HAYATİ TEK –
Hatasız hayat olmaz.
Tecrübe, daha az hata yapmak ve sonraki kuşağa aktarmak için lazımdır insana.
Aynı yola baş koyan birkaç nesil benzer hataları sürekli tekrarlıyorsa; ya gerekli dersler çıkarılmıyor, ya tecrübe paylaşımı yapılmıyor ya da aynı çukura düşülmekten lüzumsuz bir zevk alınıyor demektir.
O hatalardan biri, çok iyi bildiğimiz komitacılığın sınırlarının nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiği konusundaki tereddüdümüzdür.
Ulvi hedeflere yürürken çok işe yarayan komitacılık, başarıya ulaşıldıktan sonra rafa kaldırılması ve fakat asla itibarsızlaştırılmaması gereken bir haslettir. Doğru yer ve zamanda terk edilmediği takdirde hastalığa dönüşme potansiyeli taşımakla beraber, gerektiğinde şeksiz şüphesiz devreye alınması icap eden aşkın bir meziyettir.
Birbirine inanan ve güvenen, ortak bir hedef uğruna canları dâhil her türlü kaybı göze alan insanların sırt sırta verdiği bir yapı olan komitacılığın yumuşak karnı, dar kadroculuk ve güvensizliktir.
Hedefe ulaşıldığında dar kadronun dışındakileri, hatta kimi zaman kadronun içindekileri bile tehdit olarak algılamak, komitacılığın doğasında bulunan “güvensizlik” itiyadının tabii bir neticesidir. Bu hazin tablo, komitacının “başarma uğraşına” atfettiği olağanüstü değerin ve ona karşı geliştirdiği platonik tutkunun marazi bir tezahürüdür.
Mücadele gayreti güzeldir, lakin sürekli hasım aramak sağlıklı bir tavır sayılmasa gerektir. Zira bu marazi tutum, başarıyı topluma yaymanın önündeki en büyük engellerden biri, belki de birincisidir.
O kadar ki her zerresiyle “başarı anına” kilitlenen komitacı, “başardıktan sonra ne yapacağı” konusunu ihmal ettiğinin çoğu kez farkında bile değildir. Dar kadroculuk hevesi ve herkesi “potansiyel tehdit” olarak görme eğiliminden dolayı “güven” esasına dayalı iş yapma kültüründen mahrum kalmıştır. Bırakın sağını, solunu ve ardını kollamayı, gözünün önünde olup bitenlere bile şüpheyle yaklaştığından sürekli tetiktedir. Başardıkça doğru yolda ilerlediğini düşünür, ulaştığı her başarıyı o güne kadar takip ettiği yol ve yöntemin doğruluğuna vehmeder.
Ortaya koyduğu öz güveni ve serdengeçti tavrı göz önüne alındığında haksız da sayılmaz; dünyadaki bütün büyük inkılaplar komitacıların eseridir ne de olsa!
Fikir, inanç ve aksiyon, başarının sacayaklarıdır. Birbirinin tamamlayıcısı olan bu üç unsur ahenkle buluştuğunda mağlup edilemez bir güç terkibine hayat verir.
Öte yandan ne kadar güçlü olursa olsun, aksiyona dönüşmeyen bir fikir yahut inancın hedefine ulaşamayacağı muhakkaktır.
Bu üçlü terkibin baş mimarı olan fikir, komitacı yapılarda zamanla etkisini kaybeder, inanç ve aksiyonun gerisine düşer. Başlangıçta bir fikir insanı olan komitacı, her başarının ardından inanç ve aksiyon adamına dönüşür. Şekil ve kabuk, özün önüne geçer.
Eğer komitacı, uğruna canını ortaya koyduğu hasletlerini bir oluş hamlesine dönüştüremez ve komitacılıktan teşkilatçılığa geçemezse, dar kadroculuk ve güvensizlik hastalığının pençesine düşmekten kurtulamaz.
O halde kimdir teşkilatçı?
Teşkilatçı; fikir, inanç ve aksiyon dengesini kurabilen, gücünü milletinin emrine verebilen, savunduğu aşkın değerleri topluma mal edip kurumsallaştırabilen insandır.
Maşeri vicdanda kabul görmeyen hiçbir fikir ve inancın, aksiyondaki tüm gücüne rağmen hedefine kâmilen ulaşamayacağı tarihteki örneklerle sabittir.
Başarı sürecindeki “serdengeçti” tavır, başarı sonrasında “ikbalden geçebilme” fedakârlığı şeklinde devam ettirilmedikçe hüsran kaçınılmazdır.
İster “ağabeylik hassasiyeti” deyin, isterseniz uygun göreceğiniz bir başka kavramla nitelendirin; kendisinden gayrısının hata yapacağı vehmine kapılmak, en haklı davayı bile sükût-u hayale uğratabilir. Çıkılan yolun değerini düşürebilir, o yolda sarf edilen emek ve umutları hiç noktasına getirebilir, canlar üstü bir davayı üç beş şahsın insaf, kalibre ve kabiliyetinin dar kalıplarına hapsedebilir.
Oysa zeki, uyanık, bilgili, inançlı, cesur serdengeçtiler olan komitacıların olağanüstü dönemlerde ortaya koydukları her fedakârlık, toplumlar için hayati önemi haiz bir kıvılcımdır.
Bu yönüyle komitacılık, yeni başlangıçlar için ihtiyaç duyduğumuz güçlü bir nefes; teşkilatçılık ise ilelebet tütmesini istediğimiz ocağımızın ezeli ve ebedi hamisidir.
Ocaktaki ateş sönmeye yüz tuttuğunda, komitacının üfleyeceği nefese paha biçilemez; lakin gereğinden fazla nefes, ateşi çabuk geçirir, kıvamını bozar, hatta kimi zaman onu söndürebilir.
***
On sekizimden beri yakın çağımızın en komitacı insanlarıyla teşrik-i mesaide bulunuyorum.
İmkânsız görünen işleri kolaylıkla başaran büyük komitacılar tanıdım.
En gerekli zamanda tereddütsüz sahne alan bu muhteşem kadroda gözlemlediğim ve hikmetini bir türlü kavrayamadığım en önemli husus; komitacılıktan teşkilatçılığa, dar kadroculuktan kurumsallaşmaya geçme konusundaki “hassas” tutumdur.
Söz konusu hassasiyetin “aşırı” mı yoksa “kıvamında” mı olduğu, öncelikle “hassasiyet sahiplerine” bırakılması gereken bir karardır. Bu mevzuda “haddimi aşmak” istemem.
Lakin bu tavrım, 30 Ekim 2021 günü Hakk’a yürüyen merhum Erol Dok ağabeyimin hakkını teslim etmeme mâni değildir.
Tanıdığım en başarılı ve gözü kara komitacılardan olan merhum Erol ağabey, komitacılıktan teşkilatçılığa geçiş konusundaki tavrını net bir şekilde ortaya koyabilen ender şahsiyetlerden biriydi.
Her sahada ulaşılan güç ve başarının, milletimizin yarınlarını inşa edecek bir medeniyet hamlesine dönüşmesi yolundaki azim ve gayretine şahidim.
En verimli çağında “karar vericilerden” olamadı.
Çünkü 80 sonrasının statükosunu belirleyen yerel ve küresel güçlere ram olmak yerine, doğru bildiğini söylemeyi ve söylediklerine uygun davranmayı tercih etti.
Fikri, imanı ve duruşuyla örnek bir vatansever olarak yaşadı ve öylece veda etti bizlere.
Komitacılara has serdengeçti bir tavırla hedefe doğru cesaretle yürüyecek; başarı geldiğinde ise ruh kökümüzdeki değerleri toplumun değerleri haline getirecek sağduyulu adımları çağın idrakine uygun şekilde atabilecek Erol Dok gibi “fedakârlara” ne çok muhtacız.
Yirmi ve yirmi birinci asrın hayhuyu arasında sesi gerektiği kadar duyulmasa da yüreklerimize sımsıcak dokunan, dimağlarımıza “Büyük Türkiye” sevdamızı ilmek ilmek dokuyan bir fikir, duruş ve dava adamıydı Erol Dok. Ocağımızın ilelebet tütmesine büyük katkılar sağlayan tam kıvamında bir nefesti.
Kutup Yıldızı olmak gibi bir derdi yoktu; fakat yüksek idealler galaksisinde öylesine mutena bir köşeye çekildi ki, Kutup Yıldızı misali parlıyor. Sabitkadem bir vakar ve tevazu ile “adamlığın” yönünü gösteriyor.
İnsanlık tarihi kadar kadim bir davayı çağımızın gerçekleriyle buluşturmakla kalmayıp, bu ahenkli terkibi hayatının hâkim rengi yapan merhum Erol ağabeyime hitap ederek noktalamak istiyorum.
İki hafta önce bugün, muhtemelen akranın olan bir çınarın gölgesine emanet ettik seni.
Civarını senden önce yurt tutanlar vardı; lakin o, adeta senin için dikilmiş ve on yıllar boyunca seni beklemişti. Takdir-i ilahî, şu an senin başucunda yükseliyor.
Eminim o çınar, senden alacağı feyzle çok daha güçlü tutunacak vatan toprağına, daha hızlı boy atacak; üzerini örten dal ve yapraklarıyla “Büyük Türkiye” sevdamızı terennüm edecek. Gölgesinde dua ve tefekkür eden nice gence Dede Korkut’ça öğütler verecek; onlara, “Milliyetçi Türkiye’yi” nasıl kuracağımızı anlatacak.
Ya o tam karşında duran, bu mevsimde bencileyin saçlarını epeyce dökmüş olan söğüt ağacına ne demeli?
Sımsıcak bakışlarıyla zemheride seni ısıtmak, Ankara’nın kurak yazlarında salkım saçlarını savurup ilahî bir yelpaze gibi seni serinletmek için dikilmiş sanki.
Kardeşini o söğüt ağacının yerine koyar, onunla söyleşmeye devam eder misin?
Son bakışın geliyor gözlerimin önüne, dilimde “La İlahe İllallah-ul Şafi” duası…
Seni özledim ağabey, hem de çok…
Evvel giden yiğitlere; bilhassa Başbuğ’a, Muhsin Başkan’a ve Galip Ağabey’e selam söyle olur mu?
Ruhun şâd, mekânın cennet, makamın âli olsun.