HAYATİ TEK –
Değerli dostum Cengizhan Orakçı’ya, “Seni her gördüğümde Cemil Meriç düşüyor aklıma.” dedirtecek kadar benimsediğim üstadın eserleriyle Ankara’daki üniversite yıllarımda tanıştım.
Kaderin cilvesi, otuz beş yıllık gazetecilik hayatımdaki ilk yazımı, “Necati Eren” müstearıyla Bizim Ocak’ın Temmuz 1987 nüshasında, üstadın vefatı üzerine kaleme almıştım. Başlığını dün gibi hatırlıyorum: “Araf’ta bir mütefekkir: Cemil Meriç.”
Nereden bilebilirdim, “Neler yapıyorsun?” diye her sorulduğunda, “Arıyorum, anlamaya çalışıyorum.” cümlesini, onun yazdıklarından esinlenerek kuracağımı?
Gerçekten de ömrüm; çeşitli sahalardaki fikirleri, kavramları, olayları ve mühim şahsiyetleri anlamaya çalışmakla geçti. Ellili yaşlara ulaştığım bu demde, aradığımı buldum mu, açıkçası çok da emin değilim.
Ancak, ihtiyari yahut gayriihtiyari Cemil Meriç’in izini sürdüğüm, Namık Kemal’den miras kalan “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.” sözünü şiar edindiğim, fikrî plandaki tüm çabalarımı bu yolda sarf ettiğim konusunda şüpheye mahal yok.
***
Balkan Savaşı sonrasındaki dramatik süreçte önce İstanbul, ardından Hatay’a göçen devlet umuru görmüş bir ailenin ferdi olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın en çetin döneminde dünyaya gelen üstadın hayat hikâyesi, “arayış, anlama ve anlatma” çabalarıyla doludur.
Hatay’da geçen ilk gençlik yıllarında, işgalci Fransızlara tepki olarak handiyse ırkçılığa varacak derecede “milliyetçi” bir tavır takınan; üniversite yıllarında “batı medeniyetinin temellerini” araştıran; izini sürdüğü kavram ve değerlerin peşi sıra Ganj kıyılarına uzanarak “kadim Hint medeniyeti” ile tanışan; Saint-Simon okumaları sırasında kafa yorduğu “sosyalizmi” her yönüyle tetkik eden Cemil Meriç, ömrünün son yıllarında, içine doğduğu ancak her nedense uzak durduğu “Türk-İslam” medeniyetinin inceliklerini keşfeder.
Hayli meşakkatli geçen fikrî yolculuğu sırasında ulaştığı son merhale, göklere kanatlandığı anda dudaklarından dökülen iki kelimeyle kendini ele verir: “Muhammed! Sevgilim!”
***
Gözleri görmese de ilahî eşikteki güzellikleri tüm ihtişamıyla temaşa eden; dilinde Muhammed (S.A.V.) ismiyle uçmağa varan üstadın meftunu olduğum bir diğer yönü, “fikre ve fikir özgürlüğüne” verdiği önemdir.
Önce, “Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” diye sorar üstat.
Ardından, “düşünceye saygının, düşünceye tahammülle başlayacağını”ve “insanları birbirinden uzaklaştıran her düşünceye karşı” olduğunu dile getirir.
En sonda ise, “düşünme ameliyesinin asıl görevini” şu cümleyle belirler:
“İbrahim kucağına fırlatıldığı ateş denizini gül bahçesine çevirmiş. Düşüncenin vazifesi bütün ateşten denizleri gül bahçesine çevirmek, gerekirse yanarak çevirmek.”
Ömrü boyunca bu uğurda yanar Cemil Meriç.
“Düşünmek savaşmaktır. Bir nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmaktır.” der, yanar…
“Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde” olmalıdır üstada göre; hakikat ise, “mukaddeslerin mukaddesi.”
O kadar ki, “mukaddeslerin emrinde olmayan her düşünce, şuursuz bir debeleniş, fikri bir istimna”dan ibarettir.
***
Türk aydınının tutumunu genelde onaylamaz Cemil Meriç.
Sıkıntılarımızın kaynağında “rejim davası”ndan ziyade, “aydının pısırıklığı, köksüzlüğü, bayağılığı” davasını görür.
Türk milletinin, köklerine yabancı “sözde aydınlar” tarafından, “Tanzimat’tan beri bir başkası olduğuna inandırılmak” istendiğine dikkati çeken üstat; ülkemizdeki kavganın, “sınıflar arasında” değil, “aydın ile halk arasında” olduğunu ifade ettikten sonra şu çarpıcı tespiti yapar:
“Türkiye’de halk kendi kitaplarını, aydın Batı’nın kitaplarını okur.”
Batılılaşmayı, “dinden uzak durmak” tarzında anlayan sözde aydınlara, “Din, Avrupa için afyondur. Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür, sevgidir.” sözüyle yol gösteren üstat, bu mevzudaki hükmünü su cümle ile verir:
“Dinsizlik Avrupa’yı kurtarmış, bizi öldürmüştür.”
Bir milleti yok etmenin en kestirme yolunun, onun inançlarını yok etmek olduğunu söyleyen üstadın, “yanlış batılılaşma” yolunda ilerleyenlere kötü bir sürprizi vardır:
“Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam.”
***
Yaklaşık bir asırdır, cumhuriyetçiliği, “Osmanlı karşıtlığı” ve “hanedan düşmanlığı” olarak anlayan; pek çok meselemizin kaynağında “Osmanlı-Cumhuriyet karşıtlığının” bulunduğunu bir türlü göremeyenlere “Osmanlı’yı anlatmak” zordur.
Osmanlı’yı, imparatorluk değil, “Devlet-i Aliye” şeklinde tanımlayan; onu zorla “emperyalist bir imparatorluk” diye takdim etmenin, ya büyük bir “cehaletin” yahut “ihanetin” sonucu olabileceğini kaydeden üstadın, “insanlığın yüz akı” dediği Osmanlı için kurduğu şu cümle, bu konudaki önyargıları yıkmaya yeter mi bilmem:
“Hürriyeti temsil eden tek devlet Osmanlı’dır, Avrupa haçlı seferleriyle hürriyeti İslam’dan öğrendi, Avrupa’yı terbiye eden Asya’dır.”
***
Cephelerdeki kapışmalara rahmet okutan şiddetli mücadelelere sahne olan düşünce ikliminde, sırat köprüsüne benzer bıçak sırtı bir ömür süren Cemil Meriç, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamaz dünya hayatında.
Ancak o, çok daha mühim bir iş başarır: vefatından yıllar sonra, farklı görüş sahiplerini “fikir namusu” davasında birleştirir.
Yaşadığı çağın yakasına yapışan “ötekileştirme” hastalığına kurban verilse de, şimdilerde, her kesimin kendine mal etmeye çalıştığı paha biçilmez bir mücevher değerindedir. Onlarca baskı yapan kitapları kapış kapış satılmakta; sözleri, sosyal medyayı kasıp kavurmaktadır.
Hani, “Bir çağın vicdanı olmak isterdim… İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim.” diyorsun ya üstadım; gözün arkada kalmasın…
Bence bu konuda başarısız sayılmazsın. Hatta başarılı olduğun bile söylenebilir.
Her şeyden önce, çağın idrakine giydirilen “deli gömleklerini” ifşa ettin; köklerimizi, gerçek “güç kaynağımızı” hatırlattın; bizi kendimize getirecek en kestirme formülleri keşfettin.
Hem, sen daha iyi bilirsin; düşünürler, insanlık tarihi kadar eski bilgi ve tecrübelerin, belli bir çağda boy atan çınarlarıdır.
Her yazınla sen, olgun bir çınarın “tohum topuzu” misali indin önyargılarımızın, ötekileştirmelerimizin, sevgisizliğimizin, şımarıklığımızın üstüne…
Hani diyorsun ya, “Arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır.” diye…
Sen bize, arzın kaderini bir kez daha değiştirmemizi mümkün kılacak sihirli formülleri verdin, özümüzdeki közü harladın.
Hani, bir “zindan” değil, “liman” olarak gördüğün “fildişi kule” için diyorsun ya, “Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi. Ama her mücahit o tekkede silah kuşanır.”
Hani diyorsun ya, “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum.” diye…
İşte sen, öylece yaşadın ve veda ettin bizlere.
Hakkını teslim etmek gerekir; fildişi kulede kuşandığın kaleminle sen, yeri geldi kılıçtan keskin ikazlarda bulundun; yeri geldi majestelerin tacından çok daha ihtişamlı fikirler ürettin.
Dokunduğun hemen her kavram, kişi ve olayı, bir simyacının şifa kazanını andıran beyninde ideal kıvamına getirdin ve bizlerin hizmetine sundun.
Malum, sıkıntıdayız.
Ancak yaşadığımız sıkıntıların ardından güzel günler göreceğimizi sen söylemiştin, unuttun mu?
“Bence bir kıyametin arifesinde değiliz, bir büyüme sıtması, o kadar.” demiştin…
Büyüyoruz üstadım. Daha da büyüyeceğiz.
Önce “Büyük Türkiye’yi”, ardından “taklit dahi edilemez” dediğin Osmanlı’nın kurduğundan çok daha büyük bir cihan medeniyetini, senin de katkılarınla inşa edeceğiz.
Gözün açık gitti biliyorum.
Tabii sen daha iyi bilirsin; kimi nesiller, tıpkı kimi insanlar gibi, “gözü açık” gitmek zorunda kalırlar. Uğruna canlarını sebil ettikleri hayallerine ulaşmaları bir türlü mümkün olmaz.
Sen rahat ol üstadım; gözlerini açtığın ve açacağın nesiller, hayır ve şükranla yâd edecekler seni…
Tıpkı benim gibi…
Ruhun şâd, mekânın cennet olsun.