar Belediye Başkanlığı binasının tam karşısına düşen bahçesinde ağırlanmaktan son derece hoşnut kalan, Yörük kadınlarının maharetli elleriyle pişirdikleri sıkma ve börekleri afiyetle tadan Atatürk, hayatında ilk kez, bu bahçedeki ağaçların dalından kendi elleriyle portakal koparır.

ÖĞRETMENLİĞE HASTALIK ENGELİ

Şeyh Sait İsyanının patlak vermesi üzerine 1925’te ilan edilen kısmi seferberliğe katılan Veli Haşim Bey, 1926 yılında çok sevdiği öğretmenlik mesleğine döner.

Bugün Mersin’in Akdeniz ilçesi sınırları içerisinde bulunan ve “Mehmet Fatih Deveci İlkokulu” adıyla hizmet veren Kurtuluş Okulu’nda öğretmenliğe başlar. Ancak askerlik yıllarında tutulduğu hastalık bir türlü yakasına bırakmaz.

Mersin ve Tarsus Türk Ocakları tedavisiyle yakından ilgilenir. Başta Mersin Türk Ocağı Başkanı Dr. Reşit Galip Bey olmak üzere, Milli Mücadelede Mersin Grubu Müfrezeleri Harp Müşaviri Y. Ütğm. Süleyman Fikri (Mutlu) Bey ve İsmail Hakkı Bey, tedavi amacıyla kendisini iki kez İstanbul’a gönderirlerse de olumlu sonuç alınamaz.

14 Eylül 1926 ila 7 Ekim 1928 tarihleri öğretmenlik yapan Veli Haşim Bey, hastalığının iyice ağırlaşması üzerine; o yıllarda Kurtuluş İlkokulu Müdürü olan, meşhur “Cenupta Türkmen Aşiretleri” kitabının yazarı Ali Rıza Yalman (Yalgın) Bey’e verdiği dilekçede yer alan şu ifadelerle çok sevdiği mesleğine veda eder:

“14 Eylül 1926’ta Mersin Kurtuluş Okulu öğretmenliğine 1.000 kuruş maaşla tayin olundum. Fakat hastalığım benim bu aziz yavruları doya doya okutmama izin vermedi. Ölürsem yalnız buna yanarım. Hürmet Müdürcüğüm.

1 Ekim 1928

Sevdiğiniz Haşim”

VEDA…

Bu dilekçenin üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, 7 Ekim 1928 günü, henüz 37 yaşındayken göklere kanatlanan Veli Haşim Bey’in naaşı, benim de doğup büyüdüğüm Musalı köyü kabristanına defnedilir.

Kutlu adı, Musalı Veli Haşim Çiftçi İlkokulu ve Ortaokulu’nda yaşamakta olan bu muazzam şahsiyet, sadece Mersin’imiz değil ülkemiz için büyük bir değer ve gençlerimizin için doğru bir rol modeldir.

LAKAPLARI VE HAKKINDA YAZILANLAR

“Naif Efe” takma adıyla cepheden cepheye koşan Tozkoparan Müfrezesi Komutanı Y. Ütğm. Veli Haşim Bey hakkında pek çok kaynakta bilgiler yer almakta; onun üstün vasıfları, Millî Mücadelemizin diğer vatanseverleri tarafından dile getirilmektedir.

Fikret Ünver’in aktardığına göre; Mersin Halkevi Dergisi’nin, İkinci Kanun 1940 nüshasında Ali Galip Bey, Veli Haşim Bey’den ve onun Eshab-ı Kehf Savaşı’ndaki rolünden şöyle bahseder:

“Musalı Köyünden ihtiyat zabiti ateşli genç, yurtsever Veli Haşim, Ulaş Köyü merkez olmak üzere kuvvetli bir müfreze teşkil etmişti.

Bu Eshabülkehf Harbi, Tarsus cephesinin ilk karşılaşması Türkün zaferi ile nihayetlenmişti. Hepimize bir kat daha inan ve iman gelmişti. Artık zafer muhakkak Türkün olacaktı.

Bu harpte fevkalâde kahramanlıkları görülen merhum Veli Haşim, Genç İzzet Beylerle tecrübeli Yahya Hayati, Dadalar Köyünden Evci Ali, Tarsuslu Ziya Nuri ve bilhassa tarassut mevkiinde düşman zabitini gözünden vurmak kabiliyetini gösteren 16 yaşındaki Çakıcı’nın isimlerini anmak bence bir vicdan borcu olur. (Fikret Ünver; Mersin Tarihi Üzerine, s. 251-252)”

Taha Toros’un, Kavaklıhan Grubu Komutanı Ütğm. Cemal Ziyal’ın anılarından aktardığı şu bölüm, Veli Haşim Bey’in bir başka yönüne vurgu yapar:

“Orada Çukurova’nın yetiştirdiği sayısız kahramanlardan ikisi ile Molla Kerim ve Veli Haşim’le tanıştık. Veli Haşim alçak gönüllü, kibirsiz bir şekilde… (Kurtuluş Savaşı’nda İçel, s. 142)”

Halil İbrahim Yıldırım’ın “Karboğazı Zaferi” isimli eserinde Veli Haşim Bey’den şöyle bahsedilmektedir:

“Zeki, çevik, atılgan ve teşkilatçı ruhuyla hep en ön saflarda yer almıştır. Bu üstünlükleri ona ‘Çukurova’nın Yıldırım Beyazıt’ı’ unvanını verdirmiştir. Onu tanıyanlar, ona böyle derlerdi. (s. 224)”

Aynı eserde, Tarsus Grubu Müfrezelerinin tanıtımının yapıldığı bölümde, Tozkoparan Müfrezesi ve Veli Haşim Bey hakkında şu ifadelere yer verilmektedir:

“2) TOZKOPARAN MÜFREZESİ: Müfreze Komutanı öğretmen, Yedek Teğmen Veli Haşim (Çiftçi). Naif Efe adıyla Mersin bölgesinin ‘Yıldırım Bayezid’i’ olarak tanınırdı. ‘Cephe Aslanı’ olarak anılırdı. Subayları arasında Ömer Nazmi Çiftçi, Yedek Teğmen Abdulkerim, Kilisli

Yedek Teğmen Abdullah, Teğmen Hamamî Ahmet Beyler vardı.

Müfreze Merkezi: Ulaş köyü. (s. 85)”

Yine aynı eserde Veli Haşim Bey hakkında şöyle denilmektedir:

“Kuvayı Milliye Tarsus Grubu Tozkoparan Müfrezesi Komutanı, Naif Efe takma adıyla savaştı, Mersin bölgesinin ‘Yıldırım Bayezid’i’ olarak tanınırdı. ‘Cephe Aslanı’ olarak anılırdı. Öğretmen, Yedek Üsteğmendir. (s. 222)”

Halen faaliyetine devam etmekte olan Türkiye Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Cemiyeti’ni Adana merkezli olarak kuran Lütfi Oğuzcan’ın, zorlu bir teşkilatçı ve idareci” olarak nitelendirdiği Veli Haşim Bey için 10 Haziran 1969’da kaleme aldığı bir de şiiri vardır.

VELİ HAŞİM İÇİN

Nasıl sığdırdık otuz yedi yıla bilmem ki,

Bütün bir ömre değer şanı, şeref, şöhreti.

Unuttuk mu sanırsın vatan borcu hizmeti?

Tozkoparan’ın tekti gurup içinde yeri.

***

Bir köy çocuğu idin Musalı köyü yerin,

Veli Haşim! Ararız seni, var mı haberin?

Ulaş’ta başka idin, Batı Cephesinde başka

Tek başına da kalsan, yaman savaş verdiydin!

***

Destanını yazayım desem yetmez ki gücüm.

Alındı Fransız’la, Yunanlılardan öcüm.

Ne yazık ki genç yaşta kaybetti vatan seni

Aramızdan ayrıldın aldı götürdü ölüm.

***

Kaldır başını bir bak, vatan seni özlüyor.

Albayrak örtü olmuş mezarını gözlüyor.

Ulu Tanrı rahmeti üzerine inmiş de

Işık olmuş taşını, toprağını süslüyor.

***

Şehadet; mukadderse ölüm bize vız gelir.

Vatan borcu esastır şeref bize az gelir.

Hatırladım adını gözüm, gönlüm açıldı.

Bundan öte Tanrı’ya duayla niyaz gelir.

SONUÇ: TARİHİ YAPANLAR VE YAZANLAR

Türk Ocakları Genel Başkanlarından Prof. Dr. Osman Turan, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” isimli eserinde şu tespiti yapar:

Milletlerin istikbali için tarih yazmak yapmak kadar mühimdir. Tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi, hiç bir mana ifade etmez(s.9).”

Tarihî romanları, araştırmaları ve şiirleriyle tanınan Hüseyin Nihal Atsız da “Türk Tarihinde Meseleler” kitabında “kahramanlık” üzerine şu cümleyi kurar:

“İnsanlar, çevrelerinde ne kadar çok kahraman örneği görürlerse, yiğit yetişme ihtimalleri o kadar artar(s. 121).”

Mersin’deki kutlu milli mücadelemizin başlangıç dönemini, ilk kurtarılan bölge olan Arslanköy odağında işlemeye çalıştığım “Namus” romanımızın hazırlıkları sırasında ve şu an okunmakta olan yazıyı kaleme alırken pek çok kaynağa ulaşabildiğim için kendimi bahtiyar hissediyorum.

Bu yazılı kaynakları bizlere miras bırakanlar, Prof. Dr. Osman Turan’ın ifade ettiği gibi “en az tarih yazan mücahitlerimiz kadar önemli bir iş” yapmışlardır.

“Kaynakça” bölümünde isimlerini zikrettiğim eserlerin yazarlarına teşekkür etmeyi, tarihî bir vatanseverlik görevi sayıyorum.

Bu güzide şahsiyetlerden göklere kanatlananların ruhları şad, mekânları cennet olsun.

Halen hayatta olanlara ise Cenabı Allah’tan hayırlı, başarılı, uzun ömürler diliyorum.

KAYNAKÇA

  1. Ali Çiftçi; Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar, Mersin 2002.
  2. Av. H. Şinasi Develi; Dünden Bugüne Mersin (1836-1990), Mersin TSO Katkılarıyla, Mersin 2001.
  3. Emin Arslan Karakaş; İçel Kurtuluş Savaşı Tarihi Hatıraları, Yeni Mersin Matbaası 1943.
  4. Fikret Ünver; Mersin Tarihi Üzerine, Mersin Büyükşehir Belediyesi Yayını, Mersin 2016.
  5. Halil İbrahim Yıldırım; Karboğazı Zaferi, Mersin Büyükşehir Belediyesi Yayını, Mersin 2016.
  6. İsmail Ferahim Şalvuz; Kurtuluş Savaşı’nda Kahraman Çukurovalılar (Adana, Tarsus, Mersinliler), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002.
  7. Kuvayı Milliye Dergisi Arşivi (Nisan 1958-Aralık 1975)
  8. Taha Toros; Kurtuluş Savaşında Çukurova, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2001.
  9. Tekelioğlu Sinan Bey; Kuvayı Milliye Komutanı Tekelioğlu Sinan Beyin Günlüğü, Genelkurmay ATESE Yayınları, Ankara 2012.
  10. Yrd. Doç. Dr. Cihat Yıldırım; Milli Mücadele Döneminde Mersin (1918-1922), Mersin Büyükşehir Belediyesi Yayını, Mersin 2015.
  11. Ziya Aykın; Kurtuluş Savaşı’nda İçel; Yazma Komitesi: Mithat Toroğlu, Lütfi Oğuzcan, Hasan Akıncı, Osman Muzaffer Koçaşoğlu, Süleyman Fikri Mutlu, Ömer Nazmi Çiftçi, Zekeriya Karayaylalı, Şeref Genç-; Kurtuluş Savaşında İçel, Baha Matbaası, İstanbul 1971.
]]>
KAZIM KARABEKİR: “İSTİKLAL HARBİ YAPTIK. YAPANLAR YAZMAZSA, TARİH MASAL OLUR.” http://hayatitek.com/kazim-karabekir-istiklal-harbi/ Thu, 11 Jun 2020 11:55:27 +0000 http://hayatitek.com/?p=1351 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Mart 1992’da yayınlanan 96. sayısında S. Buğra Bağcı müstearıyla çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu Kazım Karabekir idi.

]]>
ASKERİ MÜDAHALELER VE TÜRK BASINI-3: 12 MART MUHTIRASI http://hayatitek.com/askeri-mudahaleler-ve-turk-basini-12-mart-muhtirasi/ Thu, 11 Jun 2020 11:09:49 +0000 http://hayatitek.com/?p=1328 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Şubat 1992’da yayınlanan 95. sayısı için Ali Yakuboğlu müstearıyla kaleme aldığım “Askeri Müdahaleler ve Türk Basını” başlıklı inceleme araştırma dizimizin üçüncü yazısı: “12 Mart Muhtırası.”

]]>
GAZİ MECLİS’İN YÜZ YILLIK DEMOKRASİ MÜCADELESİ http://hayatitek.com/gazi-meclis/ Sun, 31 May 2020 20:41:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=454

HAYATİ TEK –

Dünya tarihi boyunca toplumlar Monarşi, Meşrutiyet, Oligarşi, Otoriter, Totaliter, Komünist, Faşist, Nasyonal Sosyalist, Teokratik, Demokratik, Cumhuriyet gibi çeşitli isim ve özellikler taşıyan devletler kurdular. Bu devlet şekillerinin pek çoğu bugün hâlâ yürürlükte olmakla birlikte çağımızın ideal yönetim şekli olarak demokrasi esasına dayanan cumhuriyetler gösterilmektedir.

Cumhuriyet bir rejimin adını, demokrasi ise bu rejimin çeşitli uygulama şekillerinden birini tarif eder. Tarihteki ilk demokrasi örneği, doğrudan demokrasiye çok yakın bir şekilde antik çağ site devletlerinde uygulandı. Kadınların yanı sıra kölelerin ve şehirde doğmamış erkelerin oy kullanamadığı Atina ilk demokrasi uygulaması olarak kabul edilir. Elitlerin yönettiği Roma İmparatorluğu da demokrasiyle yönetilen ilk örnekler arasında sayılır. Ortaçağ’daki en bariz örnek İngiltere’dir. Bu ülkede kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta’nın (Büyük Şart) ilan edilmesinden sonra ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştır.

Bu erken örneklere rağmen yöneticilerin seçimlerle belirlenme kültürü, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasasının 1788’de kabul edilmesi üzerine bu ülkede ortaya çıkabildi; hükümetler seçim yoluyla belirlenmeye başlandı. 1861-1865 yılları arasındaki Amerikan iç savaşının ardından girilen süreçte kölelere özgürlük ve oy verme hakkı tanınması ile birlikte bir yönetim biçimi olarak demokrasinin itibarı daha da arttı. Benzer bir gelişme 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da yaşandı. Kabul edilen anayasaya göre iktidar yetkisi, halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırılsa da bu uzun sürmedi; Napolyon dönemiyle birlikte demokrasi rafa kaldırıldı.

DEMOKRASİNİN ALTIN ÇAĞI VE AĞIR BEDELİ

Yirminci yüzyıl için “demokrasinin altın çağı” denilebilir. On milyon asker ve yaklaşık yedi milyon sivilin canına mal olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılmasıyla birçok yeni devlet kuruldu. Bunların önemli bir kısmı demokratik bir görüntü verse de, 1929 ekonomik buhranının ardından İspanya’da Francisco Franco, İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, Portekiz’de António de Oliveira Salazar, Japonya’da Hideki Tojo faşist; Çin’de Mao Zedung, Sovyetler Birliği’nde Joseph Stalin sosyalist diktatörlükler kurmakta gecikmediler.

Yaklaşık altmış beş milyon insanın hayatını kaybettiği insanlık tarihinin en kanlı kapışması olan İkinci Dünya Savaşı, sebep olduğu ağır faturanın yanı sıra demokrasinin gelişmesine de zemin hazırladı. Bu kanlı savaş sonrasında ortaya çıkan ve ABD-SSCB güç mücadelesine sahne olan Soğuk Savaş yıllarında pek çok ülke, Doğu ve Batı blokların yönetim şekillerinden etkilendi. Yeni despotlar çıksa da dünya ülkelerinin çoğunluğu “ileri demokrasi” ya da “hür dünya” olarak adlandırılan safta yer almayı tercih ettiler.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ

En genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan insanlığın demokrasi serüveni göz önüne alındığında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gelişmelerin çok da uzağına düşmediklerini görmek bazılarını şaşırtabilir. Oysa Türkiye’nin demokrasi tecrübesi, dünyadaki pek çok ülkeden çok daha önce, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlar.

Bugünkü seçimler gibi olmasa da Tanzimat’la birlikte vilayetlerde toplanacak vergi miktarlarını tespit etmek üzere oluşturulan meclislerin üyelerini belirlemek için “evet-hayır” oylamasına benzer bir yöntem uygulanmaya başlamıştır. Tabii bu seçimlere, yirmi beş yaşın üzerindeki vergi mükellefi erkeklerin katılabildiğini unutmamak gerekir. Parlamento üyelerini seçmeye yönelik ilk seçimimizi ise 23 Aralık 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’in ilk yılı olan 1877’de gerçekleştirdik.

Yüz seksen yıllık seçim, yüz kırk üç yıllık parlamento deneyimine sahip bir millet olarak, demokrasiyi kabullenme ve uyum konusunda Batı’daki örnekler gibi büyük ıstıraplar yaşamasak da sistemi anlamak ve doğru uygulamak noktasında epeyce bedel ödedik. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri bu anlamda demokrasiye hazırlık aşamalarımızı oluşturdu; yeni rejimimiz Cumhuriyet, onlarca yıl öncesinden adeta “ben geliyorum” dedi. Üstelik Batı’daki örneklerin aksine Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş sürecimizi yarım asırdan daha kısa bir sürede tamamladık.

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI VE SEÇİM GELENEĞİ

İki bin üç yüz yıllık kadim devlet geleneği, ondan çok daha eskilere dayanan milli varlığıyla Türkler, tarih boyunca pek çok devlet kurdular. İslam öncesi dönemde Hun ve Göktürk, İslamiyet dairesine girdikten sonra ise Selçuklu ve Osmanlı ile dünya çapında etkin olup, insanlık tarihine yön verdiler.

Milletin teşkilatlanmış şekli olan devletin iş ve işlemlerini yürütebilmesi için yazılı veya sözlü bir anayasasının, cezaları tatbik etmek için kanunlarının bulunması gerekir. İslam öncesi çağlarda Türklerin hukuk düzeni “töre” kelimesiyle ifade ediliyordu. Orhun Kitabelerinde geçen “töre/törü” kelimesi, binlerce yıl içerisinde toplum tarafından kabul edilen ortak değerleri tanımlayan örf, adet ve geleneklere dayalı bir hukuk sistemini tarif ediyordu.

İlk çağlardan itibaren devleti ve devlet başkanını kutsal gören milletimiz, yönetim işlerini karara bağlamak üzere toylar (meclis, kurultay) düzenliyordu. Bu önemli buluşmaya davet edildiği halde katılmamak büyük cezayı gerektiriyordu. Kararların, özgürce ve cesurca kullanılan oylarla alındığı toy günlerinde Hakan tarafından katılanlara ve halka açık yemekli eğlenceler düzenleniyor, bu önemli toplantı bir düğün atmosferinde gerçekleştiriliyordu. Günümüzde seçim günlerinin “demokrasinin düğünü” olarak nitelendirilmesi ile örtüşen bu yaklaşım, tarihi temellerden yoksun değildir.

CUMHURİYET GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. İskitler’den bu yana devletsiz kalmayan milletimizin Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı kanalıyla ulaştığı son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Milli irademizi temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan bu son devletimiz gökten zembille inmedi; derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerinde yükseldi.

Nice zorluklara katlanarak kurduğumuz Cumhuriyetimiz, uğruna nice şehitler verdiğimiz vatanımızla birlikte en değerli varlığımız olmakla birlikte, bugünlere sadece cephede verdiğimiz savaşlarla ulaşmadık. Aynı zamanda devletimize karakterini veren demokrasi yolundaki yüz kırk üç yıllık Meclis deneyimi, bu deneyim sırasında ödediğimiz pek çok bedellerle birlikte ulaştık. 1911-1922 döneminde kas ve beyin sermayemiz olan gencecik yiğitlerimizi cephelere gömerek, 1968-1980 arasında binlerce gencimizi ideolojik çatışmaya, 1984’ten bu yana binlerce gencimizi bölücü teröre kurban vererek geldik.

Tarihimiz sadece zaferlerden ibaret değil. Hatırlamak bile istemediğimiz nice büyük hatalarımız, mağlubiyetlerimiz oldu. Biz, bunlardan çıkardığımız derslerle büyük milletiz. Ve büyük bir millet olarak demokrasi mücadelemizden de yüzümüzün akıyla çıkmayı bildik.

1699 tarihli Karlofça Antlaşması’ndan itibaren başlayan gerileme dönemimiz boyunca pek çok badire atlattık. Öncelikle askeri alandaki başarısızlığı, toprak kayıplarını ve azınlıkların ana bünyeden kopmasını önlemek amacıyla başlattığımız ıslahat hareketlerimizi zaman içerisinde cumhuriyet ile sonuçlanacak adımlarla devam ettirdik. Askeri ve teknik anlamdaki modernleşme çabamız, demokrasi sürecinin gelişiminde de etkili oldu.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE MEŞRUTİYET

31 Ağustos 1876’da göreve başladıktan yaklaşık dört ay sonra 23 Aralık 1876’da ilk anayasamız olan Kanun-ı Esasi’yi ilân eden İkinci Abdülhamid, çeşitli kesintilere uğrasa da bugüne kadar devam eden parlamentolu anayasal sürecimizi başlatan lider oldu.

Meşrutiyet’in ilanından sadece dört ay sonra 24 Nisan 1877’de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı’nda düşman kuvvetlerinin Yeşilköy’e kadar yaklaşması ve parlamentodaki gayri Müslim milletvekillerinin olumsuz tavırları nedeniyle Meclis’i 14 Şubat 1878’de tatil eden İkinci Abdülhamid, ülkeyi yine kendisinin ilan ettiği İkinci Meşrutiyet’e kadar parlamentosuz yönetti. Bu süre zarfında hukuken yürürlükte kalan ancak fiiliyatta uygulanmayan Kanun-ı Esasi, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile yeniden yürürlüğe girdi.

31 Mart Olayı’ndan sonra 22 Ağustos 1909’da bazı değişikler yapılarak meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu hale geldi ve padişahın veto yetkisi kaldırıldı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı. Yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi. İkinci Meşrutiyet’in çalkantılı siyasal sürecinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-i Esasi, Birinci Dünya Savaşı şartları nedeniyle uygulanamadı.

Mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişimizin miladı olan ve meşrutiyet rejiminin temellerini atan Kanun-i Esasi, Fransız Anayasası’ndan yola çıkılarak hazırlanmıştı. Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan, padişahın üstünlüğü ilkesine dayanan Kanun-ı Esasî, elbette tam bir anayasal düzen getirmedi. Ancak anayasalı ve seçimli bir siyasi sistem anlayışının somutlaşmasına, bu konuda kültürel bir iklim oluşmasına önemli katkılar sağladı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE MONDROS MÜTAREKESİ

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile birlikte İtilâf Devletleri, Türk topraklarını işgale başladılar. Henüz barış antlaşması imzalanmadan, bir mütarekeye dayanılarak girişilen işgallere tepki gösteren halkımız için İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali büyük infiale neden oldu. Silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan milli direniş, halk tarafından kısa sürede benimsendi.

İşgallere karşı sadece protestolarla yetinmeyen halkımız, “Kuvayı Milliye” olarak adlandırılan yerel milli kuvvetler oluşturarak, Mondros ile birlikte dağılan ordunun yeniden toparlanmasına kadar geçen süre zarfında önemli başarılar elde etti.

Yerel milli güçlerin başarısı, Batı Cephesi’ndeki hazırlıklar için büyük bir moral kaynağı oldu. Nitekim İsmet Paşa (İnönü) Genelkurmay Başkanı sıfatıyla 25 Eylül 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada bu durumu şu ifadelerle dile getirdi:

“Muntazam kuvvetlere karşı bu cephedeki ahalinin, Adana, Tarsus, Mersin ve bu mıntıkadaki ahalinin gösterdiği mukavemeti, ondan fazla olarak, düşman kıtaatına hücum için layenkatı faaliyeti, eğer biz layikile ifade etmiyorsak, fevkalade heyecan içinde, fevkalade alaka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana cephesinde cereyan eden vukuatı en ziyade iftihar ile telakki edecek, muazzamat meyanında görecektir. (Alkışlar)”

Başarılarıyla Ankara’da böylesine büyük bir heyecan uyandıran Kuvayı Milliye, Birinci İnönü Savaşı sırasında düzenli orduya dönüştürüldü. Yurdun dört bir yanındaki Kuvvacı vatanseverler Batı Cephesi’ne koşarak nihai zaferin kazanılması için can verdi.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin ardından 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinde oluşturulan Mustafa Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştı. İstanbul Hükümetiyle kurulan temas neticesinde Meclis-i Mebusan, Sultan Altıncı Mehmed Vahdeddin’in iradesiyle 12 Ocak 1920’de tekrar açıldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin seçip gönderdikleri üyeler de bu Meclis’te yer aldı.

Milli iradeye dayanılarak kurulan son Meclis-i Mebusan uzun süre yaşayamasa da tarihi görevini yerine getirerek 28 Ocak 1920’deki gizli oturumunda Misak-ı Milli kararlarını aldı. Bütün mebusların imzaladığı kararların basında yayınlanması ve yabancı parlamentolara bildirilmesi ise 17 Şubat 1920 tarihli oturumda kararlaştırıldı.

15 Mart’ta İstanbul’u fiilen işgal eden İngilizler, 18 Mart’ta Meclisin etrafını sararak toplantı halindeki milletvekillerinden bazılarını tutukladılar. Böylece son Osmanlı Meclis-i Mebusanı işgal kuvvetleri tarafından zorla kapatıldı ve tarihteki onurlu yerini aldı.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI

İstanbul’un İngilizler tarafından fiilen ve resmen işgal edilmesi üzerine Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, işgalin hükümsüz olduğunu açıkladı. Artık Anadolu’da yeni bir hükümetin kurulma zamanı gelmişti. Olağanüstü yetkilere sahip bir millet meclisinin Ankara’da açılmasıyla ilgili bildiri 19 Mart 1920’de yayınlandı ve illerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden milletvekili sıfatıyla temsilciler seçmeleri istendi. Yurdun dört bir yanında yapılan seçimlerle belirlenen milletvekilleri 22 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine Ankara’da toplandılar.

23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma Namazından sonra topluca Meclis binasına gelen milletvekilleri, saat 14.00’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını dualarla yaptılar. Meclis Başkanlığına en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey getirildi. Başkanlık kürsüsüne çıkan Şerif Bey, Meclis’in açış konuşmasını yaparak şunları söyledi:

“Değerli hazır bulunanlar, İstanbul’un geçici kaydıyle yabancı devletler kuvvetleri tarafından işgal ve bütün esasları ile Hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı ortadan kaldırıldığını biliyorsunuz. Bu duruma baş eğmek, milletimizin önerilen yabancı tutsaklığını kabul etmesi demek idi. Ancak tam bağımsız yaşama kesin azminde olan ve her şeyden önce özgür ve başı dik milletimiz tutsaklığı şiddetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclisimizi vücuda getirmiştir.

Ben bu Yüce Meclisin yaşlı başkanı olarak, Allah’ın yardımı ile milletimizin içte ve dışta tam bağımsızlığını ele alıp yönetmeğe başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.

Kutsal başımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Altıncı Sultan Mehmet’in yabancıların elinden kurtarılması, sonsuza kadar Başkent İstanbul ile işgal altında türlü acılar çeken ve acımasız olarak yok edilmeye çalışılan diğer illerimizin düşmandan arındırılması için bize güç vermesini, Yüce Tanrı’dan diliyorum.”

İstanbul’dan gelen doksanın üzerindeki milletvekiline ek olarak yüz yirmi beş devlet memuru, elli üç asker, elli üç din adamı ve çeşitli meslek mensuplarından oluşan, 1920-1923 yılları arasında görev yapan Birinci Meclis, işleyiş tarzı ve duruşu bakımından en güzel demokrasi örneklerinden birini ve milli beraberliğimizin en güzel fotoğrafını oluşturdu.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN İLK KARARLARI

24 Nisan 1920’de Meclis Başkanı seçildikten sonra teşekkürlerini ifade etmek üzere kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından o güne kadar olan gelişmeleri ve yürütülen çalışmaları anlattığı uzun bir konuşma yaptı. Ülkenin genel durumu hakkında bilgiler verdi.

Aynı gün yapılan Başkanlık Divanı seçiminde Mustafa Kemal Paşa birinci başkanlığa, Celâleddin Ârif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Çelebi birinci başkan vekilliğine ve Cemâleddin Efendi ikinci başkan vekilliğine seçildi. Kâtip üyelerle birlikte Başkanlık Divanı oluşturuldu.

1 numaralı kararı ile kendi kuruluşunu düzenleyen Meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın bir kısım üyelerinin yeni Meclis’e katılma yetkisini onayladı ve ardından yeni Türkiye’nin yolunu ve idare yöntemini ortaya koyan şu esasları kabul etti:

“1) Meclis’te beliren milli iradenin vatanın geleceğine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

2) Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

3) Hükümet kurmak gereklidir. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.

4) Geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili tayin edilmesi uygun değildir. Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslara uygun olan durumunu alır.”

Demokratik bir ortamda geçen uzun tartışmalardan sonra 2 Mayıs 1920’de yapılan oylamada TBMM Hükümeti kurularak faaliyetine başladı. Yasama, yürütme ve bazı hallerde yargı yetkisini elinde toplayan Birinci Meclis, olağanüstü şartlar gereği hükümet gibi hareket etti.

Olağanüstü yetkilerle donatılan Büyük Millet Meclisi, 18 Ağustos 1920 tarihli oturumunda, olağanüstü şartların ortadan kalkmasına kadar Meclis’in aralıksız çalışmasına karar vererek milli kimliğini ve ilk hedefini ortaya koydu.

GAZİ MECLİS’İN FEDAKÂR VEKİLLERİ

Millî Mücadele’yi yöneten ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran yasama organı olarak tarihi bir konuma sahip olan Birinci TBMM, çok zor şartlar altında görev yaptı. TDV İslam Ansiklopedisi’nin İhsan Güneş tarafından kaleme alınan ilgili maddesinde o dönemin şartları hakkında şu bilgiler yer alıyor:

“Ankara bu dönemde küçük bir Anadolu kasabasıydı. Ulus’taki meclis binası gaz lambasıyla aydınlatılıyor ve saç sobayla ısıtılıyordu. Mebuslar çevredeki okullardan getirtilen tahta sıralarda oturuyor, komisyonlar gaz tenekesinden oluşturulan masalar üzerinde çalışıyordu. Mebusların kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir otel ve lokanta bile yoktu. İlk gelenler başta Yüksek Öğretmen Okulu olmak üzere çeşitli okullara yerleştirilmişti. Ardından gelenler ise derme çatma han odalarında kalıyorlardı.

Mebuslar daha sonra okullardan ve hanlardan çıkarak üç beş kişi ortaklaşa ev kiralamaya başladılar. Önce kale içindeki sağlık şartları uygun olmayan azınlıklara ait evlerde oturdular. Ardından Müslümanlar da evlerini kiraya vermeye başladılar.

Bu şartlardan şikâyet etmeyen mebusların devletin kendilerine verdiği 100 lira maaşın bir kısmını bütçe açığını gidermek amacıyla geri verdikleri bile oluyordu. Üyeler, gerektiğinde cepheye gidip askerlerle birlikte savaştıkları gibi köyleri ve kasabaları dolaşarak meclisin amaçlarını halka anlatıyorlardı.

Toplumun her kesiminden gelen bu insanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında işgalci güçleri yurttan atıp bağımsız yeni Türkiye Devleti’ni kurdular.”

İHTİLALCİ MECLİS’İN VİZYONER ANAYASASI

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en belirgin özelliklerinden birinin ihtilâlci bir karakter taşıması olduğunu kaydeden Güneş, bunun gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Çünkü üyeler her türlü tehlikeyi göze alarak Ankara’ya gelmişlerdi. Nitekim Hamdullah Suphi ihtilâlci bir kuvvet olduklarını, milletin kutsal değerleri savunulurken ölümün bile düşünülemeyeceğini söylüyordu. Ali Şükrü Bey de bu meclisin sıradan bir meclis olmadığını, fevkalâde şartlardan doğduğunu vurguladıktan sonra, ‘Bunun nâm-ı diğeri ihtilâl meclisidir’ diyordu. Gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargı erklerini üzerinde toplayarak, Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nu çıkararak, İstiklâl mahkemelerini kurarak ve egemenliği kayıtsız şartsız millete veren anayasayı kabul ederek kendi üstünde hiçbir güç tanımadığını ortaya koydu. İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaları, verdiği imtiyazları geçersiz sayıp nihayet 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatı birbirinden ayırdı ve Osmanlı saltanatını kaldırarak ihtilâlci özelliğini açıkça gösterdi. Nitekim 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla kısa, fakat geleceğe açılımı bakımından geniş ufuklu bir anayasa benimsendi. Bundan sonra devlet yapısı Kanun-ı Esasi’nin öngördüğü yapıdan uzaklaşarak Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre yeniden düzenlendi.”

TAM BİR DEMOKRASİ ÖRNEĞİ

Büyük Millet Meclisi’nin kendinden önce ve sonra oluşanlarla karşılaştırılamayacak kadar demokrat bir meclis olduğuna dikkat çeken İhsan Güneş, değişik siyasi düşüncelere sahip milletvekillerinin görüşlerini iç tüzüğe uygun biçimde hiçbir engelle karşılaşmadan savunduklarını belirtildikten sonra şöyle devam ediyor:

“Meclis içinde ‘halk zümresi, tesanüt grubu, ıslahat grubu’ gibi küçük bazı gruplar ortaya çıkmıştı. Hatta Yeşil Ordu Cemiyeti ile Türkiye Halk İştirâkiyyûn Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası gibi sosyalist temellere dayanan örgütlenmeler de olmuştu. Ancak asıl mücadele, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarını eleştiren ikinci grup arasında geçti. Bu iki grubun tartışmaları meclisin demokratik kimliğinin de göstergesi oldu.”

HALKÇILIK PROGRAMI KABUL EDİLİYOR

Gayri Müslimlerin katılmadığı Birinci Meclis’in oluşum şekli ve amaçları bakımından milliyetçi ve halkçı bir karaktere sahip olduğuna dikkat çeken Güneş, şöyle devam ediyor:

“Halkçılık bu dönemde en çok kullanılan bir kelime olarak ortaya çıkmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde ülke gündemine giren halkçılık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra âdeta meclisin ideolojisi haline geldi. Fevzi Paşa (Çakmak) olayların kendilerini halkçılığa doğru sürüklediğini söylerken Mustafa Kemal Paşa da varlıklarının yegâne dayanağının halkçılık olduğunu belirtiyor ve halk hükümetini savunuyordu. Bu düşüncelerini Halkçılık Programı adıyla 13 Eylül 1920’de meclise sundu.

Meclis kendi içinden seçtiği hükümet üyelerini sıkı bir denetime tâbi tuttu; sözlü ve yazılı soruların dışında yoğun bir gensoru önergesiyle bu işlevini yerine getirdi. Hatta bazen verdiği gensorularla hükümet üyelerini görevlerinden aldı.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek 16 Nisan 1923’te çalışmalarını sona erdirdi. Böylece oluşum biçimi, amaçları ve bu amaçlarını gerçekleştirmekte gösterdiği kararlılık, yurt ve millet sevgisi, devlet ciddiyeti, özveri, millî saygınlık bakımından alınması gerekli derslerle dolu bir meclis olarak tarihteki yerini aldı.”

CUMHURİYET’İ KURAN KURMAY KADRO

1699’dan bu yana geçen son üç yüz yıllık tarihimiz, değişim ve yenileşme hareketleri tarihidir. Osmanlı’nın başta ordu olmak üzere teknik konularda başlattığı reformlar, Tanzimat’tan sonra idari ve kültürel alana kaydı, Cumhuriyet ile birlikte inkılap hareketlerine dönüştü.

Tarihteki en güçlü devletimiz olan ancak zamanla güçten düşen Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet ve yönetim sistemi çıkaran muhteşem kadronun tamamı Meşrutiyet döneminde yetişti. 1863’teki II. Viyana Kuşatmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen 240 yıllık süreç içerisindeki en kritik dönem İkinci Abdülhamid’in saltanat yıllarına rastlayan Meşrutiyet dönemiydi. Ülke, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan otuz yedi yıl sonra Meşrutiyet, bundan kırk yedi yıl sonra da Cumhuriyet rejimiyle yönetilmeye başlandı.

Kırk yedi yıllık Meşrutiyet rejiminin ilk otuz yılında doğanların oluşturduğu bu müthiş kadro, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleyi veren ve Cumhuriyeti kuran kadro olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyet’in ana rahmi olan bu dönemde gerçekten de parlak bir nesil yetişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve diğerleri… Bu asker kadro, dönemin fikir ve sanat insanlarıyla el ele vererek milletimizin son gurur tablosu Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.

Mustafa Kemal Atatürk Birinci Meşrutiyet’in beşinci iktidar yılı olan 1881’de, Fevzi Çakmak 1856’da, Müfit Özdeş 1874’te doğdular. Cumhuriyeti kuran asker kadronun diğer üyeleri olan Ali Fethi Okyar 1880’de, Kazım Özalp 1880’de, Refet Bele 1881’de, Rauf Orbay 1881’de, Salih Bozok 1881’de, Kazım Karabekir 1882’de, Ali Fuat Cebesoy 1882’de, İzzettin Çalışlar 1882’de, Nuri Mehmet Conker 1882’de, İsmet İnönü 1884’te, Cevat Abbas Gürer 1887’de hayata gözlerini açtılar. Bütün askeri bilgilerini bu dönemde aldılar ve karakterlerini bu dönemde edindiler. Birinci Dünya Savaşı başladığında büyük bir çoğunluğu Üsteğmen, Yüzbaşı ya da Binbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Bu isimlere İttihat ve Terakki’nin kurmay kadrosunu oluşturan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve diğerleri de eklenmelidir. Hepsi de cesur, fedakâr, vatansever, kahraman, idealist insanlardı. Hiçbiri yatağında mışıl mışıl uyuyarak ölmedi.

Birini Dünya Savaşı sırasında cephelerden ceplere koşanlar, savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesi’nin ardından itilaf devletleri Anadolu topraklarını işgale başlayınca ülkenin dört bir yanında birer meşale gibi kurulan Kuvayı Milliye teşkilatlarını tek çatı altında toplayanlar onlardı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basanlar onlardı. Amasya Tamimini yayınlayanlar, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayanlar onlardı. 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açarak Milli Mücadeleyi demokratik yöntemle ve hukuka uygun şekilde idare edenler onlardı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden onlardı.

CUMHURİYETİN İLK DÖNEM AYDINLARI

Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyeti kuran askerlerin yanı sıra yeni rejimin fikir ve sanat planındaki kurmaylarını da yetiştirerek yakın tarihimizdeki yerini aldı. Cumhuriyet yıllarının kültür hayatına yön veren Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Mahmut Şevket Esendal, Şevket Süreyya Aydemir, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Rıza Nur, Yahya Kemal Beyatlı, Aksekili Ahmed Hamdi Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Mehmet Şemsettin Günaltay, Ömer Ferit Kam, Ali Ekrem Bolayır, Fatma Aliye Topuz, Ebu’l Ulâ Zeynel Abidin Mardin, Eşref Edip Fergan, Bestekâr Şerif Muhittin Targan, Hüseyinzade Ali Turan, Mehmet Fuad Köprülü, Celal Sahir Erozan, Mahmut Esat Bozkurt ve diğerleri… Hepsi de Meşrutiyet döneminde yetişmiş birer yıldızdılar.

CUMHURİYETİN İLK KURUM VE PROJELERİ

Cumhuriyet’in sadece asker-sivil bürokrasini, kültür ve sanat insanlarını yetiştirmekle kalmadı Meşrutiyet. Altyapı hizmetlerinde de çağları aşan iş ve projeler ortaya konuldu bu dönemde. Şehircilik alanında büyük öneme sahip Ebniye Kanunu’nu 1882’de çıkarıldı. Modern şehirciliğin temellerini atan bu imar kanunu, 1930’a kadar yürürlükte kaldı. Sadece başkent İstanbul’da değil ülke çapında büyük mimari ve altyapı hareketleri başlatıldı.

Yine bu dönemde kimileri yüz yıl sonra gerçekleştirilebilen pek çok altyapı projesi planlandı. 600 kilometrelik Karadeniz-Akdeniz Karayolu Projesi. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e 1900 yılında projesi çizdirilen İstanbul Boğazı üzerine yapılacak Cisr-i Hamîdi projesi. Boğazın altından geçecek bir demiryolu tüneliyle İstanbul’un iki yakasının birleştirilmesini öngören, 1902’de Amerikalı mühendislere ihale edilen Tünel-i Bahri Projesi. Konya ovasının sulanmasına yönelik Konya Ovası Projesi ve daha nice proje Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e mirası oldu.

Bu dönemde ayrıca Güzel Sanatlar Akademisi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, ticaret ve ziraat okulları kuruldu. İlk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları, il merkezlerinde liseler, ilçelerde ortaokullar açılmış, ilkokulları köylere kadar yaygınlaştırıldı. Şişli Etfal Hastanesi ve Darülaceze inşa edildi. Bugün hala kullanılan Hamidiye içme suyu borularla İstanbul’a getirildi. Anadolu içlerine kadar karayolları açtırıldı. Bağdat ve Medine’ye kadar demiryolları, büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşendi. Meşrutiyet döneminde eğitim ve altyapıya yapılan bunca yatırım sayesinde Cumhuriyet, yeni medeniyet hamlesini çok daha kolay yapabildi.

CUMHURİYET TAMAM, SIRA DEMOKRASİDE

Her cumhuriyet demokratik olmamakla birlikte cumhuriyet ile demokrasi birbirini destekleyen ve tamamlayan iki kavramdır. Demokrasi, cumhuriyetin niteliğini güçlendiren, milleti oluşturan herkesi ve her kesimi eşit kabul eden ideal bir yönetim şeklidir.

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edildiğinde Türkiye pek çok bakımdan demokratik bir ülke değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğini artırmak amacıyla 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurduran ancak 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası yayımladığı Takrir-i Sükûn Kanunu ile bu partiyi kapatan Atatürk, ikinci çok parti denemesini 1930 yılında yaptı. Yine Atatürk’ün tavsiyeleriyle Ali Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ise ortaya çıkan Atatürk’e suikast, Menemen Olayı ve sonrasında yaşananlar nedeniyle baskı altında tutuldu. 1930 Yerel Seçimlerine katıldığı halde, henüz bir yaşını bile doldurmadan kendini feshetmek zorunda kaldı.

BİR İBRET BELGESİ: 46 SEÇİMLERİ

Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde 1946 seçimleri önemli rol oynadı. Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Mehmet Fuad Köprülü tarafından 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, tek parti iktidarının aldığı baskın seçim kararına itiraz etse de 21 Temmuz 1946’daki seçimlere katılarak 61 milletvekili çıkarıp TBMM’ne girmeyi başardı. “Açık oy gizli tasnif” yönetimiyle yapılan ve tek parti iktidarının her türlü müdahalesine açık bir seçimde kazanılan 64 sandalye, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’ye iktidara getirecek yolu açtı. Bu seçimlerde CHP 397, Bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandılar.

İLK TAM DEMOKRATİK SEÇİMLER

Günümüzdeki özgür seçimlerin temel kuralı olan “Gizli Oy Açık Tasnif” sisteminin uygulandığı ilk seçim 14 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi. Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan seçimin ardından 27 yıldır ülkeyi yöneten CHP iktidarı son buldu. “Yeter söz milletindir!” sloganı ile seçimlere giren DP, 487 milletvekilliğinin 416’sını kazandı. Böylece demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan çok partili hayat Türkiye’de işlemeye başladı. 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanan DP, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar ülkeyi on yıl süreyle idare etti.

DARBELERE RAĞMEN TAM YOL İLERİ!

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten 1950’ye kadar geçen 27 yıllık tek parti iktidarının ardından girilen süreç Türkiye’yi tam demokrasi hedefine götürecek önemli bir fırsat olsa da 27 Mayıs 1960 ihtilali, “demokrasiyi ortadan kaldırma pahasına cumhuriyeti yaşatma” anlayışının ilk tezahürü oldu. Bu ilk askeri darbeyi 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 ihtilali, 28 Şubat 1997 süreci takip etti;  15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi bambaşka bir gerekçe ile de olsa demokrasimize büyük bir darbe indirdi.

Doksan altı yıllık cumhuriyet tarihimizdeki darbelerin ve darbe girişimlerinin tamamında milli irade ve onun tecelli ettiği yer olan TBMM büyük yara aldı. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de tamamen feshedilen TBMM, 12 Mart ve 28 Şubat’ta baskı altında tutuldu. 15 Temmuz darbe girişimi, olayı en vahim noktaya taşıdı; Milli Mücadelenin ana karargâhı ve milli iradenin temsil yeri olan gazi Meclisimiz bombaların hedefi oldu. Üçüncü TBMM binası, tıpkı Milli Mücadelenin idare edildiği Birinci Meclis binası gibi “gazi” unvanını kazandı.

TBMM’NİN EŞSİZ BAŞARISI

TBMM’nin yüz yıllık serüveni, dünya tarihinde eşine az rastlanan bir başarı öyküsüdür. Devletin yönetim şeklini tarif eden cumhuriyet ile cumhuriyetin niteliğini en ideal şekilde tarif eden demokrasi kavramları TBMM çatısı altında ayrı bir anlam kazanmıştır.

Yüzüncü yılını kutladığımız Milli Mücadelenin Başkomutanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında kurduğu, “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir.” cümlesi, milletimiz hakkında yapılan çeşitli tarihi araştırmalarla teyit edilmiş bir gerçektir.

Atatürk’ün şu tespiti de aynı noktaya vurgu yapmaktadır:

“Türk milleti en eski tarihlerde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarında devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir.”

TBMM Genel Kurul Salonunun duvarına çakılı şu veciz söz, 2300 yıllık devlet geleneğine sahip bulunan milletimizin tam bağımsızlık ve tam demokrasi hedefinin en çarpıcı ve en açık ifadesidir:

“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”

]]>