Öğretmen – Hayati Tek http://hayatitek.com Sun, 02 Jan 2022 21:57:45 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Öğretmen – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 KUVAYI MİLLİYE’NİN ÖĞRETMEN KOMUTANLARI http://hayatitek.com/kuvayi-milliyenin-ogretmen-komutanlari/ Sun, 02 Jan 2022 21:48:29 +0000 http://hayatitek.com/?p=5231 HAYATİ TEK –

Eğitim ve öğretim alanında Tanzimat ile başlayan yeniliklerden olan Dârülmuallimîn (Erkek Öğretmen Okulu)  ve Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) uygulamasının II. Abdülhamid döneminde yaygınlaştığı görülür.

Mehmet Ö. Alkan’ın, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri (1839-1924)” isimli eserinden öğrendiğimize göre; 1908 yılında Osmanlı ülkesinde yirmi altı Dârülmuallimîn bulunmakta, bunlardan biri de Adana’da faaliyet göstermektedir.

Resmî kuruluşu 1889’a tarihlenen, 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Adana Lisesi’ne çevrilen, 1932’de Adana Erkek Lisesi’ne dönüştürülen Adana Dârümuallimîn, günümüzde Adana Erkek Anadolu Lisesi adıyla öğrenci yetiştirmeye devam etmektedir.

Bu asırlık eğitim çınarımızın Mersin’in özgürlük mücadelesinde özel bir yeri vardır.

Askerlik hizmetlerini Birinci Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde yapan Adana Dârümuallimîn mezunu Mersinli genç öğretmenler, Çukurova’nın işgal edilmesi üzerine bir kez daha silaha sarılmakta tereddüt etmezler. Kurdukları müfrezelerle Fransızlara karşı destansı bir mücadele vererek Mersin’in kurtuluşunda birinci derecede etkili olurlar.

O kadar ki, Ali Çiftçi’nin “Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar” isimli eserinde yer verilen yirmi bir kahramanın dokuzu, Adana Dârümuallimîn mezunudur. Aralarında bir de yüksekokul statüsündeki İstanbul Dârülmuallimîn-i Âliyesi öğrencisidir.

Millî Mücadele döneminde Mersin ve havalisinde iz bırakan kahramanların bu yirmi bir kişi ile sınırlı olmadığı aşikârdır. Ancak Ali Çiftçi’nin birinci el kaynaklara ulaşarak ve yoğun bir mesai harcayarak hazırladığı belli olan bu değerli eseri; bayrak, Kur’an ve silah üzerine yemin edip cepheye koşan müfreze komutanı “mücahit öğretmen kahramanlarımızın” tespiti bakımından hayli kapsamlı ve değerli bir çalışmadır.

Okunmakta olan satırların esin ve başvuru kaynağı, bu eser olacaktır.

Y. TĞM. AHMET REFİK (ERDEM) BEY

Erdemli’nin Güzeloluk köyünde 1893’te dünyaya gelen Ahmet Refik Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Mersin’de okur. 1914’te Adana Dârülmuallimîn’den mezun olur.

Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra askerlik hizmeti için İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhına çağrılır. Eğitiminin ardından 23. Tümen emrinde Tarsus civarında, Lübnan’daki Seyyar Müfreze’de ve 7. Ordu emrinde Filistin’de görev yapar. 1918’de İngilizlere esir düşer. Esaretten kurtulunca köyüne döner.

Mersin’in işgale uğrayan bölgelerinin batı sınırında bulunan Güzeloluk köyünde oluşturulan 30 kişilik Fedai Bölüğü’nün komutanlığına atanır. Kurtuluşa kadar bu görevini sürdürür.

Adana Müfrezesi emrinde Batı Cephesi’ne gönderilir. Birinci ve İkinci İnönü savaşlarına katılır. Üsteğmenlik rütbesine terfi ettirilir. Mersin ve Batı Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir.

Milli Mücadele sonrasında köyüne döner, Erdemli ve çevresinde narenciye tarımının başlamasına öncülük eder.

İkinci Dünya Savaşı sürerken 1940-42 yılları arasında Silifke Hava Haber Alma Komutanlığı’nda görev yapan Ahmet Refik Bey, 12 Kasım 1943 günü, tedavi için gittiği İstanbul’da vefat eder ve oraya defnedilir. (Çiftçi: 64-65)

Y. ÜTĞM. ALİ RIZA (TİMURTAŞ) BEY

1891’de Silifke’nin Çatak köyünde doğan Ali Rıza Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Mersin’de tamamlar. Adana Dârülmuallimîn’den 1915’te mezun olur. Aynı yıl askerlik hizmeti için İstanbul Maltepe İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’na askere çağrılır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde 15. Kolordu, 20. Tümen, 63. Alay, 4. Tabur, 15. Bölük Komutanı olarak görev alır. 1917 Temmuz’undaki Popoliga Deresi Savaşı’nda Rus taarruzuna karşı savunma zaferi kazanır. Ekim ihtilali sonrası Rusya savaştan çekilince, 15. Kolordu ile İstanbul’a döner. Gönderildiği Filistin Cephesi’nde 2 Ekim 1918’de İngilizlere esir düşer. Mısır’da geçen bir yıllık esaretin ardından 12 Ekim 1919’da Mersin’e döner.

Silifke’nin Mağara bucağında öğretmenliğe başlar. O sırada Mut’ta bulunan Yzb. Emin Arslan Bey ile mektuplaşarak, Mağara’da yoğun bir nüfusa sahip olan Ermenilere, Kuvayı Milliye’den emin olmaları yönünde telkinlerde bulunur. Fedai Müfreze’nin Mağara’ya ulaştığı 7 Şubat 1920 günü öğretmenlikten istifa ederek, Yzb. Emin Arslan Bey’in maiyetine girer ve “Doğan Efe” adıyla Fedai Müfrezeler Üçüncü Bölük Komutanlığı’na getirilir.

Bu görevde iken Köypınarı’nı Fransızlardan kurtarır. Fedai Müfrezeler İkinci Bölük Komutanı Bçvş. Adanalı Hasan Tahsin Bey (Şahin Efe) ile ortak bir harekât yaparak, Karahıdırlı’daki Fransız takımını ve Alata’daki Fransız karakolunu basar, jandarmaları teslim alır. Mersin Grubu’nun Mersin ve Tarsus olarak ikiye ayrılması üzerine, komutanı olduğu Üçüncü Bölüğü, “Kayıhan Müfrezesi” adıyla Tarsus Grubu’na taşır.

İkinci Kavaklıhan, Birinci Hacıtalip ve Bağlar savaşlarına katılır. 25 Temmuz-8 Ağustos 1920 tarihleri arasında Adana’dan çıkıp Mersin’e keşif taarruzu yapan iki Alay’dan oluşan uçak destekli Fransız birliğini sürekli taciz eder; hâkim olduğumuz tepeleri düşmana kaptırmaz.

Ankara Antlaşması sonrasında Karaman’da oluşturulan 4. Depo Alayı, 2. Tabur emrinde 5. Bölük Komutanı olarak Batı Cephesi’ne geçer; acemi erleri yetiştirmekle görevlendirilir. Büyük Taarruzda 61. Tümen, 190. Alay, 3. Tabur’da görev alır. 1923’te terhis olur.

Terhis sonrası Silifke’ye döner ve Çatak köyünde ilkokul öğretmenliğine başlar. 1926’daki Doğu İsyanı’nda görev yapar. Seferberlik dönüşünde başladığı öğretmenliği, emekli olduğu 1940 yılına kadar sürdürür.

İkinci Dünya Savaşı’nda Silifke Hava Haber Alma Komutan Yardımcılığı görevini üstlenen Ali Rıza Bey, Galiçya’daki üstün hizmetlerinden dolayı Osmanlı Harp, Gümüş Liyakat, Alman Harp Madalyası, Millî Mücadeledeki yararlılıklarından dolayı da Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir. 24 Mart 1961 tarihinde vefat eder. (Çiftçi: 66-71)

ÜTĞM. HASAN FEHMİ (AKINCI) BEY

1892’de Tarsus’un Müftü Mahallesinde doğan Hasan Fehmi Bey, ilk ve ortaokulu Tarsus’ta okur. 1910’da girdiği Adana Dârülmuallimîn’den 1913’te mezun olur. Antakya’nın Hassa ilçesine bağlı Akbez Köyü İlkokulu’na Başöğretmen atanır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ilanı üzerine askerlik hizmeti için önce İstanbul Halıcıoğlu’ndaki talimgâha, daha sonra Ortaköy’deki Süvari Talimgâhına gönderilir. Eğitiminin ardından Maiyyet-i Seniyye Süvari Alayı, 2. Bölük, 3. Takım Komutanlığına atanır. Kurulan 3. Mızraklı Süvari Tümeni bünyesine Alay’ı ile Sina Cephesi’ne sevk edilir. Nisan 1917’deki İkinci Gazze Savaşı’na katılır. 26-30 Mart 2018’de Şeria Vadisi’ndeki Mendep Geçidi’nde bulunan düşman mevzilerine yapılan taarruzda vücuduna ve boynuna isabet eden mermilerle ağır yaralanır.

Vücudundaki kurşunlar Şam’da çıkarılır. Boynundaki kurşuna müdahale edilemez. Halep’e gönderilir. Hastanede iken Üsteğmenliğe terfi ettirilir. Ordumuzun çekilmesi üzerine, boynundaki kurşunla Adana’ya nakledilir. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Jandarma sınıfına geçer ve Adana Merkez Takım Komutanlığı’na atanır.

Adana’yı işgali eden Fransızların kurduğu Jandarma Takip Bölüğü’ne komutan olarak atanır; birliğine çok sayıda Türk yerleştirir. 15 Mayıs 1919’da Ceyhan Jandarma Bölük Komutanlığı’na getirilse de Ermenilerin şikâyetleri üzerine, 7 Ekim 1919’da Karaisalı Jandarma Bölük Komutanlığı’na atanır.

Bu görevi sırasında Pozantı’ya giderek, burayı işgal etmiş olan 412. Fransız Taburunun tertibat ve vaziyetini inceler. Kuvayı Milliye Batı Çukurova Cephe Komutanı Sinan Tekelioğlu Bey’in Karaisalı’ya gelişi ve kaymakam Cemil Bey’i tutuklamasıyla 9 Nisan 1920’de Merkez Komutanlığı ve Kaymakam Vekilliğine atanır.

Bu tarihten itibaren “Kara Afet” takma adını kullanmaya başlar. “Kara Bomba” adını verdiği müfrezesiyle Fransızların Verdün Kahramanı 412. Tabur’unu Karboğazı’nda esir alarak tarihe geçer.

Kurtuluştan sonra askerliğe devam eder. 7 Aralık 1925’te Yüzbaşılığa, 30 Ağustos 1935’te Binbaşılığa, 30 Ağustos 1942’de Yarbaylığa, 30 Ağustos 1946’da ise Albaylığa terfi eder.

Eskişehir Jandarma Müfettişliği görevinde iken 14 Temmuz 1950’de emekli olur ve İskenderun’a yerleşir.

Milli Mücadeledeki başarılarından dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen, Türkiye Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Derneği’nin iki yıl Genel Başkanlığını yapan Hasan Fehmi Bey, 1969 yılında mücahit arkadaşlarının daveti üzerine taşındığı Mersin’de, 29 Ekim 1970 günü vefat eder. (Çiftçi: 95-104)

Y. ÜTĞM. İSMAİL SAFA (ÇİFTÇİ) BEY

1891’de Tarsus’un Sarıibrahimli köyünde doğan İsmail Safa Bey, ilkokulu köyünde, ortaokulu Tarsus’ta tamamlar. 1909’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1912’de mezun olur. Mersin Hamidiye Mekteb-i İptidaiyesi’nde öğretmenliğe başlar.

1914’te askerlik hizmeti için İstanbul Halıcıoğlu İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’na çağrılır. Buradaki eğitiminin ardından 49. Tümen, 153. Alay, 3. Tabur emrine verilir. 1915 Ocak’ta asteğmen, 1916’da teğmen olur. Kafkas Cephesi’ne sevk edilir. 1917 Ekim İhtilali sonrası çekilen Rus ordusunu takip eden birlikte görev alır. Savaş sona erince terhis olur ve Mersin’e döner.

1 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye katılarak Tarsus Grubu Süvari Müfrezesi Komutanlığı görevini üstlenir. Bu gruptaki savaşların birçoğuna katılır.

Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. Adana Müfrezesinin 14. Tümen’e dönüştürülmesiyle 26. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanlığına atanır. Bu cephede birçok savaşa katılır. Dumlupınar Meydan Savaşı’nda Kılıçarslan Beli taarruzunda görev alır. Üsteğmenliğe terfi ettirilir.

Milli Mücadeledeki hizmetlerinden dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir.

Kurutuluş sonrası Mersin’e döner. Ticaret ve ziraatla meşgul olur.

20-31 Ocak 1925 tarihlerinde Mersin’i ziyaret eden Atatürk’ün şerefine Mersin Ziraat Odası Başkanı Hacı Ömer (Kutay) Bey tarafından verilen yemeğe, Veli Haşim Bey ile ev sahipliği yapar.

1925’te Şeyh Sait ayaklanmasının patlak vermesi üzerine ilan edilen seferberliğe katılır. Seferberlik dönüşü öğretmenliğe başlayan İsmail Safa Bey, mesleğinden istifa ederek ticaret ve ziraatla uğraşır. 7 Haziran 1971’de vefat eder. (Çiftçi: 109-111)

Y. TĞM. KOZANLI MUSTAFA NAİL BEY

1898’de Saimbeyli’nin Yardibi köyünde doğan Mustafa Nail Bey, ilk ve orta öğrenimini Saimbeyli merkez okulunda tamamlar. 1915’te kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’de okurken silahaltına alınır.

İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’nda yedek subaylık eğitimi görür. 1918’de Teğmen rütbesiyle gönderildiği Filistin Cephesi’nde çarpışırken İngilizlere esir düşer. Mısır’daki 15 aylık esaretinin ardından Adana’ya döner.

Çukurova’nın işgali üzerine, Kuvayı Milliye’ye katılmak üzere Ocak 1920’de Karaman’a gider. Mersin’i kurtarmak üzere Fedai Müfreze kurmakla görevlendirilen Yzb. Emin Arslan Bey komutasındaki müfrezeye katılır.

Yzb. Emin Arslan Bey ile 22 Ocak’ta Mut’a, 8 Şubat’ta Mağara’ya ulaşır. Mustafa Kemal Paşa’dan gelen ileri harekât emri üzerine Yzb. Emin Arslan Bey tarafından Birinci Fedai Müfreze Komutanlığı’na atanır. Arslanköy’ü kurtarmakla görevlendirilir. Bu görevi 1 Mart 1920 günü başarır.

Mersin Jandarmasının 4 Mart 1920’de Kuvayı Milliye’ye katılması üzerine 5 Mart’ta Erçel’e geçer. Burada görüştüğü Yanparlı Muhsin Bey ve Veli Haşim Bey’in müfrezelerini kurmalarına yardımcı olur. 17 Mart 1920 tarihli Başnalar Savaşı’nda Fransızlara ilk yenilgiyi tattırır.

Mersin’in müfrezeleri, Mersin ve Tarsus Grubu şeklinde ayrılınca, Y. Tğm. Mustafa Nail Bey, Demirbaş Müfrezesi ile Tarsus Grubu’na geçer.

5 Mayıs’taki Birinci Su Bendi ve 10 Mayıs’taki İkinci Su Bendi savaşlarına katılır. Fransızların “Küçük Verdün” adını verdikleri Bağlar tahkimatına 19 Temmuz 1920’de yapılan kanlı saldırıda kahramanca çarpışırken 22 yaşında şehit düşer.

Mübarek naaşı, Eshab-ı Kehf Mezarlığı’na defnedilir. Kutlu adı, Tarsus’ta bir mahalleye verilir. (Çiftçi: 112-117)

Y. ÜTĞM. OSMAN (SENAİ) MUZAFFER (KOÇAŞOĞLU) BEY

1891’de Mersin’in Kerimler köyünde doğan Osman Senai Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de yapar. 1909’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1912’de mezun olur. Kadirli İlkokulu’nda iki yıl başöğretmenlik yapar.

Askerlik hizmetine 1914’te İstanbul İhtiyat Zait Namzetleri Talimgâhı’nda başlar. 1 Ocak 1915’te asteğmen, 23 Temmuz 1916’da teğmen olur. 49. Tümen, 153. Alay, 2. Tabur, 5. Bölük Komutanlığına atanır. Kafkas Cephesi’ne gönderilir.  21. Kolordu 37 Tümen 175. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanı olarak Muğla, Aydın ve Balıkesir çevresinde türeyen asilerin tenkili ile görevlendirilir. 1918’de terhis edilince, doğduğu Kerimler köyüne döner.

6 Mart 1920’de Erçel’de Kozanlı Mustafa Nail ile görüştükten sonra Hebilli köyünde Alsancak Müfrezesi’ni kurar.

19-20 Nisan’daki İçme Savaşı’nı, 23 Nisan 1920’de Kızılyar Çiftliği Baskını’nı yönetir. 27 Nisan 1920’de Yakaköy, 29 Nisan 1920’de Tırmıl Tepedeki Fransız karakollarını basar. 10 Mayıs’taki İkinci Su Bendi Savaşı’na katılır. 22 Temmuz’daki Gudubes Savaşı’nda büyük hizmetleri olur.

14-16 Ağustos 1920’deki Küçük Ziyaret Savaşı’na hastalığı nedeniyle katılamaz. 19 Ekim 1920’de Karadirlik, 15 Aralık 1920’deki Üçüncü Eshab-ı Kehf savaşlarında cephedeki yerini alır.

1 Mart 1921’de Üsteğmenliğe terfi eder ve Mersinlilerin kendisine layık gördüğü “Muzaffer” adını kullanmaya başlar.

5 Eylül 1921’de Adana Müfrezesi emrinde Batı Cephesi’ne gönderilir. Çal-Afyon dolaylarında birçok savaşa katılır. 26. Alay, 1. Tabur, 2. Bölük Komutanı olarak Büyük Taarruza katılır.

Kılıçarslan Beli’nde üç yerinden yaralanır. Afyon Hastanesi’nde tedavi edilir. Zafer sonrası Ayvalık, Ezine çevresinde görevlendirilir. 1922 yılı Aralık ayında terhis olunca Mersin’e döner.

1925 Mart-Haziran tarihleri arasında kısmi seferberliğe katılır. Seferberlik dönüşü başladığı öğretmenliğe, 1950’de emekli oluncaya kadar devam eder.

Emeklilik döneminde ziraatla uğraşan, TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ve Mersin Valisi A. Nazif Demiröz tarafından da Hizmet Şeref Belgesi ile ödüllendirilen Osman Muzaffer Bey, 22 Eylül 1983 günü Mersin’de vefat eder. (Çiftçi: 135-140)

Y. ÜTĞM. ÖMER NAZMİ (ÇİFTÇİ) BEY

1892’de Tarsus’un Sarıibrahimli köyünde doğan Ömer Nazmi Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de yapar. 1910’da kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1913’te mezun olur. 1 Ekim 1913’te Saimbeyli’nin Hügetçe köyüne, sonrasında Saimbeyli Merkez İlkokulu’na atanır.

Askerlik hizmetine 8 Şubat 1914’te İstanbul’da Halıcıoğlu İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’nda başlar. 20 Mayıs 1915’te Kartal’daki 4. Depo Talimgâhının 1. Tabur, 2. Bölüğüne Atış Öğretmeni olarak atanır. 12 Haziran 1916’da Teğmen olur.

1917’de bölüğüyle Bakırköy, Bandırma ve Manisa’ya gönderilir. Buralardaki er noktalarını ikmal eder. 21. Kolordu emrinde Aydın’da iki ay atış kursu öğretmenliği yapar. 57. Tümen, 76. Alay, 2. Tabur, 6. Bölük Komutanlığı görevini, 20 Şubat 1918’e kadar sürdürür.

Terhis sonrası döndüğü Mersin’in işgal altında olduğunu görünce, 1 Nisan 1920’de Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesinde Bölük Komutanı olarak göreve başlar.

27 Nisan 1920’de Yakaköy, 29 Nisan 1920’de Tırmıltepe’deki Fransız karakollarını basarak jandarmaları esir alır. Tozkoparan Müfrezesi ile katıldığı Bağlar Savaşı’nda, Demirbaş Müfrezesi Komutanı Y. Tğm. Mustafa Nail Bey’in şehadeti üzerine, bu müfrezenin komutanlığına atanır. Müfrezesi ile 10 Ekim 1920 İkinci Eshab-ı Kehf Savaşı’na katılır. Fransızların Adana’dan Mersin’e yaptığı geniş çaplı keşif taarruzuna Tozkoparan, Bozkurt, Alsancak, Gökbayrak ve Selçuk müfrezeleri ile karşılık verir.

Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. 14. Tümen, 26. Alay, 3. Tabur, 11. Bölük Komutanlığına getirilir. Afyon Cephesi’nde iken 15 Ekim 1921’de Üsteğmenliğe terfi eder. 14. Tümen Hücum Taburu 3. Bölük Komutanlığına atanır. 26. Alay ile Büyük Taarruza katılır. Bölüğü ile Menemen’e kadar ilerler.

3 Temmuz 1923’te terhis olunca Mersin’e döner, Şeyh Sait İsyanı üzerine 1925’te kısmi seferberliğe katılır. 1926-1944 yılları arasında öğretmenlik yapan, TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen Ömer Nazmi Bey, 1976’da vefat eder. (Çiftçi: 141-144)

Y. ÜTĞM. SÜLEYMAN FİKRİ (MUTLU) BEY

1893’te Mersin’in Arpaçsakarlar köyünde doğan Süleyman Fikri Bey, ilk ve orta öğrenimini Mersin’de tamamladıktan sonra kaydolduğu Adana Darülmuallimîn’den 1913’te mezun olur.

Askerlik hizmeti için 20 Şubat 1915’te çağrıldığı İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’ndaki eğitimini 10 Mart 1916’da tamamlar.

Bir süre Kadıköy 1. Depo Talimgâhında görev yaptıktan sonra 2. Ordu, 48. Fırka, 151. Alay emrine verilir. Bu Alay ile İzmir havalisinde ve Kafkas Cephesi’nde görev yapar. Sonrasında Suriye, Havran, Salt, Amman çevrelerinde Bölük Komutanlığı, Evrak Şube Müdürlüğü, Alay-Fırka Yaverliği görevlerinde bulunur. Amman Savaşı’na katılır.

151. Alay, 1. Tabur Komutanı Bnb. Ali Rıza Bey tarafından takdir belgesi ile taltif edilir. 25 Eylül 1918’de İngilizlere esir düşer. Mısır’daki 13 aylık esaretinin ardından Şam ve Halep üzerinden 24 Ekim 1919’da Mersin’e gelir.

Mersin’in işgale uğradığını görünce, Mersin Jandarma Komutanı Yaşar Bey ile temasa geçerek üç ay boyunca Mersin köylerini gezer, 300 kadar silahı gizlice dağıtır. 1 Mayıs 1920’de kurulan Mersin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde Kâtip, Mersin Grubu’nda ise Harp Müşaviri olarak görevlendirilir.

Y. Ütğm. Osman Muzaffer Bey’in hastalığı sebebiyle katılamadığı 16-18 Ağustos 1920’deki Küçük Ziyarettepe Savaşı’nda Alsancak Müfrezesi’ne komuta eder, sol gözünden yaralanır. Bir gözünü kaybetse de çalışmalarına devam eder, Emirler Savaşı’nda Grup Yaveri olarak bulunur.

TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilir. Adana Sağcenah Mıntıka Yaveri unvanı ile malulen emekli olur. IV. ve V. Dönem Mersin Milletvekili olarak 1931-1939 yılları arasında TBMM’de görev yapar.

1939’dan itibaren ziraatla meşgul olan, limon ve narenciye yetiştiriciliği konusunda yenilikler getiren Süleyman Fikri Bey, Mersin Halkevi Başkanlığı’nın yanı sıra Çocuk Esirgeme Kurumu Mersin Yönetim Kurulu’nda uzun yıllar görev yapar. Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Cemiyeti Mersin Şubesi’nce çıkartılan Kuvayı Milliye Dergisi’nin sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü görevini yürütür. 28 Ağustos 1977 tarihinde vefat eder. (Çiftçi: 149-156)

Y. ÜTĞM. VELİ HAŞİM BEY

1891’de Mersin’in Musalı köyünde doğan Veli Haşim Bey, ilköğrenimini Bekirde köyünde yaptıktan sonra 1907’de kaydolduğu Adana Dârülmuallimîn’den 1911 yılında mezun olur. 1 Eylül 1911-12 Ocak 1912 tarihleri arasında Adana Turan Okulu’nda öğretmenlik yapar.

Askerlik hizmetine 22 Ocak 1912’de İstanbul İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgâhı’nda başlar. Talimgâhı başarıyla tamamladıktan sonra Almanya’ya kursa gönderilir.

Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle “Takım Başı” yetiştirmek amacıyla kurulan Özel Bölük Komutanlığı’na tayin edilir. Uzun süre öğretmenlik ve komutanlık yaptığı bu bölükteki üstün hizmetlerinden dolayı Osmanlı Harp Madalyası ile ödüllendirilir.

28 Ocak 1917’de terhis olunca Mersin’e döner. Tarım ve ticaretle meşgul olur. Mersin’in işgali üzerine Mersin, Tarsus ve Çamlıyayla köylerini “Naif Efe” takma adıyla teşkilatlandırır.

Ulaş köyü merkez olmak üzere Tarsus Grubu’na bağlı Tozkoparan Müfrezesi’ni kurar. Gazilerimizin tedavisi için Y. Ütğm. Osman Muzaffer ve Y. Ütğm. Süleyman Fikri Beyler ile Gözne’de on yataklı hastane kurar.

Birinci Eshab-ı Kehf (19 Nisan 1920), Bağlar (15 Temmuz 1920), İkinci Hacı Talip (22 Temmuz 1920), Kamber Höyüğü (27 Temmuz 1920), İkinci Eshab-ı Kehf (10 Ekim 1920), Karadirlik (19 Ekim 1920), Üçüncü Eshab-ı Kehf (15 Aralık 1920) ve İkinci Kavaklıhan (20 Mayıs 1920) savaşlarına katılır.

“Çukurova’nın Yıldırım Bayezid’i” ve “Cephe Aslanı” olarak anılır.

Eylül 1921’de Adana Müfrezesi ile Batı Cephesi’ne gider. 14. Tümen, 26. Alay’da Bölük Komutanlığına atanır. Sandıklı Cephesi’nde Savran Sırtlarında, Küçük Sinan Ovası’nda, Tınaztepe ve Balmahmut’da Yunanlılarla cenk eder.

Çukurova ve Batı Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir.

Terhisinin ardından ziraatla meşgul olur. 20-31 Ocak 1925 tarihlerinde Mersin’i ziyaret eden Atatürk’ü, Osmaniye Mahallesindeki bahçesinde İsmail Safa Bey ile misafir eder.

Şeyh Sait İsyanının patlak vermesi üzerine 1925’te ilan edilen kısmi seferberliğe katılır.

Seferberlik dönüşü yine çiftçilikle meşgul olur. 1926’da döndüğü öğretmenlik mesleğini, 1 Ekim 1928’e kadar sürdürür.

Bir türlü tedavi edilemeyen hastalığı nedeniyle 7 Ekim 1928 günü, henüz 37 yaşında vefat eder.

Aziz naaşı, Musalı köyüne defnedilir. Kutlu adı, Musalı Veli Haşim Çiftçi İlkokulu ve Ortaokulu’nda yaşamaya devam eden Veli Haşim Bey’in Tozkoparan Müfrezesi’nin adı, Toroslar ilçesinde bir mahalleye verilir. (Çiftçi: 167-162)

Y. ÜTĞM. AHMET MİTHAT (TOROĞLU) BEY

1897’de Mersin’in Puğ köyünde doğan Ahmet Mithat Bey, ilk ve ortaokulu Tarsus’ta, lise öğrenimini Mersin İdadîsi’nde tamamladıktan sonra İstanbul Dar-ül-Muallimîn-i Âliyesi’ni kazanır. Burada öğrenciyken 1915’te askere çağrılır.

İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgâhı’ndan 1916’da mezun olur. 25. Tümen, 75. Alay emrinde iken Teğmenliğe terfi eder.

Birinci Dünya Savaşı’nın Romanya Cephesi’ndeki üstün hizmetlerinden dolayı Harp Madalyası ve Alman Demir Salip Madalyası ile taltif edilir.

Gönderildiği Filistin-Hicaz hattı savaşlarında ağır yaralanır. Şam Hastanesi’nde tedavi görürken, cephenin bozulması üzerine iyileşmeden Mersin’e döner.

Mersin İdadîsinde bir süre matematik öğretmenliği yaptıktan sonra, Mersin’in Fransızlar tarafından işgali üzerine 1 Mart 1920’de Milli Mücadeleye katılır.

Y. Sb. Muhsin (Yanpar) Bey’in 12 gönüllü mücahidinin de katılımıyla 26 Nisan 1920’de Bozkurt Müfrezesi’ni kurar. “Özkul Efe” adıyla cepheye koşar.

Mersin-Tarsus demiryolu hattını düzenli aralıklarla tahrip ederek, Fransızların ulamışını sekteye uğratır. Hacı Talip İstasyonu ve Rasim Bey Fabrikasını basar. Küçük Ziyarettepe, Karadirlik savaşlarına katılır. Üsteğmenliğe terfi eder.

Adana Müfrezesi emrinde Afyon cephesine gönderilir. 14. Tümen, 30 Alay, 1. Bölük Komutanı olarak, Afyon, Kalecik Sivrisi, Şeyh Elvan, Kırca Arslan-Kızkalesi, Kaplangı ve Başkomutanlık savaşlarına katılır.

8 Ağustos 1923’te terhis edildikten sonra Mersin’de ticaretle meşgul olur.

1925’teki Şeyh Sait İsyanı sırasında ilan edilen kısmi seferberliğe katılır. Seferberliğin ardından ticareti faaliyetlerine döner.

1929’da 32 yaşında iken Mersin Belediye Başkanlığına seçilir. Bu görevini 1942 yılına kadar sürdürür.

Milli Mücadeledeki hizmetlerinden dolayı Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edilen Ahmet Mithat (Toroğlu) Bey, 7 Mart 1982’de vefat eder. (Çiftçi: 57-63)

“ORDU MİLLET”İN KOMUTAN ÖĞRETMENLERİ

Cemil Meriç, “Kırk Ambar” isimli eserinde şöyle der:

“Bir kılıcın kazandığı zaferi başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler tarihe mal olur, tarihe yani ebediyete. (s. 545)”

Nurettin Topçu da “Türkiye’nin Maarif Davası” isimli kitabında, okul ve öğretmenin önemine dair şu cümleyi kurar:

“Dünyada hiçbir fetih, sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir. ( s. 184)”

Mondros Mütarekesi’nin ardından işgale uğrayan Çukurova’nın kurtuluşu için şerefli öğretmenlik mesleğine ara verip mukaddes millî dava uğruna cepheye koşan Mersinli mücahit öğretmenler, Meriç ve Topçu’nun işaret ettiği iki büyük fethi gerçekleştirme şerefine ulaşan; Türk’ün “ordu millet” vasfını cihana göstererek tarihe geçen güzidelerdir.

Öte yandan okullarında, miting meydanlarında ve cemiyet hayatında halkımızı aydınlatmak ve direniş gücümüzü artırmak için gecesini gündüzüne katan “kahraman öğretmenlerimizin” fedakârlıkları da tıpkı cephedeki “öğretmen kahramanlarımızın” gayretleri kadar değerlidir.

Gerek cephede ve gerekse cephe gerisinde olağanüstü işler başaran Millî Mücadele dönemi öğretmenlerimizin cesaret, liyakat ve yiğitlikleri, bu kutsal mesleğin, bir milletin hayatının her alanında ne denli etkin olabileceğini göstermesi bakımından hayati önemi haizdir.

Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

KAYNAK

Ali Çiftçi; Milli Mücadele Döneminde Mersin ve Havalisinde İz Bırakanlar, Mersin 2002.

]]>
“TÜRKİYE’NİN MAARİF DAVASI” VE NURETTİN TOPÇU http://hayatitek.com/turkiyenin-maarif-davasi-ve-nurettin-topcu/ http://hayatitek.com/turkiyenin-maarif-davasi-ve-nurettin-topcu/#comments Tue, 24 Nov 2020 19:40:03 +0000 http://hayatitek.com/?p=3624 HAYATİ TEK –

Mübarek şehitlerimizin kanları pahasına elde ettiğimiz ve elimizde tuttuğumuz bin yıllık vatan toprağımız olmasının yanı sıra, insanlığın en kadim hatıralarını bugünlere ulaştıran on iki bin yıllık kılcal kökleri dolayısıyla da severim Anadolu’yu.

“Biz Türkiye’yiz Sanat Topluluğu” olarak ülkemizin çeşitli illerinde icra ettiğimiz “Aşk-ı Vatan” sahne gösterisinin senaryosunu yazarken klavyemden kanatlanan şu cümle, bu sevgimin ve Anadolu’ya yüklediğim derin anlamın ifadesidir:

Anadolu yeryüzünün en bilge coğrafyasıdır. İnsanı bilge, toprağı bilgi, ırmağı şiir, yağmuru masal, rüzgârı türküdür Anadolu’nun…

İşte bu nedenle hem Anadolu’yu hem de Anadolu’ya gönül verenleri bir başka severim.

Anadolu coğrafyasının, üzerinde yaşayan milletleri dönüştürdüğü tezine dayanan “Anadoluculuk” fikrinin en güçlü savunucusu Nurettin Topçu’ya olan muhabbetimin merkezinde de bu sevgi vardır.

Üniversite yıllarında keşfettiğim Topçu’nun ilk okuduğum ve hayli etkilendiğim kitapları “Yarınki Türkiye” ve “İsyan Ahlakı” idi. Bu iki şaheseri, birbirinden değerli diğer eserleri izledi.

Doktora mezuniyeti için hazırladığı “İsyan Ahlakı (Confirmisme et Revolte)” adlı teziyle birinci olunca Sorbone Üniversitesi Senatosu tarafından kendisine önerilen “Amerika seyahati” ve “altın saat” gibi hediyeleri reddedip, üniversitenin giriş ve çıkış kulelerinde yirmi dört saat süreyle Türk bayrağının dalgalanmasını istediğini öğrendiğimde kendisine olan hayranlığım daha arttı.

Ele aldığı konuları disiplinler üstü bir yaklaşım ve sağlam bir metodoloji ile irdeleyen, ulaştığı bilgileri yaşadığı çağın idrakine uygun bir üslup ve ifade gücüyle açıklayan Topçu, bizim kuşağın fikri olgunlaşma sürecine önemli katkılar sağladı.

İslami ve insani esaslara dayalı ruhçu bir milliyetçilik anlayışını benimseyen ve bizi biz yapan değerlerin terki karşılığında elde edilecek bir batılılaşmaya karşı duran Topçu’nun katılmadığım tek fikri, Türkçülük ve Turancılık karşıtı söylemiydi.

Bu düşüncesini, milletleri var eden gücün ırk gibi maddi bir unsura değil ruhi köklerden ilham alan ortak ideallere dayanması gerektiği teziyle destekleyen Topçu, birçok açıdan haklıdır. Ancak Türkçü ve Turancıların birer Türkperest (Türk’e tapan) değil Türkperver (Türk’ü seven) oldukları gerçeğini göz ardı eden bu yaklaşım –itiraf etmeliyim ki- benim için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu.

Sosyoloji ilmini Türkiye’ye getiren, Namık Kemal’in harladığı milliyetçilik hissiyatını milliyetçilik fikriyatına dönüştüren ve Turan idealini ilk kez tarif eden Gökalp için kurduğu “Gökalp hayalci idi, gerçeği tanımıyordu. İnsanın yaşayışında o kadar kuvvetle hâkim olan vatan kıymetinin ve iktisadi değerlerin gözünde yeri yoktu. (Yarınki Türkiye, S. 135)” cümlesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babasına hakaret olarak değerlendirmiştim.

Ve tabii aynı kitapta Turancılık ideali hakkında kurduğu şu cümleleri okumaktan da hoşnut kalmamıştım:

“Millet şuurunu yeniden kazanmak için Türk ırkından yeni bir millet çıkaran Anadolu’nun tarihini ve toprağını gözlerden uzaklaştırarak, yerine mevhum bir Turan ülkesini ikame eden Turancılar, bugünkü kültür ve iman buhranımızın ilk mesulleridir. Bu buhrandan kurtulmak isteyen nesiller için tek çare, İslam’ın ruhu ile kültür ve iman kazanan Anadolu’ya yeniden dönüşe hazırlanmaktır. (S. 36)”

“Bizi yaşatacak olan kuvvetleri kâh Turan’da, kâh Paris’te aramaktan birkaç nesil yorgun düştü. Kendi içimizde aramanın sırası gelmiştir. (S. 77)”

“Turancılığa gelince, bu ülkünün daha hareket noktası çürüktü: Turancılar, soyu milletle karıştırıyorlardı. Hakikatte yalnız bir Latin milleti, Cermen milleti, İslav milleti olmadığı gibi bir Turan milleti de olamazdı. Turancılar, millet kurmamış olan soydaşlarımızla birleşerek aynı isimde, yani soyun adını taşıyan bir millet yapmak istiyorlardı. (S. 133)”

“Turancılık, ilk hakikatler diyebileceğimiz ve milletin temeli olan unsurları inkâr etmekle en büyük gaflete düştü ve neslin gözünü hakikatten hayale çevirdi, bir devri oyaladı. (S. 136)”

TOPÇU’NUN MİLLET ANLAYIŞI

Topçu’nun Turancılık hakkında olumsuz fikre kapılması şüphesiz reaksiyondan ibaret bir tutumla izah edilemezdi. O’nun Turancılığa mesafeli durması hatta karşı çıkması, üzerinde epeyce kalem oynattığı kendi “millet” tanımından kaynaklanıyordu.

Bu bahiste; “İnsanlık idealine âşık olanlar Türk’ün tarihini karıştırsınlar. Gözlerinin kamaşmaması kabil değildir. (S. 141)” gibi muhteşem bir cümlenin ardından milli tarih ve şuur için “Eski dediğimiz mazi bizim karakterimizin sanatkârı, hatta şuurumuzun yaratıcısıdır. Mazinin bittiği yerde, millet biter, insan biter, izan biter, nihayet bulurlar. (S. 201)” tespitini yapan; millet ile tarih arasındaki ilişkiyi “Millet, tarihinden ibarettir. Onu tarihten sıyırınız, insan sürüsü kalır. (S. 201)” cümlesiyle rapteden Topçu’nun Türk ırkının Anadolu’ya geldikten sonra milletleştiğini söylemesi, Orhun Kitabeleri (732-735) ve Divan-ı Lügat-it Türk’ü (1072-1074) yok sayan bir yaklaşım olarak canımı sıkmıştı.

Milletimizi tanımlarken, “Bizim milletimiz, Ortaasya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuz yüz yıl önce Anadolu’da kurulmuştur. Göçebe olan Türkmen, Anadolu’da toprağa yerleşti; cenkçi iken çiftçi oldu. Şamanlıktan kurtulup İslam’a sığındı. (S. 141)” ifadelerini kullanan Topçu, “Anadolu milletinin bir parçası” muamelesi yaptığı Türk milletinin milletleşme süreci hakkında şu iddiayı öne sürüyordu:

“Kuruluşumuzun başlangıcı sayılan hadise, Malazgirt zaferinin kendisinden ziyade, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’e karşı büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın âlicenaplık ve serapa insanlıktan yapılmış bir ruh abidesi yaratması olmuştur, diyebiliriz. O ruh hâkim olmasaydı Bizans’ta barınamaz, Anadolu’da dokuz yüzyıl tutunamazdık. (S. 142)

Yıldırım Bayezid’de tamamlanacakken hain Timur tarafından darbelenen milli birliğimizi tekrar kurmaya muvaffak olan Fatih Sultan Mehmet ve Türk-İslam zincirini içinden parçalamaya çalışanları tepeleyerek kültürümüzün kaynakları olan İslami iktidarı Oğuz çocuklarına devreden Yavuz Selim, milliyetçilik davamızın asıl kahramanlarıdır. (S. 143)”

Türk’ün millet olma şuuruna erişme tarihini 1071’den başlatan, Turancılık fikrine karşı çıkan Topçu’nun bu fikirlerine katılmıyor olmam, O’nun diğer pek çok temel mevzudaki muhkem tespit ve önerilerini kabul etmediğim anlamına gelmiyor tabii.

Diğer konuları -başka yazılarda işlemek üzere- sonraya bırakarak, 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle kaleme aldığımız bu çalışmamızda Topçu’nun özellikle eğitim ve öğretim hakkındaki görüşlerini aktarmaya çalışacağız.

“MİLLET RUHUNU YAPAN MAARİFTİR”

Nurettin Topçu’yu öne çıkaran en önemli vasıflarından biri, belki de birincisi O’nun eğitimci kimliği ve bu konuya verdiği önemdir.

Geleceğin Türkiye’sinin üzerinde yükselmesi gereken esasları belirlerken kullandığı şu ifadeler, eğitim sisteminin boy atmasını istediği iklimi de tarif etmektedir:

“Yarınki Türkiye, şu temeller üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedî olduğuna inanmış bir ruh…” (Yarınki Türkiye, S. 14)

Yarınki Türkiye’yi kuracak olan neslin istenilen vasıflarla donatılması noktasında eğitimin önemine işaret eden Topçu,  “Millet ruhunu yapan maariftir. Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 27)” tespitini yaparak eğitim ve öğretim sisteminin omuzlarındaki yüke işaret etmektedir.

Özlenen gelişmelerin, “reflekslerin değil şuurun eseri” olan bilgilerle sağlanabileceğini belirten Topçu, “Bize teknik okuldan daha çok idealist insan yetiştirici mektepler lazımdır. (TMD, 175)” diyerek eğitim ve öğretim sisteminin öncelikli görevini tanımlamaktadır.

Dünyada ve Türkiye’de yaşanan sıkıntıların “maddeye bağlanan teknik kuvvetinin fikir kuvvetini yenmiş olmasından (Kültür ve Medeniyet, S. 26)” kaynaklandığını kaydeden Topçu, eğitim ve öğretim sisteminin, ülkemizin ve dünyanın gerçeklerine uygun, özgün ve orijinal olması gerektiği kanaatindedir.

Taklitçi ve tercüme eserlerden feyz alan bir eğitim sisteminin ihtiyacı karşılayamayacağı düşüncesini taşıyan Topçu, önümüzde duran en önemli problemlerden birini şöyle teşhis etmektedir:

“Tercüme ile taklitten ibaret münevver faaliyeti, hakikat aşkına doğuramaz. (…) İlim zihniyetini zincirleyen esaret kilidi şekil değiştirdi. Medreseden kalan paslı kilit, Batı pazarından getirilen yaldızlı kilit oldu.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 83)

DİN VE BİLİM SİYASETTEN UZAK DURMALI

Dünyada siyaset yapmayacak iki kuvvet varsa bunlardan birinin din, diğerinin ilim olduğunu savunan Topçu, “Bağdat medreseleri, Nizamülmülk’ün cihangir zekâsıyla cihana yayılacak bir milletin temellerini hazırlamış, Süleymaniye medreseleri bu millet abidesinin zirvesi olmuştu. (Kültür ve Medeniyet, S. 69)” diyerek, bu hatadan münezzeh bir eğitim sisteminin büyük atılımlara zemin hazırlayabileceğine dikkatleri çekmektedir.

Dünyadaki hiçbir fethin, “sınıf kapısını açmak kadar şerefli (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 184)” olamayacağını belirten Topçu’ya göre “İstanbul’u alan büyük atamız Fatih’in, fethinden daha büyük eseri Fatih Külliyesi, Kanuni’nin Mohaç ve Hint seferlerinden daha büyük eseri Süleymaniye Külliyesi olmuştur.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 185)

Millet olma şuurunun okullarda verileceğini ve “bir milletin mektebinde yükselebileceğini (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 185)” ifade eden Topçu’nun nazarında “Mektep koridorları gerçek fetihlerin yeridir. Harp cephesindekinden daha derin ve trajik duygular sisteminin yaşandığı muhteşem ve ilahi sahnedir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 186)

Okulların, “gence bilgiler yükleyici bir fikir antreposu değil, aklın yetkilerini, ayrı ayrı işletmeyi öğretici bir maharet kazandırma ve olgunlaştırma atölyesi (Ahlak Nizamı, S. 54)” olarak faaliyet göstermesi gerektiğinin altını çizen Topçu, bu konuda ilk eğitim yeri olan ailenin önemini şu ifadelerle vurgulamaktadır:

“Aile; örf ve adetlerin ve bir dereceye kadar seciyemizin hamurunun yoğrulduğu mekteptir. Sevginin ve kalp alışkanlıklarının mektebidir. Sabrın ve müsamahanın mektebidir. Şefkatin ve anlayışın mektebidir. Fedakârlığın ve vazifeler yüklenmenin mektebidir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 52)

“Bir memleketin gençliği, aşkın irşadlarıyla Allah’a kadar götüren yolu kalp âleminde aramıyorsa, o memlekette ilk aşkın beşiği olan aile mektebi yok demektir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 45)

SANAT VE EĞİTİM

Başarılı bir eğitim sisteminin asla ihmal edilmemesi gereken yönlerinden birinin sanat olduğunu belirten Topçu’ya göre “Gençlere idealler sunmak için en kuvvetli vasıta sanattır.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 127)

Lise müfredatına “sanat tarihi” derslerinin mutlaka konulması gerektiğini kaydeden Topçu, müzik kültürünün orta ve lise sınıflarındaki gençlere yoğun bir şekilde verilmesini, her öğrencinin hiç olmazsa bir müzik aleti çalmayı mutlaka öğrenmesini, özellikle kız çocuklarında “sanat terbiyesine ileri derecede önem verilmesini” tavsiye eder. (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 127)

YABANCI OKULLAR

Eğitim ve öğretim sistemi kapsamında “yabancı okullar” meselesine ayrı bir önem veren Topçu’ya göre “Mektep; millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı mekteplerin yayacağı kültürler, bir memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır, milli şahsiyetin millet kültürü ile vücut kazanmasını imkânsız kılar.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 89)

Bu nedenden ötürü “yabancı okulların varlığına son verilmesi” gerektiğini, “Milliyetçiliğin temel şartlarından birinin de bu olduğunu (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 153)” belirten Topçu, Türkiye’deki yabancı okulları, “milli kültür ağacımızı köklerinden tahrip eden zararlı bir nebat” şeklinde tanımlar. (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 90)

“Millet kültürüne sokulmuş hançer” olarak nitelendirdiği yabancı okulların ülkemizdeki varlığını, “millî ruhun istiklalini koruma davasına sahip olmadığımızı gösteren (Ahlak Nizamı, S. 56)” bir örnek olarak sunan Topçu, bu durumun sorumluları hakkında şu cümleyi kurar:

“Lozan sulhu ile iktisadi kapitülasyonları kaldırıp maarif kapitülasyonlarının kalmasında mahzur görmeyenler, midelerinden yukarıda ruha sahip olmayanlardır; Anadolu’nun ruhuna bağlanmayanlardır.” (Ahlak Nizamı, S. 56)

“TÜRK MUALLİMİ YARINKİ TÜRKİYE’NİN TEMEL TAŞIDIR”

Öğretmenleri geleceğin güçlü ve müreffeh Türkiye’sinin mimarları olarak gören Topçu, bu meslek sahiplerinden beklentisini şöyle açıklar:

“Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir.” (Yarınki Türkiye, S. 14)

“Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlakın zirvelerine tırmanmış, muallimin alçaltıldığı devirlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 65)” diyen Topçu, “öğretmenine teslim olmayan bir milletin esarete düşeceği (Yarınki Türkiye, S. 270)” ikazında bulunur.

“Devleti ve medeniyetleri yapanın da yıkan da öğretmenler olduğunu (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 63)” kaydeden Topçu’ya göre “devlet adamı, muallimin emrinde bulunduğu müddetçe cemaat ikbal halinde yaşamış; muallim, devlet adamının bendesi olduğu zaman, cemaat bozulmuş, felaketler baş göstermiştir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, S. 64)

ÖĞRETMENİN SAHİP OLMASI GEREKEN VASIFLAR

Topçu, “devirlerinin idealizmini yaşatan” kimseler olarak gördüğü öğretmenlerin sahip olmaları gereken özellikler hakkında, Türkiye’nin Maarif Davası adlı eserinde şunları yazar:

“Muallim ruhlar sanatkârıdır. Hiç işlenmemiş ruhlar üzerinde onun lüzumunu daha aşikâr bir şekilde görüyoruz.” (S. 62)

“Dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan muallimdir.” (S. 63)

“Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz.” (S. 66)

“Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik davası biter.” (S. 67)

“Realitenin üstadı bizzat kendisidir, idealin üstadı ise muallimdir.” (S. 68)

“Muallim, hakikatte doktorumuzdur, disiplin kurucumuzdur, toplum düzenimizin bekçisidir, ekonomik münasebetlerimizin düzenleyicisidir ve siyasi yaşayışımızın üstadıdır.” (S. 71)

“Hür olmayan muallim, muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkûmiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (S. 72)

SON SÖZ…

Elbette Topçu için yazılacak çok şey var. Fakat biz Öğretmenler Günü münasebetiyle kaleme aldığımız bu yazımızda O’nun eğitim ve öğretmenlik mesleği hakkındaki bazı tespitlerini sizlere aktarmakla yetindik.

Ustalıkla kaleme aldığı eserleriyle modern zamanların neredeyse bütün temel kavramlarına yeni tanım ve yorumlar getiren Topçu, özellikle gençlerimiz tarafından itinayla okunmayı ziyadesiyle hak etmektedir.

İnsanlığın Rönesans’tan beri vurdumduymazca ihmal ettiği ruhçu kimliği ihya etmek noktasında yoğun bir çaba sarf eden Topçu’nun aşk, ahlak, eğitim, vatan, devlet ve daha pek çok temel kavrama dair tespitleri gelecekte de yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.

Türkiye’nin kalkınmasını burjuvazi kurmaya, burjuvaziyi de milyonerlerin sayısını artırmaya endeksleyen yaklaşımları eleştiren Topçu’nun, “Bizce mukaddes dava, her mahalleden bir milyoner çıkarmak değil, emeğiyle övünen namuslu adamlar çıkarmaktır (Ahlak Nizamı, S. 196)” sözü, ilk okuduğum günden bu yana hafızamda yer etmiştir. “Davamız hayata uymak değil, hayatımızı hakka uydurmaktır (Yarınki Türkiye, S. 199)” sözü de aynı şekilde.

Devlete bakışı da muazzam olan Topçu’nun “Devletin iktidarsızlığı da zorbalığı kadar tehlikelidir (İradenin Davası – Devlet ve Demokrasi, S. 149) tespiti, bu vadide söylenmiş en etkili sözlerden biridir.

Ezcümle, Topçu’yu tanımak demek, uçsuz bucaksız ufuklara yelken açmak demektir.

Bu vesileyle 10 Temmuz 1975 günü aramızdan ayrılan merhum Nurettin Topçu’ya Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Devrimizin idealizmini yaşatan” bütün öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü tebrik ediyorum.

]]>
http://hayatitek.com/turkiyenin-maarif-davasi-ve-nurettin-topcu/feed/ 2
ÖĞRETMENLER GÜNÜ’NDE ARVASİ HOCA’YI HATIRLAMAK http://hayatitek.com/ogretmenler-gununde-arvasi-hocayi-hatirlamak/ Mon, 23 Nov 2020 18:55:39 +0000 http://hayatitek.com/?p=3585 HAYATİ TEK –

“Eğitimin asla vazgeçilmez iki çehresi vardır: O, hem millî hem de çağdaş olmak zorundadır.”

Ömrünün yirmi yedi yılını öğretmenlik mesleğine hasreden merhum S. Ahmet Arvasi’ye ait olan bu söz, ülkemizin ihtiyaç duyduğu eğitim sisteminin temel formülünü verir.

“Kendini Arayan İnsan”, “İnsan ve İnsan Ötesi”, “Eğitim Sosyolojisi”, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”, “Doğu Anadolu Gerçeği” ve “İlm-i Hal” isimli eserlerine ek olarak çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan iki bine yakın makalesinden oluşan on altı kitabıyla Arvasi, Türk fikir ve kültür hayatında silinmez izler bırakmıştır.

O’nun özellikle 16 Eylül 1985’ten vefat ettiği 31 Aralık 1988 gününe kadar geçen sürede Türkiye gazetesindeki “Hasbihal” köşesinde yayınladığı günlük yazıları, 12 Eylül 1980 sonrasında yeni bir yol ve yön arayışına giren aziz milletimiz için şaşmaz bir pusula olmuştur.

Partiler üstü yaklaşımı ve ortak sorunlarımıza getirdiği maşeri vicdanı temsil eden makul çözüm önerileriyle bu muazzam şahsiyet; vatanını, milletini, devletini, dilini, dinini, kültürünü, tarihini seven her kesim tarafından sevilip sayılmıştır.

“İNSANI GÜÇLÜ YAPAN DÜŞÜNCEDİR”

Derin sezgisi ve disiplinler üstü birikimiyle en çetrefilli konulara bile boyun eğdiren, ulaştığı her bilgiyi yalın ve anlaşılır ifadelerle okuyucularına aktaran Arvasi’ye göre insanı güçlü yapan ve medeniyet kurmaya götüren temel faktör “düşünme” yeteneğidir. Bu gerçeği gören, insanların farklı düşünce, talep ve ihtiyaçlarına saygıyla yaklaşan kadroların yönetimindeki ülkeler bu nedenle huzurla doludur; toplumu kendi ideolojileri doğrultusunda şartlandırmaya çalışan “zorba kadroların” yönettiği ülkeler ise huzursuzluğun pençesindedir. (İlmi Tavır ve Ötesi, S. 166)

Düşünce ile özgürlüğü ikiz kardeş gibi gören, buna karşın inanç ile düşünceyi birbirine zıt kavramlarmış gibi gösteren çevreleri şiddetle eleştiren Arvasi, dünyanın en etkili düşünce akımlarını kuran peygamberlerin bu tezi çürüttüklerini söyler. Putları yıkan Hz. İbrahim, Firavuna kafa tutan Hz. Musa, insanlığa merhamet aşılayan Hz. İsa ve “Allah’tan başka ilah yoktur” diyerek tüm zamanların özgürlük karşıtı kalıplarını yıkan Hz. Muhammed’in, sadece yaşadıkları toplumları değil tüm insanlığı inkılap çapında sarstıklarına dikkati çeker.

Kutsal kitapların günümüz dünyasına da büyük çapta yön veriyor olmasını, dinin gelişmeleri engelleyen değil aksine onu hızlandıran bir faktör olmasına bağlayan Arvasi, Durkheim’in “Hiçbir toplum, ortaya yüksek bir ideal (veya inanç sistemi) koymadan başarılı olamaz” yaklaşımına destek verir. (Şüphe ve İman, S. 37)

İslam’ın özgürlükçü ve hoşgörülü bir din olduğunun altını çizen Arvasi’ye göre Türk İslâm tarihi boyunca hiçbir din mensubu yahut temsilcisi gericilik yaptığı, özgür düşünceyi kısıtladığı, insanları yanlış yollara ittiği yolunda suçlamalara muhatap edilmemiş, karakollara götürülüp günlerce sorgulanmamıştır. İslâm’ın sağladığı din, vicdan ve düşünce özgürlüğüne dair binlerce örnek vermek mümkün iken, Hıristiyanların Müslümanlara karşı tutumlarını öğrenmek için Bulgaristan, Rusya, Çin, Filipinler, Hindistan, Eritre, Yunanistan ve Afganistan’a; Yahudilerin tutumunu görmek için de Filistin’e bakmak yeterlidir. (Şüphe ve İman, S. 38-39)

Toplumun, doğanın yahut sübjektif tasavvurların tanrılaştırılmasına izin vermeyen İslâm, insanı Allah’tan başkasına kul eden bütün din, ideoloji ve sistemleri ortadan kaldırmaya çalışmış; insan düşüncesine özgürlük getirmiş, sahte tanrıları ve zorbalığı temsil eden her türlü tabuyu yok saymıştır. (Şüphe ve İman, S. 107-108)

HUKUK, TIP VE EĞİTİM

Düşüncenin önemini bu şekilde ortaya koyan Arvasi, fonksiyonları bakımından hukuk ile tıp arasında bir konuma oturttuğu eğitim bilimine dair muhteşem tespitler yapar. Bu üç ilmi disiplini ayrı ayrı masaya yatırarak, eğitimin yetersiz kaldığı hallerde hukuk ve tıbbın iş yükünün artacağı uyarısında bulunur.

Korumakla yükümlü olduğu sosyal normları çiğneyenleri “suçlu” ilan eden; toplumun huzur, düzen ve istikrarını sağlamak maksadıyla suçlulara karşı yaptırım kanallarını harekete geçiren hukuk, sorunu cezalandırarak çözer. İnsanları suça iten dinamikler, verilecek cezanın etkisi ve ıslah kabiliyeti konularında ise eğitim ve tıp disiplinlerinden yardım talep eder.

Tıp ilminin olaya yaklaşımı tamamen farklıdır. Sosyal normlar karşısında uyumsuzluk çeken, tavır ve davranışlarıyla normalden ayrılan kişileri “suçlu” değil “hasta” olarak gören tıp, bu gibi durumda bulunanları “yargılamak ve cezalandırmak” değil “muayene ve tedavi etmek” ister.

Eğitimin amacı ise insanı biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle tanımak, onu hayatı boyunca izleyerek kendi özellikleri içinde olgunlaştırıp geliştirmektir. Bu amaç uğrunda çalışan eğitimci, karşılaştığı sorunları çözerken kimi zaman hukuk, kimi zaman da tıp sahasından yardım istemekle birlikte yine de onlardan ayrılır. Uyumsuz çocuk ve genci “suçlu” ya da “hasta” olarak değil “problem” olarak görür. Problemi çözerken hukukun metotlarından uzaklaşıp tıbbın metotlarına yaklaştığı oranda başarılı olur. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 346-347)

EĞİTİMİN PLANLAMASI

Eğitimin, “bir taraftan cemiyetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısına, ihtiyaçlarına ve hedeflerine göre, diğer taraftan ‘ferdi farklara, kabiliyetlere ve istidatlara’ göre, birinci sınıf mütehassıslarca, ilmi ve milli bir planlamaya tabi tutulması” gerektiğini kaydeden Arvasi, eğitim planlamasında daima göz önünde tutulması gereken unsurları şöyle sıralar:

“Eğitimin milli sosyal hayatın yapısına, ihtiyaçlarına ve hedeflerine intibak ettirilmesi; ferdi, sosyal iş bölümünde başarılı ve verimli kılacak tedbirleri getirmesi; ‘çağdaş ilmi verilerin’ ışığında güçlü ve verimli bir teşkilata, sisteme, kadroya dayanmasıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 362)

Devlet Planlama Teşkilatı’nın en önemli işinin “sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın temel unsuru bulunan ve en değerli stratejik varlığı olan ‘insan kaynaklarını’ milli ve çağdaş ihtiyaçlara göre işleyip değerlendirmek” olması gerektiğini kaydeden Arvasi, bunun nedenini şöyle açıklar:

“Milli şahsiyetini kaybetmeden sanayileşmek, kalkınmak, Türk milli kültürünü çağları hayran bırakacak seviyede işleyip geliştirmek zorunda olan, yer altı ve yer üstü zenginliklerini en modern teknik ve vasıtalara kavuşturmak isteyen bir ülkenin eğitimi, bu hedefleri ele geçirmede en büyük yardımcımız olmalıdır. On binlerce mühendise, topoğrafa, kartografa, teknisyene ve yüzbinlerce izabeci, haddeci, dökümcü, elektrikçi, inşaatçı … usta ve sanatkara su ve ekmek kadar muhtaç bulunan bir ülkede yüzbinlerce lise mezunu işsiz güçsüz dolaşıyorsa, üniversite ve yüksek okullarımız ihtiyacımızın birkaç katı ve hatta dünya ihtiyacına cevap verecek sayıda Sümerolog, tarihçi, hukukçu… yetiştirmeye kalkışmışsa ülkede bir ‘eğitim planlamasından’ söz edilemez.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 363)

EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ

Irsi faktörlerden kaynaklanan eşitsizliklerden ziyade sonradan ortaya çıkan/çıkarılan eşitsizliklerden rahatsızlık duyan insanların adaletsizliğe tahammül göstermediklerini kaydeden Arvasi, bunun gerekçesini şöyle izah eder:

“İnsanlar, ırsi faktörler neticesinde oluşan ‘üstünlükler’ karşısında gıpta ve hayranlık duygularına, bunun aksine sosyal, kültürel, ekonomik ve politik şart ve imkânlardaki ‘fırsat eşitsizlikleri’ karşısında ise kıskançlık ve kindarlık gibi karışık ve olumsuz duygulara kapılmaktadırlar. İnsanlar, genetik faktörlerden doğan eşitsizliklerden ziyade, sosyal şartların doğurduğu eşitsizliklerden şikâyet etmektedirler. Hatta denebilir ki insanlar, bedenî ve zihnî üstün bir potansiyele sahip kimselerin liyakatleri ölçüsünde gelişmesine ve milli gelirden pay almasına ‘adalet’ adını vermekte ve takdir etmekte iken, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik ‘avantajların’ bu ‘adaleti’ yıkmaya yönelik ‘fırsat ve imkân eşitsizliğinden’ tedirgindirler.

Çocuklarını ve gençlerini, hassas ve objektif testlerden ve muayenelerden geçirerek, eğitimde fırsat eşitliği hazırlayan, kontrol edilebilir farkların eğitim ve öğretim faaliyetlerine yansımasını önleyen bir millet ve devlet alkışlanmaya değer, mukaddes bir vazife başarmış demektir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 364)

EĞİTİMİN TEMEL PRENSİPLERİ

Sosyal çözülmeleri engelleyecek ve millî ülkülerde birliği temin edecek benzersiz bir güce sahip olan eğitim alanının hangi prensiple etrafında düzenlenmesi gerektiği konusunda detaylı incelemeler yapan Arvasi’nin bu konudaki tespit ve tavsiyeleri maddeler halinde şöyle sıralanabilir:

“Eğitim millidir. Milli şahsiyeti ayakta tutar ve geliştirir, yabancılaşmalara ve yabancılaştırmalara karşı milli şuuru uyanık tutar.

Eğitim, manevi ve maddi her türlü ‘milli hammaddeyi’ ve sosyal veraseti işleyerek çağdaşlaştırır ve medenileşme hamlesini planlar.

Eğitim, sosyal değişmeleri, ağrısız ve sancısız olarak başarmanın yegâne yoludur.

Eğitim, ferdiyetten şahsiyete, yığından millete ulaşmaya yardım eder; milli çözülmelere müsaade etmez; milli tarih, kültür, milli ekonomi, milli dayanışma ve milli ülkülerde birlik sağlar.

Eğitimde, hürriyet ve disiplin dengesini kurmak esastır. Hürriyet, milletin kendine mensup fertlere, kendilerini serbestçe geliştirme fırsatı tanıması demektir. Disiplin ise, fertlerin mensup oldukları milletin milli ve mukaddes değerlerine saygı duyması demektir.

Eğitim, otokrasilerde rastladığımız tarzda şahsiyetleri cemiyete tapındırmaz ve köleleştiremez. Fertler, kabiliyet ve istidatlarına uygun bir gelişme vasatında, orijinal ve aktif bir şahsiyete ulaşabilirler.

Eğitim, aşırı bir ferdiyetçiliğe kaçarak, milli değerler ve normlara sırt çeviremez. Milletle ve milli değerlerle çatışan ve boğuşan bir eğitim, cemiyetin desteğini kaybeder.

Eğitimde teori ile uygulama paralel yürütülmeli, ‘demokratik iş okulu’ şuuru hâkim kılınmalıdır.

Eğitim, yalnız genç nesiller için değil, bütün bir millet için planlanmalıdır. Hatta bu konuda ‘yetişkinler eğitimi’, klasik eğitimden daha da önemli gözükmektedir.

Eğitim, ister ‘yaygın’, ister ‘örgün (teşkilatlı)’ olsun, biri diğerini destekler ve tamamlar. Milletin istediği ve özlediği eğitim ile hükümetlerin yürüttüğü eğitim, gayelerde, prensiplerde ve muhtevada çatışırsa, bundan hem millet, hem de devlet zarar görür. Milletin devlete ve eğitime itimadı kalmaz, okul ve öğretmen gözden düşer, devlet okullarına ve eğitimine zıt, gizli okullar ve eğitim faaliyetleri cemiyeti kaplar.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 367-368)

“ÖĞRETMENLER ÜLKENİN EN ZEKİ VE ÇALIŞKAN EVLATLARI ARASINDAN SEÇİLMELİDİR”

Eğitimdeki temel unsurun öğretmen olduğunu belirten Arvasi, bu mesleği yürütecek olanların ülkenin en zeki ve çalışkan evlatları arasından seçilmesi gerektiği kanaatindedir.

“Öğretmen, sosyal hayatın yapısını, işleyişini, dinamiklerini ve problemlerini kavrayacak bir sosyoloji kültürüne, insanın bedeni ve ruhi güçlerini ve imkânlarını tanıyacak ve insanın bir ömür boyu gelişimini bütün yönleri ile safha safha kavrayacak bir biyoloji ve psikoloji kültürüne, milli ve beşeri kültür unsurları karşısında tenkitçi ve geliştirici bir kafa yapısına, güçlü bir tahlil ve terkip kabiliyeti ile yeni kompozisyonlar doğuran bir entelektüel güce sahip kılınmalı, branşına hâkim ve her an yenilikleri takip eden bir ihtisas adamı olmalıdır.

Öğretmen, örnek bir şahsiyete ve sağlam bir karaktere sahip, güvenilir ve cemiyette ‘sosyal baremi’ yüksek bir karaktere sahip bir kimse durumuna getirilmelidir.

Böyle bir öğretmen kadrosunun yetiştirilmesi, devletçe ve milletçe en önemli ve en hayati meselemiz durumuna gelmiştir. Öğretmenini yetiştiremeyen bir millet ve devlet, tesis ve teşkilatı ne olursa olsun, eğitimden bir fayda göremez. Eğitimde temel unsur öğretmendir, diğerleri sonradan akla gelmelidir. Aksi halde ‘fenni kovanlarda’ eşek arısı beslemekle ‘bal’ alınamaz.” (Türk İslâm Ülküsü, Cilt 1, S. 370)

MİLLÎ EĞİTİMİN FONKSİYONLARI

Arvasi, millî eğitimin fonksiyonlarını şu dört ana başlık altında inceler:

“1) Sosyal Fonksiyonlar: Millî birliği güçlendirmek. Sosyal bütünleşme yoluyla sosyal sınıflar arasındaki fark ve çatışmaları azaltmak. Nispeten kapalı gruplar durumunda bulunan sosyal dilim, tabaka ve sınıflar arasındaki ilişkileri yumuşatmak, bunlar arasında düşey ve yatay akıcılığı sağlamak suretiyle sosyal hareketliliği hızlandırmak. Cinsiyetine, yaşadığı coğrafyaya, mensubu olduğu sosyal dilime ve ekonomik şartlarına bakılmaksızın herkese eşit eğitim imkânı ve fırsat eşitliği tanımak.

2) Kültürel Fonksiyonlar: Millî kültürü işlemek, zenginleştirmek ve genç nesillere kazandırmak. Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak amacıyla; kültür ilişkilerine açık büyük şehirlerde, kültür sürtüşmelerine uygun sınır boylarında ve halktan kopmaya başlayan aydın tabaka arasında ortaya çıkan yabancılaşma problemini azaltmak veya yok etmek.

3) Ekonomik Fonksiyonlar: Millî ekonominin istek ve ihtiyaçlarına göre teşkilatlanmak, okul açmak, personel yetiştirmek. İnsanların ekonomik yapıda yaşanan değişme ve gelişmelere uyumunu sağlamak; bu konuda ihtiyaç duyulan bilgi ve beceriye sahip nesiller yetiştirmek. Ekonomiye güçlü üreticiler, akıllı ve bilgili tüketiciler, zeki ve namuslu girişimciler, çağdaş ekonomik savaşlarda milletimizi ve devletimizi savunabilecek kadrolar yetiştirmek. Gizli yetenekleri keşfederek işlemek… Birey ve grupların çeşitli alanlarda üretim güçlerini artırmak…

4) Politik Fonksiyonlar: Millî savunmanın çok önemli bir parçası olan millî eğitim, çeşitli politik fonksiyonları yerine getirecek şekilde planlanmalı; siyasî sisteme, millî ideolojiye ve ulaşılmak istenilen hedeflere uygun bir eğitim düzeni kurulmalıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 342)

MİLLİ EĞİTİMİN HASSAS DENGESİ: MİLLİLİK VE ÇAĞDAŞLIK

Başarılı bir millî eğitim politikasının “sosyal yapıya uyum sağlamak, millî kültür malzemesini işlemek ve çağdaş ihtiyaçlara cevap vermek” gibi hassas bir denge üzerine oturtulması gerektiğini kaydeden Arvasi’nin nazarında eğitimin asla ihmal edilememesi gereken iki yüzü vardır: “O, hem millî hem de çağdaş olmak zorundadır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 354)

Çocuklarını okul ve öğretmene teslim eden insanların hiçbir endişeye kapılmaması ve evladının millî değerlerine yabancılaşmayacağından emin olması konusunda devletin gerekli tedbirleri alması gerektiğini belirten Arvasi’ye göre sınıf, bölge, mezhep kışkırtıcılığından sakınması gereken eğitim, toplum kesimleri arasında çatışmalar varsa onları yok etmeye, zayıflatmaya, yumuşatmaya çalışmalı; böylece milli birlik ve bütünleştirmeyi sağlamalıdır. Eğitim hakkının kullandırılmasında “köy-şehir, kadın-erkek, fakir-zengin, engelli-engelsiz farkı bulunmamalı; eğitim, sistemi milletin tamamını şefkatle bağrına basmalı, hiç kimseyi sahipsizlik duygusuna ve üvey evlat kompleksine düşürmemelidir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 354)

KÜLTÜREL MİRASIN AKTARILMASINDA EĞİTİMİN ROLÜ

Eğitimin en önemli fonksiyonlarından birinin “millî kültürü geliştirmek ve genç nesillere aktarmak” olduğunu kaydeden Arvasi, eğitimi “sosyal mirasın geliştirilerek genç nesillere devredilmesi tarzında hareket eden sosyal bir olay” olarak tanımlayan Durkheim’ın yaklaşımını destekler. Atalarının birikimlerini devralan genç nesillerin bunları geliştirmek, olgunlaştırmak ve zenginleştirmek fonksiyonunu ancak bu şekilde yerine getirebileceklerini belirterek, esas hammaddesi millî birikim olan eğitimin en temel görevinin, “kültür malzemesini genç nesillere devretmek; çağı hayran bırakacak eserlere ulaşabilmeleri için çocuklarına sarsılmaz bir iman, irade ve heyecan aşılamak” olduğunu söyler. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 355)

Bu konuda İsrail örneğini ibret verici bulan Arvasi’ye göre “Bir millet vatanını ve devletini kaybedebilir; lakin millî ve mukaddes değerlerini kaybetmedikçe yok olmaz. Aksine, milli ve mukaddes kültür değerlerini kaybetmiş, başka kültürlere intibak etmiş bir millet artık yok olmuş demektir. Tarih, bu duruma düşmüş milletlerin mezarlığı halindedir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 356)

EĞİTİM VE MİLLÎ POLİTİKA

Her ülkenin kendine has sosyal, ekonomik, kültürel ve politik çıkarlarına uygun bir eğitim sistemi kurması gerektiğini savunan Arvasi, bunun gerekçesini şöyle anlatır:

“Hiçbir millet veya devlet, kendi bütünlüğünü tehlikeye sokacak, maddî ve manevî değerlerini tahrip edecek, gelişme ve yücelme arzusunu engelleyecek, millî ve kutsal kaynaklarını kurutacak, ulaşmak istediği hedefleri karartacak, hak ve hürriyetlerini ortadan kaldıracak bir eğitime müsaade edemez.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 357)

Büyük ve sürdürülebilir başarıları millî ve çağdaş bir eğitimden geçirilmiş kaliteli nesillere sahip olan milletlerin yakalayabileceğini kaydeden Arvasi, bu anlayışla yetişmiş kadroların yeni sömürgeciliğin oyunlarını kolayca bozabileceği ve her türlü emperyalizmi kolaylıkla bertaraf edebileceği kanaatindedir.

“İnsan, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın, stratejik değeri en fazla olan önemli bir unsurudur. Savaşları yapan ve kazanan insandır. Milli ve çağdaş bir eğitimden geçirilmiş, şuurlu ve kaliteli nesillere sahip olan bir milletin başarıları daha büyük ve devamlı olmaktadır. Böylece yetişmiş milletler, ‘yeni sömürgeciliğin’ oyunlarını daha kolayca bozar, her türlü emperyalizmi daha kolay bertaraf eder, soğuk ve sıcak savaşları daha kolayca zafere ulaştırır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 357)

Millîlikten uzak, çağdaş ihtiyaçlara cevap veremeyen, yabancı ideolojilerin pazarı ve anarşistlerin yuvası haline gelen eğitim kurumlarının millî savunma için de risk oluşturacağını kaydeden Arvasi’ye göre; “Bir millet, bir devlet, her yerden önce, kendini, ‘kendi okullarında’ savunabilmelidir.”

Okullar, siyasî ve kültürel milli sınırları korumalı, ekonomik ve sosyal gelişmeyi kolaylaştırmalı, öz kaynaklardan teknolojiler üretmeli, her alanda ihtiyaç duyulan sayı ve kalitede uzman ve yardımcı eleman yetiştirmelidir. Tarım, sanayi ve askerî alanda büyük atılımlar yapmalı, ordunun ulaşmak istediği hedefler için donanımlı insan, çağdaş araç ve malzemeler hazırlamalıdır.

Hangi rejimle idare edilirse edilsin her devlet eğitim sistemini bu ölçülere göre kurmalı, eğitim daima millî devletin emrinde olmalı ve onun savunuculuğunu yapmalıdır. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 358)

EĞİTİMİN KALKINMADAKİ ROLÜ

Millî kalkınmanın ağırlık merkezinde bulunan insan unsurunun işlenmesini, bir ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının işlenmesinden çok daha önemli gören Arvasi, insan unsuruna yapılan yatırımın en hayati yatırım olduğu ve kalkınma planlarının bu anlayış ışığında hazırlanması gerektiği anlayışından hareketle şu tespitleri yapar:

“Bir milletin en zengin ve en hayati potansiyeli madenlerinden, bitkilerinden ve hayvanlarından önce insanlarıdır. Petrol denizleri tükenir, demir dağları erir, ırmaklar kurur, barajlar dolar ve fakat fonksiyonel bir eğitimin gücü, kendini yenileyip durur. Bir ülkenin en sağlam, hatta en kısa kalkınma yolu eğitimden geçer. Fakir bir ülke kalkınmak mı istiyor? Her türlü ıstırabı göze alarak milletini, milli ve çağdaş bir eğitimden geçirerek ayağa kalkma iradesinden aslı vazgeçmemelidir. Millet, her türlü fedakârlığa katlanarak, eğitimin finansmanı için gerekli desteği sağlamaya ikna edilmelidir. Ancak, bu eğitim, milliyetçi ve medeniyetçi karakterini ısrarla korumalıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 349)

Kalkınmanın biricik şartının millî, çağdaş ve güçlü bir millî eğitim politikası uygulamaktan geçtiğini kaydeden Arvasi, insanlarını millî ve çağdaş ihtiyaçlara göre eğitemeyen, insan unsurunu bilimsel ve millî bir planlamayla işleyip geliştiremeyen bir ülkenin gerçekten kalkınmış sayılamayacağını ifade eder. Eğitim sistemini çağdaş, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik savaşları başarabilecek bilgi, beceri, davranış ve değerlere sahip birinci sınıf uzmanlar yetiştirmek üzere teşkilatlandırmak, milli savunma ve kalkınma yolunda ihmal edilmemesi gereken bir tedbirdir. “Aksi halde bozuk bir eğitim düzeni ile kalkınmayı hayal bile etmek doğru değildir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 349)

EĞİTİLMİŞ İNSANLARIN SAYI VE KALİTESİ

Eğitilmiş insan sayısı kadar eğitim kalitesinin de önemli olduğunu belirten Arvasi, eğitim ile kalkınma arasındaki ilişki konusunda Theodore W. Schultz’un şu yaklaşımına destek verir:

“Öğretim müessesesi prodüktivitenin ve una bağlı olarak milli istihsalin artırılmasında başlıca şu fonksiyonları ifade eder:

1) İlmî araştırma tekniklerini geliştirmek ve öğretmek suretiyle verimliliğin artmasında rol oynayacak yeniliklerin meydana getirilmesini temin eder.

2) Potansiyel kabiliyetlerin keşfi ve işlenmesi fonksiyonunu ifade eder.

3) İnsanların iktisadi büyüme ile atbaşı giden iş fırsatlarındaki değişmelere intibak kabiliyetlerini artırır.

4) Okullar, öğretim üyesi yetiştirerek, istihsal için gerekli bilgilerin nesilden nesile intikalini temin eder.

5) Hızla büyüyen ekonomilerde, halkın yüksek hüner ve bilgiler kazanmasını temin etmek sureti ile süratli büyümenin gerçekleşmesini sağlamak da okulların bir fonksiyonudur.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 351)

DİL VE DİL EĞİTİMİ

Milli dili, “milli macera ve tecrübeyi yansıtan ve bünyesinde taşıyan çok zengin bir tarih hazinesi ve başlı başına bir tarih belgesi” olarak nitelendiren Arvasi’ye göre bir milletin dilini incelemek suretiyle o milletin tarihini, kültürünü, fikriyatını, ahlakını, ekonomisini ve diğer milletlerle olan ilişkilerini çözümlemek mümkündür. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 282)

Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı eserini Türk kültür ve medeniyetini öğrenmek isteyenler için “engin bir derya” olarak gören Arvasi, dinamik bir sosyal kurum olarak içinde bulunduğu şartların izlerini taşıyan dile yapılacak suni müdahalelere şiddetle karşı çıkar. Asırlar içerisinde meydana getirdiği kitaplığıyla ayakta duran bir dilin, tarihî köklerinden ve kitaplığındaki hazinelerinden uzaklaştırılması durumunda “kökünden koparılmış çiçekler gibi solacağını” ikazında bulunur.

Yaşayan Türkçe’nin “aktif” kelimelerinin yanı sıra unutulmaya yüz tutmuş “pasif” kelimelerinin de günümüz nesline tanıtılıp öğretilmesini, lise ve üniversitelere “Eski Metinleri İnceleme” dersleri konulmasını, dilimize giren hiçbir kelimenin feda edilmemesini tavsiye eden Arvasi, kelime hazinesi azalmış bir neslin, bırakın yeni düşüncelere ulaşmayı, kendi klasik eserlerini bile anlayamayacağını söyler. Geçmişten devralınan mirasın gelecek nesillere aktarılması sürecinde kopukluklar yaşanmaması için dil konusundaki adımların azami hassasiyetle atılmasını ister. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 280-281)

“TÜRKLÜK, TEK BİR KÜLTÜR DİLİNDE BULUŞMALIDIR”

Kadim tarihi boyunca çok geniş bir coğrafyaya yayılan Türk milletinin her devirde öz diline sahip çıktığını ve sadece Türkçe konuştuğunu hatırlatan Arvasi, Osmanlıca diye ayrı bir dil olmadığını, çeşitli coğrafyalara dağılan Türklerin konuştukları lehçelerin de Türkmence, Özbekçe, Kırgızca gibi ayrı birer dil olarak nitelendirilemeyeceğini ifade eder.

“Milli kültürün en hayati bağı” olarak nitelendirdiği Türkçenin, Türk’ün kültür sınırları içinde farklı gelişmelere maruz bırakılmaması gerektiğini kaydeden Arvasi, şu tavsiyede bulunur:

“Türk dili, milli ve çağdaş ihtiyaçlara göre, tahrip edilmeden işlenip geliştirilmelidir. Ders kitapları, basın, yayın organları, radyo ve televizyonlar, bütün Türklüğün ihtiyaçlarına göre ve uzun vadeli planlarla vazife yapar duruma getirilmelidir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 281-282)

Türk dünyasını tek bir kültür dilinde buluşturmak üzere çalışmalar yürütülmesini öncelikli hedef olarak koyan Arvasi, Türkçenin çağımızın bilim, sanat, fikir alanındaki ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gelişmesi için ne lazım geliyorsa yapılmasını, ancak bu yapılırken “uydurmacılık” gibi sapmalara izin verilmemesi gerektiği ikazında bulunur. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 279)

YABANCI DİL ÖĞRETİMİ

Türk eğitim sisteminin kesinlikle Türkçe üzerine oturtulması gerektiğini savunan Arvasi, yabancı dil öğretimi konusuna da kayıtsız kalmaz. Çağa öncülük eden milletlerin dillerinin öğrenilmesinin kaçınılmaz olduğunu; tıpkı Batılı milletlerin ana dillerinin yanı sıra Grek ve Latin dillerine ağırlık vermeleri gibi Türk medreselerinde de dönemin etkin dilleri olan Arapça ve Farsçanın öğretildiğini hatırlatır.

İslâm dünyasının 9 ve 10’uncu yüzyılda Arapça ve Farsçanın yanında Grek ve Latin dili öğretimine büyük önem verdiğini belirten Arvasi, Batılıların Sokrat, Platon ve Aristo’yu Müslümanlardan öğrendiklerini; İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd gibi filozofların Grek ve Latin dillerini Avrupalılardan çok daha iyi konuşup yazdıklarını ifade eder. (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 12-13)

Bu güzel örneklere karşılık Türklerin son üç asırdır hatalı bir yabancı dil politikası izlediklerini kaydeden Arvasi, bu sahada karşılaşılan en büyük tehlikeyi, “anadilin ihmal edilmesi” olarak gösterir. O’na göre “Bir milletin ‘yabancı dil öğretimine’ önem vermesi başka şeydir, ‘kendi dilini’ inkâr ve ihmal etmesi yine başka şeydir.” (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 14)

Türk dilinin tarih boyunca pek çok yabancı dille mücadele ettiğini; Orhun Abidelerinden öğrenildiğine göre önce Çince ile boğuşmak zorunda kaldığını, sonraki dönemlerde Farsça ve Arapça karşısında ayakta kalma çabasına girdiğini aktaran Arvasi, aynı mücadelenin çağımızda İngilizce, Fransızca ve Almanca karşısında devam ettiğini söyler.

Öğrenilmesi gereken yabancı dillerin tarihî ve kültürel yapımız, coğrafî konumumuz, sosyoekonomik ve siyasî ihtiyaçlarımız göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerektiğini belirten Arvasi, hangilerinde karar kılınmışsa hiçbir komplekse kapılmaksızın o dillerin doğru yol ve yöntemlerle etkili bir şekilde öğretilmesini ister. (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 15)

YABANCI OKULLAR

Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı okullar konusuna da temas eden Arvasi’ye göre; “Emperyalistler, bir ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini ele geçirmeden önce, o ülkenin insanlarının ‘kafa ve gönüllerini’ istila ederek –sömürülmek ve ele geçirilmek istenen ülkede- kendilerine sempati duyan veya açıkça kendilerinden olan kadrolar geliştirmek isterler. İşte, ‘yeni sömürgecilik (neokolonyalizm)’, bu fikirden hareket eder.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 236)

Kapitalistler “özgürlük ve insanlık ideali”, sosyalistler ise “sosyal adalet ve dünya işçilerinin kardeşliği” için savaştıklarını propaganda ederek hedefledikleri ülkelere sızmaya çalışırlar. Çeşitli sanat kollarını, medyayı ve tabii ki yabancı okulları kullanarak, arkasına gizlendikleri ideolojinin kabul görmesi için yoğun bir propagandaya girişirler. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 237)

Bu maksatla Türkiye’de birçok yabancı ülkenin açmış olduğu okullar bulunduğunu hatırlatan Arvasi, konuyla ilgili olarak Doç. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun şu tespitlerini aktarır:

“Türkiye’de okul açan yabancılar (Amerika, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb.) acaba hangi gayenin peşindedirler? Gayeleri ne olabilir? Mesela, para kazanmak olabilir mi? Ta Amerika’dan kalkıp gelerek Kayseri’nin Talas, İçel’in Tarsus kazasına, İstanbul’un Boğaziçi’ne mektep açan bir millet, her halde kendi uzak menfaati için büyük mükâfatlar beklemektedir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 238)

SON SÖZ…

Dava adamı, öğretmen ve yazar kimliğiyle Türk fikir ve kültür hayatında önemli bir yer edinen Arvasi, çileli hayatı, bu çileli hayatta pişen sağlam kişiliği, sağlam kişiliğinin yansıması olan sağlıklı fikirleri, bereketli fikir havuzunda iman, sevgi ve samimiyetle damıttığı kuramlarıyla yarınlarda da adından söz ettirmeye devam edecektir.

Mesleğinin hakkını veren rol model bir eğitimci olarak yüzlerce öğrenci yetiştiren, köşe yazılarıyla her gün binlerce okuyucuya seslenen, figürlerden ziyade fikirleri önemseyen, sürekli makulü arayan, kanunlara saygı duyan ve saygı duyulmasını öğütleyen bu bilge insan, fikrî çizgisinden asla taviz vermeyen kültür çınarlarımızdan biridir.

Anlaşılmaz cümleler kurmayı aydın olmanın vazgeçilmez kuralı kabul edenlere inat, en çetrefilli konuları bile en yalın haliyle herkesin anlayabileceği bir üslupla aktarabilen Arvasi’nin hayatı tam bir okul; derin sohbetlerin yapıldığı evi, gazetedeki köşesi ve konuşma kürsüleri ise birer dersliktir.

Maddenin her şeye hükmettiği bir çağda mukaddesatçı kimliğiyle dimdik ayakta duran Arvasi, sadece dünü ve bugünü değil yarınları da aydınlatacak gür bir meşaleyi tutuşturarak ötelere kanatlanmıştır.

Her dava adamı gibi Arvasi’nin de en çok isteyeceği şey, tutuşturduğu meşalenin daha da gürleşmesi ve tüm insanlığı aydınlatacak boyutlara ulaşmasıdır.

Bize düşen, bu güzel insandan artakalanlara sahip çıkarak değerli birikimlerini gelecek nesillerin istifadesine sunmaktır.

Bu vesileyle; vatanımızın bölünmezliği, devletimizin bekası, milletimizin dirliği ve mukaddeslerimizin muhafazası yolunda gayret sarf eden bütün öğretmenlerimizin gününü kutluyorum.

Bu yoldaki hizmetleri sırasında şehit olan öğretmenlerimize ve Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

]]>
OKUMALAR / BOZKIRDAKİ ÇEKİRDEK http://hayatitek.com/bozkirdaki-cekirdek/ Fri, 19 Jun 2020 16:24:48 +0000 http://hayatitek.com/?p=1980 Kemal Tahir; Bozkırdaki Çekirdek, İthaki Yayınları, 5. Basım, İstanbul 2005.

]]>
OSMAN TURAN: “TÜRK TARİHİ, DİLİ, EDEBİYATI, SANATI VE KÜLTÜRÜ ÇÖKERTİLİNCE, ARTIK MİLLİYETÇİLİK FAŞİZM, İSLAMİYET ÇÖL DİNİ, AHLAKSIZLIK VE TEZEK EDEBİYATI SANAT, KARGA DİLİ TÜRKÇE OLMUŞTUR.” http://hayatitek.com/osman-turan-roportaj/ Wed, 10 Jun 2020 16:23:19 +0000 http://hayatitek.com/?p=1153 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Temmuz 1991’da yayınlanan 88 sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu Prof. Dr. Osman Turan idi.

]]>