İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

TURAN İDEALİ VE HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

HAYATİ TEK –

Osmanlı Cihan İmparatorluğu’nun Batı’ya doğru son büyük hamlesi olan, sonuçları itibariyle duraklama döneminin sonuna işaret eden İkinci Viyana Kuşatması sonrasında kaybettiğimiz bir dizi savaşın ardından 1699’da imzaladığımız Karlofça Antlaşması’nın anlamı açıktı: Osmanlı’nın gerileme dönemi başlamıştı.

İkinci Osman döneminde başlayıp kimi zaman yavaşlayıp kimi zaman hızlanarak Dördüncü Murad, Üçüncü Selim, Üçüncü Ahmed, Birinci Mahmud, Birinci Abdülhamid, İkinci Mahmud dönemlerinde devam eden ıslahat hareketleri, Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla (1839) birlikte yeni bir safhaya girdi.

1856 Islahat Fermanı, meşrutiyet yönetimine doğru gittiğimizin ilanıydı. Tıpkı Birinci Meşrutiyet (1876) ve İkinci Meşrutiyet’in (1908) Cumhuriyet’in habercisi olduğu gibi.

VATAN VE HÜRRİYET ŞAİRİ NAMIK KEMAL

Tanzimat’la birlikte kötü gidişe nasıl dur denileceğine dair pek çok fikir ortaya atılmaya başlandı. Bu döneme damgasını vuran isim Namık Kemal (1840-1888) oldu. Türk milliyetçiliği davasının ilham kaynağı olan bu gazeteci, yazar ve şair Türk aydını, vatanseverlik, hürriyet ve milliyet kavramlarının hissiyat planındaki ruh kökünü temsil etti.

“Vatan ve Hürriyet Şairi” olarak anılan, Cumhuriyet’imizin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “hislerimin babası” dediği bu büyük fikir ve aksiyon adamı, yine Atatürk’ün “fikirlerimin babası” diye ilan ettiği Ziya Gökalp’i ve daha pek çok Osmanlı aydınını derinden etkiledi.

AKÇURA’NIN ÜÇ TARZ-I SİYASET YAKLAŞIMI

Osmanlı’nın son döneminde üç kurtuluş reçetesi çarpışıyordu: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.

Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin ana mesajını oluşturan bu üç fikirden Osmanlıcılık, 1800’lerin başından anavatandan kopmaya başlayan Balkan toprakları ve Arap âlemindeki kıpırdanmalar nedeniyle inandırıcılığını hızla kaybetti.

İslamcılık fikriyatı ise 1700’lerin ortalarından itibaren Arap Yarımadası’yla yakından ilgilenen İngiltere’nin beşinci kol faaliyetleri sonunda “adı var kendi yok” bir hale geldi. Epeyce bir süre iç isyanları bastırmak için kullanılan, en son İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatırken halkın desteğini almak amacıyla açtığı Hilafet Sancağı (Sancak-ı Şerif) artık sembolik bir anlam taşıyordu.

Geriye bir tek, Osmanlı’nın asli unsuru olan ve cihan devletinin kan deposu durumunda bulunan Türk milletini etrafında toparlayacak Türkçülük fikri kalmıştı.

Türk Derneği’nin, Akçura’nın önderliğinde 1905 yılında kurulmasıyla birlikte “Türkçülük” sadece fikri planda değil teşkilatlı olarak da adını duyurmaya başladı.

TÜRK OCAKLARI VE TÜRK YURDU DERGİSİ

1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti ve dergisiyle birlikte Türkçü fikirler revaç bulmaya başlasa da bu konudaki asıl hamle Türk Ocaklarının 15 Mart 1912’de kurulmasıydı. Bu tarihten sonra Türkçülük ve Turancılık fikirleri el ele birlikte yükseldiler.

Bu yükselişte, 1889’da gizli bir teşkilat olarak kurulan; 1896’dan itibaren Paris, Cenevre, İstanbul, Kahire, Beyrut, Hama, Humus, Şam, Girit, Limni, Rodos, Selânik, Trablus (Suriye) ve Trablusgarp’ın yanı sıra yanı sıra Anadolu’nun dört bir yanındaki şubeleriyle büyük bir güç haline gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hazırladığı altyapının etkisi büyüktü.

1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet sonrasındaki hükümetler üzerinde hâkimiyet kuran İttihatçılar, Türkçü fikirlerin yanı sıra Osmanlıcılık ve İslâm Birliği idealini de savunuyor, Osmanlı’nın içinde bulunduğu dar boğazı aşması için çabalıyorlardı. 1913’te fırkaya dönüşen cemiyet siyasi hayatı domine ederken, Türk Ocakları da kültür sahasında hamle üstüne hamle yeniliyordu.

Türk Ocakları ve Türk Yurdu Dergisi etrafında kümelenen Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Halide Edip (Adıvar), Mehmed Fuad (Köprülü), Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi aydınlar Türkü ve Turancı fikirlerin yayılmasında öncü rolü üstlenmişlerdi.

TURAN İDEALİ UĞRUNDA BİR ŞEHİT: ENVER PAŞA

Enver Paşa’nın 1915’teki Sarıkamış Harekâtı’nın başarısızlıkla sonuçlanması, kardeşi Nuri (Killigil) Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Azerbaycan ve Dağıstan’ı Rus işgalinden kurtardığı halde Mondros Mütarekesi nedeniyle Osmanlı kuvvetlerinin buradan çekilmek zorunda kalması Turancılık yolundaki en trajik adımlar oldu.

Bu iki büyük teşebbüsün başarısızlığına rağmen ülküsünden vazgeçmeyerek Turan idealini canlandırmak üzere Türkistan’a giden Enver Paşa’nın Çeğen tepesinde şehit düşmesi, Kür Şad’ın yaktığı bağımsızlık meşalesini andırıyordu.

Anadolu’daki İttihatçılar ise Milli Mücadele için bir kez daha kelleyi koltuğa almışlardı. Kuvayı Milliye ruhunun merkezinde yer alan muharrik güç Türlük duygusuydu.

Milli Mücadelenin ardından bilhassa Ziya Gökalp’in gayretleriyle hız kesmeden yükselişine devam etti Türkçü yaklaşımlar. Gökalp’ın çerçevesini çizdiği fikirler Türk Ocakları şubelerinin gayretleriyle yurdun dört bir yanına ulaştırıldı.

Gökalp için “fikirlerimin babası” tabirini kullanan Atatürk, siyasi bir Turan birliğine taraftar olmasa da Türkiye dışındaki Türklerle kültürel anlamda ilgilenmeye devam etti.

ATATÜRK VE TÜRK DÜNYASI

1926 Bakü Türkoloji Kongresi’ni yakından takip eden, alfabe birliğiyle Türk dünyasının kaynaşmasına yönelik niyet ve inancını ortaya koyan Atatürk’ün TBMM’de yaptığı bir konuşmada kurduğu şu cümleler, onun Türk dünyasına bakışını ortaya koyuyordu:

“Türk milleti, Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türk Eli’ derler. Türk yurdu daha çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse, Türk’e yurtluk etmemiş kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatler eski ve hususiyle yeni tarih vesikalarıyla malûmdur.”

“Türkiye dışında kalmış olan Türklerin kültür meseleleriyle yakından ilgilenilmelidir” cümlesini kuran liderin vefatından sonra kurulan hükümetler, özellikle 1940’lı yıllarla birlikte Türkçülük düşüncesine karşı hasmane bir tutum içerisine girdiler. Turancılık fikrini savunanları baskı altına aldılar, yargıladılar, tutukladılar.

Bu sıkıntılı günlerde Türkçülük ve Turancılık fikrini ayağa kaldıran isim, tunç bir heykeli andıran duruşuyla Hüseyin Nihal Atsız oldu.

20. ASRIN KÜRŞAD’I: HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

Tam bir karakter abidesi olan Hüseyin Nihal Atsız’ın ömrü boyunca verdiği mücadele ve kaleme aldığı eserler ahenkli bir bütün oluşturur.

Düşündüğünü en kestirme ve en net şekilde ifade eden bu büyük şahsiyet, çıkarları uğruna zikzak çizen fikir münafıklarından değildir. Neye inanıyorsa öyle yaşamış ve öyle yaşanmasını öğütlemiştir.

Romanlarındaki kahramanlar, fikir yazılarındaki kesin ve keskin hükümler, şiirlerindeki coşku, O’nun sarsılmaz karakterinin çarpıcı birer yansımasıdır.

Eserlerinde portresini çizdiği kahramanlar misali yaşayan bu fikir ve aksiyon adamı, dünyanın en büyük kahramanı olarak nitelendirdiği Kür Şad’ın 20. Yüzyılda ete kemiğe bürünmüş hali gibidir.

“TÜRKLÜĞÜN RUHUNU TEMSİL EDEN ADAM”

Ahmet Bican Ercilasun’a göre “Türklüğün ruhunu temsil eden” Atsız, tıpkı hamur mayalar gibi Türk milletine Türkçülük ülküsünü aşılamıştır. (Ahmet Bican Ercilasun, “Ruh Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Düşmanına bile “O’nu bir kaşık suda boğarım, fakat davasından kirpik ucu kadar taviz vermediği için de takdir ederim” dedirtecek kadar abidevi bir hayat yaşamıştır. (Sakin Öner, Nihal Atsız, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s. 70-72)

Necmeddin Hacıeminoğlu’na göre O’nun en önemli özelliği, “şahsiyetinin tam bir bütünlük arz etmesiydi. Ruh, kafa ve fikir yapısında herhangi bir boşluk, eksiklik yahut çelişki yoktu.” (“Bir Yiğit Adam”, Türk’e Çağrı, Aralık 1980, Sayı: 8)

Altan Deliorman’ın “Türkçülük tarihinin Ziya Gökalp’ten sonra ikinci büyük şahsiyeti” olarak gördüğü Atsız, Fethi Tevetoğlu’nun nazarında bir mefkûre kahramanıdır:

“Hayatta tanıdığım, sayıları üçü – beşi geçmeyen en cesur, en mert, en dürüst, asla yalan söylemez, yüksek ahlaklı karakter adamlarından biri, hatta birincisidir. Türklüğe adanmış “Çile Destanı” hayatıyla Türk nesillerine örnek olacak bir mefkûre kahramanıdır.” (Yeni Orkun, Ekim-Kasım 1989, Sayı: 19)

ATSIZ’IN ÜLKÜSÜ

Atsız’ın fikirlerinin merkezinde ülküleri vardır. Orkun Dergisinin 17 Kasım 1950’de yayınlanan 7’nci sayısında “milli ülkü” konusunu ele alan Atsız,ülküyü, “bir milletin motor gücü” olarak kabul eder ve ülküsüz bir milletin, gayesiz bir yığından ibaret olacağını ifade eder.

“Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister

Büyük devlet kurmak için büyük kan ister”

Diyen Atsız, büyük devlet olabilmenin şartının, peşinden gidilen ülkü için mücadele vermek ve gerektiğinde kanını seve seve akıtabilmek olduğunun altını çizer.

Tarihi “milletler mücadelesinden” ibaret gören ve milletleri canlı birer organizmaya benzeten Atsız’a göre, bu mücadele sırasında zayıflar ezilip azalır ve hatta kimi durumlarda tamamen ortadan kalkarken güçlüler çoğalır ve ayakta kalır.

Milletler mücadelesindeki muharrik gücün “milli ülküler” olduğunu belirten Atsız, milletlerin bilinçaltında bulunan “yayılıp hâkim olma” içgüdüsünün ülkücü büyük adamlar tarafından sistemli hale getirildiğini söyler.

Mevcut sınırları korumak ve zengin olmak düşüncesinin hiçbir zaman ülkü olamayacağına; ülkülerin kanla, fedakârlıkla, kahramanlıkla beslendiğine dikkat çeken Atsız, büyümek istemeyen bir milletin küçülmeye mahkûm olduğunun altını çizer. (Orkun, 17 Kasım 1950, Sayı: 7)

TÜRKÇÜLERİN SAHİP OLMASI GEREKEN VASIFLAR

Türkçülük ülküsünü, “Turan coğrafyasına (Büyük Türkeli’ne) hâkim olan Türklerin diğer bütün milletlerden ileri ve üstün olması” şeklinde tarif eden Atsız, Türkçülerin sahip olmaları gereken vasıfları da şöyle sıralar:

“Türkçü, soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir.

Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir.

Türkçü, alçakgönüllü olmaya mecburdur.

Türkçü, yükselmek için değil, yükseltmek içindir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur.

Türkçüler, dayanışmalı, yaşamaya mecburdur. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.

Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur.

Türkçünün en büyük görevi Türklüğe hizmettir.

Kısacası, Türkçüler 20. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır.” (Türk Ülküsü, S. 37-38)

EN KUTLU HEDEF: TURANCILIK

“Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır” diyen Atsız, bütün Türkleri birleştirmek ülküsünün bütün Türkçülerin en önemli hakkı ve görevi olduğu düşüncesindedir.

Yeryüzündeki “bütün Türklerin birleşmesi ülküsünü” asil bir düşünce olarak nitelendiren büyük Türkçü, bu birliğin sadece kültürel alanda kurulması isteğinin boş ve yanlış olduğunu kanaatindedir.

Kültür birliğinin ancak siyasi birlik sonunda doğacağına işaret eden Atsız, bunun gerekçesini şöyle izah eder:

“Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Batı Trakya Türkleri’yle, Kerkük Türkleri’yle neden bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve Kerkük. Öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 52)

“YURTTA SULH CİHANDA SULH YANLIŞ YORUMLANIYOR”

Bu çerçevede, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün yanlış yorumlandığını da belirten Atsız, konuyla ilgili şu tespitleri yapar:

“Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.

Aşırı ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtarılabilir. Fakat aşırı ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü gelince saldırmalarını asla önleyemez.

Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka milli istekler yani ülküler, milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır.

Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. (Türk Ülküsü, S. 123-125)

Atsız, Turan ülküsünü gerçekleştirmek için dış Türklerle ilgilenmeyi “emperyalizm” olarak görenlere de şu kısa ve net cevabı verir:

“Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir.” (Türk Ülküsü, S. 125-126)

TÜRK TARİHİNE BÜTÜNCÜL BAKIŞ

Türk tarihini bir bütün olarak gören, Cumhurbaşkanlığı forsundaki “16 Türk Devleti” yaklaşımını reddeden Atsız, Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin milli psikoloji üzerinde yıkıcı tesirler yapabileceğine dikkat çeker:

“Mazideki milli devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü milli devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Hâlbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir.” (Makaleler IV, S. 402-405)

Atsız, Türk tarihinin bölünmez bütünlüğü tezini şöyle temellendirir:

Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır.

Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz.

(…) Tarihi gerçek budur. İlkokuldan üniversiteye kadar tarihin böyle okutulması, böyle gösterilmesi lazımdır. Türklerin kafasında bir tarih birliği, tek devlet şuuru bulunmalıdır.” (Makaleler IV, S. 413)

OSMANLI HANEDANI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Türk tarihinin seyrini bu şekilde ortaya koyan Atsız, Osmanlı padişahlarına yönelik suçlamalara karşı, tıpkı Türkçülüğe yapılan eleştirilerde olduğu gibi sert bir üslup kullanır.

Osmanlı hanedanının yeryüzünde hiçbir hükümdar ailesine nasip olmayacak kadar uzun bir süre (600 yıl) iktidarda kalmasını Türklük adına bir övünç vesilesi olarak gören Atsız, hanedanı üyelerinin “vatan haini” olarak nitelendirilmesine büyük tepki gösterir. (Makaleler IV, S. 413)

Sultan İkinci Abdülhamid Han için “Gök Sultan” tanımlaması yapan Atsız, O’na yönelik eleştirilere tarihçi kimliğiyle cevap verir.

Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamlarının ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan imparatorluğu 33 yıl ayakta tutan İkinci Abdülhamid Han’ın, “katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak” olarak tanıtılmasını haksız bir suçlama olarak nitelendirir. (Türk Tarihinde Meseleler, S. 108)

İKİNCİ ABDÜLHAMİD’İN HAKKINI TESLİM ETMEK…

İkinci Abdülhamid’i tam manasıyla anlayabilmek için tahta çıktığı dönemi iyi bilmek gerektiğine dikkat çeken Atsız, o günler hakkında şu hatırlatmayı yapar:

“1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silahları ile, mesela mavzer tüfekleriyle silahlandırdı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkamlarla durduruldu. Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. (…) Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. (…)Balkanların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi, İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi. Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardır.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 110)

 

“MİLLİ BENLİĞİNİ KORUYAMAYAN YOK OLUR”

Birinci vasfı ülkücülüğü olan, Türklük ülküsünü savunan, Turanın gerçekleşmesini dileyen ve bu bağlamda Türk tarihini bir bütün halinde gören Atsız, milli benliğini koruyamayanların yok olacaklarına dikkat çeker.

“Millî benliğe inanmak, Türk milletinin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherine ve asaletlerine inanmak demektir” diyen Atsız, buna iman edenlerin, ülkenin ilmini ve tekniğini yükseltecek büyük başarılar için çalışacağını belirtir.

Milletine kabiliyetsizlik ve iptidailik izafe ederek çıktığı kabuğu beğenmeyip yabancıların reklâmını yapanları “soysuz dejenereler ve vatansızlar” olarak nitelendiren Atsız’a göre Türk milleti “ne fedakârlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiçbir milletten geri değil ve hatta ileridir.” (“Milli Benlik”, Atsız Mecmua, 1931, Sayı: 7.)

Türkçülüğü nazariye olmaktan kurtarıp hayata geçirmenin yolunun, “Türkiye’de Türk kültürünü hâkim kılmak, yabancı tesirleri silkip atmaktan” geçtiğini belirten Atsız, bunun için Türkçeye sahip çıkılması gerektiğinin altını çizer.

Türkçeye sokulmaya çalışılan yabancı kelimeleri kullanmamayı öğütleyen Atsız, “Yabancı kültüre ait olan şeyleri faydasız ve lüzumsuz yere kullanmak ancak bir ‘aşağılık duygusu’nun sonucu olabilir” tespitinde bulunur. (Orkun, “Türkçülere Birinci Teklif”, 20 Ekim 1950, Sayı: 3.)

KÖKÜ MAZİDE OLAN ATİ…

Milli kültür ve milli değerlerin önemini Yahya Kemal’in  “Kökü mâzide olan atiyim” sözüyle vurgulayan Atsız, bu dört kelimelik mısraın, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düstur olduğunu belirtir.

“Maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevî kanımızda, yani ruhumuzda olan istidatların, iyi ve kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.” diyen Atsız, maziyi küçük görmenin yanlış bir düşünce olduğunu belirtir. (Ötüken, “Milli Değerler ve Milli Ruh”, Yıl: 1972, Sayı: 92)

“TÜRKÇÜLÜĞÜN TEMELİ AHLAKTIR”

Diğer bütün özelliklerinin yanı sıra tam bir ahlak abidesi olan Atsız, Türkçü ideolojinin temeline de “sağlam ahlakı” yerleştirir.

Türk ahlakının “ferdiyete” değil, “şahsiyete” saygı gösterdiğine dikkat çeken Atsız, kadim çağlardaki Türk ahlakından şu çarpıcı misalleri gösterir:

“Milattan önceki yüzyıllarda Kunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. (…) Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar ki, verdikleri sözün yeter olduğunu yazarlar.

Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdani kanaatlerini hiç çekinmeden söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri hiç kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa uygularlardı.” (Atsız, Hüseyin Nihal-; “Türk Ahlakı”, Çınaraltı, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

Ahlakın bozulmasını soydaki bozulmaya bağlayan Atsız, Osmanlılar dönemindeki “devşirme” uygulamasına şu ifadelerle tepki gösterir:

“Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri, devşirmeler ise bunda pek usta oldukları için, II. Murad çağından sonra memleketin yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeye başlamış ve milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.” (Çınaraltı, “Türk Ahlakı”, 20 Eylül 1941, Sayı: 7.)

“AHLAK OLMADAN HİÇBİR ŞEY OLMAZ”

“Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz” diyen Atsız, başta Ziya Gökalp olmak üzere, eski Türkçülerin hemen hepsindeki ortak meziyetin “kendinden öncekileri inkâr etmemek” erdemini göstermeleri olduğunu kaydeder. Bunun ahlaki bir mesele olduğunun altını çizen Atsız, şöyle devam eder:

“Her inanç ahlakla yürüyeceğine göre, Türkçülükte de sağlam bir ahlakın bulunması birinci şarttır. (…) En güzel fikri ve prensibi, en şahane ülküyü çürük bir çevreye sokun; hemen paçavraya döndüğünü, değersiz bir hal aldığını görürsünüz. Türkçülüğün de, mukadder olan tam zaferine rağmen, daha köklü olabilmesi için, Türkçülerin ahlakça yüksek insanlar olması lazımdır.” (Bozkurt, “Türkçülükte Ahlak”, 11 Haziran 1942, Sayı: 5.)

ATSIZ’IN BÜYÜK ADAMLARI

Büyük hedeflere ulaşmak için insanların kendi soyunu sevmesi, diline sahip çıkması, törelere saygı göstermesi, kendinden ziyade toplumunu düşünmesi, sağlam bir ahlaka sahip olması, teknik gelişmeleri yakından takip etmesi ve adalet ölçüleri içerisinde şuurlu bir demokrasiden yana olması gerektiğini belirten Atsız, “milli kahramanlar / büyük adamlar” konusuna büyük önem verir.

Tarihin kaydettiği hemen tüm başarıların milli kahramanlar eliyle gerçekleştirildiğini belirten Atsız, büyük adamlarda bulunması gereken vasıfları şöyle sıralar:

“1. Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki amiller cemiyetin yükselmesidir. Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.

2. Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan adamdır.

3. Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiçbir zaman büyük değildir.

4. Mevkii için milleti feda eden değil, bilakis gerektiği zaman millet uğruna mevkiini, hatta hayatını verebilen adam büyük adamdır.

5. Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.

6. Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.

7. Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.

8. Adam seçmesini, her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.

9. Büyük adam olmak için ailevi şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış, çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.

10. Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez.

11. Büyük adam sorumluluktan kaçmaz.” (Makaleler II, S. 15-16)

“TARİHTEKİ EN BÜYÜK KAHRAMAN KÜR ŞAD’DIR”

Dünya tarihinin en büyük kahramanı olarak Kür Şad’ı gören Atsız, bunun gerekçesini şöyle açıklar:

“Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır.

Kür Şad, Kağan sülalesindendi. Büyük kahramanlığı yaptıktan sora kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile.

40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın yapacağı işlerden değildir. (…) Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır.

Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç bir yerde çıkmamıştır.”  (Makaleler II, S. 15-20)

ATSIZ’IN NAZARINDA ZİYA GÖKALP

Atsız’ın büyük adamlar arasında zikrettiği bir başka şahsiyet Ziya Gökalp’tir.

Türkçülük fikrini ilk kez bir programa bağlayan kişi olan Gökalp’in en önemli eserinin “Türkçülüğün Esasları” olduğunu kaydeden Atsız, şöyle devam eder:

“Gökalp, Genç Kalemler dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle formülleştirmişti:

Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!

Türk’ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir.

Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Türklerin birleşmeleri lazımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.

Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.

Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu sonuca varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir!” (Makaleler II, S. 45-49)

Büyük adamların, ülkülerini gerçekleştirmek için müracaat ettikleri yöntem ve hayat tarzlarını eleştirenlere tepki gösteren Atsız, ülkücüleri ihtiyatsızlıkla suçlayanlara şu ironik tavsiyede bulunur: “Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur.” (Türk Tarihinde Meseleler, S. 51)

ATSIZ’A DAİR SON SÖZ…

1927’den itibaren iktidar tarafından siyasallaştırılmaya çalışılan, 1931’de tasfiye edilen Türk Ocakları’nın yerine kurulan Halkevleri kadrosunun şekil verdiği müsamahasız tek parti döneminde Türkçülük Turancılık davasının öncü fikir ve aksiyon adamı olan Hüseyin Nihal Atsız’ın çileli hayatı ibret ve inanç levhalarıyla doludur.

1940’ların zorlu şartlarında “tarihçi, aydın, edip ve dava insanı” kimliğiyle Türkçülük davasını sırtlayan Hüseyin Nihal Atsız, Ziya Gökalp’ten devraldığı bayrağı kendinden sonraki nesillere teslim ederken ardında iftihar tablolarıyla dolu bir mazi bıraktı.

Hayatı, eserleri ve mücadelesi ahenkli bir bütün oluşturan bu büyük şahsiyet, fikirlerini sadece işinde ve sanatında değil, hayatının her anında uygulamaya koymak gibi nadir görülen bir meziyete sahipti.

Türk düşüncesine yaptığı önemli katkılar ve eğilip bükülmeyen karakteriyle gençlere örnek ve önder oldu. Roman, hikâye ve yazılarında işlediği bütüncül tarih anlayışıyla, Türk tarihinin devamlılığı tezini ilmi bir yaklaşımla ortaya koyarak çığır açtı.

Asla taviz vermeden sürdürdüğü büyük mücadelesiyle milliyetçi ve ülkücü gençlere rol model oldu. Tarihi romanlarında canlandırdığı savaşçı yiğitlerin yaşayan timsali gibi bir ömür sürdü. Roman karakterlerinin isimleri öylesine benimsendi ki, çocuklara isim olarak konuldu.

Görüşlerinden dolayı birçok kez takibata uğradı, mesleğini yapmaktan alıkonuldu, zindanlara atıldı ancak uzmanı olduğu tarih, O’nu her seferinde haklı çıkardı.

1960’lı yıllarda kaleme aldığı “bölücülüğe” dair tespitleri, gerekli tedbirler alınmadığı için, 1980’lerden itibaren başımıza bela oldu.

1930’lardan itibaren dile getirdiği, 1944’te uğruna yargılandığı Turan ideali ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kıskacındaki esir Türklerin bağımsızlığına olan inancı, 1991’den itibaren gerçeğe dönüştü.

Kırım Tatarları hâlâ örsle çekiç arasında dövülse de, Doğu Türkistan kan ağlamaya devam etse de, Suriye ve Irak Türkmenleri ateş çemberinin tam ortasında bulunsa da büyük Türk dünyası olarak geleceğe daha bir umutla bakıyorsak, Atsız’ın mücadelesi ve fedakârlığı sayesindedir.

Her konuya “Türk gözüyle, Türk’e göre, Türk için” bakabilme formülünü geliştiren, sağlam karakteri, ehliyetli bilim insanlığı ve engel tanımayan cesaretiyle bir adım öne çıkan Atsız’ın Türk gençliğine aşıladığı ruh, eminiz ki her geçen yıl daha da gelişecek, Dündar Taşer’in “Büyük Türkiye” ideali yakın bir gelecekte tecelli edecektir.

Atsız’ın ömrünü vakfettiği, “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” diyen Gaspıralı İsmail’in rüyasını gördüğü, 1970’li yıllarda nice Ülkücünün uğruna can verdiği, merhum Ebulfez Elçibey’in “Turan’ın yolu ‘Birleşmiş Azerbaycan’dan geçer” cümlesiyle hayalini kurduğu Turan ülküsüne olan inancımız Azerbaycan’daki son gelişmelerle daha da güçlendi.

Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ı vefatının 45’nci yıl dönümünde rahmet ve şükran duygularıyla anarken, Ermeni işgali altındaki Karabağ’ın yeniden Türk ili olması uğruna can veren şehitlerimize Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

2 Yorum

  1. Sami Mersin

    Yüreğine sağlık; baştan sona okudum…Mükemmel bir akişla tekrarladik ve bilgilendik…

  2. admin

    Çok teşekkürler üstadım. Muhabbetle…

Yorumlar kapatıldı.