Yahya Kemal Beyatlı – Hayati Tek http://hayatitek.com Sun, 24 Apr 2022 09:34:19 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Yahya Kemal Beyatlı – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 TANPINAR’IN KANATLARI http://hayatitek.com/tanpinarin-kanatlari/ Sun, 24 Jan 2021 12:50:06 +0000 http://hayatitek.com/?p=3936 HAYATİ TEK –

Üniversite yıllarında okuduğum ilk kitaplardan biriydi Tanpınar’ın Beş Şehir’i. Nihad Sami Banarlı’nın Türkçenin Sırları da öyle. Yanlış hatırlamıyorsam, birbiri peşi sıra okuduğum bu iki eserden, yazarlarının üslubunun yanı sıra Türkçenin güzellik ve imkânları konusunda hayli etkilenmiştim.

Türkçenin Sırları dil üzerine yazılan makalelerden oluşan bir inceleme kitabıydı. Ancak öylesine akıcı bir üslubu ve öyle zekâ kokan keşifleri vardı ki, bu değerli eseri incelemek yerine bir solukta okumak ihtiyacı hissetmiştim.

Benzer duygulara Beş Şehir’de de kapılmış, hayal ile gerçek arasında dolaşmıştım Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’un sokaklarında, mimari şaheserlerin çevresinde, içinde ve ruhunda… Bir kara tren vagonunun penceresinden yahut hâkim bir tepenin üzerinden seyretmiştim bu kadim şehirlerin büyüleyici güzelliklerini. O gün bugündür, “Keşke Tanpınar, gönül coğrafyamızdaki kadim şehirlerin tamamını yazsaydı” diye düşünür dururum hep.

Hayal kurmanın güzelliğini Toroslar’ın eteğinden Akdeniz’i seyreden köyümde, rüyanın gücünü Tanpınar’da keşfettim; her hülyanın bir gün gerçek olma ihtimalinin mefkûrevi imanını da…

Edebiyat Üzerine Makaleler kitabında geçen “Hülyalarımızın bizi görünen hâlimizden daha iyi anlatmayacağını kim iddia edebilir? (s. 168)” sözünü okumamıştım henüz, ancak ne gam, bu hissi almak için Beş Şehir yeterliymiş demek…

Şiiri Necip Fazıl’ın Çile’sinde sevdim, Yahya Kemal’de âşık oldum ona; H. Nihal Atsız’ın Geri Gelen Mektup’unda ise yiğitçe sevmenin farkına vardım. 1987’de Yeni Düşünce’de tanıdığım daha sonra Gündüz’de mesai kardeşliği yaptığım Abdurrahim Karakoç ağabeyde “bir şair portresini” anbean yaşama şansını yakaladım.

Bu bahiste Ali Akbaş ve Lütfü Şahsuvaroğlu ağabeyleri, sevgili dostlarım Cengizhan Orakçı, Mehmet Fidancı ve Mehmet Aycı’yı da zikretmeliyim tabii…

Bununla birlikte şiirin imkânlarını, Türk ve dünya edebiyatındaki yerini Tanpınar’ı okuduktan sonra idrak edebildiğimi söylemeliyim. Bir edebiyat araştırmacısı değilim, lakin şiir üzerine bu kadar çok yazan, onu bu kadar anlayan ve yücelten bir edibin nadir bulunacağı tespitini yapmak için onun kitaplarını, bilhassa Edebiyat Üzerine Makaleler isimli eserini okumak kifayet eder sanırım.

Hem bir şair hem de münekkit olarak Tanpınar’ın şiire dair tespitleri ve her şairi Doğu-Batı ekseninde mukayeseli olarak ele alması okurları için büyük bir kazançtır.

Olağanüstü dönemlerin insanıdır 1901 doğumlu Tanpınar. Daha çocuk denilecek yaşlarda Balkan faciası ve Birinci Dünya Savaşı’na, olgunluk çağında İkinci Dünya Savaşı’na şahitlik eden bir neslin mensubu ve bir adım öne çıkan kabiliyetlerinden biri olarak omuzlarında hayli ağır bir yük vardır.

Veda etmeye hazırlandığımız Osmanlı’nın Tanzimat’tan itibaren girdiği “Batılaşma sürecini” anlamak, yeni kurduğumuz Cumhuriyet’in en doğru ve hızlı şekilde kurumsallaşması için yürütülen inşa faaliyetine, taş üstüne taş koyarak destek vermek zorundaydı.

Yahya Kemal Beyatlı gibi bir zirvenin hem öğrencisi hem dostu olmak, Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabeddin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmed Naim gibi hocalardan dersler almak şansını iyi değerlendirdiği muhakkak olan Tanpınar, akademisyen kimliğinin avantajlarını münevverlikle taçlandırarak bizlere harika eserler bıraktı.

Edebiyat Üzerine Makaleler isimli eserinde yazıyı “bütün sanatlara benzeyen sanat (s. 413)” olarak nitelendiren Tanpınar’ın kalem ürünleri bu tespitinin ışıklarıyla doludur.

Yaşadığım Gibi isimli eserinde tenkidin önemine işaret ederek “münekkit kıtlığı (s. 313)” çektiğimizi söyleyen bu üretken kalem raks ettikçe, kâh bir resim galerisinde kâh Louvre Müzesi’nde kâh bir tiyatro sahnesinde kâh yeni çıkmış bir şiir ya da yazıyı incelediği çalışma odasında buluruz kendimizi… Adı geçen deneme eserinde münekkit kimliğini sıkça sergileyen Tanpınar’ın en önem verdiği işlerden biridir tenkit meselesi. “İyi veya kötü demekle tenkit olmaz. Tenkit daha geniş çevreler ister. Bütün büyük münekkitler ufuk hazırlamışlardır (s. 313)” diyen Tanpınar’ın sözünü ettiği meseleyi hâlâ çözebilmiş değiliz.

Bu mütevazı satırları okuyacak gençler arasından Tanpınar’ın hülyalı dünyasına dalıp “münekkit” olma yoluna girecekler çıkar mı bilinmez? Bir tek kabiliyetin bile bu alana yönelmesi fikir ve kültür hayatımız için müjdeli bir talih olacaktır şüphesiz.

Tanpınar’ın az sayıdaki şiirlerini, her biri şaheser olan romanlarını, denemelerini, hikâyelerini ve tabii XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni okurken ufuklar açılır insanın önünde…

Tanpınar’ı okumak güzeldir, hatta güzelin de ötesinde önemli ve gereklidir; adeta milli bir görevdir onu okumak…

Peki ya niçin okumalı?

“Bizde dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş bir elit zümre teşekkül etmiştir; okuyanlar zümresi. Tek bir satır yazmadığı, tek bir söz söylemediği halde sırf okuduğu için hürmet gören adamların bulunduğu memlekette pek fazla okuyan adam olmasa gerek. (Edebiyat Üzerine Makaleler, S. 48)

Bu derin söz, bu sarsıcı itiraf, günümüz aydınlarının omuzlarına büyük bir sorumluluk yüklemektedir: Okudukları her kitapla kafa ve ruhlarına binlerce tohum eken okurlarını yazma konusunda tahrik etmek sorumluluğu…

Ümitvarız…

“İnsanın kalbinde ümidin ağacını kesmeğe hiç kimsenin hakkı yoktur. Ölüm bile bunu yapamaz. (Edebiyat Üzerine Makaleler, S. 54)

Ve…

“Büyük tabiat var olmaktan ne kadar mesut görünüyorsa, biz de yaşamanın saadetini öyle tatmalıyız. Bu da, bu cemiyetin insanına güvenmekle olur. (Edebiyat Üzerine Makaleler, S. 55)

Kendisine inandığı, kendi cevherinden haberdar olduğu çağlarda neler başarabileceğini pek çok kez ispatlamış olan aziz ve asil milletimize olan güvenimiz hicranlı dönemlerimizin umut ışığı olmuştur hep.

Mazideki azamete duyduğumuz yakıcı hasret narını tutuşturan vuslat nefesleridir, devasa kanatlar misali açılmış sayfalarıyla birer Zümrüdüanka’yı andıran Tanpınar eserleri…

Vuslat umudu canlıysa eğer, asırlık budaklar bile tomurcuklanır…

]]>
HARF İNKILABI VE DİL DEVRİMİ ÜZERİNE… http://hayatitek.com/harf-inkilabi-ve-dil-devrimi/ Sun, 06 Dec 2020 18:17:33 +0000 http://hayatitek.com/?p=3651 HAYATİ TEK –

Atatürk İlke ve İnkılapları arasında bulunan Harf İnkılabı ve Dil Devrimi konularında bugüne kadar onlarca kitap, yüzlerce belki binlerce makale yayınlandı.

Konuyu neden-sonuç bağlantısı içerisinde teferruatlı bir şekilde incelemek zahmetine katlanmak istemeyenler için en kolay yol, 1928 yılını milat kabul edip bu inkılapların “Türkiye’yi nasıl çağdaş bir ülke yaptığını” yahut “Atatürk’ün çağdaşlaşma adı altında milletimizin geçmişle olan bağlarını nasıl kopardığını” biraz da köpürterek anlatmaktır.

Yıllarca şahit olduğumuz her iki tavrı sergileyenler maalesef meseleyi anlamayı değil, bu konu üzerinden siyasi güç ve popülizm devşirmeyi tercih ettiler, ediyorlar.

Elbette meseleyi olması gereken şekliyle ele alan çok değerli bilim insanlarımız var. Ancak onların bu hasbi gayretleri ve sözleri, siyasi güç ve popülizm peşinde koşanların ağız dalaşından yükselen “yaşasın!” yahut “kahrolsun!” feryatları arasında kaybolup gidiyor.

HARF İNKILABI NİÇİN YAPILDI?

Türk dili konusundaki çalışmalarıyla haklı bir şöhrete sahip olan, “hocaların hocası” unvanını fazlasıyla hak eden Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, “Harf İnkılâbının 70. Yıldönümü” dolayısıyla 26 Eylül 1998’de İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada Harf İnkılabı ve Dil Devrimi konularında önemli tespitlerde bulunur.

Korkmaz’a göre Harf İnkılabı şu amaçla yapılmıştır:

“Harf inkılâbı veya ‘yazı inkılâbı’ diye adlandırdığımız bu inkılâp, Arap alfabesi yerine Lâtin alfabesi temelindeki millî bir Türk alfabesini geçerli kılan bir değişimin ifadesidir. Bu inkılâp 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde, ulu Atatürk’ün Sarayburnu Parkı’ndan halka yaptığı bir konuşma ile müjdelenmiş ve bir iki ay içinde gerekli ön çalışmalar tamamlanarak 1 Kasım 1928 tarihinde, 1353 sayılı kanunla TBMM’nin onayından geçmiş ve yürürlüğe girmiştir.”

Arap yazısının Arap dilinin ihtiyaçlarından doğduğunu ve Türk dilinin özelliklerine aykırı olduğunu örnekleriyle açıklayan Prof. Dr. Korkmaz, değerlendirmelerine şöyle devam eder:

“Arap yazısının Türk dili açısından getirdiği bu yetersizlik, Tanzimat döneminden başlayarak sık sık Osmanlı imlâsını gündeme getirmiş ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmalar sonunda, zamanla iki farklı görüş su yüzüne çıkmıştır. Bunlardan biri Arap yazısı temelindeki Osmanlı imlâsının ıslahı görüşüdür. Ancak, bu görüşle ilgili denemeler olumlu bir sonuç vermemiştir. O hâlde, geriye kalan ikinci görüş, alfabe değişikliğidir.”

LATİN HARFLERİNE GEÇİŞ TARTIŞMALARI

Konuşmasında, milat olarak zikrettiği Tanzimat dönemine değinmeksizin Cumhuriyet yıllarına geçen Korkmaz, Latin alfabesine geçiş konusundaki ilk teşebbüslerin 1923 yılında başladığını söyler.

Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşen İzmir İktisat Kongresi’nde Lâtin harflerinin kabulü konusunda Ali Nazmi Bey tarafından sunulan önerinin kabul görmediğini belirten Korkmaz, en büyük tepkinin “Lâtin Harflerini Kabul Edemeyiz” başlıklı yazısı ile Kongre Başkanı Kâzım (Karabekir) Paşa’dan geldiğini bildirir.

Hüseyin Cahit Yalçın’ın aynı yöndeki önerisi de Atatürk tarafından “zamansız olduğu” gerekçesiyle reddedilir. Korkmaz’ın aktardığına göre Atatürk,  “bu isteksizliğinin sebebini daha sonraki yıllarda Falih Rıfkı Atay’a ‘Hüseyin Cahit bana vakitsiz bir iş yaptırmak istiyordu. Yazı inkılâbının daha zamanı gelmemişti.” diye açıklamıştır.

Meselenin TBMM müzakerelerinde de ele alındığını kaydeden Korkmaz, 1924-1928 yılları arasındaki sürede yazı ve dil inkılâbına öncülük eden bazı yenilikleri şöyle sıralar:

“3 Mart 1924’te öğretim birliği ile ilgili, Tevhid-i Tedrisat kanununun, 26 Aralık 1925’te İslâm takvimi yerine uluslararası takvimin ve saat ölçülerinin kabulü, 24 Mayıs 1928’de çıkarılan bir kanunla Arap harfli rakamlar yerine Lâtin esaslı uluslararası rakamların alınmış olması.”

DİL ENCÜMENİ GÖREVE BAŞLIYOR

Konunun ilgili çevrelerde yeterince tartışıldığına ve harf inkılabı için uygun zamanının geldiğine hükmeden Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla, birkaç ay evvel kurulmuş olan Dil Encümeni 26 Haziran 1928’den itibaren resmen çalışmalarına başlar. Korkmaz, Encümen’de görevlendirilen isimleri şöyle sıralar:

“Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre), Ragıp Hulûsi (Özdem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Emin (Erişirgil) ve İhsan (Sungu).”

Encümen’in titiz çalışması sonunda 29 harfli Türk alfabesinin hazırlandığını kaydeden Korkmaz, konuyla ilgili nihai görüşünü şöyle açıklar:

“Görülüyor ki, gerçekleştirilen dil inkılâbı ile dil ve kültür tarihimizin çetin bir dönüm noktası başarı ile aşılmıştır. Plânlı ve düzenli sosyal değişimin mükemmel bir örneği ortaya konmuştur. Tasarlanan daha sonraki inkılâpların hedeflerine ulaşabilmesi için de sağlam bir temel hazırlanmıştır. Getirdiği sonuçlar bakımından da eğitim ve kültür hayatımızda verimli gelişmeler sağlanmıştır.”

LATİN ALFABESİNE GEÇİŞ SÜRECİNİN TARİHİ GELİŞİMİ

Latin alfabesinin kabulüyle sonuçlanan sürecin kaynaklarını araştıran uzmanlar, bu konudaki ilk gayretlerin 17’nci yüzyıla kadar uzandığına dikkat çekiyorlar.

Yrd. Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli, Yeditepe Üniversitesi’nce 10-11 Kasım 2008 tarihleri arasında düzenlenen “80. Yılında Türk Harf İnkılabı Uluslararası Sempozyumu”nda sunduğu “Amerikan Basınında Türk Harf ve Dil Devrimi” başlıklı bildirisinde; Arap harflerinin Türk dilini yazmadaki yetersizliğine ilk dikkat çeken kişinin Kâtip Çelebi (1609-1657) olduğunu söyler. Osmanlı Devleti’ndeki Fransızlara Türkçe öğretmek amacıyla 1730 yılında Latin harfleri kullanılarak bir kitap basıldığını hatırlatan Değerli, şöyle devam eder:

“Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilan edilmesinin hemen ardından ‘Arap alfabesindeki yazım şeklinin düzeltilmesi’ gerektiğini savunan Mehmet Tahir Münif Paşa, Latin harflerinin kolayca okunup yazılmasındaki faydalara dikkat çekmekle birlikte dilimizdeki kelimeleri Arap yazısı ile ayrık yazmayı tercih etmiştir.”

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN “DİLDE SADELEŞME” ÇABASI

Sonraki dönemde Tanzimat Fermanı’nı ilan eden Mustafa Reşit Paşa tarafından kurulan, 1851-62 yılları arasında hizmet veren, Ahmet Cevdet Paşa’nın “Tarih-i Cevdet” eserinin yazılmasına vesile olan Encümen-i Daniş’in öncelikli işlerinden biri de “Türkçeye sade dille yazılmış ve tercüme edilmiş bilimsel eserler kazandırmak” olur.

Ayda bir kez toplanan ve her biri ayrı bir bilim dalında uzman 40 dâhili üyeden oluşan Encümen’in bir diğer önemli faaliyeti, “1863–1864 ders yılı kitaplarında Arap harflerinin harekeli (üstün, esre ve ötüreli) olarak” kullanılmasıdır.

1869 yılında İbrahim Şinâsi, 1884 yılında ise Ebuzziya Tevfik, Arap harflerini Türk diline uygun hale getirmek konusuna yoğunlaşırlar.

İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE DİL MESELESİ

İkinci Meşrutiyet’in 1908’de ilanıyla beraber ülkede birçok alanda başlatılan yenileşme hareketleri ve bu hareketlerin edebiyatta yapmış olduğu etkiler kapsamında Genç Kalemler dergisinin önem ve fonksiyonunu hatırlamak gerekir.

Nitekim Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının konuşma dilinden yola çıkarak yeni bir yazı dili meydana getirmek maksadıyla Genç Kalemler dergisinde başlattıkları Yeni Lisan Hareketi, Türkiye Türkçesinin başlangıcı kabul edilir.

Aynı dönemde “Arap harfleri mi, Latin harfleri mi?” tartışması başlar. Doktor Musullu Davut’un Meclis-i Mebusan’a sunduğu “Latin harflerinin kabulüne ilişkin bir tasarısı” kabul görmez. İstepan Karayan ve Binbaşı Hidayet İsmail’in aynı konudaki teklifleri de aynı akıbete uğrar.

1911’de İstanbul’da kurulan “Islah-ı Huruf Komisyonu”nun “Arap alfabesinin Türk diline uygun hale getirilmesi” yönündeki teklifini de bu cümleden saymak gerekir.

ENVER PAŞA’NIN ALFABE GİRİŞİMİ

Alfabe konusundaki en ciddi adım, Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce “Hurûf-ı Munfasıla”, “Ordu Elifbası”, “Hatt-ı Cedid”, “Hatt-ı Enveri”, “Enver Paşa Yazısı” ya da “Enveri” gibi adlarla anılan bir yazı geliştiren Enver Paşa tarafından atılır. Otuz beş ünsüz, on ünlü olmak üzere kırk beş harften oluşan bu yazının öğretilmesi için 1917 yılında “Elifbâ” adlı bir okuma kitabı hazırlayan Enver Paşa’nın girişimi, devam etmekte olan Birinci Dünya Savaşı nedeniyle olumlu sonuçlanmaz.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın aktardığına göre Atatürk, Enver Paşa’nın alfabe girişimiyle ilgili olarak 1918 yılında şu değerlendirmeyi yapar:

“Bu iş, iyi niyetle yapılmış olmasına rağmen, yarım yamalak ve zamansız yapılmıştır… Savaş zamanı, harflerle uğraşılacak zaman mıdır? Ne için? Haberleşmeyi kolaylaştırmak için mi? Bu sistem haberleşmeyi eski sisteme göre daha yavaş ve daha güç kılmıştır. Hızın önem kazandığı bir zamanda, işleri yavaşlatan ve insanların kafasını karıştıran bu atılımın avantajı nedir? Fakat madem bir işe başladınız, bari bunu doğru dürüst yapacak cesareti gösteriniz. (Ruşen Eşref Ünaydın, Hatıralar, Ankara 1956, S. 28-29)”

Atatürk’ün Enver Paşa’nın çabası hakkında 1928 yılında yaptığı değerlendirmeyi de Falih Rıfkı Atay’dan dinleyelim:

“Atatürk bana sordu: Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz? Bir on beş yıllık uzun ve bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklifim var, dedim. Teklif sahiplerine göre ilk devirlerde iki yazı birden öğretilecekti. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektepler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştü. Yüzüme baktı: Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi. Hayli radikal bir inkılapçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım. Çocuğum dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp bir iç buhran bir terslik oldu mu bizim yazı da Enver’in yazısına döner. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 479)”

İNÖNÜ, ENVER PAŞA’NIN TECRÜBESİNDEN DOLAYI HARF İNKILABINA KARŞI ÇIKIYOR

Harf inkılabına başlangıçta karşı çıkan İsmet (İnönü) Paşa’nın öne sürdüğü gerekçe de Enver Paşa’nın yaşadığı tecrübedir.

Atatürk’ün 1926’tan itibaren harf inkılabını ilan etmek için her an hazır olduğunu ancak kendisinin mukavemeti nedeniyle konunun iki sene kadar tehir edildiğini belirten İsmet İnönü, Bilgi Yayınevi tarafından basılan iki ciltlik “İsmet İnönü Hatıralar” adlı kitabında o günleri şöyle anlatır:

“Harf inkılabı, 1928’de ilan olundu. Atatürk, bir iki seneden beri bunu düşünüyordu. Vakit vakit bana açmıştı. Ben önce buna mukavemet ettim.

Başından beri benim söylediğim, ‘Enver Paşa harp ilan edilmeden böyle bir şeye teşebbüs etmişti; sonra muharebenin ilanı üzerine kaldırıldı. Tekrar eski hale döndük. Yine öyle olacak.’ Çünkü, bu tecrübeyi yakından biliyordum. Enver Paşa, yeni yazı şeklini emir olarak genelkurmaya verdiği zaman ben oradaydım. Yine o zaman da itiraz ettim. Bunu çıkaramazsınız, dedim. Nasıl yazıp, nasıl okuyacaklarını soruyordum. Onlar da yapacağız, edeceğiz, diyorlardı.

(…) Şimdi, ben bu macerayı biliyorum. Harf inkılabı ilan edilmeden iki sene evvel Atatürk’e söyledim:

‘Bu, kolay bir iş değildir. Sen, harp zamanı karargâhta çalıştın mı?’ dedim.

‘Hayır,’ dedi.

‘Ben bilirim, dedim. Bunu tecrübe ettim. Bütün devlet muamelatı, her şey bozulacak. Herkes iki yazı kullanacak. Kabul edildi diye kendisini mecbur hissederek yeni harfleri kullanacak, bir de asıl işidir, kıymetli işidir diye eski harfleri kullanacak. Başa çıkamayız. İyi düşün.’

Atatürk’e bunları söyledim ve benim ikazım cesaretini kırdı. Harf inkılabını iki sene sürükledi. Resmi beyanlarında, grupta, partide yaptığı konuşmalarda, yeni harfleri düşünüyoruz, diyordu. Fakat, başlayamıyordu.

Nihayet, harf inkılabını emrivaki halinde ilan etmeden önce kendisine şöyle dedim:

‘Bunu istiyorsunuz, yapacaksınız. Fakat, tatbik etmeyeceksiniz.’

‘Kim?’ dedi.

‘Siz,’ dedim. ‘Başta siz olmak üzere hiçbiriniz tatbik etmeyecekseniz. Büyük bir inkılap hareketi yapacağız. Bir inkılap yapıldığı zaman, bunu tatbik etme mevkiinde bulunanların kararlarındaki inanç, ciddiyet ve sebat hakkında hiçbir şüphe olmamalı. Evvela biz, bunun birinci derecede tatbikçisi olmalıyız. Riayet etmeliyiz.’

Atatürk, söz verdi:

‘Tatbik edeceğiz, ben başta olmak üzere hepimiz tatbik edeceğiz’ dedi.

Harf inkılabı oldu. Herkes bilir ki, ondan sonra, ben eski yazıyı kullanmış değilim. (S. 221-222)”

İNÖNÜ: “KÜLTÜR HAYATININ KÖTÜRÜM OLACAĞINDAN ENDİŞELİYDİM”

İnönü, inkılaptan sonra ortaya çıkan tabloyu da şu ifadelerle dile getirir:

Yeni harfleri öğrenmek için mektepler açıldı. Atatürk, her yeri dolaştı.

Tahmin olunmaz bir şahsi gayret göstererek yeni harfleri memlekete mal etmeye çalıştı. Ama yaşlı bir adamın alıştığı harfleri bırakıp yeni harfleri öğrenmesi kolay olmuyor. Bu gibi kimselere bunu öğrenin demek de güç bir şey. Bunca zaman önce, çocuklukta öğrendiğim ilk harflerin şurası burası benzemez, yine de söker, okurum. Sonradan öğrenilen bir harfle bunu sökmeye imkân yoktur. Hiç eski yazı bilmeyen insanların yazılarını ben okuyamıyorum. Hâlbuki eski yazılardan okuyamayacağım yazı yoktur. En aciz adamın en karışık yazdığını mutlaka söker, çıkarırdım.

Bütün bu anlattığım güçlükleri düşünerek, bilhassa yetişmiş insanların yazı ile münasebetlerinin bozulacağından ve cemiyette kültür hayatının kötürüm olacağından endişeliydim, iki harf kullanacağız ve yeni yazıyla tek harfli bir cemiyet hayatına geçiş için son derece uzun bir intikal devri olacak. Bu endişeyi duyuyordum. ‘Yapamazsınız; siz yapmayacaksınız, başkası hiç yapmaz’ derken, bana işin aslından gelen bir endişe havası hâkimdi.

Esas olarak harf inkılabının taraftarıyım. Başlangıçta gösterdiğim mukavemet, anlattığım sebeplere dayanıyordu ve Atatürk benim bu mukavemetimi samimi olarak karşılıyordu. Kendisi; bir emrivaki yaparak bu inkılabı kabul ettiririm, İsmet Paşanın söylediği doğru, ben de uyarım, hep beraber çalışmalıyız, çalışırız, olur biter diye düşünüyordu. Onda böyle samimi bir kanaat vardı. (S. 222-223)”

“HARF İNKILABI KÜLTÜR DEĞİŞMESİNİ KOLAYLAŞTIRDI”

Latin harflerine geçişin en önemli gerekçesi olarak genellikle “Araf harflerine dayalı Osmanlı Türk alfabesini öğrenmenin zorluğu” gösterilir. İnönü bu konuda farklı düşünmektedir:

Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşayı tahrik eden sebeptir. Ama harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında, yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler.

(…) Anadolu’da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk beyi olarak devlet başına geçmişler ve milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi milli kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur.

Şimdi, bütün sapmalara rağmen, yazıyı yeni harflerle öğrenmiş olanlar eski harflere dönemezler. Kuran kursuna gidenler için de böyledir. (s. 223)”

ATATÜRK’ÜN “DOĞRU ZAMAN”I

Alfabe değişikliği konusuyla Suriye’de bulunduğu 1905-1907 yılları arasında meşgul olmaya başlayan Atatürk’ün, Latin alfabesine geçilmesi gerektiği yönündeki düşüncesini 1919 yılında Erzurum’da bulunduğu sırada Mazhar Müfit (Kansu) Bey ile paylaştığını da bu bilgilere ilave edelim.

17’nci yüzyıldan itibaren Osmanlı aydınlarının gündemine giren, Tanzimat’tan sonra yoğun bir şekilde tartışılmaya devam eden dil meseleleriyle yakından ilgilenen Atatürk’ün “doğru zaman” olarak gördüğü 1928’den iki yıl önce yaşanan önemli bir gelişmeye kısaca bakmakta yarar var.

1926 BAKÜ TÜRKOLOJİ KONGRESİ

26 Şubat – 6 Mart 1926 tarihleri arasında Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi’nde Türkiye’yi Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü temsil eder. Rus Türkolog Vasili Vasilyeviç (Wilhelm) Radloff ve İsmail Gaspıralı şerefine toplanan ve “Türk toplulukları için ortak bir Latin alfabesine geçilmesi kararı alınan” kurultayı yakından takip eden Atatürk, bu konuda ilk adımı atan liderden biri olur.

Ümit Özgür Demirci, kongrenin Türkiye’nin 1 Kasım 1928’de Latin alfabesine geçişi üzerindeki etkisini, Türk Yurdu Dergisinin Temmuz 2001 tarihli 287’inci sayısında yer alan makalesinde, Prof. Dr. Bilal N. Şimşir’i kaynak göstererek şu cümlelerle açıklar:

“Türkiye Cumhuriyetinin Latin alfabesine geçmesinin nedenleri; Arap alfabesinin Türkçenin fonetiğine uygun olmaması, matbuattaki zorluklar, Arap alfabesi ile okuma yazmanın zorluğu ve 1926 yılında 1. Bakü Kongresi’nde alınan tüm Türkler için Latin alfabesine geçme kararıdır. Türk devletleri ile kültürel bağı koparmamak düşüncesinde olan Atatürk, bu sebeplerden dolayı Latin alfabesine geçmiştir.”

BAKÜ KONGRESİ’NİN ÖNCESİ VE SONRASI

Dr. Fahri Kılıç’ın Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nin Güz 2019 nüshasında yayınlanan “Azerbaycan’ın Latin Alfabesine Geçişinin Türkiye’deki Alfabe Tartışmalarına Etkisi” başlıklı makalesinden öğrendiğimize göre, 1926 Bakü Türkoloji Kongresi sırasında ve sonrasında önemli gelişmeler yaşanır.

Kongre’de görüşülen “Latin esaslı yeni Türk alfabesinin SSCB Türk bölgelerinde benimsenmesi” teklifi 7 olumsuz, 6 kararsız, 101 olumlu oyla kabul edilir. Kongreyi hararetle destekleyen SSCB, Türk bölgelerinde yeni alfabeye geçme sürecini tek merkezden yürütmek üzere “Yeni Türk Alfabesi Tüm Sovyetler Birliği Merkez Komitesi” kurulmasına destek verir ve bu iş için bütçe tahsis eder.

Kılıç’ın aktardığına göre; “Komite, ‘Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi (Yanalif)’ adıyla yeni bir alfabe hazırlayıp yayımlamış, bu alfabe, Sovyetlerde yaşayan bütün Türk halklarının ortak alfabesi olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Merkez Komitenin Azerbaycan başta olmak üzere Özbekistan, Kırgızistan, Başkurdistan, Türkmenistan, Tataristan, Kuzey Kafkasya, Transkafkasya ve Yakutistan’da şubeleri açılmıştır. Rus hükümeti tarafından Merkez Komiteye 600 rublelik bir maddi yardım ve Türk bölgelerinde Latin alfabesini benimsetmesi için tam yetki verilmiştir.”

LATİN ESASLI BİRLEŞTİRİLMİŞ YENİ TÜRK ELİFBASI

Merkez Komite’nin 1927 yılında yaptığı çalışmalar sonunda “Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası” adıyla 33 Latin harfinden oluşan bir alfabe hazırlanır.

Bu alfabenin Azerbaycan başta olmak üzere Yakut Türkleri, Hakas Türkleri, Şor Türkleri, Tuva Türkleri, Altay Türkleri, Kırım Türkleri, Nogay Türkleri, Kumuk Türkeri, Karaçay-Balkar Türkleri, Karakalpak Türkleri, Kırgız ve Başkurt Türkleri, Özbek Türkleri, Kazak Türkleri tarafından kabul edilmesiyle Arap alfabesi terk edilir.

Karara ilk başta karşı çıkan Tataristan 1927 yılında aynı alfabeyi kullanmaya başlar.

STALİN’İN TÜRK DÜNYASI HESABI

Konu üzerine çalışanlar, SSCB’nin Türk dünyasının Latin alfabesine geçiş sürecine destek vermesini, “Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçişin dini çağrışımları bulunan Arap alfabesinden Kiril alfabesine geçişten daha kolay olacağı” düşünmesine bağlıyorlar.

Biz bu değerlendirmeye, “SSCB’nin bir taşla iki kuş vurma operasyonu” olarak da bakabiliriz. Arap alfabesinin terkiyle birlikte İslami kaynaklara ulaşma zorluğuyla karşılaşacak olan Türklerin, komünizmin “dinsizleştirme” politikasına daha kolay uyum sağlayacağını söylemeye bilmem gerek var mıdır?

Prof. Dr. Osman Turan’ın şu tespiti, bu ihtimalin en çarpıcı karinelerinden birini teşkil eder:

“Ruslar Orta Asya’da Türkistan adı ile birlikte Türk birliğini yıkmak için bu ülkeyi yalnız siyasi bakımdan dört cumhuriyete ayırmakla kalmadılar; aynı zamanda onların kültür, dil ve yazılarını bozmak; tarih, edebiyat ve mefkûrelerini kazımak suretiyle Asya Türklüğünü imha siyasetine yarım asırdan beri bütün şiddeti ile devem etmişlerdir. Türkiye ile mevcut manevi bağları yıkmak için de evvelce İslam yazısı yerine Latin alfabesini Türklere zorlamışlardı. Fakat Türkiye’de harf inkılabı yapılınca da aynı maksatla her cumhuriyet için Rus (Kiril) harflerinden ayrı ayrı alfabeler tertip ettiler.

Avrupalılaşma hevesine kapılan Türkiye dini ve milli kıymetleri tahripte garbı değil Rusya’yı taklit etmiş; fakat Bolşevikler Rus kültürü ve milliyetçiliğini dirilttikleri halde Türkiye bu sefer hem Avrupa’dan, hem Rusya’dan ayrı olarak, demokrasi devrinde bile milli benliğine dönememiş; Rusların kendi menfaatleri için Türkistan’da yaptıkları manevi tahribata Türkler kendi memleketlerinde devam etmişlerdir. (Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları, s. 274 ve 276)”

Türk dünyasının Kiril alfabesine geçiş hikâyesini gelin bir de Dr. Fahri Kılıç’tan dinleyelim:

“Stalin döneminde Latin alfabesinin yerine Türk topluluklarının Kiril alfabesine geçmesine karar verilmiştir. Merkezi Sovyet yönetiminin baskısı ile Türk toplulukları, 1938 yılından itibaren Latin esasına dayalı alfabelerini bırakarak Kiril alfabesini kabul etmeye başlamışlardır. İlk önce Altay, Şor, Kumuk, Kırım ve Nogaylar bu alfabeye geçmek zorunda kalmışlardır. Bir yıl sonra 1939’da Hakas, Tatar, 1940 yılında ise Özbek, Türkmen, Karaçay-Balkar, Kırgız Başkurt ve Kazaklar Kiril alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Bu zorunluluk nedeniyle Azerbaycan Bilimler Akademisi ve yazarlar birliği tarafından, Azeri Türkçesi için Kiril alfabesinin Latin alfabesinden daha uygun olduğuna dair bir karar alınmıştır. Bu kararın ardından da Azerbaycan Yüksek Sovyeti Halk Komiserliği, 1 Ocak 1940 tarihinden itibaren Azerbaycan’da Kiril alfabesine geçileceği kararının alındığını açıklamıştır.”

HARF İNKILABINA ÖZET BAKIŞ

Harf inkılabı konusunda buraya kadar yapılan tespitleri, 2008 yılında Başkent Üniversitesi ile Türk Dil Kurumu’nun ortaklaşa düzenlediği “I. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu”nda konuşan Doç. Dr. Fatma Açık’ın “XX. Asrın Başlarında Türk Dünyasında Yaşanan Alfabe Değişikliklerinin Sebepleri, Gelişimi ve Sonuçları” başlıklı bildirisinden yola çıkarak şöyle özetleyebiliriz:

“Türkiye’de Tanzimat döneminden yeni alfabenin kabulüne kadar geçen sürede yapılan dil tartışmalarını şu ana başlıklar etrafında toplamak mümkündür:

  • Orhun veya Uygur alfabesinin kabulü
  • Ermeni harflerinin kabulü (Macid Paşa)
  • Yeni modern bir alfabe yaratma (İsmail Şükrü Bey)
  • Latin harflerine geçiş (Falih Rıfkı, Hamdullah Suphi vb.)
  • Arap harflerinin devamı (iki farklı görüş var; aynen kalmasını isteyenler ve ıslah edilmesini isteyenler).

Tüm bu fikirler içerisinde özellikle Arap harflerinin devamı yolunda fikir bildirenlerin önerileri şöyledir:

  • Ahmet Cevdet Paşa: Arap harflerini işaretlendirmeli,
  • Şinasi: Bazı harfler atılmalı,
  • Ahmet Mithat Efendi: Harf sayısı arttırılmalı,
  • Hoca Tahsin Efendi: Soldan sağa doğru yazılmalı,
  • Ali Kenan Kufi: Yazı stili değişmeli,
  • Servet-i Fünuncular: Hareke yerine vokalleri karşılayan harfler konulmalı.

Ayrıca;

  • 1908’den sonraki tartışmalar Huruf-ı Munfasıla fikri etrafında odaklanmıştır. Alfabe ıslahına yönelik çalışmalar amacıyla Milaslı İsmail Hakkı Bey’in öncülüğünde 1911’de kurulan “Islah-ı Huruf Cemiyeti”, “Yeni Yazı” adlı bir de gazete çıkarmıştır.
  • Ziya Gökalp’in de aralarında bulunduğu bir grup Türkçü aydın, Latin harflerine geçişi savunanlara; Arap harflerinden vazgeçilmesinin Müslümanlar arasındaki bağları zayıflatacağı düşüncesiyle karşı çıkmıştır. Onlara göre Arap alfabesi, Türk lehçeleri arasındaki fonetik farkları da gizleyebilmesinden dolayı dil birliğini sağlayıcı önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
  • Zeki Velidi (Togan) uzun vadede bir “kültür buhranı”na yol açabileceğini düşündüğü alfabe değişimine karşı çıkmıştır.
  • Cumhuriyet döneminde Latin alfabesine geçişle ilgili ilk öneri 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde, işçi delegelerinden Ali Nazmi tarafından verilmiştir ve büyük tepki çekmiştir.
  • TBMM’ne tartışmaları taşıyan İzmir milletvekili Şükrü Saraçoğlu olmuştur. 25 Şubat 1924’te Arap harflerinin Türk dilini yazmaya müsait olmadığını vurgulamıştır.
  • Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan kararlar ve Atatürk’ün bu konudaki kararlı tutumu sonucunda; Meclis tarafından oluşturulan Dil Encümeni’ni Latin esasında bir alfabenin ortak ve edebi dilimizin dayandığı İstanbul Türkçesine uygulanabileceğine karar vermiş ve bu amaçla yeni bir harf sistemi meydana getirmiştir.
  • Türkiye’de linguistik bir problem olarak ortaya atılan alfabe meselesinin siyasî ve sosyal boyutu göz ardı edilmiş ve 28 Ağustos 1928’de Latin alfabesi temelindeki Türk alfabesi kabul edilmiştir. 1353 sayılı kanun, 3 Kasım 1928’de Resmi Gazete’de yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir.”

DİL DEVRİMİNİN ESBAB-I MUCİBESİ

1839 Tanzimat Fermanı’ndan itibaren gündemde olan ve 1 Kasım 1928’de çıkarılan kanunla resmileşen Latin alfabesine geçiş konusu ve 17’nci yüzyıldan itibaren Osmanlı aydınları tarafından zaman zaman dile getirilen dilde sadeleşme meselesi, 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu ve 12 Temmuz 1932’de de Türk Dil Kurumunun kurulmasıyla farklı bir çehreye bürünür.

Dil Devrimi kapsamında “öz Türkçe” ve “dilde özleşme” adı altında “kelime ve kültür soykırımı” olarak nitelendirilebilecek olan bir sürece girilir.

Bu süreç, tam da Doç. Dr. Fatma Açık’ın “alfabe meselesinin siyasî ve sosyal boyutu göz ardı edilmiş” cümlesiyle kastettiği konudur.

Aynı tecrübe Sovyetler Birliği’nde de denenir. Bu konuda hazırlanan rapor, “böyle bir adımın Rusçaya neler yapabileceğini” gören Stalin tarafından derhal sumen altı edilir; bilahare Türk topluluklarına uygulanır.

SSCB’NİN “ÖZ DİL” TEŞEBBÜSÜ VE ÇARK ETME SEBEBİ

Gelin bu tecrübenin hikâyesini öğrenmek üzere Nihad Sami Banarlı’nın “Türkçenin Sırları” kitabına müracaat edelim.

“Sovyet Rusya’nın kurulduğu yıllarda, zamanın en büyük İlimler Akademisi olmasına çalışılan Şura Cumhuriyetleri İlimler Akademisi’ne bir vazife verilmişti. Buna göre, akademi, Rusçayı ‘öz Rusça’ haline getirmek için ne yapmak gerektiğini araştıracak, neticeyi bir rapor halinde Rus hükümetine verecekti.

Bu rapor, çok ciddi araştırmalardan sonra, yine çok ciddi şekilde hazırlandı. Raporda hülasa olarak şu neticeye varılıyordu:

‘Rusçayı öz Rusça yapmak mümkündür. Ancak bunun için Rusçada kullanılan kelimelerin yüzde yetmiş beşini terk etmek ve yerlerine yeni kelimeler bulmak gerekir.’

Bu rapor Rusça için derhal hasıraltı edildi. Fakat aynı rapor, Moskova’nın dış siyasetine yaman bir ışık tutmuş oldu.

Mademki bir dili ‘öz dil’ yapmaya çalışmak, o dile bu derece yaşayan kelime kaybettiriyor, şu halde bu sistemi mesela Türkiye Türkçesi’ne tatbike çalışalım, denildi.

Neticeyi biliyorsunuz. (S. 224-225)”

“KENDİ GÜZEL DİLİNİ ZİYAN EDEN TEK ÜLKE TÜRKİYE’DİR”

Banarlı’nın “biliyorsunuz” dediği neticenin nasıl meydana çıktığını ve nelere sebep olduğunu öğrenmek için yine kendisine kulak verelim.

“Kendi güzel dilini, özleştireceğiz diye yıkmaya çalışanların eline bırakarak her bakımdan ziyan eden tek ülke, Türkiye’dir.

Bir vatan coğrafyasında asırlarca işlendikten sonra, güzelliğinin şahikasına varmış bir dile böyle bir kasıt karşısında kayıtsız kalanların bolluğu da yine Türkiye’dedir. Bir zümrenin, millet dilini yıkmak için harekete geçip, resmi ve hususi nice teşkilatı bu cinayetin emrine vermesi gibi görülmemiş bir dalalet de yine yurdumuzda görülüyor!

Hemen söyleyelim ki, tarih, böyle bir sapıklığı, bir daha ve hiçbir yerde görmeyecektir. Çünkü dilini yıkan bir millet nasıl bir içtimai anemiye tutulur; nasıl birbirine düşman insanlar ve kütleler haline gelerek bölüm bölük bölünür? Bunun misali Türkiye’de çok açık görülmüştür.

Başkaları, böyle bir illetten, artık, koleradan, taundan daha şiddetle korkacaklardır.

Bunun ilk örneği, Yunanistan’da görülmüştür.

Yunanistan’da da baş gösteren bir uydurma Yunanca hastalığı, mektep kitaplarına kadar girmiş fakat bu kitaplar bugünkü milli Yunan Hükümeti tarafından, büyük şehirlerin meydanlarına toplanarak yakılmıştır.

Bunun belki en büyük sebebi, Yunanistan’ın önünde bir Türkiye misali bulunmasıdır. (S. 269-270)”

İNÖNÜ’NÜN “ÖZ TÜRKÇE” İSYANI

Banarlı’nın bu denli tehlikeli bulduğu hatta “sapıklık” olarak nitelendirdiği “öz Türkçecilik” gayreti o raddeye varır ki, yapılan işten hiç de hoşnut kalmayan dönemin Başvekili İsmet İnönü kime yakınacağını bilemez hale gelir.

“Şu sözleri, aynen Yahya Kemal’den dinlemiştim:

– Başvekil, Mareşal Fevzi Çakmak’a gidiyor:

– Paşa! Paşa! Konuşamaz olduk. Söyle de bu sevdadan vazgeçsin!

Diye şikâyet ediyordu (Söyle dediği Atatürk’tü). Beni gördüğü zaman:

– Yahya Kemal Bey! Yahya Kemal Bey! Siz Türkçenin büyük şairisiniz fakat, hangi dille, kime şiir yazacaksınız? Söyleyin de… diyordu. Fuad Köprülü’yü gördüğü zamanlarda ise:

– Fuad Bey! Fuad Bey! Siz Türk dilinin en büyük âlimisiniz. Hani? İlminiz nerde? Türkçe elden gidiyor, bir söz söylemiyorsunuz!

Demeği nakarat haline getirmişti. (s. 254)”

ATATÜRK’ÜN “ÖZ TÜRKÇE” İTİRAFI

Gidişatın iyi olmadığını görmekte gecikmeyen Atatürk, bu konudaki pişmanlığını Falih Rıfkı Atay’la paylaşır.

“Türkçeyi ne kadar özleştirebiliriz? Her yabancı kelimenin bir öz Türkçe karşılığı bulunacağını iddia eden dilciler ne dereceye kadar haklıdırlar? Atatürk bunu denemeye karar verdi. Şimdi hiçbirimizin manasını bilmediğimiz ‘baysal utku’ onun resmi bir nutkunda kullanılmıştır. Bir gün beni yanına çekip:

– Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola döneceğiz, demişti.

Özleşme denemesi de orada durdu idi. (Dünya, 3 Ocak 1954).”

Atatürk “tabii yola” nasıl dönecekti?

Banarlı’nın bu konudaki kanaati şöyledir:

Atatürk, her yaptığını milletin iyiliği için yaptığına inanırdı. Dil İnkılabı’ndaki tutumu da böyleydi: Önce ‘dilimizi ne ölçüde özleştirebiliriz?’ diye bir tecrübede bulunmuş, sonra, bunun iyi netice vermediğini görünce, ‘özleştirmeden’ vazgeçmişti. Arkasından, güzel ve ‘tabii Türkçeyi’ alaylı dil âlimleriyle bozguncuların elinden kurtarmak için de bütün gücüyle Güneş Dil Teorisi’ne sarılmıştı.

Bu teori, Türkçeleşmiş her kelimenin Türkçe olduğunu ispat yolunda kullanılıyordu. Böylelikle 1935 sonralarında, ilk bakışta biraz fantastik gibi görünen fakat vazifesi ‘Türkçeyi korumak ve kurtarmak’ olan yeni bir güneş doğmaya başlamıştı.

Daha sonra Türk Dili Belleten’lerine ‘güneş kursu’nun resmi konmuş ve zamanın Dil Kurumu azası, aldıkları emir üzerine Türkçeye Arapçadan, Farsçadan hatta Fransızcadan geçmiş kelimelerin Türkçe olduklarını harıl harıl ispata koyulmuşlardı.(S. 102)”

ATATÜRK’ÜN SON SÖZLERİ

Atatürk’ün hayatının son dört yılının “Türkçeyi kendi tabii yoluna getirmek” çabasıyla geçtiğini belirten Banarlı’nın bu konudaki son tespiti şöyledir:

“Yaptığı inkılabın alaylı âlimlerin veya bozguncuların oyununa geldiğini çok iyi anlayan Atatürk, şimdi bütün gücünü Türkçeyi bu oyundan kurtarmaya sarf ediyor ve bu işi de milletin uydurmacaya inandırılmak istenmiş ruhunu zedelemeyecek, yeni bir incelikle yapıyordu. Atatürk’ün dünyaya göz yumarken son sözünün ‘dil’ olması da milletine Türkçeyi korumak ve kurtarmak için bulunan son yolda devam manasında, aziz işaretiydi. (S. 103)”

YAHYA KEMAL, ATATÜK’ÜN DAVETİNİ NİÇİN KABUL ETMEDİ?

Atatürk’ün öz Türkçe konusunda pişmanlığını anlatan bir diğer sahne, Yahya Kemal’in de bulunduğu bir sofrada yaşanır.

Bu sahneye geçmeden önce belirtmekte yarar var. Atatürk Yahya Kemal’i Dil İnkılabı’nda çalışmak üzere davet eder, bu talebi kabul edemeyeceğini nazikçe belirten büyük şair, daveti ileten kişiye şu ricada bulunur:

“Lütfen Paşa Hazretleri’ne arz ediniz, dedi, benim yaşayan Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok, yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehimle baş başa kalmak istiyorum. Beni affetsinler.”

Dilde özleştirme konusunda “tabii yola” dönüldüğü günlerde yine bir meclis toplayan Atatürk, yakınına oturttuğu Yahya Kemal’den şiirlerinden birini okumasını rica eder.

Sonraki gelişmeleri Banarlı’nın aktardığı şekliyle takip edelim:

“Bunun sebebini hemen sezen Yahya Kemal, o mecliste Ses gibi, Açık Deniz gibi yeni şiirleriyle birkaç gazelini okudu. Şiirleri büyük bir zevkle dinleyen Atatürk, meclistekilere:

– Beyler! İşte hakiki ve güzel Türkçe budur!

Dedi ve aynı büyüklükle devam etti:

– Yahya Kemal Bey! Hatırlıyor musunuz? Sizi dil çalışmalarına davet ettiğim zaman, bana: ‘Benim dilde ilmim değil, sadece vehmim vardır, müsaade edin, ben bu vehimle baş başa kalayım, demiştiniz. Şimdi hep birlikte anlıyoruz ki dil davasında siz haklı çıktınız.

Yahya Kemal, derhal, o kendine mahsus ve o büyük vücuttan beklenmeyecek bir incelikle doğruldu, eğildi, ceketini düğmeledi ve:

– Paşam! Dedi. Size karşı haklı çıkmak, çok tehlikeli değil mi?

Mustafa Kemal Paşa, bu sözdeki ‘nükte’yi ve bu sözdeki ince vehmi, tabii çok iyi anlamıştı:

– Hayır, asla! Diye çok samimi konuştu. Çünkü bu aynı zamanda bizim millete ve tarihe karşı haklı çıkmamız demektir, sizin o zamanki vehminiz, bizi bugün mesut ediyor.

Sonra yanındakilere döndü:

– Görüyorsunuz ya, Beyler, dedi, Yahya Kemal Bey’in vehmi sizin ilminizi mağlup etti! (S. 104-105)”

HARF İNKILABININ MAKÛS TALİHİ

“İnkılaplar, onları yapan ‘büyük insan’ların elinden çıkıp da ‘küçük insan’ların ellerine düşünce bütün tılsımları kaybeder. Türk Dil İnkılabı’nın da acıklı macerası böyledir.” diyen Banarlı, “Türkçe’nin Sırları” kitabının son bölümünde yer alan “Dil İnkılabından 28 Yıl Sonra” başlıklı uzunca değerlendirmesinde konuyla ilgili önemli tespitlerine devam eder.

“Nice yıllardan beri herkes biliyor ki Türkiye’de dil işleri tam bir çıkmaz içindedir. Milli kültürün can damarı olan dil, memleketimizde ya çeşitli politikalara alet edilerek; ya inat, menfaat ve cehaletin kurbanı olarak; yahut da, korkarız ki, kasden yıkılmaktadır. (s. 277)”

Asırlarca, Türk dilini, Türk vatanı gibi, yabancı emellere karşı canla başla koruyan Türk milletinin, aynı dili bu sefer içinden yıkmak isteyenlere karşı artık çaresiz kaldığını belirten Banarlı, 1932 ile 1960 arasında geçen 28 yılın hiç de azımsanmayacak kayıp bir süre olduğunu belirterek şöyle devam eder:

28 yıl, eğer herhangi bir milletin, metotlu ve sistemli, gerçek ilim adamları elinde bir zaman olsaydı, bizim dil davamız çoktan yoluna girmiş ve milletimiz ‘dil yapmak’ veya ‘yıkmakla’ uğraşacağı yerde, ‘dil vasıtasıyla büyük işler yapmaya’ başlamış, hatta bu yolda ilerlemiş olurdu. (s. 277-278)”

TÜRK MİLLETİNİN DİL MELESESİNDEKİ UMUDU NİÇİN KIRILDI?

Türk halkının dil hareketlerine itimadının sarsıldığını hatta tamamen tükendiğini gizlemeye lüzum bulunmadığını kaydeden Banarlı, bunun gerekçelerini dört madde halinde şöyle açıklar:

“1- Dil tüccarlarımız, Atatürk’ün “öz Türkçe’yi tecrübe etmek isteği” üzerine derhal, kraldan fazla kral taraftarı bir hızla, dilde aşırı bir tasfiyeciliğe girişmiş, akla hayale gelmez çirkinlikte, meçhul kelimeler uydurmuş ve bu uydurma kelimelerle hazırlanan metinler bizzat Atatürk’ün hiddetine ve ıstırabına sebep olmuştur.

2- Yine Atatürk’ün, “Bir çıkmaza girmişizdir, dili bu halde bırakamayız. Tabii yola döneceğiz.” demesi üzerine, bu sefer aynı dil âlimleri(!) 180 derece tersine dönerek, ileride birer birer sayacağımız, Arap, Acem,  Frenk asıllı binlerce kelimenin, aslında Türkçe hatta öz Türkçe olduğunu ve dilimizden atılmalarına lüzum kalmadığını ileri sürmüş ve bu kelimelerin Türkçeliğini ispata başlamıştır.

3- Atatürk’ün, son vasiyeti “Türkçeyi özleştirme adıyla yapılan kelime katliamı”ndan kurtarmak ve tabii yola girmek olduğu halde, bu büyük adamın vefatı üzerine, aynı dilciler, Atatürk’ün gösterdiği bu “en doğru” yolu derhal terk etmişlerdir. Yukarıdan gelen, bu hedefe tamamen zıt bir emirle, tekrar dilde tasfiyeciliğe, özleştirmeciliğe ve “öz Türkçe” adı altında, yine zevksiz ve seviyesiz kelimeler uydurmaya hız vermişlerdir.

4- Tahsin Banguoğlu’nun Maarif Vekilliği zamanında, Dil Kurumu, tekrar tabii ve ilmi yola dönme anlayışına uymuş, hatta bu yolda ilk defa bir “ilim heyeti” kurmuş, fakat Demokrat Parti iktidarının, Dil Kurumu’nu kendi haline bırakması üzerine, yeniden “özleştirme” yoluna dönmüştür.

Görülüyor ki 28 yılda dört, hatta beş defa ve bazen birbirinin tamamıyla zıddı emirlere uyularak ve her şekilde aşırılığa gidilerek yapılan bu hareketler ortasında Türkçemiz, bir o yana, bir bu yana itilmiş ve dildeki bu tezatlar komedyası, halkımızın, dil hareketlerine karşı olanca itimadını sarsmış, tüketmiştir. (S. 278-279)”

MEDENİ GELİŞMEDE DİLİN ÖNEMİ

Milletlerin medeniyet yarışında kullanacakları ilk vasıtanın lisan olduğunu; çağdaş medeniyetlerle eşit ve zengin lisanı olmayan hiçbir milletin, medeniyetler dünyasında söz sahibi olamayacağını belirten Banarlı bu tezinin dayanağını şöyle açıklar:

“Medeniyetleri anlamak, lisanla; ilimleri, fikirleri, sanatları ve her şeyi anlamak, ancak zengin bir lisanla mümkündür. Bunun içindir ki, bütün medeni şahlanışlar tarihin her çağında ve coğrafyanın her yerinde ancak lisanları zengin milletler tarafından yapılmış ve yapılmaktadır.

Bu hakikat bu derece meydanda iken ve dünya milletleri, gerek dil zenginliği, gerek dillerde ses güzelliği bakımından tam bir yarışa girerek, bu yollarda büyük adımlar atarlarken, Türk milletinin, lisanını zenginleştirme yerine fakirleştirme yoluna sapması, kasıt veya cehaletten başka hiçbir sebeple izah olunamaz: Türkiye’de dilciler, bu facianın mesulüdürler. (S. 281-282)”

YUNUS’TAN YAHYA KEMAL’E TÜRKÇE’NİN GÜCÜ

Türkçe’nin bir halk ve edebiyat dili olarak sanıldığı kadar fakir olmadığını kaydeden Banarlı’nın şu tespiti de dikkate şayandır:

“Bir dilin daha Yunus Emre asrında, Şark’ın engin bir felsefesini nasıl kudretle terennüm ettiğini bilmeyen Türk aydını yoktur. Daha sonraki asırlarda, devirlerine göre, birer Türkçeci ve halkçı olan Fuzûli’lerin, Nedim’lerin birçok mısralarında Türkçe, Yirminci Asır Türkçesini müjdeleyen hammaddelerle doludur.

Asrımızda büyük misal olarak, Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirini söyleyen bir dil, ‘fakir lisan’ olamaz. (S. 296)”

Türkçenin bilhassa mecazlar ve cinaslar bakımından zengin bir dil olduğunu örnekleriyle ortaya koyan Banarlı, yalnız Fuzûli’nin şiirlerinde Türkçe “düşmek” kelimesinin elliye yakın manada kullanıldığına dikkat çeker.

Benzer durumda bulunan onlarca kelime misali getiren Banarlı, Türk milletinin farklı dillerden ithal ettiği “Türkçeleşmiş” kelimeleri benimsemesinde bir sakınca görmediğini “imparatorluk dili” yaklaşımıyla ortaya koyar.

İMPARATORLUK DİLİ TÜRKÇE

Banarlı’nın “imparatorluk dilleri” konusundaki tespitleri, “Türkçeleşmiş” kelimeler konusunu daha ayrıntılı ve sağlam bir şekilde anlamamızı sağlar.

Bu konudaki değerlendirmelerine “Milletlerin dilleri üzerinde söz sahibi olacakların; dili, milletten ve milli maziden ayrı bir varlık gibi görmeleri gaflettir” ikazıyla başlayan Banarlı şöyle devam eder:

“Türkçeyi sevmek ve anlatmak için,  önce, Türk milletini sevmek; milletimizin bir tarih boyunca emek verip yarattığı her milli eseri sevmek ve anlamak lazımdır. (S. 28)”

Tarih ve kaderin yalnız milletlere değil milli dillere de karakter vereceğini belirten Banarlı; “dillerin fonetik gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit veya ‘sentetik diller’ oluşlarına ve daha başka dil kanunlarına” göre incelenebileceğini; bununla birlikte dillerin, milletlerin tarihi maceralarına göre bizzat tarih eliyle yapılan bir sınıflandırmasının bulunduğunu söyler.

Bu kapsamda bazı dillerin kültür ve edebiyat dili olarak başka dillere boyun eğdiğini, hatta zamanla başka bir dil haline geldiğini hatırlatan Banarlı, “başka dillerden faydalanmaya bile gücü yetmeyen” bu gibi kavim ve kabile dillerinin dar bir coğrafyada işlendiklerini söyler.

BANARLI’NIN “FETHEDİLMİŞ KELİMELER” YAKLAŞIMI

Bazı dillerin yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet ve hâkimiyet kurmuş büyük milletlerin dili olduğunu kaydeden Banarlı, “imparatorluk dili” olarak nitelendirdiği bu diller için şu değerlendirmeyi yapar:

“İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsul toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lazım olduğu kadar veya canları istediği kadar alabilirler.

Bir taraftan kendi kültür, sanat ve iktidarlarını bu ülkelere yayar; dünyanın dört bucağında kendi hükümlerinin geçtiğini görüp kendi dillerinin konuşulduğunu duymanın; kendi bayraklarının dalgalandığını görmenin hazzını, gururunu tadarlar.

Öte yandan, aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre ‘millileştirerek’ kendi kelimeleri yaparlar.

Biz, bunlara öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi, ‘fethedilmiş kelimeler’ diyoruz. (S. 30)

Dünya tarihinde askeri ve idari imparatorluk ile birlikte dil ve kültür imparatorluğu da kurabilmiş pek az millet bulunduğu için “imparatorluk dili” vasfını kazanmış dillerin de sayılı olduğunun altını çizen Banarlı’ya göre bu vasfa haiz diller “Latince, Arapça, İngilizce ve Türkçe’dir. Bu dillerin hiçbiri özdil değildir. (S. 30)”

TÜRKÇE NASIL İMPARATORLUK DİLİ OLDU?

Latince, Arapça ve İngilizceyi “imparatorluk dili” kapsamında ayrı ayrı inceleyen Banarlı, Türkçenin nasıl “imparatorluk dili” haline geldiğini şöyle anlatır:

“Türk diline içeriden ve dışarıdan musallat olanların, gafletle veya kasıtla, görmek istemedikleri bir hakikat de budur ki, Türkçe, daha Orta Asya’daki kuruluş asırlarında bile, ‘özdil’ değil, bir ‘imparatorluk dili’ydi.

Bir dilin doğuşunda, karakterinde, ananesinde ve dehasında, başka dillerden derlenmiş kelimeleri millileştirme hayatı ve kudreti varsa, artık o dili özdil yapmaya kalkmak, dili kendi tabiatından ve dehasından uzaklaştırmaktır ki bunu ancak cehaletin ve dalaletin elleri yapar.

Türk milleti, Asya kıtasında başka milletleri, bir devlet ve iktidar olarak, idare vazifesini almıştı. Bu vazifeyi şiddetle benimsemiş ve bütün ömrünce yapmıştı.

Türk dilini anlamak için, yalnız bu noktaya dikkat etmek kâfidir. (s. 35)”

TÜRKÇEYİ ANLAMAK İÇİN KÂŞGARLI FORMÜLÜ

Türk milletinin kaderine bağlı olarak Türk dilinin aldığı çeşitli şekiller nedeniyle daha en başta “özdil” olmadığını savunan Banarlı, bu düşüncesini Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk adlı şaheserinden aktardığı şu cümleyle kuvvetlendirir:

“Gördüm ki yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Onlara Türk adını kendisi vermiş; onları yeryüzünün hakanı kılmış, ve cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış. (s. 35)”

Banarlı’ya göre, “Türkçeyi anlayış, Türk tarihine olduğu kadar, Türk diline de böyle cümlelerin ışığı altında bakabilmekle mümkündür. Türkçenin dar, mahdut ve küçük millet dili olduğunu sanmak ve sandırmak değil, ‘büyük millet dili’ olduğunu, böylece bilmek ve anlamak lazımdır. (…) Ömürlerini ‘nizam-ı âlem’e vakfeden Türkler, vardıkları her ülkede beğendikleri kelimeyi, ‘Türkçe’ yapmış, fakat kendileri saraylar, ulu mabetler, kütüphaneler, mekteplerle süslü, büyük şehirler kurup buralarda engin ilim yapmaya, felsefe yapmaya hatta büyük bir edebiyat yapmaya vakit bulamamışlardır. Bunun içindir ki eski Türklerin en büyük edebiyatı, asırlarca şifahi bir ‘destan edebiyatı’dır.

Aynı macera, daha ilk asırlardan başlayarak, Türkçeye bir ‘imparatorluk dili’ olma kaderi ve karakteri vermiştir. (S. 36).”

TÜRK DİLİNDE NİCE IRMAKLARIN SESİ YANKILANIR

Banarlı’ya göre Türk’ün at sırtında dolaştığı her coğrafyanın sesi, suyunu içtiği her ırmağın akışı, içini ferahlattığı her rüzgârın sadâsı, nice zaferlerin heybet ve hatırası “imparatorluk dili Türkçede” kendisine yer bulur.

“Türk dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan ‘gür’ ve ‘erkek sesli’ bir musikiyle gelmiştir. Bu sebepledir ki Türkiye Türkçesinde eski bozkır sesleri ve ‘İdil’ ırmağının akışının yükselen sesler vardır.

Fakat Türkiye Türkçesinde bu kadim sesler yanında ‘Nil’ nehrinin taşkınlığı da seslenir; ‘Dicle’nin, ‘Fırat’ın, ‘Tuna’nın, ‘Meriç’in ve Anadolu ırmaklarının akışları da…

Türkiye Türkçesinde ‘Karadeniz’ kıyılarının, poyraz rüzgârı kadar canlı, çevik ve çabuk sesleri de vardır; Adalardenizi sahillerinin lodos rüzgârı, zeybek musikisi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da…

Aynı dil ‘Tanrıdağı’ rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hatıra saklıyorsa, ‘Macaristan’ ovalarından, dünyaya Türk gücünü tanıtmak için ilerleyen Sultan Süleyman ordusunun hür davullarından da o kadar heybet ve hatıralarıyla yüklüdür. (s. 39)

Arabistan çöllerinin uzun, İran yaylalarının uzatılan sesleri; İtalyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan levendlerin ve bu zafer ve macera ufuklarından getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesinde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde bir musiki saltanatı halinde mevcuttur.

Böyle bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir örmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az, onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük gaflettir

Çünkü, milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de tarihi vardır. (s. 40)”

“HER DİL İMPARATORLUK DİLİ OLAMAZ”

Türkçenin gücünü göstermek amacıyla Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinden bölümler sunan Banarlı, “Her dil, imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz. (S. 42)” tespitini yaptıktan sonra, Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa, aynı millet tarafından fethedilmiş kelimelerin de öylece Türk kelimesi olacağını ifade eder.

Vatan kutsiyetinin kelimeler için de geçerli olduğunu güçlü bir belagatle dile getiren Banarlı’nın şu sözlerine hak vermemek mümkün değildir?

“Asırlarca Türk’ün malı olmuş, Türk sesiyle ve Türk sanatıyla işlenmiş; ev, aile, köy Türkçesine, aşk ve iman Türkçesine girmiş; Türk’ün heyecanına işlenip vicdanına yerleşmiş ve Türk olmuş kelimeler de, verilemez.

Bunlar, bizim zafer ve şeref hatıralarımızdır.

Bunlar, bir takım aşağılık duyguları içinde çürüyenlerin değil, bizim büyüklük devirlerimizin ve yukarılık duygularımızın zafer abideleridir.

Bizimdirler ve bizim kalacaklardır. (s. 43)”

“BİLİM, TEKNOLOJİ VE TEFEKKÜRÜN ANAHTARI DİLDİR”

Dil ile medeniyet arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çeken Banarlı, “bilim, teknoloji ve tefekkürün anahtarı” olarak gördüğü dilin bu yönü hakkında şu tespitleri yapar:

“Lisan, her ilmin, her fennin, her tefekkürün kapısını açan altın anahtardır. Ancak bu anahtara sahip olan milletlerdir ki, medeniyette hızlı ve hayırlı adımlar atabilirler. Türk milletinin çağdaş medeniyetlere yetişmesi, hayatı, saadeti, refahı ve yukarılık duygusunun devamı için hayati bir zarurettir. Bu böyle iken, milletimizi bir dil macerasına ve bir dil anemisine sürüklemek, bizi, hiçbir ilimde hiçbir fende söz sahibi olamayacak hale düşürmek demektir. (S. 293)”

“Öz Türkçe” gayretini asla şuurlu ve sistemli bir hareket olarak görmeyen Banarlı, girilen bu yanlış yolun milli kalkınmamızı da sekteye uğrattığını söyler.

“Dil meselemiz bir ayak takımı meselesi haline girdi ve Atatürk’ün ikaz ve irşatlarına rağmen bu yanlış yolda ısrar edildi. Neticede dilcilerimiz, bizim ‘milli kalkınmamıza’ adeta engel oldular. (S. 296)”

“MİLLİ KÜLTÜR VE VARLIĞIN EN KUVVETLİ DAYANAĞI TÜRKÇEDİR”

Tarihçi kimliğinin yanı sıra dil ve medeniyet konularına hayli kafa yoran, esaslı tespitleriyle yakın tarihimizi anlamamıza yardımcı olan, getirdiği önerileriyle yolumuzu aydınlatan Prof. Dr. Osman Turan, “Türkiye’de Manevi Buhran: Din ve Laiklik” adlı eserinde önemli konuların altını çizer.

“Milli kültür ve varlığın en kuvvetli dayanağı şüphesiz Türkçedir. (S. 167)” diyen Turan, Türkiye’nin 1932’den sonra girdiği dil felaketinin “ancak Bolşeviklerin Asya Türklüğüne karşı giriştikleri imha teşebbüsleriyle karşılaştırılabileceğini (S. 251)” belirtikten sonra son derece önemli bir ikazda bulunur:

“Hiçbir medeni memlekette, büyük mütefekkirler dışında, kimse bir kelimeyi değiştirmeye veya farklı bir manada kullanmaya cesaret edemez. (S. 257)”

“DİL DEVRİMİ TÜRKÇEYİ KISIRLAŞTIRDI”

Dil devrimi sırasında Türkçenin kısırlaştırıldığını, bu süreçte “yalnızca uydurmacaların değil öztürkçe kelimelerin de cepheye sevk edildiğini (S. 253)” kaydeden Turan, “yazı ve dil değişikliği” gayretlerinin “yeni nesli eski eserleri okuma imkânından mahrum” bırakmakla kalmayıp, “dini ve milli kültürün sükûtunu hazırladığını(S. 85)” söyler.

Orta öğretimde “ana dilini, üç beş asırlık tarihiyle öğretmeyen tek medeni memleketin Türkiye olduğunu (s. 257)” dile getiren Turan, “Yazı ve edebiyat dilini halkın seviyesine düşürmenin bizzat milli kültürü yıkmaktan başka bir netice vermeyeceğini (S. 253)” belirttikten sonra asıl hedefi belirler:

“Medeniyet ve milletlerin ideali münevveri halkın değil, mümkün mertebe, halkı münevverin seviyesine yaklaştırmaktır. (S. 253)”

“DİL DAVASI, TÜRK AYDINININ ÖNCELİKLİ MESELESİDİR”

“Yüksek bir kültür dili seviyesine yükselmekte olan Türkçenin, ilim ve mantıkla istihza eden bir zorlama ile bugünkü duruma düşürülmesi dil davasını, Türkiye için birinci mesele haline getirmiştir. (S. 16)” tespitini yapan Turan, Türk aydınlarının öncelikli meselesini şöyle tanımlar:

“Türkiye’de mevcut manevi meselelerimiz başında, hiç şüphesiz, dilimizin kurtarılması, onu bu hale sürükleyen parazitlerden temizlenmesi gelmektedir. Bütün ciddi mütefekkir ve münevverlerin bu milli cihada katılması gerekmektedir. (S. 257)”

Türk Ocakları Genel Başkanlarından Prof. Turan’ın dil ve medeniyet meselesi hakkındaki görüşlerini, onun, meselenin özüne işaret eden şu sorusuyla noktalayalım:

“Hudutlarımıza saldıranlarla harsımıza saldıranlar arasında ne fark vardır? (S. 269)”

EROL GÜNGÖR’ÜN “DİL VE MEDENİYET” YORUMU

Prof. Dr. Erol Güngör “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” adlı eserinde, Nihad Sami Banarlı ve Osman Turan’ın dikkat çektiği dil-tarih-medeniyet ilişkisine dair mühim tespitler yapar.

Bir memleketin fikir seviyesinin “iki-üç neslin hayatını da aşan çok uzun bir geleneğin eseri (S. 298)” olabileceğini kaydeden Güngör, bugünkü Batı düşüncesinin temellerinin en azından Galile’ye kadar götürebileceğini belirttikten sonra şöyle der:

“Ancak asırların bilgi ve tecrübesidir ki her yeni neslin kendisinden öncekilere nazaran daha ileri bir merhale kat etmelerini mümkün kılar. Her neslin kendi başına bütün bir kültürü yaratması gerekseydi, insan cemiyetlerini hayvan sürülerinden ayıran içtimai organizasyonun kurulmasına imkân kalmazdı. (S. 298)”

“TÜRKİYE ELLİ YIL GERİYE GİTTİ”

Batı düşüncesinin Türkiye’ye ciddi bir şekilde İkinci Meşrutiyet’le birlikte girmeye başladığı halde Türkiye’deki cari düşünce geleneğinin ancak otuz-kırk yıllık bir mazisi bulunduğunu hatırlatan Güngör, bu tezinin dayanaklarını şöyle açıklar:

“Cumhuriyet nesli kendisinden önceki düşünceye ister istemez yabancı kaldığı için her şeyi yeniden bulmak mecburiyetinde kalmış bu yüzden kırk yıllık bir gayretten sonra elli yıl önceki düşünce seviyemize ancak ulaşabilmiştir. Şimdi Türkiye’de yeni fikirleri temsil ettiklerini zanneden ideologlar, bugünkü ideoloji kavgalarının yarım asır önce daha da seviyeli ve haysiyetli bir şekilde yapılmış olduğunu bilmezler, onlar bilseler dahi genç nesiller bu eski satıcılarını teşhis edemeyecek kadar kültür geleneğine yabancı bulunmaktadırlar. Eğer o beğenmedikleri dedelerinin düşüncelerini öğrenselerdi, elli yıl sonra hâlâ siyasi ideoloji kavgalarıyla uğraşmanın bir bakıma gericilik olduğunu yani bizi yarım asır önceye götürdüğünü anlarlardı. (S. 299)”

“GÜNEŞ DİL TEORİSİ BÜYÜK BİR ZAMAN KAYBI OLDU”

Düşünce geleneğinin oluşumunda nesiller arasındaki ilişkilerin önemini vurgulayan Güngör, Türkiye’deki sıkıntının kaynağına şu ifadelerle işaret eder:

“Türk düşünce geleneğinin kesilmesini ve bundan doğan zararlı neticeleri başlıca iki sebebe bağlayabiliriz. Bunlardan birincisi Cumhuriyet devri içinde yetişen nesillerin Türk kültürünü anlayabilmek için gereken anahtarlardan mahrum kalmış olmasıdır. (…) İktidarın kendi mantığı içinde haklı bir tedbir olarak alfabenin değiştirilmesi ve yeni bir dil yaratılması, eski kültürün maziye gömülmesini temin etti. Böylelikle yeni yetişenler karşılarında fikir ve düşünce aleti olarak sadece Latin harfleriyle yazılmış kitapları ve babalarının bile anlamadığı bir dili buldular. Bu kısır düşünce atmosferini genişletmenin tek yolu kalıyordu. Doğrudan doğruya Batı kültürüyle temasa geçmek. Yerli kültürün çözülme halinde bulunduğu bir memlekette Batı medeniyetinden eklenen faydayı tam manasıyla sağlamak çok güç olmakla beraber, Türkiye bu imkânı da kullanamadı. En kıymetli yıllarımızı Batı medeniyetini ve kültürünü öğrenmek yerine, bu medeniyetin uzak geçmişte hep Türkler tarafından yaratıldıklarını ispat etmekle geçirdik. (S. 299-300)”

Ayrıca “Anadolu’nun bir Türk vatanı olduğunu göstermek için eski çağlarda burada yaşamış kaimleri de Türk saymanın lüzumu yoktu. Türk tarihi milletimize hamle gücü verebilecek her şeye sahip bulunurken, Hititlerden ve Sümerlerden medet ummanın ne manası vardı? (S. 300)”

“TÜRKİYE GERİ KALMIŞ DEĞİL, GERİYE GİDEN BİR MEMLEKETTİR”

Merhum Erol Güngör’ün Harf İnkılabı ve Dil Devrimi’nin doğurduğu vahim sonuçlar hakkındaki görüşlerini, onun şu tespitiyle noktalayalım:

“Türkiye geri kalmış bir memleket değil, fakat geriye giden bir memlekettir. İstediğimiz kadar ilerici olduğumuzu, 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de yepyeni ve ileri fikirlerin ortaya çıktığını iddia edelim. Bu iddialar belki birçoklarımızın gururunu okşar, ama hakikati değiştirmez. (…) Biz şu veya bu alfabenin savunmasını yapmıyoruz, sadece bilginin zararı olmadığını iddia ediyoruz. İsteyen Sovyetlerin Kiril alfabesini, isteyen Osmanlı alfabesini, isteyen Göktürk alfabesini kullansın, fakat alfabede keramet olmadığını, bütün meselenin hangi harflerle yazılmış oluşa olsun fikir eserlerini okuyabilmek olduğunu unutmasınlar. (S. 301)”

CEMİL MERİÇ: “KAMUSA UZANAN EL NAMUSA UZANMIŞTIR”

Dil ve medeniyet söz konusu olduğunda üstad Cemil Meriç’e kulak vermeden olmaz.

Kamusu “bir milletin hafızası” olarak gören Meriç’in nazarında “Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. (Bu Ülke, S. 88)”

Dil meselesini “namus” kadar önemseyen üstada göre “Öz Türkçe” gayretinin sonunda varılan nokta şu olmuştur:

“Bu ülkenin aydınları yıllarca tek hürriyet tanımışlar: Dillerini tahrip hürriyeti. Tefekkür yasaklanmış, irfana sadakat, vatan ihaneti sayılmıştır. Zekâları felce uğratan bir devrimdir bu. (Mağaradakiler, S. 270)”

Üstadın “devrim” dediği bittabi Dil Devrimidir.

“Dile saygının, düşünceye saygı” anlamına geleceğini, dilsiz bir toplumun düşünülemeyeceğini kaydeden üstadın bu konudaki tavsiyesi şöyledir:

“Önce dilimizi öğrenelim. Dava, olmak veya olmamak davası. (Kırk Ambar, S. 544)”

Üstad bu tavsiyesinde o kadar nettir ki, “Kendi edebiyatını, kendi düşünce tarihini tanımayana insan demek bile aşırı nezaket olur. (Kırk Ambar, S. 544)”

“ELLİ YILLIK MAZİYLE MEDENİYET OLMAZ”

1932-1935 yılları arasında uygulandıktan sonra Atatürk tarafından bizzat son verilen, ancak O’nun vefatından sonra yeniden başlatılarak 1980’e kadar devam ettirilen öz Türkçe ve kelime uydurma dönemini “Elli yıllık maziyle tefekkür de, medeniyet de olamaz. (Kırk Ambar, S. 544)” cümlesiyle mahkûm eden Cemil Meriç’in şu tespiti de aynı döneme işaret eder:

“İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım’ demeye başladı, ‘Asya bir cüzamlılar diyarıdır.’ (Bu Ülke, S. 98)”

MAZİSİNDEN UTANAN TÜRK AYDINININ DRAMI

“Sosyoloji Notları ve Konferanslar” adlı eserinde, Türk aydınının “Mazisinden, ihtişamından utanan ve Avrupalı dostları gücenmesinler diye hazinelerini gübre ile saklayan gafil bir çocuk (S. 253)” durumuna düştüğünü öne süren Meriç, aydınımızın asıl bedbahtlığının, “kendi kafasıyla düşünmek imkânlarından mahrum bırakılarak yozlaştırılması (s. 241)” olduğunu söyler.

“Millet intelijansyasıyla millettir. Kendisinden utanan bir intelijansya ne getirebilir? (s. 196)” diye soran üstad, “Türk aydınının dilini, dinini ve tarihini bilmek zorunda (s. 348)” olduğuna işaret eder. Bu çerçevede Tanzimat aydınının İslam’ı 20. Asır Türk aydınlarından çok daha iyi bildiğini, Namık Kemal’in Ernest Renan’a İslam’ı öğrettiğini hatırlattıktan sonra o dönem aydınlarıyla ilgili olarak şu tespiti yapar: “Hepsi medeniyetçi idiler, Batıcı değildiler, mefhumun kendisi de yoktu. (s. 348)”

“AVRUPALININ GÖZÜNDE OSMANLIYIZ; OSMANLI, YANİ İSLAM”

“Bu Ülke” eserinde Avrupa’nın Tanzimat’tan itibaren “Türk aydınındaki mukaddesi yani İslam’ı öldürmek (S. 176)” amacı güttüğünü belirten Meriç’e göre, “Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce. Türkçe konuşan birer Fransız’dık. Genç Batı’nın her nazına, her cilvesine katlanan ihtiyar birer âşık olduk. (S. 139)”

Tanzimat’tan 1980’lere kadar uzanan süreç içerisinde Türk düşünce tarihini “ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı (S. 141)” olarak nitelendiren Meriç, bu safhadan sonra artık ne yapılması gerektiğine dair şu tavsiyede bulunur:

“Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. (Mağaradakiler, s. 285)”

Aydınları irşat etmek…

Gerçekten müthiş bir ironi.

Üstadın şu tespiti ise tam bir trajedi:

“Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır. (Umrandan Uygarlığa, S. 9)”

Nedir bunun nedeni?

Üstadın cevabı çoktan hazır:

“Yirmi aydını toplasanız Meşrutiyet’in bir aydını yapmaz. Dilsiz ve dinsiz. Adeta beyni ve gönlü çıkarılmış bu sürünün. (Jurnal C. 1, S. 305)”

Oysa, “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. (Umrandan Uygarlığa, S. 9)”

TÜRKÇE SEVDALILARININ YÜKSELTTİĞİ BAYRAK: YAŞAYAN TÜRKÇE

“Yazarların Sultanı” Ahmet Kabaklı’nın 1979’da Tercüman gazetesinde başlattığı “Yaşayan Türkçe” hareketinin günümüzdeki en güçlü temsilcilerinden Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, 16 Nisan 2017 tarihli Yeniçağ’da yayınlanan “Türkçecilik” başlıklı makalesinde, “Yeni Lisan/Dilde Türkçülük” hareketinin 1911 yılında Genç Kalemler dergisinde Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp tarafından başlatıldığını kaydeder.

Seyfettin ve Gökalp’in “yazı dilini, İstanbul halkının konuştuğu dile yaklaştırmak” amacını güttüklerini belirten Ercilasun, edebiyat ve basın dilinde başarıya ulaşan bu hareketin resmi yazılar, kanun dili ve bilim terimlerinde aynı başarıyı yakalayamadığını söyler.

1932 yılında Türk Dil Kurumu’nu kurarak “dilde özleştirme” çalışmalarını başlatan Atatürk’ün, “günlük konuşma dili de dâhil olmak üzere yabancı kökenli bütün kelimelerin atılması ve yerlerine öz Türkçelerinin konulması” şeklinde uygulanan teşebbüsünü onaylamayan Ercilasun şöyle devam eder:

“Atatürk durumun farkına vardı. Güneş Dil Teorisi’ni çıkararak bundan vazgeçti. 1935 yılının güz aylarında bizzat kaleme alıp Ulus gazetesinde yayımladığı etimoloji yazılarında rab, sabah, hakikat, mühim gibi kelimelerin, Güneş Dil Teorisi’ne göre Türkçeden geldiğini ispat etmeye çalıştı.

Ancak Atatürk terimlerin Türkçeleştirilmesi işinden hiç vazgeçmedi. Bilindiği üzere birçok geometri terimini bizzat türetti.”

“TÜRETİLEN KELİMELERİN BİRÇOĞU DİL KURALLARINA AYKIRIYDI”

Atatürk’ten sonra “Öz Türkçe / Arı Türkçe” hareketine tekrar dönüldüğünü, halkımızın günlük hayatında kullandığı, şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize girmiş bulunan yaşayan kelimelerin yerine “öz Türkçe” olduğu ileri sürülen kelimelerin kullanılmasının istendiğini, üstelik bunun okullarda kurulan “Arı Dil Kolları” ve Türkiye Radyoları kullanılarak zorla yaptırıldığını kaydeden Ercilasun şöyle devam eder:

“Öz Türkçe/Arı Türkçe terimleri, bu hareketin millî bir hareket olduğunu düşündürebilir. Özellikle o günleri yaşamamış genç nesiller böyle zannedebilirler. Ancak millîlik, kelimelerin kökenleriyle değil, millî bağı mümkün olduğu kadar çok sağlamasıyla ölçülmelidir. Yeni kelimelerin çoğu (çoğu kelimesine dikkat!), yaşayan nesilde ve bir önceki nesilde yoktu; kasaba ve köylerimizde yaşayan halkta yoktu; Azerbaycan’da, Özbekistan’da, Tataristan’da yoktu. Buna karşılık atılmak istenen kelimeler hemen hepsinde vardı. Yani yaşayan ve daha önce yaşamış olan nesillerle, Anadolu’da ve Balkanlarda yaşayan insanlarımızla, Türk dünyasında yaşayan soydaşlarımızla bağlar kopuyordu.

Bu millî görünümlü, fakat millî olmayan, aynı zamanda ilmî de olmayan harekete karşı elbette milliyetçi aydınlar ve özellikle Türk diliyle uğraşan bazı bilim adamları mücadele bayrağını açtılar. Tercüman gazetesinde 19 Aralık 1979 tarihinde başlayan ‘Yaşayan Türkçe’ hareketi bu mücadelenin doruk noktasını teşkil eder.”

“YAŞAYAN TÜRÇECİLER HAKLI İDİLER”

Yaşayan Türkçecilerin getirdiği tekliflere de temas eden Ercilasun, değerlendirmelerini şu cümlelerle sonlandırır:

“Yaşayan Türkçeciler, Osmanlı dönemi yazı diline dönelim, demediler. Akıl, zevk, mümkün, sebep, millet, hukuk, ilim gibi kelimeler kökeni Türkçe olan kelimeler kadar bizimdir; bunlar halk şiirimizde vardır, atasözlerimizde vardır, dediler. Bunlara karşı türetilen kelimelerin birçoğunun da dil kurallarına aykırı olduğunu yazdılar.

Elbette bazı yanlışlar da yaptılar. Elbette aralarında birkaç Osmanlıcacı da vardı. Ancak işin esasında haklı idiler. 12 Eylül’den sonra ‘Arı Türkçe’ hareketi durdu. Mücadele de büyük ölçüde bitti. Fakat Türkçe meselesi bitmedi.”

SONUÇ

Baştan beri aktardığımız uzman görüşleri, alfabe değişikliği konusunun Atatürk dönemiyle sınırlı olmadığını, kökleri daha öncelere dayanmakla birlikte Tanzimat’tan sonra ciddi şekilde tartışıldığını gösteriyor.

Milletimizin binlerce yıllık hayatı boyunca hiçbir devlet müdahalesi olmaksızın, bir insanın soluk alıp verişi gibi doğal bir akış içerisinde devam ettirdiği bir meselenin Atatürk tarafından kanun yoluyla çözülmek istemesi, en bariz fark olarak göze çarpıyor.

Bu vadideki asıl sıkıntının, 1928’deki alfabe değişikliğinden ziyade 1932’den itibaren girilen “öz Türkçe/arı Türkçe” yolunda ortaya çıktığı anlaşılıyor.

Girilen yolun sonunun çıkmaz sokak olduğunu gören Atatürk’ün, üç yıllık tecrübenin ardından Güneş Dil Teorisi’ni ortaya attığını da yine uzmanların tespitlerinden öğreniyoruz.

Dil Devrimi konusundaki hatasını kabul ve itiraf etme erdemini gösteren Atatürk’ün bununla da yetinmediğini, 1935’ten sonraki demeç ve yazışmalarında “yaşayan kelimeleri” kullanmasından anlıyoruz.

Onun vefatından sonra “dilde tasfiyecilik ve özleştirme” gayretini eskisinden çok daha hararetle devam ettirenlerin, çoğu Türkçe kaidelerine uymayan “öz Türkçe(!)” kelimelerle milletimizi birleştirici değil ayrıştırıcı hamlelere kalkıştıklarını hayretle gözlemliyoruz.

Dil, kültür ve tarih sahasında faaliyet gösteren uzmanlara göre Dil Devrimi, başta düşünce hayatımız olmak üzere her alanda büyük tahribata yol açmış, büyük hamlelere hazırlanan milletimize en az yarım asır kaybettirmiştir.

***

Konu hakkında düşündükçe, üzerime çullanan karabasanların altında ezildiğimi hissediyorum.

Ve kendime soruyorum:

  • Tarihte nice imparatorluklar kuran, nice coğrafyaları ve toplumları yöneten bir milletin, asırlar boyunca emek verip “Türkçeleştirdiği” kelimelere kıymak hangi akla hizmettir?
  • Türkçe dışındaki kelimeleri atarak “daha Türk ve daha güçlü” olacağımızı sanmak nasıl bir zihniyetin ürünüdür?
  • Asya’nın ortasındaki Türkistan’dan çıkıp Avrupa ve Afrika ortalarına kadar ilerleyen, bu uzun ve meşakkatli yolculuğu sırasında nice kültürlerle haşır neşir olan bir milletin binlerce yıl içerisinde biriktirdiği kelimelerden birine kıymak; yemeğinden bir baharatı atmak, müziğinden bir nağmeyi silmek, mimari eserinden bir nakışı kazımak, dillere destan halısından paha biçilemez bir motifi koparıp almakla aynı anlama gelmez mi?

Eğer Dil Devriminin bir benzeri mutfağımızda, müziğimizde, halımızda hatta mimarimizde yapılsaydı, vahametin derecesini belki daha iyi idrak edebilirdik diye düşünüyorum.

Kim bilir, benzer his ve düşünceler 1930’lar Türkiye’sinde yaşayanlarda da bencileyin hafakanlara neden olmuştur. Keşke milletçe günlük tutma yahut hatırat yazma alışkanlığımız olsaydı da milletimizin o günlerde neler düşünüp hissettiğini daha iyi anlayabilseydik.

  • Hıyanet-i Vataniye Kanununu tatbik etmek üzere kurulan olağanüstü İstiklal Mahkemelerinden farksız bir mantıkla hareket eden Dil Encümeni’nin “vatan haini” ilan ettiği ulu kelimeleri ulu canlar misali bölük bölük idam sehpasına çıkardığını görenler acaba ne düşünmüşlerdi?
  • “Anafartalar Kahramanı”, “Payitaht Kurtaran Kahraman”, “Fahri Yaver-i Hazreti Şehriyari”, “Başkomutan”, “Milli Timsal”, “Kumandan-ı Besâlet”, “Gazi Paşa Hazretleri”, “Dahi-i Muazzam”, “Halaskar”, “Müncî-i Azam” sıfatlarıyla yücelttikleri Başöğretmenlerinin ağzından Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” sözünü işittiklerinde acaba ne hissetmişlerdi?

Atatürk bu cümleyi, 2 Eylül 1930 günü Sadri Maksudi Arsal’ın kitabına düştüğü şu notun sonuna iliştiriyor:

“Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.24, S.262.)”

10 Mayıs 1931 günü toplanan CHP 3. Kongresi’nde yaptığı konuşmada Türk dilinin bağımsız hüviyeti ile mükemmel ve medeni bir gayeye erişmesi için esaslı mesai de geçen devrede başlamıştır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.25, S.97)” diyerek yaklaşmakta olan Dil Devrimi’nin işaretlerini veren Atatürk’ün, “Arapça, Farsça kökenli kelimeleri birer düşman askeri gibi gördüğünü” düşünmek çok mu yersiz olur?

13 Ağustos 1923 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci dönemini açarken aşağıdaki cümleleri kuran bir liderin, “asırlardır kullanılmakta olan kelimelere” düşman muamelesi yapması mümkün müdür?

“Efendiler!

Mücadele seneleri teakup ettikçe genç ordumuz şehamet temelleri üzerinde mütemadiyen yükseldi. İrade-i millîyenin tevcih ettiği en mühim vezaifi, kahramanane ifa kudret ve haşmeti gösterdi. Ankara‘ya yürüyen mağrur Yunan ordusunu Sakarya Meydan Muharebesinde mağlûp ve ricate mecbur etti. Nihayet tekmil Yunanı Asya-yı Suğra Ordusu Afyon Karahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesinde tamamen boğdu ve bütün aksamiyle Anadolu topraklarına serdi, imha etti (Şiddetli alkışlar). Her safhası vatan için, ahfad-ı ensalimiz için şerefli hâdiselerle dolu büyük bir menkıbe-i celâdet teşkil eden Anadolu muharebelerinin heyecanbahş tafsilâtını lisan-ı tarihe terkediyorum.

Fakat Efendiler!

Millet; milletin ruh sanatı, musikisi, edebiyatı ve bütün bediiyatı bu kudsî cidalin ilâhî teranelerini müebbet bir vatan aşkının vecdleriyle daima terennüm etmelidir (alkışlar). (Söylev ve Demeçleri, S. 179)”

Daha bir yıl önce Yunan’ı denize nasıl döktüklerini bu lisanla anlatan Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın on yıl sonra “öz Türkçe” olmayan kelimelere savaş açmasını bilmem nasıl anlamalı?

17 Şubat 1931 günü “Türk demek ‘dil’ demektir. Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim; diyen insan, her şeyden önce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır.” cümlesini kuran Atatürk’ün, Türk’ün lisan gücüne güç katan “Türkçeleşmiş kelimelere” düşmanlık besleyebileceğine ihtimal vermek dahi istemiyorum.

Ancak 26 Eylül 1932 – 5 Ekim 1932 tarihleri arasında toplanan I. Türk Dili Kurultayı’nda seçilen Yönetim Kurulu’nun, Atatürk’ün başkanlığında yaptığı oturumdan sonra Dil Devrimi’nin amacını anlatan 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde yer alan şu ifade üzerinde düşünmeden edemiyorum:

“1-Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek. Türkçeyi çağdaş uygarlığın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek,

2-Bunun için, bugün yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış öğeleri atmak. Halkçı bir yönetimin istediği biçimde, halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri Öz Türkçe ulusal bir dil yaratmak.”

Bildirideki “halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak” ifadesinin altının kalınca çizilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum.

Çünkü Dil Devrimi’nin “halkı aydınlar seviyesine yükseltmekten” ziyade “aydınları halkın seviyesine indirmek” şeklinde hiç de beklenmedik sonuçlar doğurduğunu, bugün büyük bir üzüntüyle tarihe not düşmek durumundayız.

Böyle bir anlayışın ve böylesine yanlış bir tutumun mahsulü olan Dil Devrimi’nin hiç de verimli olmadığını çok geçmeden anlayan Atatürk’ün, girilen yolun çıkmaz sokak olduğunu gördüğünü, bunu Falih Rıfkı Atay’a itiraf ederek, “Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola döneceğiz.” dediğini, “Atatürkçü” yazarlarımızın kitap ve makalelerinde maalesef göremiyoruz.

Tam da bu noktada Prof. Dr. Osman Turan’ın şu sözünü hatırlamamız gerekiyor mu?

“Milli ve insani gayeler için tarihi hadiseler ne zorlanmalı ve ne de aykırı gözüken cepheleri meskût geçirilmelidir. (Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, s. 182)”

Prof. Dr. Erol Güngör’ün şu tespiti de aynı vadinin yamaçlarında yankılanmalı değil mi?

“Aydın, fikirlerini hiçbir zaman sevgilerinin ve nefretlerinin emrine veremez. Hiçbir insanın, hiçbir teorinin kusursuz olmayacağını peşinen hesap ettiği için, kendi tuttuğu tarafa olan sevgisinde olduğu gibi karşı tarafa olan aleyhtarlığında da hiçbir zaman aşırı harekete girişmez. ‘Yaşasın’ ve ‘Kahrolsun’ sloganları altında haykırmak, yumruk sıkmak, canhıraş feryatlarla nutuklar çekmek, etrafına adam toplamaya çalışmak,  hele hele tek doğruyu kendisinin temsil ettiğini söylemek aydına yakışan şeyler değildir. Tenkit etmekten korkmayan insan tasvip etmekten de korkmamalıdır. Yeter ki inandığı prensiplere ihanet etmesin. (Sosyal Meseleler ve Aydınlar, S. 374-375)”

Şu an okunmakta olan satırlarda yapmaya çalıştığımız, Osman Turan ve Erol Güngör’ün tavsiyelerine uyma çabasından ibarettir.

İdeolojik kaygılarla tarihi gerçekleri eğip bükmemeye, pek çok inkılabını tasvip ettiğimiz bir milli kahramanın hatalı kararlarını tenkitten kaçınmayarak, bugünün ve geleceğin Türkiye’si için doğru sonuçlara ulaşmaya gayret ediyoruz.

Konunun asıl sahiplerinin “dil uzmanları” olduğunu belirterek, bu alandaki çalışmalara ufak da olsa bir katkı sunabilmeyi umuyoruz.

Türkçeyi çağdaş uygarlığın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek” niyetiyle başlatılan, Atatürk’ün tam aksi kararına rağmen,  O’nun vefatının ardından hız verilen işlerin, dil ile medeniyet arasındaki ilişkiyi güçlendirmek şöyle dursun daha da zayıflattığını görüp hayıflanıyoruz.

***

Öte yandan “alfabe değişikliği ile çağdaş uygarlık arasında” olumlu yönde kuvvetli bir bağ kurmanın pek de gerçekçi bir yaklaşım olmadığı kanaatini taşıyoruz.

Türk milleti olarak kadim tarihimiz boyunca irili ufaklı birçok alfabe kullandık. Bunlar arasında öne çıkanlar; Göktürk, Soğd kökenli Uygur, Arap kökenli Türk, Kiril kökenli Türk, Latin kökenli Türk alfabeleridir.

Dünyanın en büyük imparatorluklarını kurarken bu alfabelerle okuyup yazıyorduk.

Avrupa’nın karanlığa gömüldüğü Ortaçağ’da biz, Latin alfabesi kullanmayan büyük bilim insanlarımızın buluşlarıyla dünyaya yön veriyor, büyük zaferler elde ediyorduk.

Harezmi (770-840), Farabi (870-950), İbni Sina (980-1037), Yusuf Has Hacib (1017-1077), Ali Kuşçu (1403-1474), Sabuncu Oğlu Şerefeddin (1386-1470), Akşemseddin (1389-1459), Uluğ Bey (1394-1449), Kadızade Rumi (1337-1430), Mimar Sinan (1489-1588), Takiyyüddin Er Raşit (1521-1585), Seydi Ali Reis (?-1562), Piri Reis (1465-1554), İsmail Gelenbevi (1730-1791), İbrahim Hakkı (1703-1780), Kambur Vesim (?-1761), Lagarî Hasan Çelebi (17. Yüzyıl), Hazerfen Ahmed Çelebi (17. Yüzyıl), Evliya Çelebi (1611-1682), Katip Çelebi (1609-1657) ve daha niceleri…

Hiçbiri, çalışmalarını yaparken yahut eserlerini yazarken Latin alfabesi kullanmadılar, lakin her biri dünya tarihinde silinmez izler bıraktılar.

Demek ki eksiğimiz, Arap esaslı Türk alfabesini kullanmak değil kaht-ı ricaldir; ülkenin liyakatsiz kadrolar eliyle yönetilmesidir.

***

Bütün bu gerçeklere rağmen; günümüzden 88 yıl önce alınmış bir kararla girişilen “öz Türkçe” felaketinin sosyal, kültürel ve ilmi bünyemizdeki tahribatına bakıp ye’se kapılacak değiliz.

Tarihin kaydettiği en köklü milletlerden biri olan Türkler “Ah!” çekip dövünmek yerine “titreyip” kendine dönmeyi, “Ya Allah!” deyip ayağa kalkmayı bilen millettir.

Tam da bu gerekçeyle, Cumhuriyet tarihimizin bu en tahripkâr adımında ısrar edenlerin peşine düşmekten ziyade “meseleyi nasıl çözeceğimize” odaklanmamızın daha doğru bir hareket tarzı olacağı kanaatindeyim.

Peki bu nasıl olacak?

Dil Devrimi konusu da dâhil olmak üzere pek çok meselemizin çözümü, dünyayı siyah ve beyazdan ibaret görme hastalığından bir an önce kurtulmamıza bağlıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945’ten SSCB’nin dağıldığı 1990’a kadar geçen yaklaşık yarım asırlık sürede yakamıza yapışan, “demir perde” ve “hür dünya” tanımlamalarında ete kemiğe bürünen “çift kutuplu” yahut “çift renkli” dünya yaklaşımının bedelini insanlık âlemi olarak çok ağır ödedik,  ödemeye devam ediyoruz.

Ülkemizin ödediği bedel diğerlerinden az değildir. 1968-1980 yılları arasında maruz kaldığımız “gençlik soykırımı”, ödediğimiz bedellerin hacmi ve tahrip gücü hakkında fikir vermeye tek başına yeterli değil midir?

  • İki renkli dünya algısı nedeniyle öylesine cemaatlere, topluluklara, ideolojik kamplara ayrıldık ki, belli bir toplum kesimine mensup olanları “kızıl” yahut “yeşil” gibi renklerle nitelendirmeyi marifet saydık.
  • Gülün karşısına karanfili, lalenin karşısına kasımpatını çıkarmakla medeniyet davasını hallettiğimizi sandık.
  • Gerek bir milletin ve gerekse topyekûn bütün insanlığın tek tek fertlerden oluştuğunu, her bir insanın ayrı bir değer ifade ettiğini idrak edemediğimiz için, ortaya attığımız “tarafgir” ve “toptancı” önerilerle hiçbir meselemizi çözüme kavuşturamadık.

En kolay yolu seçtik ve asla terk etmedik: Ötekileştirme.

***

Ötekileştirme kaderimiz mi? Bu illetten yakamızı kurtaramayacak mıyız?

Elbette kurtaracağız ve kurtarmalıyız.

Peki nasıl?

  • Atatürk’ün de her insan gibi “hata edebileceğini” yahut “doğru işler yapmış olabileceğini” kabul ve idrak etmek, bu yolda iyi bir başlangıç adımı olabilir mi?
  • Kemalistlerin tutumlarına bakıp Mustafa Kemal’i, İslam’ı temsil ettiğini söyleyenlerin hatalarına bakıp İslam’ı yargılamaktan vazgeçmek mesela… Bu da fena durmuyor, iyi bir başlangıç için…

Eğer böyle düşünmeye başlarsak, şöylesi sonuçlara ulaşacağız:

  • Atatürkçülerimiz, tarihimizin 600 yıl gibi önemli bir safhasını ve pek çok bakımdan zirvesini oluşturan Osmanlı’ya ve Osmanlı Türkçesine düşmanlığı bir kenara bırakabilecekler.
  • Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Cumhuriyeti kuran kadronun Osmanlı subay ve aydınlarından oluştuğunun, her birinin Osmanlı Türkçesi ve Arap kökenli Türk alfabesi ile yetiştiğinin farkına varabilecekler.
  • Son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin, en geniş anlamda 17’inci yüzyıldaki ıslahat hareketlerinin, daha dar bir kapsamda Tanzimat’tan sonra atılan Islahat Fermanı, Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet adımlarının doğal bir sonucu olduğunu görebilecekler.
  • Osmanlı’nın, pek çok kurum ve kuruluşuyla birlikte halen devam etmekte olduğu gerçeğiyle yüzleşebilecekler. Üstelik bunu, tarihi kırk asır derinlere inen Türk milleti için normal karşılayabilecekler.
  • Temel konular hakkında Osmanlı Türkçesi ile yazılmış metinleri doğru anlayabilmek amacıyla belki Arap harflerini öğrenecekler. Bunu yaptıklarında bir günde cahilleşmediklerini hatta tam tersine edindikleri yeni bilgilerle daha bir aydınlandıklarını fark edebilecekler.

Atatürk muhaliflerine gelince…

  • Onlar da bu büyük liderin memleket için “doğru işler yapmış olabileceğini” düşünmekle bir anda kâfir olmadıklarını görecekler. Bir yandan ibadetlerine özgürce devam ederken öte yandan belki dualarına O’nun adını da katabilecekler.
  • “Atatürk, Bir Siyasi Partinin Tescilli Markası Değil Aziz Milletimizin Ortak Değeridir” başlıklı yazımızda dikkat çektiğimiz ihtimallere belki hak bile verecekler.

Tabii bütün bunları yapabilmek için öncelikle şu konular üzerinde düşünmemiz gerekiyor:

  • Bu uğurda, tıpkı yüz yıl önceki nesil gibi, her türlü sıkıntıyı göze alabilecek miyiz?
  • Milletimizin ortak değerlerini sömürerek iktidar olmak yahut iktidarda kalmak hülyasına kapılan siyasi partilerimiz bu hedeflerini biraz erteleyebilecek, hatta mümkünse bu anlayışı külliyen terk edebilecekler mi?
  • Güç ve iktidar sahipleri, hiçbir fark gözetmeksizin 82 milyonluk Türkiye’nin tamamına, fedakâr bir baba merhameti ve cefakâr ana şefkatiyle yaklaşabilecekler mi?
  • Bunları göze almadan ve ortak idealler etrafında kenetlenmeden hak ettiğimiz medeniyet seviyesine ulaşamayacağımızı idrak idrak edebilecek miyiz?

***

Vatanımız, milletimiz, devletimiz ve mukaddeslerimiz, fert veya zümre çıkarlarımızdan çok daha kıymetli ve önceliklidir. Bu ortak kıymetlerimizin tahrip olması, hiçbirimize hayat hakkı tanımayan kahredici bir ortamın doğuşuyla sonuçlanabilir.

Tabii bu noktada en büyük sorumluluk aydınlarımıza ve siyasilerimize düşmektedir.

Türkiye coğrafyasında kader birliği eden 82 milyon insanımızın bugünü ve geleceği, toplum hayatımıza yön veren devlet çarkımızın merkezinde bulunan siyaset dişlisinin etrafında şekilleniyor.

Devletimizi, milli birlik ve dirliğimizi öğüten uğursuz bir değirmen yapmak yahut huzur, refah ve güç üreten bir güzellik değirmeni haline getirmek bizim elimizde.

Güzellik değirmeni kurmanın, esas mesleği “devlet kurmak” olan milletimiz için hiç de zor olmayacağı açıktır.

Yeter ki, şu “ötekileştirme” musibetinden bir an önce kurtulalım.

Kutlu devlet çarkımızı istediğimiz yön ve ahenkte döndürecek yegâne kuvvet kaynağının milletimizi mazide, bugünde ve gelecekte birleştirecek “ortak idealler” olduğu gerçeğini iş işten geçmeden anlayalım.

Tıpkı yükseklik çağlarımızın Kızıl Elmalarında olduğu gibi…

Konuya ilgi duyanlar için detaylı bilgi bağlantıları:

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1382

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1557

http://turkoloji.cu.edu.tr/CAGDAS%20TURK%20LEHCELERI/fatma_acik_turk_dunyasi_alfabe_degisimi.pdf

https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/Fahri-Kılıç.pdf

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/186796

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/55502

https://www.researchgate.net/publication/328981118_TARIHI_GELISIMI_BAKIMINDAN_TURKIYE_TURKCESI_TURKISH_LANGUAGE_IN_TERMS_OF_HISTORICAL_DEVELOPMENT

http://www.turkoloji.cukurova.edu.tr/DIL%20SORUNLARI/Nadir_ilhan_Turk_Dilinin_Sesleri.pdf

https://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2019/07/Nail-Tan-_-TÜRK-DİL-KURUMU-_23.pdf

http://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/8.php

]]>
GAZİ MECLİS’İN YÜZ YILLIK DEMOKRASİ MÜCADELESİ http://hayatitek.com/gazi-meclis/ Sun, 31 May 2020 20:41:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=454

HAYATİ TEK –

Dünya tarihi boyunca toplumlar Monarşi, Meşrutiyet, Oligarşi, Otoriter, Totaliter, Komünist, Faşist, Nasyonal Sosyalist, Teokratik, Demokratik, Cumhuriyet gibi çeşitli isim ve özellikler taşıyan devletler kurdular. Bu devlet şekillerinin pek çoğu bugün hâlâ yürürlükte olmakla birlikte çağımızın ideal yönetim şekli olarak demokrasi esasına dayanan cumhuriyetler gösterilmektedir.

Cumhuriyet bir rejimin adını, demokrasi ise bu rejimin çeşitli uygulama şekillerinden birini tarif eder. Tarihteki ilk demokrasi örneği, doğrudan demokrasiye çok yakın bir şekilde antik çağ site devletlerinde uygulandı. Kadınların yanı sıra kölelerin ve şehirde doğmamış erkelerin oy kullanamadığı Atina ilk demokrasi uygulaması olarak kabul edilir. Elitlerin yönettiği Roma İmparatorluğu da demokrasiyle yönetilen ilk örnekler arasında sayılır. Ortaçağ’daki en bariz örnek İngiltere’dir. Bu ülkede kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta’nın (Büyük Şart) ilan edilmesinden sonra ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştır.

Bu erken örneklere rağmen yöneticilerin seçimlerle belirlenme kültürü, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasasının 1788’de kabul edilmesi üzerine bu ülkede ortaya çıkabildi; hükümetler seçim yoluyla belirlenmeye başlandı. 1861-1865 yılları arasındaki Amerikan iç savaşının ardından girilen süreçte kölelere özgürlük ve oy verme hakkı tanınması ile birlikte bir yönetim biçimi olarak demokrasinin itibarı daha da arttı. Benzer bir gelişme 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da yaşandı. Kabul edilen anayasaya göre iktidar yetkisi, halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırılsa da bu uzun sürmedi; Napolyon dönemiyle birlikte demokrasi rafa kaldırıldı.

DEMOKRASİNİN ALTIN ÇAĞI VE AĞIR BEDELİ

Yirminci yüzyıl için “demokrasinin altın çağı” denilebilir. On milyon asker ve yaklaşık yedi milyon sivilin canına mal olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılmasıyla birçok yeni devlet kuruldu. Bunların önemli bir kısmı demokratik bir görüntü verse de, 1929 ekonomik buhranının ardından İspanya’da Francisco Franco, İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, Portekiz’de António de Oliveira Salazar, Japonya’da Hideki Tojo faşist; Çin’de Mao Zedung, Sovyetler Birliği’nde Joseph Stalin sosyalist diktatörlükler kurmakta gecikmediler.

Yaklaşık altmış beş milyon insanın hayatını kaybettiği insanlık tarihinin en kanlı kapışması olan İkinci Dünya Savaşı, sebep olduğu ağır faturanın yanı sıra demokrasinin gelişmesine de zemin hazırladı. Bu kanlı savaş sonrasında ortaya çıkan ve ABD-SSCB güç mücadelesine sahne olan Soğuk Savaş yıllarında pek çok ülke, Doğu ve Batı blokların yönetim şekillerinden etkilendi. Yeni despotlar çıksa da dünya ülkelerinin çoğunluğu “ileri demokrasi” ya da “hür dünya” olarak adlandırılan safta yer almayı tercih ettiler.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ

En genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan insanlığın demokrasi serüveni göz önüne alındığında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gelişmelerin çok da uzağına düşmediklerini görmek bazılarını şaşırtabilir. Oysa Türkiye’nin demokrasi tecrübesi, dünyadaki pek çok ülkeden çok daha önce, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlar.

Bugünkü seçimler gibi olmasa da Tanzimat’la birlikte vilayetlerde toplanacak vergi miktarlarını tespit etmek üzere oluşturulan meclislerin üyelerini belirlemek için “evet-hayır” oylamasına benzer bir yöntem uygulanmaya başlamıştır. Tabii bu seçimlere, yirmi beş yaşın üzerindeki vergi mükellefi erkeklerin katılabildiğini unutmamak gerekir. Parlamento üyelerini seçmeye yönelik ilk seçimimizi ise 23 Aralık 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’in ilk yılı olan 1877’de gerçekleştirdik.

Yüz seksen yıllık seçim, yüz kırk üç yıllık parlamento deneyimine sahip bir millet olarak, demokrasiyi kabullenme ve uyum konusunda Batı’daki örnekler gibi büyük ıstıraplar yaşamasak da sistemi anlamak ve doğru uygulamak noktasında epeyce bedel ödedik. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri bu anlamda demokrasiye hazırlık aşamalarımızı oluşturdu; yeni rejimimiz Cumhuriyet, onlarca yıl öncesinden adeta “ben geliyorum” dedi. Üstelik Batı’daki örneklerin aksine Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş sürecimizi yarım asırdan daha kısa bir sürede tamamladık.

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI VE SEÇİM GELENEĞİ

İki bin üç yüz yıllık kadim devlet geleneği, ondan çok daha eskilere dayanan milli varlığıyla Türkler, tarih boyunca pek çok devlet kurdular. İslam öncesi dönemde Hun ve Göktürk, İslamiyet dairesine girdikten sonra ise Selçuklu ve Osmanlı ile dünya çapında etkin olup, insanlık tarihine yön verdiler.

Milletin teşkilatlanmış şekli olan devletin iş ve işlemlerini yürütebilmesi için yazılı veya sözlü bir anayasasının, cezaları tatbik etmek için kanunlarının bulunması gerekir. İslam öncesi çağlarda Türklerin hukuk düzeni “töre” kelimesiyle ifade ediliyordu. Orhun Kitabelerinde geçen “töre/törü” kelimesi, binlerce yıl içerisinde toplum tarafından kabul edilen ortak değerleri tanımlayan örf, adet ve geleneklere dayalı bir hukuk sistemini tarif ediyordu.

İlk çağlardan itibaren devleti ve devlet başkanını kutsal gören milletimiz, yönetim işlerini karara bağlamak üzere toylar (meclis, kurultay) düzenliyordu. Bu önemli buluşmaya davet edildiği halde katılmamak büyük cezayı gerektiriyordu. Kararların, özgürce ve cesurca kullanılan oylarla alındığı toy günlerinde Hakan tarafından katılanlara ve halka açık yemekli eğlenceler düzenleniyor, bu önemli toplantı bir düğün atmosferinde gerçekleştiriliyordu. Günümüzde seçim günlerinin “demokrasinin düğünü” olarak nitelendirilmesi ile örtüşen bu yaklaşım, tarihi temellerden yoksun değildir.

CUMHURİYET GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. İskitler’den bu yana devletsiz kalmayan milletimizin Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı kanalıyla ulaştığı son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Milli irademizi temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan bu son devletimiz gökten zembille inmedi; derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerinde yükseldi.

Nice zorluklara katlanarak kurduğumuz Cumhuriyetimiz, uğruna nice şehitler verdiğimiz vatanımızla birlikte en değerli varlığımız olmakla birlikte, bugünlere sadece cephede verdiğimiz savaşlarla ulaşmadık. Aynı zamanda devletimize karakterini veren demokrasi yolundaki yüz kırk üç yıllık Meclis deneyimi, bu deneyim sırasında ödediğimiz pek çok bedellerle birlikte ulaştık. 1911-1922 döneminde kas ve beyin sermayemiz olan gencecik yiğitlerimizi cephelere gömerek, 1968-1980 arasında binlerce gencimizi ideolojik çatışmaya, 1984’ten bu yana binlerce gencimizi bölücü teröre kurban vererek geldik.

Tarihimiz sadece zaferlerden ibaret değil. Hatırlamak bile istemediğimiz nice büyük hatalarımız, mağlubiyetlerimiz oldu. Biz, bunlardan çıkardığımız derslerle büyük milletiz. Ve büyük bir millet olarak demokrasi mücadelemizden de yüzümüzün akıyla çıkmayı bildik.

1699 tarihli Karlofça Antlaşması’ndan itibaren başlayan gerileme dönemimiz boyunca pek çok badire atlattık. Öncelikle askeri alandaki başarısızlığı, toprak kayıplarını ve azınlıkların ana bünyeden kopmasını önlemek amacıyla başlattığımız ıslahat hareketlerimizi zaman içerisinde cumhuriyet ile sonuçlanacak adımlarla devam ettirdik. Askeri ve teknik anlamdaki modernleşme çabamız, demokrasi sürecinin gelişiminde de etkili oldu.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE MEŞRUTİYET

31 Ağustos 1876’da göreve başladıktan yaklaşık dört ay sonra 23 Aralık 1876’da ilk anayasamız olan Kanun-ı Esasi’yi ilân eden İkinci Abdülhamid, çeşitli kesintilere uğrasa da bugüne kadar devam eden parlamentolu anayasal sürecimizi başlatan lider oldu.

Meşrutiyet’in ilanından sadece dört ay sonra 24 Nisan 1877’de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı’nda düşman kuvvetlerinin Yeşilköy’e kadar yaklaşması ve parlamentodaki gayri Müslim milletvekillerinin olumsuz tavırları nedeniyle Meclis’i 14 Şubat 1878’de tatil eden İkinci Abdülhamid, ülkeyi yine kendisinin ilan ettiği İkinci Meşrutiyet’e kadar parlamentosuz yönetti. Bu süre zarfında hukuken yürürlükte kalan ancak fiiliyatta uygulanmayan Kanun-ı Esasi, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile yeniden yürürlüğe girdi.

31 Mart Olayı’ndan sonra 22 Ağustos 1909’da bazı değişikler yapılarak meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu hale geldi ve padişahın veto yetkisi kaldırıldı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı. Yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi. İkinci Meşrutiyet’in çalkantılı siyasal sürecinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-i Esasi, Birinci Dünya Savaşı şartları nedeniyle uygulanamadı.

Mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişimizin miladı olan ve meşrutiyet rejiminin temellerini atan Kanun-i Esasi, Fransız Anayasası’ndan yola çıkılarak hazırlanmıştı. Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan, padişahın üstünlüğü ilkesine dayanan Kanun-ı Esasî, elbette tam bir anayasal düzen getirmedi. Ancak anayasalı ve seçimli bir siyasi sistem anlayışının somutlaşmasına, bu konuda kültürel bir iklim oluşmasına önemli katkılar sağladı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE MONDROS MÜTAREKESİ

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile birlikte İtilâf Devletleri, Türk topraklarını işgale başladılar. Henüz barış antlaşması imzalanmadan, bir mütarekeye dayanılarak girişilen işgallere tepki gösteren halkımız için İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali büyük infiale neden oldu. Silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan milli direniş, halk tarafından kısa sürede benimsendi.

İşgallere karşı sadece protestolarla yetinmeyen halkımız, “Kuvayı Milliye” olarak adlandırılan yerel milli kuvvetler oluşturarak, Mondros ile birlikte dağılan ordunun yeniden toparlanmasına kadar geçen süre zarfında önemli başarılar elde etti.

Yerel milli güçlerin başarısı, Batı Cephesi’ndeki hazırlıklar için büyük bir moral kaynağı oldu. Nitekim İsmet Paşa (İnönü) Genelkurmay Başkanı sıfatıyla 25 Eylül 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada bu durumu şu ifadelerle dile getirdi:

“Muntazam kuvvetlere karşı bu cephedeki ahalinin, Adana, Tarsus, Mersin ve bu mıntıkadaki ahalinin gösterdiği mukavemeti, ondan fazla olarak, düşman kıtaatına hücum için layenkatı faaliyeti, eğer biz layikile ifade etmiyorsak, fevkalade heyecan içinde, fevkalade alaka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana cephesinde cereyan eden vukuatı en ziyade iftihar ile telakki edecek, muazzamat meyanında görecektir. (Alkışlar)”

Başarılarıyla Ankara’da böylesine büyük bir heyecan uyandıran Kuvayı Milliye, Birinci İnönü Savaşı sırasında düzenli orduya dönüştürüldü. Yurdun dört bir yanındaki Kuvvacı vatanseverler Batı Cephesi’ne koşarak nihai zaferin kazanılması için can verdi.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin ardından 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinde oluşturulan Mustafa Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştı. İstanbul Hükümetiyle kurulan temas neticesinde Meclis-i Mebusan, Sultan Altıncı Mehmed Vahdeddin’in iradesiyle 12 Ocak 1920’de tekrar açıldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin seçip gönderdikleri üyeler de bu Meclis’te yer aldı.

Milli iradeye dayanılarak kurulan son Meclis-i Mebusan uzun süre yaşayamasa da tarihi görevini yerine getirerek 28 Ocak 1920’deki gizli oturumunda Misak-ı Milli kararlarını aldı. Bütün mebusların imzaladığı kararların basında yayınlanması ve yabancı parlamentolara bildirilmesi ise 17 Şubat 1920 tarihli oturumda kararlaştırıldı.

15 Mart’ta İstanbul’u fiilen işgal eden İngilizler, 18 Mart’ta Meclisin etrafını sararak toplantı halindeki milletvekillerinden bazılarını tutukladılar. Böylece son Osmanlı Meclis-i Mebusanı işgal kuvvetleri tarafından zorla kapatıldı ve tarihteki onurlu yerini aldı.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI

İstanbul’un İngilizler tarafından fiilen ve resmen işgal edilmesi üzerine Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, işgalin hükümsüz olduğunu açıkladı. Artık Anadolu’da yeni bir hükümetin kurulma zamanı gelmişti. Olağanüstü yetkilere sahip bir millet meclisinin Ankara’da açılmasıyla ilgili bildiri 19 Mart 1920’de yayınlandı ve illerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden milletvekili sıfatıyla temsilciler seçmeleri istendi. Yurdun dört bir yanında yapılan seçimlerle belirlenen milletvekilleri 22 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine Ankara’da toplandılar.

23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma Namazından sonra topluca Meclis binasına gelen milletvekilleri, saat 14.00’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını dualarla yaptılar. Meclis Başkanlığına en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey getirildi. Başkanlık kürsüsüne çıkan Şerif Bey, Meclis’in açış konuşmasını yaparak şunları söyledi:

“Değerli hazır bulunanlar, İstanbul’un geçici kaydıyle yabancı devletler kuvvetleri tarafından işgal ve bütün esasları ile Hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı ortadan kaldırıldığını biliyorsunuz. Bu duruma baş eğmek, milletimizin önerilen yabancı tutsaklığını kabul etmesi demek idi. Ancak tam bağımsız yaşama kesin azminde olan ve her şeyden önce özgür ve başı dik milletimiz tutsaklığı şiddetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclisimizi vücuda getirmiştir.

Ben bu Yüce Meclisin yaşlı başkanı olarak, Allah’ın yardımı ile milletimizin içte ve dışta tam bağımsızlığını ele alıp yönetmeğe başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.

Kutsal başımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Altıncı Sultan Mehmet’in yabancıların elinden kurtarılması, sonsuza kadar Başkent İstanbul ile işgal altında türlü acılar çeken ve acımasız olarak yok edilmeye çalışılan diğer illerimizin düşmandan arındırılması için bize güç vermesini, Yüce Tanrı’dan diliyorum.”

İstanbul’dan gelen doksanın üzerindeki milletvekiline ek olarak yüz yirmi beş devlet memuru, elli üç asker, elli üç din adamı ve çeşitli meslek mensuplarından oluşan, 1920-1923 yılları arasında görev yapan Birinci Meclis, işleyiş tarzı ve duruşu bakımından en güzel demokrasi örneklerinden birini ve milli beraberliğimizin en güzel fotoğrafını oluşturdu.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN İLK KARARLARI

24 Nisan 1920’de Meclis Başkanı seçildikten sonra teşekkürlerini ifade etmek üzere kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından o güne kadar olan gelişmeleri ve yürütülen çalışmaları anlattığı uzun bir konuşma yaptı. Ülkenin genel durumu hakkında bilgiler verdi.

Aynı gün yapılan Başkanlık Divanı seçiminde Mustafa Kemal Paşa birinci başkanlığa, Celâleddin Ârif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Çelebi birinci başkan vekilliğine ve Cemâleddin Efendi ikinci başkan vekilliğine seçildi. Kâtip üyelerle birlikte Başkanlık Divanı oluşturuldu.

1 numaralı kararı ile kendi kuruluşunu düzenleyen Meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın bir kısım üyelerinin yeni Meclis’e katılma yetkisini onayladı ve ardından yeni Türkiye’nin yolunu ve idare yöntemini ortaya koyan şu esasları kabul etti:

“1) Meclis’te beliren milli iradenin vatanın geleceğine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

2) Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

3) Hükümet kurmak gereklidir. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.

4) Geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili tayin edilmesi uygun değildir. Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslara uygun olan durumunu alır.”

Demokratik bir ortamda geçen uzun tartışmalardan sonra 2 Mayıs 1920’de yapılan oylamada TBMM Hükümeti kurularak faaliyetine başladı. Yasama, yürütme ve bazı hallerde yargı yetkisini elinde toplayan Birinci Meclis, olağanüstü şartlar gereği hükümet gibi hareket etti.

Olağanüstü yetkilerle donatılan Büyük Millet Meclisi, 18 Ağustos 1920 tarihli oturumunda, olağanüstü şartların ortadan kalkmasına kadar Meclis’in aralıksız çalışmasına karar vererek milli kimliğini ve ilk hedefini ortaya koydu.

GAZİ MECLİS’İN FEDAKÂR VEKİLLERİ

Millî Mücadele’yi yöneten ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran yasama organı olarak tarihi bir konuma sahip olan Birinci TBMM, çok zor şartlar altında görev yaptı. TDV İslam Ansiklopedisi’nin İhsan Güneş tarafından kaleme alınan ilgili maddesinde o dönemin şartları hakkında şu bilgiler yer alıyor:

“Ankara bu dönemde küçük bir Anadolu kasabasıydı. Ulus’taki meclis binası gaz lambasıyla aydınlatılıyor ve saç sobayla ısıtılıyordu. Mebuslar çevredeki okullardan getirtilen tahta sıralarda oturuyor, komisyonlar gaz tenekesinden oluşturulan masalar üzerinde çalışıyordu. Mebusların kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir otel ve lokanta bile yoktu. İlk gelenler başta Yüksek Öğretmen Okulu olmak üzere çeşitli okullara yerleştirilmişti. Ardından gelenler ise derme çatma han odalarında kalıyorlardı.

Mebuslar daha sonra okullardan ve hanlardan çıkarak üç beş kişi ortaklaşa ev kiralamaya başladılar. Önce kale içindeki sağlık şartları uygun olmayan azınlıklara ait evlerde oturdular. Ardından Müslümanlar da evlerini kiraya vermeye başladılar.

Bu şartlardan şikâyet etmeyen mebusların devletin kendilerine verdiği 100 lira maaşın bir kısmını bütçe açığını gidermek amacıyla geri verdikleri bile oluyordu. Üyeler, gerektiğinde cepheye gidip askerlerle birlikte savaştıkları gibi köyleri ve kasabaları dolaşarak meclisin amaçlarını halka anlatıyorlardı.

Toplumun her kesiminden gelen bu insanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında işgalci güçleri yurttan atıp bağımsız yeni Türkiye Devleti’ni kurdular.”

İHTİLALCİ MECLİS’İN VİZYONER ANAYASASI

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en belirgin özelliklerinden birinin ihtilâlci bir karakter taşıması olduğunu kaydeden Güneş, bunun gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Çünkü üyeler her türlü tehlikeyi göze alarak Ankara’ya gelmişlerdi. Nitekim Hamdullah Suphi ihtilâlci bir kuvvet olduklarını, milletin kutsal değerleri savunulurken ölümün bile düşünülemeyeceğini söylüyordu. Ali Şükrü Bey de bu meclisin sıradan bir meclis olmadığını, fevkalâde şartlardan doğduğunu vurguladıktan sonra, ‘Bunun nâm-ı diğeri ihtilâl meclisidir’ diyordu. Gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargı erklerini üzerinde toplayarak, Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nu çıkararak, İstiklâl mahkemelerini kurarak ve egemenliği kayıtsız şartsız millete veren anayasayı kabul ederek kendi üstünde hiçbir güç tanımadığını ortaya koydu. İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaları, verdiği imtiyazları geçersiz sayıp nihayet 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatı birbirinden ayırdı ve Osmanlı saltanatını kaldırarak ihtilâlci özelliğini açıkça gösterdi. Nitekim 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla kısa, fakat geleceğe açılımı bakımından geniş ufuklu bir anayasa benimsendi. Bundan sonra devlet yapısı Kanun-ı Esasi’nin öngördüğü yapıdan uzaklaşarak Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre yeniden düzenlendi.”

TAM BİR DEMOKRASİ ÖRNEĞİ

Büyük Millet Meclisi’nin kendinden önce ve sonra oluşanlarla karşılaştırılamayacak kadar demokrat bir meclis olduğuna dikkat çeken İhsan Güneş, değişik siyasi düşüncelere sahip milletvekillerinin görüşlerini iç tüzüğe uygun biçimde hiçbir engelle karşılaşmadan savunduklarını belirtildikten sonra şöyle devam ediyor:

“Meclis içinde ‘halk zümresi, tesanüt grubu, ıslahat grubu’ gibi küçük bazı gruplar ortaya çıkmıştı. Hatta Yeşil Ordu Cemiyeti ile Türkiye Halk İştirâkiyyûn Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası gibi sosyalist temellere dayanan örgütlenmeler de olmuştu. Ancak asıl mücadele, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarını eleştiren ikinci grup arasında geçti. Bu iki grubun tartışmaları meclisin demokratik kimliğinin de göstergesi oldu.”

HALKÇILIK PROGRAMI KABUL EDİLİYOR

Gayri Müslimlerin katılmadığı Birinci Meclis’in oluşum şekli ve amaçları bakımından milliyetçi ve halkçı bir karaktere sahip olduğuna dikkat çeken Güneş, şöyle devam ediyor:

“Halkçılık bu dönemde en çok kullanılan bir kelime olarak ortaya çıkmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde ülke gündemine giren halkçılık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra âdeta meclisin ideolojisi haline geldi. Fevzi Paşa (Çakmak) olayların kendilerini halkçılığa doğru sürüklediğini söylerken Mustafa Kemal Paşa da varlıklarının yegâne dayanağının halkçılık olduğunu belirtiyor ve halk hükümetini savunuyordu. Bu düşüncelerini Halkçılık Programı adıyla 13 Eylül 1920’de meclise sundu.

Meclis kendi içinden seçtiği hükümet üyelerini sıkı bir denetime tâbi tuttu; sözlü ve yazılı soruların dışında yoğun bir gensoru önergesiyle bu işlevini yerine getirdi. Hatta bazen verdiği gensorularla hükümet üyelerini görevlerinden aldı.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek 16 Nisan 1923’te çalışmalarını sona erdirdi. Böylece oluşum biçimi, amaçları ve bu amaçlarını gerçekleştirmekte gösterdiği kararlılık, yurt ve millet sevgisi, devlet ciddiyeti, özveri, millî saygınlık bakımından alınması gerekli derslerle dolu bir meclis olarak tarihteki yerini aldı.”

CUMHURİYET’İ KURAN KURMAY KADRO

1699’dan bu yana geçen son üç yüz yıllık tarihimiz, değişim ve yenileşme hareketleri tarihidir. Osmanlı’nın başta ordu olmak üzere teknik konularda başlattığı reformlar, Tanzimat’tan sonra idari ve kültürel alana kaydı, Cumhuriyet ile birlikte inkılap hareketlerine dönüştü.

Tarihteki en güçlü devletimiz olan ancak zamanla güçten düşen Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet ve yönetim sistemi çıkaran muhteşem kadronun tamamı Meşrutiyet döneminde yetişti. 1863’teki II. Viyana Kuşatmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen 240 yıllık süreç içerisindeki en kritik dönem İkinci Abdülhamid’in saltanat yıllarına rastlayan Meşrutiyet dönemiydi. Ülke, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan otuz yedi yıl sonra Meşrutiyet, bundan kırk yedi yıl sonra da Cumhuriyet rejimiyle yönetilmeye başlandı.

Kırk yedi yıllık Meşrutiyet rejiminin ilk otuz yılında doğanların oluşturduğu bu müthiş kadro, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleyi veren ve Cumhuriyeti kuran kadro olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyet’in ana rahmi olan bu dönemde gerçekten de parlak bir nesil yetişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve diğerleri… Bu asker kadro, dönemin fikir ve sanat insanlarıyla el ele vererek milletimizin son gurur tablosu Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.

Mustafa Kemal Atatürk Birinci Meşrutiyet’in beşinci iktidar yılı olan 1881’de, Fevzi Çakmak 1856’da, Müfit Özdeş 1874’te doğdular. Cumhuriyeti kuran asker kadronun diğer üyeleri olan Ali Fethi Okyar 1880’de, Kazım Özalp 1880’de, Refet Bele 1881’de, Rauf Orbay 1881’de, Salih Bozok 1881’de, Kazım Karabekir 1882’de, Ali Fuat Cebesoy 1882’de, İzzettin Çalışlar 1882’de, Nuri Mehmet Conker 1882’de, İsmet İnönü 1884’te, Cevat Abbas Gürer 1887’de hayata gözlerini açtılar. Bütün askeri bilgilerini bu dönemde aldılar ve karakterlerini bu dönemde edindiler. Birinci Dünya Savaşı başladığında büyük bir çoğunluğu Üsteğmen, Yüzbaşı ya da Binbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Bu isimlere İttihat ve Terakki’nin kurmay kadrosunu oluşturan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve diğerleri de eklenmelidir. Hepsi de cesur, fedakâr, vatansever, kahraman, idealist insanlardı. Hiçbiri yatağında mışıl mışıl uyuyarak ölmedi.

Birini Dünya Savaşı sırasında cephelerden ceplere koşanlar, savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesi’nin ardından itilaf devletleri Anadolu topraklarını işgale başlayınca ülkenin dört bir yanında birer meşale gibi kurulan Kuvayı Milliye teşkilatlarını tek çatı altında toplayanlar onlardı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basanlar onlardı. Amasya Tamimini yayınlayanlar, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayanlar onlardı. 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açarak Milli Mücadeleyi demokratik yöntemle ve hukuka uygun şekilde idare edenler onlardı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden onlardı.

CUMHURİYETİN İLK DÖNEM AYDINLARI

Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyeti kuran askerlerin yanı sıra yeni rejimin fikir ve sanat planındaki kurmaylarını da yetiştirerek yakın tarihimizdeki yerini aldı. Cumhuriyet yıllarının kültür hayatına yön veren Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Mahmut Şevket Esendal, Şevket Süreyya Aydemir, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Rıza Nur, Yahya Kemal Beyatlı, Aksekili Ahmed Hamdi Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Mehmet Şemsettin Günaltay, Ömer Ferit Kam, Ali Ekrem Bolayır, Fatma Aliye Topuz, Ebu’l Ulâ Zeynel Abidin Mardin, Eşref Edip Fergan, Bestekâr Şerif Muhittin Targan, Hüseyinzade Ali Turan, Mehmet Fuad Köprülü, Celal Sahir Erozan, Mahmut Esat Bozkurt ve diğerleri… Hepsi de Meşrutiyet döneminde yetişmiş birer yıldızdılar.

CUMHURİYETİN İLK KURUM VE PROJELERİ

Cumhuriyet’in sadece asker-sivil bürokrasini, kültür ve sanat insanlarını yetiştirmekle kalmadı Meşrutiyet. Altyapı hizmetlerinde de çağları aşan iş ve projeler ortaya konuldu bu dönemde. Şehircilik alanında büyük öneme sahip Ebniye Kanunu’nu 1882’de çıkarıldı. Modern şehirciliğin temellerini atan bu imar kanunu, 1930’a kadar yürürlükte kaldı. Sadece başkent İstanbul’da değil ülke çapında büyük mimari ve altyapı hareketleri başlatıldı.

Yine bu dönemde kimileri yüz yıl sonra gerçekleştirilebilen pek çok altyapı projesi planlandı. 600 kilometrelik Karadeniz-Akdeniz Karayolu Projesi. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e 1900 yılında projesi çizdirilen İstanbul Boğazı üzerine yapılacak Cisr-i Hamîdi projesi. Boğazın altından geçecek bir demiryolu tüneliyle İstanbul’un iki yakasının birleştirilmesini öngören, 1902’de Amerikalı mühendislere ihale edilen Tünel-i Bahri Projesi. Konya ovasının sulanmasına yönelik Konya Ovası Projesi ve daha nice proje Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e mirası oldu.

Bu dönemde ayrıca Güzel Sanatlar Akademisi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, ticaret ve ziraat okulları kuruldu. İlk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları, il merkezlerinde liseler, ilçelerde ortaokullar açılmış, ilkokulları köylere kadar yaygınlaştırıldı. Şişli Etfal Hastanesi ve Darülaceze inşa edildi. Bugün hala kullanılan Hamidiye içme suyu borularla İstanbul’a getirildi. Anadolu içlerine kadar karayolları açtırıldı. Bağdat ve Medine’ye kadar demiryolları, büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşendi. Meşrutiyet döneminde eğitim ve altyapıya yapılan bunca yatırım sayesinde Cumhuriyet, yeni medeniyet hamlesini çok daha kolay yapabildi.

CUMHURİYET TAMAM, SIRA DEMOKRASİDE

Her cumhuriyet demokratik olmamakla birlikte cumhuriyet ile demokrasi birbirini destekleyen ve tamamlayan iki kavramdır. Demokrasi, cumhuriyetin niteliğini güçlendiren, milleti oluşturan herkesi ve her kesimi eşit kabul eden ideal bir yönetim şeklidir.

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edildiğinde Türkiye pek çok bakımdan demokratik bir ülke değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğini artırmak amacıyla 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurduran ancak 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası yayımladığı Takrir-i Sükûn Kanunu ile bu partiyi kapatan Atatürk, ikinci çok parti denemesini 1930 yılında yaptı. Yine Atatürk’ün tavsiyeleriyle Ali Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ise ortaya çıkan Atatürk’e suikast, Menemen Olayı ve sonrasında yaşananlar nedeniyle baskı altında tutuldu. 1930 Yerel Seçimlerine katıldığı halde, henüz bir yaşını bile doldurmadan kendini feshetmek zorunda kaldı.

BİR İBRET BELGESİ: 46 SEÇİMLERİ

Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde 1946 seçimleri önemli rol oynadı. Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Mehmet Fuad Köprülü tarafından 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, tek parti iktidarının aldığı baskın seçim kararına itiraz etse de 21 Temmuz 1946’daki seçimlere katılarak 61 milletvekili çıkarıp TBMM’ne girmeyi başardı. “Açık oy gizli tasnif” yönetimiyle yapılan ve tek parti iktidarının her türlü müdahalesine açık bir seçimde kazanılan 64 sandalye, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’ye iktidara getirecek yolu açtı. Bu seçimlerde CHP 397, Bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandılar.

İLK TAM DEMOKRATİK SEÇİMLER

Günümüzdeki özgür seçimlerin temel kuralı olan “Gizli Oy Açık Tasnif” sisteminin uygulandığı ilk seçim 14 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi. Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan seçimin ardından 27 yıldır ülkeyi yöneten CHP iktidarı son buldu. “Yeter söz milletindir!” sloganı ile seçimlere giren DP, 487 milletvekilliğinin 416’sını kazandı. Böylece demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan çok partili hayat Türkiye’de işlemeye başladı. 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanan DP, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar ülkeyi on yıl süreyle idare etti.

DARBELERE RAĞMEN TAM YOL İLERİ!

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten 1950’ye kadar geçen 27 yıllık tek parti iktidarının ardından girilen süreç Türkiye’yi tam demokrasi hedefine götürecek önemli bir fırsat olsa da 27 Mayıs 1960 ihtilali, “demokrasiyi ortadan kaldırma pahasına cumhuriyeti yaşatma” anlayışının ilk tezahürü oldu. Bu ilk askeri darbeyi 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 ihtilali, 28 Şubat 1997 süreci takip etti;  15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi bambaşka bir gerekçe ile de olsa demokrasimize büyük bir darbe indirdi.

Doksan altı yıllık cumhuriyet tarihimizdeki darbelerin ve darbe girişimlerinin tamamında milli irade ve onun tecelli ettiği yer olan TBMM büyük yara aldı. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de tamamen feshedilen TBMM, 12 Mart ve 28 Şubat’ta baskı altında tutuldu. 15 Temmuz darbe girişimi, olayı en vahim noktaya taşıdı; Milli Mücadelenin ana karargâhı ve milli iradenin temsil yeri olan gazi Meclisimiz bombaların hedefi oldu. Üçüncü TBMM binası, tıpkı Milli Mücadelenin idare edildiği Birinci Meclis binası gibi “gazi” unvanını kazandı.

TBMM’NİN EŞSİZ BAŞARISI

TBMM’nin yüz yıllık serüveni, dünya tarihinde eşine az rastlanan bir başarı öyküsüdür. Devletin yönetim şeklini tarif eden cumhuriyet ile cumhuriyetin niteliğini en ideal şekilde tarif eden demokrasi kavramları TBMM çatısı altında ayrı bir anlam kazanmıştır.

Yüzüncü yılını kutladığımız Milli Mücadelenin Başkomutanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında kurduğu, “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir.” cümlesi, milletimiz hakkında yapılan çeşitli tarihi araştırmalarla teyit edilmiş bir gerçektir.

Atatürk’ün şu tespiti de aynı noktaya vurgu yapmaktadır:

“Türk milleti en eski tarihlerde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarında devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir.”

TBMM Genel Kurul Salonunun duvarına çakılı şu veciz söz, 2300 yıllık devlet geleneğine sahip bulunan milletimizin tam bağımsızlık ve tam demokrasi hedefinin en çarpıcı ve en açık ifadesidir:

“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”

]]>