Bir Solukta…
SEYRÜSEFER: Mersin, Ankara, Edirne, Alanya, Konya, tekrar Ankara…
ÖĞRENİM HAYATI: Mersin Kuvayı Milliye İlkokulu, Mersin İmam Hatip Lisesi Orta Kısmı, Mersin Gazi Lisesi, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
ÜNİVERSİTE HOCALIĞI: Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Fatih Üniversitesi Ankara Meslek Yüksek Okulu, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi.
GAZETECİLİK: Bizim Ocak, Yeni Hafta, Memleketim, Gündüz, Millet.
İNTERNET SEKTÖRÜ: Forsnet.
DANIŞMANLIK: ATO Ekonomik Denge, ATO Haber, Çevre ve Şehir, Parlamento…
MEMURİYET: Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi, Etimesgut Belediyesi Basın Yayın Halkla İlişkiler Müdürü, MPM Basın Yayın Bölüm Başkanı, Verimlilik Genel Müdürlüğü Uzman.
YAZI TÜRLERİ: Günlük Köşe, İnceleme, Araştırma, Deneme, Hikâye, Roman, Belgesel Senaryosu, Sahne Gösterisi Senaryosu, Proje.
STK ÜYELİKLERİ: Türk Ocakları, Türkiye Yazarlar Birliği, Gönüllerde Birlik Vakfı, TURÇEV, Altınküre Şehir ve Çevre Derneği, Radyo Evi Derneği.
ÖDÜL: Selçuklu Vakfı 2018 Yılın Gazetecisi.
***
DETAYLARLA İLGİLENENLER İÇİN…
1966 yılında Mersin’in Musalı köyünde doğdum. Köyümü, insanlarını çok sevdim ve seviyorum. Yüreği sevgi dolu, çalışkan, üretken köylülerimden başta insan, doğa ve vatan sevgisi olmak üzere çok şey öğrendim. Üniversiteye çağıma kadar ellerimden nasır alnımdan ter eksik olmadı. 35 yıldır daha ziyade göz nuru döküyorum. Nasırlarım ellerimden ziyade klavyemin ara çubuğu ve sol ayak nişanımda gülümsüyor. Çalışmayı, üretmeyi, yeni şeyler keşfetmeyi, bir işin ucundan tutmayı hep sevdim ve seviyorum.
İlkokul Yılları ve İlk Okuma Deneyimleri
Mersin Kuvayı Milliye İlkokulu’nun vatansever öğretmeni Arslanköylü Mustafa Arslan Doğaner’in elinde yoğrulan bir öğrenci olarak tanıdığım Ömer Seyfettin’in hikâyelerini bir kenara koyarsak ders haricinde okuduğum ilk edebî eser “Huzur Sokağı” oldu. Sevgili ablacığımın yönlendirmesiyle ilkokul beşte tanıştığım bu edebî türe olan ilgim ortaokulda artarak devam etti.
Tarihe Duyulan İlgi ve İlk Milliyetçilik Kıvılcımları
12 Eylül öncesinin sıkıntılı yıllarına denk düşen ortaokul öğrenimimi diğer okullara nazaran terör ve boykotlardan uzak bir şekilde Mersin İmam Hatip Lisesi orta kısmında tamamladım. Sosyal öğretmeniz Ahmet Refik Erdem’in tesiriyle tarihî konulara ilgi duymaya başladım. Bu dönemde tarih sevgimi kamçılayan bir diğer isim, şimdilerde tarih öğretmeni olan sevgili Burhan Korkmaz ağabeyim oldu. “Buhara Yanıyor” ile başladığım Yavuz Bahadıroğlu serisinin yanı sıra daha nice romanı, büyüme çağındaki bir çocuğun obur iştahıyla o yıllarda okudum.
Bir ara ipin ucunu o kadar kaçırdım ki kitap kurdu babacığımın “Derslerine ağırlık ver oğlum, romanı ne zaman olsa okursun” ikazlarına bile muhatap oldum. Olaylara her yönüyle bakabilmek için günde dört gazete takip eden bu bilge çınarın göz ucu takiplerini romanları ders kitapları arasına koyarak bertaraf ettim!
O yıllarda Sezgin Burak’ın hayat verdiği çizgi roman “Tarkan”ın müptelasıydım. Çarşamba günlerini iple çeker soluğu gazete bayiinde alırdım. Tarkan’ın en ciddi rakibi Abdullah Turhan’ın çizdiği “Fatih’in Fedaisi Kara Murat”tı. Tommiks’ten pek hazzetmezdim ama sömürgeci İngilizler’e karşı bağımsızlık savaşı veren Teksas’a bayılır, Çelik Bilek’in direnişçi ruhunu takdir ederdim. Zagor’u da yakın takibe almıştım. Koca hasır şapkası ve kocaman göbeğiyle Oburiks’i andıran Çiko ile maceradan maceraya koşan “Baltalı İlah”ın peşine takılmadan edemezdim.
Fotoğraf Sanatına İlgi, İlk ve Son Rötuş Deneyimi…
Mersin Gazi Lisesi’ndeki ilk gençlik yıllarım 12 Eylül sonrasının apolitik ortamında başımda kavak yelleriyle geçti. Burhan Korkmaz ağabeyimin teşvikiyle Mersin Ticaret ve Anadolu Ticaret Meslek Lisesi karşısındaki Foto Faruk’ta işe başladım. Fotoğrafçılık babamın manifatura dükkânından daha cazip gelmişti. Stüdyonun sahibi Faruk Sönmez Gazi Lisesi’nin orta kısmında matematik hocasıydı. Ondan ve eşi Sabriye Hanımdan fotoğraf sanatı ve hayata dair kıymetli bilgiler edindim. Amatör fotoğraf çekimi, stüdyo fotoğraf çekimi, tab baskı, agrandizör baskı, film banyosu ve rötuş atmayı onlardan öğrendim. Resim hocamız Şenol Manyer’den bu sanata yatkınlığımı öğrenen Faruk Hoca kendi üzerinde hayli ağır bir yük olan rötuş işini bana devretmeyi düşünmüş, fotoğraf çekimine heves ettiğimden teklifini reddetmiştim. Ancak yine de bu konuyla ilgili hoş bir anımı nakledeyim.
Lise 1 talebesiyim. Yaşım henüz onbeş. Otuzlu yaşlarında bir adam altmış yaşlarındaki annesiyle birlikte bir cumartesi günü stüdyoya geldi. Annesinin vesikalık resmini çekmemi, pazartesi öğle saatlerinde alması gerektiğini söyledi. Faruk Hoca ve eşi Sabriye Hanım şehir dışındaydılar. Fotoğrafı çektim. Müşterileri gönderdikten sonra filmin banyosunu yapıp kurumaya bıraktım. Sonrasında rötuş masasına oturup ışığını yaktım, ucu sivri kalemi elime aldım ve o küçük hayal dairesine odaklandım. Banyodaki gümüş nedeniyle kahverengileşen tırnaklarıma şöyle bir baktıktan sonra özene bezene şahane bir rötuş attım siyah beyaz filme! Sonrasında karanlık odaya girip, yine özene bezene tab baskısını yaptım. Hem de ipek kâğıda. Banyodan geçirip astım fotoğrafları. Akşama doğru kuruyan vesikalıkları kesip pazartesi için hazır ettim.
Pazartesi okul dönüşü beni büyük bir sürpriz bekliyordu işyerimde. Kapıdan adımımı atar atmaz tanıdım adamı. Sabriye Hanıma hararetle bir şeyler anlatıyor, “Bu benim annem değil” diyerek feveran ediyordu. Devreye girdim. Cumartesi günü fotoğraflarını çektiğimi, rötuş yaptığımı vs. anlattım. Adamı bir türlü ikna edemedim. Sabriye Hanım konuyu anlamıştı. Kolonyalı pamukla rötuşları silmemi ve hızlıca yeni bir baskı yapmamı istedi. Öyle yaptım. Yeni fotoğrafları gören adam mutlu olmuştu; “Hah! İşte bu anam” dedi sevinçle. Sabriye Hanımla göz göze geldik. Dudaklarımızla minik bir tebessüm belirdi. Adam tam çıkıyordu ki bütün yüz hatlarını rötuş sırasında yok edip görüntüsünü on sekizlik genç kıza çevirdiğim altmışlık annesinin fotoğraflarını uzattım: “Bunları da alın. Eminim anneniz çok sevinecektir!” Adam şaşırsa da aldı fotoğrafları. Çıktı.
Ressamlık Hayalim Sükûta Uğruyor…
Resme kabiliyetim vardı. Resim hocamız Şenol Manyer üzerime düşüyor, her fırsatta çeşitli ekollerden bahsediyordu. Derslerde bir portre yahut natürmort çalışırken diğer arkadaşlar hemen kaleme silgiye sarılırken ben konuyu epeyce inceler, hızlıca çizer, neredeyse aynısını beyaz kâğıda geçirirdim. Zaman zaman bodrum kattaki resim atölyemize uğrayıp gitarıyla resitaller veren Mahmut Yeşilgönen hocamızdan “ressam” payesini kapmıştım. Hatta çoğu kez icra ettiği eserleri “Hayati’ye” diyerek şahsıma ithaf etmesi büyük keyif ve gurur vesilesiydi doğrusu.
Gördüğüm bu ilgiden hayli etkilenmiş olmalıyım konservatuarda resim okumayı kafama koymuştum. Şenol Manyer Hocam referans mektubu bile yazmıştı benim için. Babamın “Sen hiç evine ekmek götüren ressam gördün mü?” itirazından sonra geri adım atmak zorunda kalmıştım. Bazı mesleklerin imajı insanların kaderini de etkiliyor değil mi?
Midas Rolüne, Babadan “Kulak” Vetosu
Sanat konusundaki ikinci geri adımımı tiyatroda atmak zorunda kaldım. Tiyatro kolunu çalıştıran Mahmut Yeşilgönen hocamız Mersin Liselerarası Tiyatro Yarışması’na Gazi Lisesi olarak “Midas’ın Kulakları” oyunuyla katılmamıza karar vermiş, bana da Midas rolünü uygun görüp tekstleri elime tutuşturmuştu. Akşam büyük bir neşeyle iki göz evimize gelip tekstlere gömüldüğümü gören babamın sorusu aklımı başıma getirmişti:
“Nedir o okuduğun?”
“Tiyatro yarışmasına katılacağız baba. Hocamız başrolü verdi bana. Onun sözlerini çalışıyorum.”
“Ne oyunu?”
“Midas’ın Kulakları babacığım.”
“Konusu ne?”
Konuyu anlatıp uzun eşekkulakları takacağımı söylediğimde noktayı koydu:
“Ben oğluma eşşek kulağı taktı dedirtmem!”
Ertesi gün büyük bir hayal kırıklığıyla okula gidip süklüm püklüm huzuruna çıktığım Mahmut Hoca’ya rolü kabul edemeyeceğimi bildirdiğimde hissettiğim mahcubiyeti ve arkadaşlarımın Mersin Atatürk Parkı’ndaki yarışma performanslarını izlediğimde duyduğum pişmanlığı asla unutamam. Bu arada Midas’ı oynayan arkadaşımızın da hayli başarılı olduğunu belirtmeliyim.
Hayatımızın Müellifi Sadece Kendimiz Değiliz
Bu iki örneğe bakıp merhum babacığımın kültür ve sanat düşmanı olduğunu düşünmeyin sakın. Kendisi güzel türkü söyler, farklı fikirlere saygı gösterir, fırsat buldukça kitaplar okur, ansiklopediler karıştırır, beni de okumaya teşvik ederdi. Tabii derslerden arta kalan vakitlerde…
Yıllar sonra İlköğretim Müfettişi İlhami Bulut amcadan, sınıf arkadaşı olduğu babamın çok başarılı bir öğrenci olduğunu, Köy Enstitüsü sınavını kazandığını, tüm masrafları öğretmeni karşılamaya söz verdiği halde rahmetli dedemin “komünist olmasın” diye göndermediğini anlatmıştı. Ankara’da Emek 8. Caddede, okuduğum Gazi Basın Yayın’ın çok yakınında oturan İlhami amcam vasıflarını anlata anlata bitirememiş, harika resimler çizdiğinden bahsetmişti sevgili babacığımın.
İnsanların hayatı kitaplara benzer. Hayatımızda iz bırakan karakterler aynı zamanda müellifimiz olurlar. Çocukluk yıllarımda boş bir defteri andıran hayatımın ilk müellifiydi sevgili babacığım. Daha pek çok müellifim oldu ömrüm boyunca. Annem, kardeşlerim, akrabalarım, öğretmenlerim, ağabeylerim, arkadaşlarım, eşim ve çocuklarım… Her birinin izleri, satırları var hayat hikâyemde. Hepsinden razıyım. İyi ki var oldular ve iyi ki varlar…
Gölgesinde huzur ve güven bulduğum o muazzam çınar, ilk müellifim, sevgili babacığım ömrü boyunca en büyük destekçim oldu. 31 Ocak 2011’de ötelere kanatlandığından beri görevini aksattığını sanmayın. Her biri Dede Korkut’ça öğütler veren yüzlerce hatırasıyla hâlâ yolumu aydınlatıyor. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Edebiyata İlgimi Artıran Edebiyat Hocası: Sabriye Babuş
Öteden beri okumayı, okuduğum eserlerin satırlarının altını çizmeyi severim. Ortaokuldaki okuma alışkanlığım lise yıllarımda da sürdü. O döneme damgasını vuran şaheser, John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” idi. Bu kallavi kitabı bir solukta yalayıp yuttuğum halde beşte biri hacmindeki “Fareler ve İnsanlar”ı birkaç kez yeniden başlamak şartıyla zar zor tamamlayabildiğimi hatırlıyorum. Oklahoma ve Kaliforniya’da yaşayan tarım işçilerinin hak mücadelesini konu edinen bu iki eserin etkisiyle Mersin Gazi Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenim Sabriye Babuş Hocamla ateşli bir tartışmaya girmiş, “Aç karnına mehtaba bakıp nasıl şiir yazar insan?” diye sormuştum. İsminin hakkını veren Sabriye hocam şiir ve roman başta olmak üzere edebî türler konusunda tafsilatlı bir izahatta bulunmuştu. Şimdilerde Mersin’in tarihî evlerinin yağlı boya tablolarını yaptığını öğrenmekle bahtiyar olduğum Sabriye Hocamın katkılarıyla fen bölümü öğrencisi olduğum halde edebiyata ilgim daha da artmıştı. Türk Dil Kurumu’nun aylık yayın organı Türk Dili Dergisine de aynı dönemde abone olmuştum.
Üniversiteye hazırlık nedeniyle ara vermek zorunda kaldığım okuma mesaisine Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’na kayıt yaptırdıktan sonra hız verecek, başta M. Necati Sepetçioğlu serisi olmak üzere onlarca yerli ve yabancı eseri yutacaktım ama ondan önce yapmam ve yaşamam gerekenler vardı.
Mavi-Yeşil Mersin’den Sonra Gri Ankara’ya Alışmam Kolay Olmadı
Cennet Mersin’imin canım portakal bahçelerinin beton saldırılarına karşı Toroslar gibi dimdik durabildiği 1980’li yılların ortalarına doğru Ankara’ya geldiğimde ilk ayları ikircikli bir ruh haliyle geçirdim. Bir yandan yeşil ile mavinin en ihtişamlı hali olan, sokakları denize çıkan, mis gibi portakal çiçeği kokusunun ılık Akdeniz meltemlerinin kanatlarında gönlünce dolaştığı muhteşem Mersin gözümde tüterken öte yandan başkentteki kültür-sanat ortamının tadını çıkarmaya başladım. Nikos Kazancakis’in şaheseri “Zorba”dan uyarlanan tiyatro oyununu Fikret Hakan’ın muazzam başrol performansıyla Akün Sineması’nda izleme şansını yakaladım. Birkaç gün kuru ekmeğe talim etsem de değerdi doğrusu. “Arşın Mal Alan” operasını da yine aynı yıl belki 1985’in ilk aylarında izlemiş olmalıyım.
On sekizindeki her genç gibi arayış içindeydim. Gençlik Kültür Sanat Ocakları ve Türk Ocakları’nın müdavimi olduktan sonra içimdeki küllenmiş közü yeniden harlayan kitap yaprakları Zümrüdüanka’nın kanatları misali çırpınmaya başladı.
Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”sı ile ancak 1987 yılında, üniversite üçte tanışabildim. TRT tarafından aynı adla çekilen filmi “Atatürk’e hakaret” iddiasıyla 12 Eylül cuntası tarafından yaktırılan bu eserin etkisinde kaldım uzun süre.
Hüseyin Nihal Atsız’ın yasaklı kitabı “Dalkavuklar Gecesi”nin fotokopisini gizli saklı okuyabilen bir genç olarak tek parti iktidarına yönelik eleştiriler hakkında genel bir malumatım vardı elbette. Lakin Osmanlı’ya elveda Cumhuriyet’e merhaba anlamına gelen Kurtuluş Savaşı’nın arka planına dair farklı şeyler söyleyen “Yorgun Savaşçı” yeni ufuklar açtı önümde. Osmanlı’nın kuruluşunu anlatan “Devlet Ana”yı okumak farz olmuştu. Bismillah deyip farzı eda ettim. Sonra –nedendir bilmem- peşini bıraktığım Kemal Tahir’in tüm eserlerini pamuk gibi atmam için otuzlu yaşlarımın ortalarına ulaşmam gerekiyormuş.
Bizim Ocaklı Olmak…
Üniversitenin ikinci sınıfında Gazi Basın Yayın’daki Bizim Ocak teşkilatına dâhil oldum. Bir yıl sonra kardeşi olmakla her daim iftihar ettiğim değerli büyüğüm Mahir Damatlar ile cezaevinden çıkmasından kısa bir süre sonra Servet Reis (Avcı) aracılığıyla tanıştım. Uzun sürmedi Suat Başaran ağabeyle yollarımız keşişti. Servet ve Hakan Sönmez kardeşim ile birlikte Bizim Ocak Dergisi kadrosuna geçtik. Daha sonra bize Gazi Basın Yayın’dan okul arkadaşlarımız Ali Osman Soydemir, İsmail Bayram, Caner Ocak ve Ahmet Güven de katıldılar. Böylece 1987’den 1992’ye kadar sürecek olan Bizim Ocak maceramız Suat Başaran ağabeyin liderliğinde ve Adnan İslamoğulları ağabeyin katkılarıyla başlamış oldu. İsimlerini tek tek sıralamaya kalksam hayli uzun bir liste oluşturacak olan Bizim Ocak kadrosunda yer almak hayatımın iftihar tablolarından biridir. Ebedi âleme irtihal eden efsane Ocak Başkanımız Metin Tokdemir ve geçtiğimiz günlerde uçmağa varan Ahmet Güzel arkadaşımızın isimlerini vermekle iktifa edeyim.
Bizim Ocak günlerimiz bambaşkaydı. İlk sayımızın kapak resmini çizen Mehmet S. Fidancı bir de şiir yazmıştı. Cengizhan Orakçı’nın şiirleri ve kültür sanat sayfalarımıza yaptığı katkılar şahaneydi. Kendilerine “Estetik Adam” diye hitap ettiğim Orakçı-Fidancı ikilisiyle otuz yılı aşan dostluğumuzun “yarenlik demleri” bir başka lezzet ve bahtiyarlık kaynağıdır benim için.
Elbette tarihe not düşecek çok şey var o yıllara dair. Yazmaya başlasam kalemim kaç gün, kaç hafta, hatta kaç ay sonra susar bilmem. O nedenle bu bahsi burada kesiyorum.
Okul, Ocak, ev ve teşkilat işleri merkezinde geçen bu beş yıl zarfında 1988’de Gazi Basın Yayın’dan mezun oldum, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ndeki yüksek lisans eğitimimi tamamladım.
Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali’nde Deneyim Dolu Bir Yıl
Üniversiteden mezun olunca bursum kesilmişti. Yüksek Lisans döneminde bir yıl Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminalinde (AŞTİ) çalıştım. Her gece 24.00-08.30 arasında Yeni Gülhan, Sağlam ve Şampiyon Hersekli firmalarının muhasebesini tutuyor, Yeni Gülhan’ın 00.30 ve 08.30 otobüslerini kaldırıyordum.
Mesai sonrası hızla G.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’ndeki 09.15 dersine yetişiyordum. Dersten sonra Bizim Ocak’a geçiyor saat 17.00 kadar derginin haber ve yazıları üzerinde orada çalışıyordum. Hafta içi günlerde 19.00-23.30 arası uyuyabiliyordum. Hayli zor ancak bir o kadar da verimli bir seneydi.
Dersleri verip tez aşamasına geçtikten sonra rahatladım. Tez konum “12 Eylül ve Basın”, danışman hocam Prof. Dr. Naci Bostancı’ydı. Jürimde Naci Bostancı hocamın yanı sıra Prof. Dr. Mehmet Küçükkurt ve Prof. Dr. Korkmaz Alemdar vardı.
Yeni Bir Başlangıç: Yeni Hafta Gazetesi
1992’de Yeni Hafta Gazetesinin kurucu kadrosunda yer aldım. 1993 Nisan’ında askerlik hizmetine başladığım için uzun sürmedi Yeni Hafta maceram. Prof. Dr. Nabi Avcı’nın danışmanlığında ses getiren haber ve dosyalar hazırladık bu süre zarfında. Fırsat buldukça Yeni Hafta’da yayınlanan yazılarımdan bazılarını “Arşiv Yazıları” bölümünde paylaşacağım nasipse… Yeni Hafta kadrosunun çoğunluğu Yeni Düşünce ekolünden geliyordu. Abdurrahim Karakoç, Yaşar Yıldırım, Ahmet Arslan, Hasan Yılmaz, Hamdi Kılıç, Adnan Şenel, Biçer Yıldırım, Serhan Altıparmak, Bekir Koca, Metin Tek, İstanbul Temsilcimiz Baran Dural ve daha pek çok değerli arkadaşımızla güzel işler ürettik. Künyede adı geçmese de gazetenin ilk nüshası için geceli gündüzlü çalıştığımız dönemlerde desteğini esirgemeyen Hakan Sönmez’in adını da mutlaka zikretmeliyim.
Alanya’da Gazeteci, Selçuk İletişim’de Hoca…
Askerlik sonrasında 1994 Eylül’ünden itibaren Alanya’da günlük yayınlanacak olan Memleketim Gazetesinin kuruluşunda bulundum. 1997 Eylül’üne kadar süren bu dönemde yeryüzü cenneti Alanya’da mesleğimi özgürce ve içtenlikle ifa ettim. Evlendim, büyük kızım Fatmanur dünyaya geldi, kadim dostluklar kurdum. Hâlihazırda Alanya medyasında görev alan pek çok genç kardeşimin mesleğe başlamasına vesile oldum, zaten gazetecilik yapanlara deneyimlerimi aktardım.
Davetim üzerine Ankara’yı bırakıp Alanya’ya gelme lütfunda bulunan Serhan Altıparmak kardeşimle çalışmanın büyük bir keyif olduğunu ifade etmeliyim. Yazma işine gereken zamanı ayırmış olsa şu anda Türkiye’nin önde gelen denemecilerinden biri olacağı şüphe götürmeyen Serhan kardeşimin gazete ve dergi tasarımı konusundaki yüksek maharetlerini de zikretmeden geçemeyeceğim.
Memleketim’le eş zamanlı olarak 1996-97 yıllarında Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. Haftanın dört günü Konya, üç günü Alanya’da bulundum uzun bir süre. Hem Memleketim devam etti hem de üniversitedeki görevim.
Muhsin Başkan’ın Daveti Başım Gözüm Üstüne…
1997 Eylül’ünde, 1987-2009 yılları arasında ardı ve yanı sıra yürümekle, gardaşı olmakla iftihar ettiğim merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun emir telakki ettiğim daveti üzerine hem Selçuk Üniversitesi’ndeki görevime hem de Alanya’daki gazetecilik hayatıma son vererek Gündüz Gazetesi kadrosuna katılmak üzere Ankara’ya döndüm. Bu vesileyle üniversiteyi bırakmamam konusunda hayli ısrarcı olan Selçuk İletişim’in Dekanı Prof. Dr. Nurettin Güz hocama hasbi davranışı ve gösterdiği büyük kadirşinaslık örneği için müteşekkir olduğumu ifade etmeliyim.
Meslek hayatımda avangart bir kişiliğe sahip olmama rağmen insan ilişkilerinde gayet muhafazakâr bir tutum sergilerim öteden beri. Gücümün sınırlarını zorlama pahasına olmam gereken yerde olurum. Öte yandan yeniliği ve başlangıçları da severim. Sonunda çıkacak esere inanmışsam eğer her başlangıç sadece heyecan verir bana. Bu nedenle olacak Muhsin başkan Ankara’ya davet ettiğinde karar verme sürem Alanya ve Konya’daki kurulu düzenime rağmen birkaç dakikayı aşmamıştı.
Yıllar Sonra Yeniden…
1987-1992 döneminde Bizim Ocak kadrosunda birlikte yer aldığım Servet Avcı, Cemal Fedakâr (Adnan İslamoğullar) ve 1992-1993 döneminde Yeni Hafta’da aynı havayı teneffüs etme şahsına kavuştuğum Abdurrahim Karakoç ağabeyle yıllar sonra Gündüz’de buluşmak benim için ayrı bir keyifti.
M. Davut Özülker Yazı İşleri Müdürümüz, Murat Kalem Haber Müdürümüzdü. Gazetenin vitrin sayfasının sorumlusu sevgili Serhan Altıparmak, Umur Işık ile birlikte tasarımda harika işler çıkarıyordu. Ersin Yılancı ödüllü röportajlarıyla ses getirirken Hasan Öymez, Uğur Becerikli, Tahsin Sağlam, Ercan Yıldırım, Zeynep Erdoğan gelecekte çok daha önemli işler başaracaklarının sinyallerini veriyorlardı. Uğur’un ilk roman denemelerine Gündüz’deki muhabirlik yıllarında başladığını belirtmeden edemeyeceğim. Gerçekten sağlam bir kalemi ve sınırsız bir muhayyilesi vardı. Romanda önemli bir noktaya geleceği daha o zamandan belliydi. Köşe yazarlarımızdan Remzi Çayır aynı zamanda mali konularla da ilgileniyordu. Editörlerimizden ilk aklıma gelenler Murat Dereli, Ali Çınkı, İsmail Şen… Elbette onlarca kişilik kadromuzun tamamını burada sayamasam da Gündüz’de aynı kaderi paylaştığım tüm meslektaşlarımı ve kardeşlerimi hayırla yâd ediyorum. Hepsini de çok seviyorum.
28 Şubat’ın Fikir Suçlusu…
28 Şubat sürecinde cesur bir gazetecilik örneği sergilediğimiz Gündüz’deki “Mask-Ara Rejim” ve “Ordu Değil Cunta” başlıklı günlük yazılarımdan dolayı dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir tarafından mahkemeye verildim. Yargılandığım Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından her ikisinden de hapse mahkûm edildim. İki ayrı yazıdan hüküm giydiğim için tecil edilmeyen mahkûmiyetim nedeniyle cezaevine girmem gerekiyordu. Davam Yargıtay safhasında iken 2000 yılında çıkan af nedeniyle infaz gerçekleşmedi.
1999’a kadar günlük yayınlanan Gündüz bu tarihten sonra yoluna haftalık olarak devam etmek durumunda kaldı. Haftalık gazetenin adını “Muhalif” koyduk. Muhalif 2000 yılında “Gelecek” adıyla İstanbul’a taşındı. Bense kadim dostum Yüksel Samast’ın kurup büyüttüğü, internet sektörümüzün önemli markası Forsnet’e geçerek uçsuz bucaksız internet deryasına yelken açtım.
İnternet Sektörünün Yıldızı Forsnet’teki Muhteşem Projeler
1995’ten beri hakkında çeşitli yazılar kaleme aldığım internet sektörü hayli ilgimi çekiyordu. Türkiye’nin ilk internet firmalarından olan Forsnet’te Yayın Yönetmeni olarak göreve başladım. Forsnet Wec-Net’ten doğmuştu. Firmanın iki ortağından biri olan Abdullah Çitfçi –üniversite yıllarında ev arkadaşımdı, şimdilerde bilim, teknoloji ve strateji konularındaki videolarını zevkle izliyor, kendisiyle iftihar ediyorum- İstanbul’a geçince Wec-Net’i de yanında götürmüş, firmanın diğer ortağı Yüksel Samast ise Forsnet’i kurmuştu.
Forsnet, vizyonu olan müthiş bir internet firmasıydı. İçerik konusuna büyük önem veriyordu. www.kimkimdir.gen.tr ve www.osmanli700.gen.tr gibi o zaman şartlarında en yoğun ziyaret edilen sitelerin yapımcısıydı. 2000-2002 yılları arasında Orhan-Yüksel Samast kardeşlerin kurup büyüttüğü Forsnet’te ülkemiz adına yararlı projeleri hayata geçirdik. Şüphesiz bunlardan en ses getireni www.ermenisorunu.gen.tr sitesi ve Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu danışmanlığında Kültür Bakanlığı için yaptığımız “Ermeni Sorunu CD-Room” çalışmasıydı. Türkçe, İngilizce, Almanca ve Fransızca olarak hazırladığımız bu çalışmada metin yazarı ve üretim koordinatörü olarak görev almak meslek hayatımın bahtiyar sayfalarından biridir. Bu vesileyle Yüksel Samast, Orhan Samast kardeşlere ve bu çalışmaya müthiş bir takım ruhuyla emek veren İngilizce Editörü Aybala Günay, Fransızca Editörü Keriman Şenozan, Almanca Editörü Asu Hanım ve tüm arkadaşlara teşekkür ederim. Mesleki tatmin açısından zirveyi gördüğüm Forsnet’te birikimli, vasıflı, işinin ehli, çalışkan insanlarla tanıştım. Şu an okunmakta olan satırların yayınlandığı web sitesinin teknik altyapısını kuran Ahmet Başaran ve özel eğitim konusunda Türkiye’nin sayılı hocaları arasına giren Ahmet Emin Baysal ve sevgili eşi Saide’nin adını zikretmeden geçemeyeceğim.
Haftalık Haber Dergisi Millet…
İnternet sektöründeki faaliyetimi değerli büyüğüm Kazım Ütük hocamın haftalık bir dergi çıkarma teklifi üzerine noktalamak durumunda kaldım. Meslek ve dava büyüğüm Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu’nun iltifatına mazhar olacak Millet Dergisini 2002 yılının Eylül ayında gazete bayi raflarına koyduk. Sevgili kardeşlerim Ersin Yılancı’nın Yazı İşleri Müdürü, Mustafa Kelleroğlu’nun Haber Müdürü, Turan Özyanık’ın İstihbarat Şefi, A. Fatih Yılmaz’ın Kültür-Sanat ve Süleyman Akça’nın Teknoloji editörü olduğu Millet’in Yayın Koordinatörlüğünü üstlendim. Dergimizin sahibi Muzaffer Semizer Bey ve Genel Yayın Yönetmenimiz Kazım Ütük hocamın destekleriyle son üç günü dergide yatmak şartıyla üç hafta gece gündüz çalışarak ilk sayımızı çıkarmayı başardık. Art Direktörümüz Hamza Gürer ve yardımcısı Vural Dönmez kardeşlerimin estetik dokunuşlarıyla güzel işlere imza attık. Dışarıdan sağladığımız kaliteli yazı ve dosyalarla kaliteli bir yayın çıkarıyor olmanın keyfini doyasıya yaşadık. Millet’in yayınını 2003 yılı ortalarında durdurmak zorunda kaldık.
Memuriyet Hayatı ve Gazi İletişim
2003-2004 döneminde Fatih Üniversitesi Ankara Meslek Yüksek Okulu Halkla İlişkiler bölümünde Reklam Tasarımı Ve Reklam Stratejileri dersi verdim iki dönem. Yüksek Okul Müdürünün kadrolu öğretim görevlisi olmam yönündeki teklifini kabul etmeyip ayrıldım.
2004-2009 arasında Etimesgut Belediyesi’nde Basın Yayın Halkla İlişkiler Müdürlüğü görevini ifa ettim. 2009 Ağustos’unda, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı Milli Prodüktivite Merkezi’nde Basın Yayın Bölüm Başkanlığı görevine başladım. Eş zamanlı olarak Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde iki dönem “İnternet Gazeteciliği” ve “Dergi Gazeteciliği” derslerini verdim. Bu vesileyle Bizim Ocak yıllarından beri dava arkadaşım olan, ders verdiğim dönemde Gazi İletişim’in Dekanlığı görevini yürüten Prof. Dr. B. Zakir Avşar dostuma teşekkür etmeyi de borç bilirim.
MPM’nin lağvedilmesinin ardından kurulan Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Verimlilik Genel Müdürlüğü’nde uzman olarak başladığım görevime halen devam etmekteyim.
Hayati Tek Okuma Kılavuzu: 24 Müstear İmza…
Web sitemizde kaleme aldığım yazılarla ilgili iki bölüm var: Güncel Yazılar ve Arşiv Yazıları. Arşiv Yazıları bölümünde kadrosunda yer aldığım yayın organlarında, yazı talep eden dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarım yer alıyor.
Bazıları 1987’ye ait yazıları derlerken hayli şaşırdığım, keyiflendiğim, üzüldüğüm, kızdığım anlar oldu. Ülkemin son 30 küsur yılının fotoğrafı film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Tabii kadrosunda yer almakla iftihar ettiğim Bizim Ocak, Yeni Hafta, Memleketim, Gündüz, Muhalif, Forsnet ve Millet’te yol yürüdüğüm arkadaşlarımla yaşadığım anılar da sökün etti peşi sıra… Fırsat buldukça -özel konular hariç- bunlardan bahseden yazılar kaleme alacağımın haberini de şimdiden vermiş olayım. Uzaklara kanatlanmış olanlara Cenabı Allah’tan rahmet, hayatta olanlara sağlıklı uzun ömürler diliyorum.
Bu vesileyle yıllarca merak konusu olan “müstear isimlerim” mevzuuna da kısaca değinmek istiyorum.
Bugüne kadar kadrosunda görev aldığım dergi ve gazetelerde 24 müstear isim kullandım. Unuttuklarım mutlaka vardır. Arşiv taramalarım sırasında keşfettiğim yenileri çıkarsa müstear listesine onları da ekleriz. Merak edenler için alfabetik sıralayayım:
Abdülhay Hakyemez, Ali Asım Asel (AAA), Ali Yakuboğlu, Cemil Ar, Dilara Korkmaz, Ekrem Onur, Fatma Nesli Hacıvelioğlu, Hacı Cemil Ar, Metin Kapıdere, Metin Önder Titiz, Mustafa Önder, Necati Eren, Onur Ar, Önder Mustafaoğlu, Önder Tektitiz, S. Buğra Bağcı, Talip Serdar Pınar, Tarık Burhan Korkmazcan, Ümit Davut Kocasinan, Ali Yakup Hacıvelioğlu, Yakuphan Yakuboğlu, Zehra Metin, Talip Serdar Alioğlu.
Bu kadar müstear kullanmamın sebebi aynı dergi ya da gazetenin aynı nüshasında birden fazla yazıyı kaleme almak durumunda kalmamdı. “Hayati Tek” imzasının üç beş yazıda birden çıkmasını hoş bulmadığım için çeşitli müstearlarla yazdım. Örneğin Bizim Ocak yıllarında aynı nüshaya dört müstear isimle katkı sunduğum sayılar olmuştur. Bunun örneklerini Gündüz ve Millet’te de görmek mümkündür.
İlk müstearım olan “Necati Eren” ismi Bizim Ocak yıllarında Hayati Tek’ten daha ünlüydü! Bu ilk müstearımı seçerken adeta müstear olduğu belli olmasın istemiş, Bizim Ocak’ın Temmuz 1987 nüshasında yayınlanan “Arafta Bir Mütefekkir: Cemil Meriç” başlıklı yazıya bu imzayı atmıştım.
Sıraladığım diğer müstearlar üniversiteden ev arkadaşlarım, akrabalarım ve çeşitli dostlarımın isimleri ya da birazcık değiştirilmiş halleriydi. Örneğin sanal röportaj konusunda Türk basınındaki –belki de dünyada- ilk örneği oluşturan İz Bırakanlarla Mülakatları yeğenim Satuk Buğra Bağcı’nın adıyla yayınlıyordum. “Metin Önder Titiz”, “Önder Mustafaoğlu”, “Mustafa Önder” ve “Önder Tektitiz” isimlerinin esin kaynağı üniversite yıllarımızda ev arkadaşlığı da yaptığımız can kardeşim, amcaoğlum Önder’di.
Müstearlarım arasında yer alan üç kadın isminden “Zehra Metin” imzasının esin kaynağı üniversite yıllarında ev arkadaşlığı yaptığım diğer amcaoğlum, can kardeşim Metin’in nişanlısının adıydı. Fatma Nesli Hacıvelioğlu’nun esin kaynakları kızlarım Fatmanur ve Neslinur’dur, Hacıvelioğlu da kabilemizin adı…
“Dilara Korkmaz” müstearının enteresan bir hikâyesi vardır. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Erdem Gül ile Hoş Bir Anı…
Şimdilerde İstanbul Adalar Belediye Başkanı olan Erdem Gül 1992’de Cumhuriyet’te muhabirdi. Sanırım Eylül ayıydı. Kadrosunda bulunduğum Yeni Hafta için “Duvarlardaki Demokrasi” başlıklı bir araştırma dosyası hazırlamıştım. Hazırlayan muhabir yerine de üzerimde emeği olan ağabeyim Burhan Korkmaz’ın yeni doğan kızı Dilara’nın ismini yazmıştım.
Gazi Basın Yayın’daki “hızlı solcu” arkadaşlardan Erdem dosyayı ilginç buluyor, haberleştirmek istiyor. Bunun için haberi hazırlayan muhabirle görüşmesi lazım. Gazeteyi defalarca arıyor. Ben de sekretere sürekli “Burada değil, habere gitti” vs. dedirtiyorum.
Sanırım üçüncü gündü. Tam gazeteden içeri giriyordum ki, “Yine Erdem Gül” arıyor dedi sekreter. Aldım ahizeyi, “Erdem merhaba. Ben Hayati” der demez, bastı kahkahayı: “Tahmin etmeliydim.”
Rica ettim, Dilara Korkmaz ismiyle Yazı İşlerine verdi haberi. Ertesi gün Cumhuriyet’te “Gazeteci Dilara Korkmaz’ın hazırladığı dosya…” ifadeleriyle çıktı haber.
Böylece Erdem’in de kulaklarını çınlatmış olduk vesselam.
Gazetecilik Mesleğinde 33 Yıl…
Kendimi bildim bileli okuyorum, ihtiyaç duydukça da yazmaya çalışıyorum. Yayınlanmış kitaplarıma sitemizdeki “Kitaplar” bölümünden ulaşabilirsiniz.
1987-2004 yılları arasında fiilen 17 yıl gazetecilik yaptım. 2004 yılından bu yana çeşitli dergilerin yayın kurullarında bulundum, yayın danışmanlıklarını yaptım. Halen Türk Parlamenterler Birliği’nin aylık yayın organı olan Parlamento Dergisi’nde Danışman Editör olarak tecrübelerimi genç arkadaşlarımla paylaşıyorum.
2020 itibariyle 33 yıllık gazeteciyim. Bu sürenin 17 yılını bir gazete yahut derginin kadrosunda bizzat yer alarak ikmal ettim. Ancak mesleğimden hiç ayrı düşmedim. Yayın çıkaran tüm arkadaşlarımın yanında oldum, onlara destek verdim. Kimi yayınların danışmanlığını yürüttüm. Bu sebeplerden olacak Selçuklu Vakfı tarafından “2018 Yılın Gazetecisi” ödülüne layık görüldüm. Bu vesileyle Vakfın Başkanı değerli büyüğüm Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu’na ve değerlendirme heyetine teşekkürlerimi sunuyorum.
Son olarak yönetiminde bulunduğum yahut üyesi olduğum sivil toplum kuruluşlarının isimlerini vererek noktalamak istiyorum:
Türk Ocakları, Türkiye Yazarlar Birliği, Avrasya Yazarlar Birliği, Gönüllerde Birlik Vakfı, TURÇEV, Altınküre Şehir ve Çevre Derneği, Radyo Evi Derneği.