RÖPORTAJLAR – Hayati Tek http://hayatitek.com Thu, 06 May 2021 21:38:10 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 http://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png RÖPORTAJLAR – Hayati Tek http://hayatitek.com 32 32 SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: “KUVVETLİLERİN YÜKÜNÜ ZAYIFLAR ÇEKERKEN PADİŞAHA TATLI UYKU HARAMDIR.” http://hayatitek.com/sadi-i-sirazi-roportaj/ Tue, 02 Mar 2021 00:15:24 +0000 http://hayatitek.com/?p=4582 HAYATİ TEK: Üstadım, sohbetimize dünyaca ünlü kitabınız Bostan’la başlamak istiyoruz. Her eser bir ihtiyaçtan doğar. Siz Bostan’ı niçin yazdınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Dünyanın etrafında çok dolaştım. Birçok kimselerle günler geçirdim. Her köşede faydalar buldum, her harmandan bir başak aldım. Lakin Şiraz’ın halkı gibi gönülsüz kibirsiz insanlar görmedim. Tanrım o toprağa lütuf yağmuru yağdırsın.

Nihayet bu temiz memleketin olgun insanları hakkında duyduğum sevgi, gönlümü Şam’ın ve Rum’un muhabbetinden ayırdı. O zaman kendi kendime düşündüm:

“Mısır’dan gelenler şeker getirirler, dostlarına bir armağan verirler” dedim ve gezdiğim bahçelerden dostların yanına eli boş dönmek bana acı geldi. Elimde o şekerden yoksa bile şekerden daha tatlı sözlerim vardı. Bu, halkın ağızla yediği değil, manadan anlayanların kâğıt üstünde taşıdıkları şekerdir. (Bostan, s. 10)

HAYATİ TEK: Bostan’da başta devlet yöneticileri olmak üzere tüm insanlara çeşitli tavsiyelerde bulunuyorsunuz. Sizce bir ülkeyi yönetenler öncelikli olarak nelere dikkat etmelidirler?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Gerçeği yakîn gözüyle gören din büyüklerinden naklederek anlatırlar:

Gönül erlerinden biri bir gün kaplana binmiş, elinde bir yılan, onu hızlı hızlı sürüp gidiyormuş. Adamın biri:

“Bana da bu gittiğin yolda kılavuz ol, ey Tanrı yolunun yolcusu! Ne yaptın da yırtıcı bir hayvan sana ram oldu? Ve saadet yüzüğünün kaşına senin ismin kazıldı?” demiş.

Gönül eri cevap vermiş:

“Kaplanın, yılanın, filin ve akbabanın bana zebun olmasında şaşılacak bir şey yok. Sen de Tanrının emrinden dışarı çıkma ki senin emrinden de hiçbir şey dışarı çıkmasın.”

Memlekete hükmeden kimse Tanrının buyruğundan ayrılmazsa, Tanrı da onun gözeticisi, yardımcısı olur. O seni dost bildikten sonra, imkânı yok, düşmanın elinde bırakmaz. (Bostan, s. 19-20)

HAYATİ TEK: Devlet idarecilerine başka ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İşittim ki adil bir hükümdar her iki yüzü astardan yapılmış bir kaftan giyermiş. Birisi sormuş:

“Ey mutlu padişah, Çin ipeklisinden bir kaftan diktirsen olmaz mı?”

Padişah cevap vermiş:

“Bu kadarı, demiş, vücudu örtmek, rahatı sağlamak içindir. Daha ileri geçtin mi süs olur. Hâlbuki ben, vergiyi kendime, tahtıma, tacıma süs yapayım diye almıyorum. Kadınlar gibi hulleler giyersem düşmanı erkekçe nasıl kovarım? Gerçi benim de yüz türlü hevesim, ihtirasım var, ama hazine yalnız bana mahsus değil.”

Hazineler asker için doldurulmuştur, merasim için, süs için değil. Padişahtan hoşnut olmayan asker, memleketin sınırlarını korumaz. (Bostan, s. 39)

HAYATİ TEK: Günümüzün yöneticileri için gerçekten de ibretlik bir cevap oldu. Ancak, böylesine düşünceli yöneticiler her zaman bulunur mu? Bulunsaydı herhalde yeryüzünde kan akmaz, adalet hüküm sürer ve yönetenler ile yönetilenler arasında huzursuzluklar doğmazdı?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Tanrı, iyiliğe layık gördüğü bir kavme düşünceli ve adil hükümdar verir. Fakat âlemi viran etmek istediği zaman, saltanatı bir zalimin pençesine teslim eder. Zalim hükümdar Tanrının gazabı demek olduğundan, iyiler ondan çekinmeyi düşünürler.

Kuvvetlilerin yükünü zayıflar çekerken padişaha tatlı uyku haramdır. (Bostan, s. 54)

Çünkü sultan çobandır, halk sürüdür. Hâlbuki halka eziyet veren padişah, çoban değil, kurttur; illallah onun elinden!

Kötü fikirli hükümdar, zulmü adet edindiği için, fena bir akıbetle ölecektir. Kendisi ihmalleriyle, zulümleriyle halkın üstünden geçip gidecek, fakat kötü şöhreti yıllarca üstünde kalacaktır. (Bostan, s. 55)

HAYATİ TEK: Hazinelerin zevk-i safa için değil asker için doldurulması gerektiğini söylemiştiniz. Bu konuyu bir örnekle açıklar mısınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Sıkışık durumunda işine yaraması için barış vaktinde askeri hoş tutmalısın. İşi düzgün olmayan asker savaş gününde ölümü göze alır mı? (Bostan, s. 89)

Memleketin sınırlarını düşmana karşı askerle koruyabilirsin, fakat askeri de para ile elde tutabilirsin. Askerin gönlü rahat, karnı tok olursa hükümdarın eli düşmana galiptir.

Askerler kellelerinin değerini yerler. Sıkıntı çekerlerse yazık olur. Hazine askerden esirgenince o da elini kılıca götürmekten esirger. Eli boş, işi gücü ağlayıp inlemek olan bir asker savaş safında erlik gösterebilir mi? (Bostan, s. 90)

HAYATİ TEK: Hazır konu askerden açılmışken, askeri bürokrasideki görevlendirmelere dair düşüncelerinizi de almak isteriz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Düşmanla savaşmaya yürekli adamları yolla; aslanlarla aslanları dövüştür.

Daima cihan görmüşlerin düşünceleriyle iş gör. Zira koca kurt avda tecrübelidir. Filleri yıkan, aslanları esir eden gençler, ihtiyar tilkinin hilesini bilmezler. Dünya görmüş adam, feleğin soğuğunu, sıcağını tattığı için, akıllı olur.

Mutluluğa layık olan değerli gençler, ihtiyarların sözlerinden yüz çevirmezler.

Memleketin mamur olmasını istiyorsan, büyük işleri yeni yetişenlere havale etme ve askerin başına savaşlarda çok bulunmuş olanlardan gayrısını geçirme. Sert işleri küçüklere verme; çünkü yumrukla örs kırılmaz. Halkın gönlünü almak ve askeri idare etmek, oyuncak değildir, maskaralık değildir. (Bostan, s. 90)

HAYATİ TEK: Yani, “Tecrübe önemlidir.” diyorsunuz…

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Vaktini kaybetmemek için iş görmemiş adama iş buyurma. Av köpeği kaplandan baş çevirmez; fakat cenk görmemiş aslan tilkiden ürker.

Çocuk, kucakta büyütülürse savaşa girdiği zaman korkar. Cenk eri olacak adam güreşte, avda, nişancılıkta, çevgan oyununda yetişir. Hamamda, naz ve nimet içinde beslenmiş olan kimse, cenk kapısını açık görünce ödü kopar.

Savaşta birinin kaçtığını gördün mü, onu düşman öldürmediyse sen öldür. Ahlaksız çocuklar, savaş günü kadın gibi kaçan kılıç erlerinden daha iyidirler. (Bostan, s. 91)

HAYATİ TEK: Düşmanla savaşta dikkat edilmesi gereken başka hususlar var mıdır?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Düşmanla savaşmak için her türlü hazırlığı yap, alacağın tedbirleri düşün; fakat niyetini saklı tut.

Sırrını herkesin yanında ortaya atma. Ben sır sahipleriyle aynı kadehten içen casusları çok gördüm. Derler ki İskender doğulularla harp edecekken çadırının kapısını batıya doğru açtırmıştı. Behmen de Zabilistan’a gideceği zaman sağa diye ilan etmiş, sola yürümüştü.

Senin niyetini senden başkası biliyorsa, öyle düşünceye, öyle bilgiye acımak gerek.

Bununla beraber kinci ve kavgacı değil, bilakis lütufkâr olmalısın ki âlemi hükmün altına alasın. Bir iş iyilikle, hoşlukla olup dururken sertliğe, inatçılığa ne lüzum var? Gönlünün dert görmemesini istiyorsan, dertlilerin gönlünü ıstırap zincirinden kurtarmalısın. (Bostan, s. 96)

HAYATİ TEK: İnsanların büyük bir kısmı dışarıdan gelecek düşmandan değil, ülke içindeki zalimlerden ve haksız kazanç sağlayanlardan yana dertlidir. Bu konuda devlet yönetimi nasıl bir tavır içinde olmalıdır?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Halkı inciten kimsenin kanını içmeli, malını yemelisin. Zararlı kuşun kolu kanadı kopsun, daha iyi. (Bostan, s. 138)

HAYATİ TEK: Her ne olursa olsun temel prensip bu mudur?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Nerede olursa olsun, zalime acıma. Ona acımak dünyaya zulmetmek demektir. İyisi mi, cihanı yakan insanın mumu sönmüş olsun. Bütün halkın dağlanmasından, bir kişinin ateşte olması daha iyidir. Hırsıza merhamet eden kişi kendi eliyle kervan kırmış olur. Zulmü adet edinenlerin başını yele ver. Zalim tabiatlılara zulmetmek haktır, adalettir. (Bostan, s. 139)

HAYATİ TEK: Sorularımıza öylesine hikmetli cevaplar veriyorsunuz ki atalarımızın, “söz gümüşse, sükût altındır” sözünün sebebi hikmeti hakkındaki görüşlerinizi almadan olmaz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Dağın yaptığı gibi ayağını eteğine çekersen başın heybetle gökleri aşar.

Gizli hakikat cevherini sedef saçar gibi dağıtanlar, ağızlarını inciden gayrı bir şey için açmamışlardır. Çok söyleyenin kulağı tıkanık olur. Nasihat de ancak susana işler. Nefes nefese konuşmak istersen kimsenin sözünden lezzet alamazsın.

Hazırlanmadan söylememeli; ölçmeden biçmek olmaz. Yanlışı doğruyu iyice düşünenler, hazırcevap olan herzevekillerden üstündürler.

Söz, insanın nefsinde bir olgunluktur; sözünle kendine noksan getirme. Sesi az çıkanın mahcup olduğunu asla görmezsin. Birazcık misk, bir yığın kilden iyidir. (Bostan, s. 250)

On adam miktarı konuşan cahilden çekin. Bilginler gibi bir söyle, pir söyle. Yüz tane ok attın, yüzü de hatalı. Aklı başında bir adamsan bir defa at, fakat doğru at. Meydana çıktığı zaman yüz kızartacak olan bir sözü gizlice niçin söylemeli?

Duvarın önünde çok gıybet etme. Ardından dinleyen bulunabilir.

Kalbin içi bir kaledir. Dikkat et, sırlar kalenin kapısını açık bulmasın. Mumu dilinden yanar gördüğü içindir ki, bilgin kişi ağzını kapalı tutar. (Bostan, s. 251)

HAYATİ TEK: İzniniz olursa bir başka önemli konuya geçmek istiyoruz. Eğitim, her ülkenin en temel problemlerinden biridir. Eğitimin kişi ve toplum hayatındaki önemi ve terbiyenin nasıl verilmesi gerektiği konusundaki görüşleriniz almak istiyoruz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Cevherin özünde istidat varsa, ona terbiyenin tesiri olur. Aslı kötü olan demiri hiçbir cila iyi edemez. Yedi denizde yıkasan bile, köpek ıslandıkça daha pis olur. İsa’nın eşeğini Mekke’ye götürsen, döndüğü zaman yine eşektir. (Gülistan, s. 218)

HAYATİ TEK: O halde eğitilebilir kişilerin terbiyesinden bahsedelim…

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Bir bilge, oğullarına öğüt veriyordu:

“Canım çocuklarım, diyordu, hüner öğrenin. Dünyanın varlığı güvene değmez; mevki, şehrin kapısından dışarı çıkmaz. Para pul daima tehlikededir: ya bir çırpıda hırsız götürür, ya da azar azar sahibini yer. Ama hüner, akan bir çeşmedir, devamlı bir devlettir. Hüner sahibi devletten düşürse gam yemez; çünkü onun hüneri kendi varlığında bir devlettir. Hünersiz kişi her gittiği yerde lokma toplar, sıkıntı çeker.” (Gülistan, s. 219)

HAYATİ TEK: Bundan nasıl bir mesaj çıkarmamız gerekiyor?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Mevkiden düşüp de tahakküm çekmek, naza alışmışken elâlemin cefasına katlanmak zordur.

Vaktiyle Şam’da bir fitne çıkmıştı. Herkes köşesinden ayrıldı. Okumuş köy çocukları, padişahlara vezir oldular. Eksik akıllı vezir çocukları, dilenmek için köylere gittiler.

Babanın mirasını mı istiyorsun? Bilgisini öğren. Onun parasını on günde harcayabilirsin. (Gülistan, s. 219)

HAYATİ TEK: Paranın hiç mi kıymeti yok?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Mal, hayatın rahatlığı içindir. Hayat, mal toplamak için değil. (Gülistan, s. 248)

HAYATİ TEK: O halde parayı nasıl harcamalı?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İki insan beyhude meşakkat çekti, faydasız uğraştı: biri kazanıp da yemeyen, öbürü öğrenip de yapmayan.

Ne kadar ilim öğren öğrenirsen öğren, bildiğini yapmazsan cahilsin demek. Birkaç kitabı yüklenen hayvan, ne muhakkik olur, ne de danışman. Sırtındaki odun mu, yoksa kitap mı, o boş kafalının haberi yoktur ki. (Gülistan, s. 250)

HAYATİ TEK: Birden konumuz değişti ama önemli değil. Bir başka hassas konuya değindiniz. Buradan devam edelim. Bilgi ve ilim öğrenmekten gaye ne olmalıdır? Bu sanki cevabı çoktan verilmiş bir soru gibidir. Ancak günümüzde insanlar bilgiyi para kazanmanın basit bir aracı olarak algıladıkları için üzerinde hassasiyetle durulması gerektiğini düşünüyoruz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İlim, dini beslemek içindir, dünyayı yemek için değil.

Takvayı, bilgiyi ve zühdü satan, yığdığı harmanı yakıp kül etmiştir.

Günahtan kaçınmayan bilgin, meşale tutan bir kördür: Doğru yolu gösterir, kendisi görmez.

Memleket akıllılarla güzelleşir, din günahtan kaçınanlarla olgunlaşır. Padişahlar akıllıların öğütlerine, akıllıların padişahlara yaklaşmalarından daha çok muhtaçtırlar. (Gülistan, s. 250)

Üç şey sürekli kalmaz: ticaretsiz mal, münakaşasız bilgi, cezasız saltanat. Kötülere acımak iyilere sitemdir; zalimleri affetmek, yoksullara cefadır. (Gülistan, s. 250)

HAYATİ TEK: Yani “Kötülerin üzerine acımasız ve öfkeli bir şekilde gitmek gerekir.” ki diyorsunuz?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Sınırını aşan öfke, korku yaratır. Zamansız yumuşaklık, heybeti giderir. Ne kendinden bıktırırcasına sert ol, ne de onu bunu başına çıkarırcasına yumuşak.

Sertlikle yumuşaklık birlikte iyidir. Nitekim kan alıcı, hem cerrahtır, hem merhem sürer. Aklı başında adam ne hep sert davranır, ne de değerini düşürecek kadar mülayim. Ne kendisine üstünlük verir, ne de varlığını horlukta bırakır. (Gülistan, s. 251)

HAYATİ TEK: Üstadım, şimdiye kadar hep devlet yönetiminden, sosyal, siyasi ve askeri konulardan konuştuk. Dilerseniz bu keyifli sohbetin son bölümünde biraz da aşktan söz edelim.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İster merhem sürsün, ister yaralasın… Ne hoştur, onun gamıyla perişan olanların hali!

HAYATİ TEK: Nasıl?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Öyle ki mütemadi elem şarabı içtikleri halde acılık görseler ses çıkarmazlar. Çünkü şarabın zevkinde mahmurluk derdi, gülün dalında silaha davranmış dikenler vardır. Lâkin dostun yâdıyla olduktan sonra sabır insana acı gelmez. Sevgilinin kendi eliyle sunduğu acı şey şeker kesilir. Onun esiri zincirden kurtulmak istemez; onun avına düşen, kementten kurtulmayı düşünmez.

Yârin sarhoşları melâmet şarabı içerler. Ama sarhoş olan deve, yükü daha tez götürür.

Halk onların o coşkun anına nasıl yol bulur? Onlar bengisu gibi karanlıktadırlar. (Bostan, s. 142)

Beytül mukaddes gibi, içleri kubbelerle dolu olduğu halde, dış duvarlarını harap bırakırlar. İpek böceği gibi sarınmazlar, pervane misali ateşe atılırlar.

Sevgili yanlarında iken gene sevgiliyi ararlar. Irmağın kıyısında bulundukları halde dudakları sonsuzluktan kurumuştur. Su içmezler demiyorum; onlar Nil kenarında bile suya kanmazlar… (Bostan, s. 143)

HAYATİ TEK: Bunlar çok güzel sözler. Ancak biraz daha açık ifadeler kullanır mısınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Kendin gibi toprakla sudan yaratılmış birinin sevgisi senin sabrını ve gönlündeki sükûnu kapıp diyor. Uyanıksan yanağına, benine meftun oluyorsun. Uyurken hayaline takılıp kalıyorsun. Öyle bir samimiyetle ayağına kapanıyorsun ki onun varlığıyla dünyalar gözüne görünmüyor. Onun gözü senin paranı görmedikten sonra altın da, toprak da sana bir geliyor. Artık kimselerle konuşmaya mecal bulamıyorsun. Çünkü o varken başka birine yer kalmıyor. “Onun yeri gözümdedir!” diyorsun. Fakat gözlerini kapayınca onu gönlünde buluyorsun. O isteyince canın dudağına geliyor. Kılıç çekince başını uzatıyorsun! (Bostan, s. 143)

HAYATİ TEK: Kulun kula duyduğu sevgiyi öylesine anlattınız ki ilahî sevgiyi sormaya cesaret bile edemiyorum.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Temeli hava ve heves üzerine atılan bir sevgi bu kadar fitne koparır, bu kadar ferman yürütürken, sen mana denizinde tarikat yolcularının batmalarına şaşar mısın? (Bostan, s. 144)

HAYATİ TEK: Neden şaşmamalıyız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Onlar ki canan sevdasıyla candan ve dost yâdıyla cihandan geçmişler, Hakk’ı anmak için halktan kaçmışlar ve sâkiyi görünce öyle sarhoş olmuşlar ki ellerindeki şarap yere dökülmüş. Onlara deva bulmak mümkün değildir. (Bostan, s. 144)

HAYATİ TEK: Neden?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Çünkü dertlerinden kimse anlamaz.

“Elestü?” hitabı da ta ezelden beri kulaklarındadır ve “Kâlû: Belâ!” feryadıyla taşmaktadırlar. Onlar öyle bir takım insanlardır ki köşeye çekildikleri halde dünyaya tasarruf ederler. Ayakları topraktayken, fakat nefesleri ateştedir: Bir haykırışta dağları yerinden koparırlar; bir ünle şehirleri altüst ederler. Rüzgâr gibi gizli, lakin çabukturlar, taş gibi susarken bile tespih ederler…

Ve seher vakti öyle ağlarlar ki döktükleri yaşla gözlerindeki uyku sürmesi yıkanır. Gece süre süre atlarını çatlattıkları halde şafak sökerken, “Eyvah, biz gene geride kaldık!” diye feryat ederler.

Onlar, aşk ve ateş denizinde gece ve gündüz hayran olduklarından, geceyi gündüzden ayıramazlar. Ezeli Nakkaş’ın güzelliğine o kadar meftun olmuşlardır ki artık yüz güzelliğiyle ilgileri yoktur. Evet, gönül erleri deri güzelliğine gönül vermemişlerdir.

Vahdet’in saf şarabını dünyayı ve ahireti unutan kişi içer. (Bostan, s. 144)

HAYATİ TEK: Aşk üstüne yine muhteşem ifadeler kullandınız. Âşıklar için ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Eğer aşk eri isen kendine değer verme. Aksi takdirde afiyet yolunda yürü. (Bostan, s. 167)

Muhabbetin seni toprak etmesinden korkma: O mahvettiği takdirde sonsuzlaşırsın! Toprağın altında değişmedikçe sağlam taneden ot bitmez.

Seni Tanrıya aşina kılacak kimse kendi benliğinden seni kurtarmış olandır. (Bostan, s. 168)

HAYATİ TEK: Neden?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Çünkü benliğinle beraber oldukça kendine yol bulamazsın ve bu inceliği de kendini unutanlardan başkası bilmez. (Bostan, s. 168)

HAYATİ TEK: Nasıl? Biraz daha açıklar mısınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Eğer sende aşk ve cezbe varsa, çalgıcı şöyle dursun, hayvanların ayak sesi bile senin için musikidir. Yanı başında bir sinek kanat çırpsın da o cezbeli âşık sinek gibi ellerini başına vurmasın, kabil değildir. Varlığı perişan olan kimse ne “tiz”i fark eder, ne “pes”i. O, bir kuşcağızın ötmesiyle de feryada gelir.

Zaten kâinatın musikisi susmaz; ama kulak her zaman açık değildir. Cezbeli âşıklar, içtikleri zaman kuyu çıkrığının sesinden bile sarhoş olurlar: Çıkrık gibi dönmeye başlarlar, çıkrık gibi yana yana ağlarlar; teslimiyet içinde başlarını yanlarına çekerler ve sabırları tükeninceye yakalarını yırtarlar.

Kendinden geçen sarhoş dervişi kınama: O, battığı için çırpınmaktadır. (Bostan, s. 168)

HAYATİ TEK: Doyumsuz sohbetimizin sonuna geldik. Son olarak okuyucularımıza vermek istediğiniz mesajlarınız varsa, onları almak isteriz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Cahil için susmaktan iyisi yoktur. Eğer bunu bilseydi cahil olmazdı.

Bilgin olduğunu sansınlar diye daha bilgin birisiyle tartışan kimse kendi cahilliğini anlatmış olur. (Gülistan, s. 263)

Senden üstün biri söze başlarsa, daha iyi bilsen de itiraz etme.

İlim öğrenip bildiğini yapmayan, tarlayı sürüp tohum ekmeyene benzer. (Gülistan, s. 264)

Edepsiz takımı içinde sözü dinlenmeyen akıllıya hayret etme. Davulun gümbürtüsünden kopuzun sesi işitilmez; amberin kokusunu sarımsak kokusu bastırır. (Gülistan, s. 270)

Misk, koku veren şeydir; aktarın dediği değil. Bilgin, aktar tablasına benzer: sessizdir, hüneri görünür. Cahil, savaş davulunu andırır: sesi yüksektir, içi boş.

Gerçek sözlüler, cahillerin arasındaki bilgin için bir temsil getirmişler: körler arasında bir güzel, zındıklar arasında bir Kur’an. (Gülistan, s. 271)

Kuvvetsiz fikir hiledir, efsundur. Fikirsiz kuvvet cahillik ve deliliktir. Önce iyiyi, kötüyü ayırt etmek, akıl, tedbir lazım, sonra saltanat. Cahilin sürdüğü devletle saltanat, Tanrıya karşı cenk silahıdır. (Gülistan, s. 272)

Yumuşak davranıp cahilin hafifliğini hoş görmek bilgine yakışmaz. Bu, her iki tarafa zarar verir: Bilginin heybeti azalır, cahilin cahilliği daha sağlam olur.

Günah, kimden gelirse gelsin, makbul değildir. Bilginden gelmesi daha kötüdür. Çünkü ilim, şeytana karşı cenk silahıdır. Silahlı kimsenin esir diye götürülmesi çok ayıp olur. (Gülistan, s. 273)

İsteksiz öğrenci parasız âşıktır. Hünersiz zengin kanatsız kuştur. Amelsiz bilgin meyvesiz ağaçtır. Bilgisiz zahit kapısız evdir. (Gülistan, s. 277)

KAYNAKLAR

1) Sadî-i Şîrâzî-; Bostan, Çev: Hikmet İlaydın, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: İslam Klasikleri, İstanbul 2001, s. 10

2) Sadî-i Şîrâzî-; Gülistan, Çev: Hikmet İlaydın, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: İslam Klasikleri, İstanbul 2001, s. 218

]]>
HACI BEKTAŞ-I VELİ: “KUL, ÇALAP TANRI’YA KIRK MAKAMDA ERİŞİR, DOST OLUR. O KIRK MAKAMIN ONU ŞERİAT, ONU TARİKAT, ONU MARİFET, ONU DA HAKİKAT İÇİNDEDİR.” http://hayatitek.com/haci-bektas-i-veli-roportaj/ Sat, 13 Feb 2021 13:12:51 +0000 http://hayatitek.com/?p=4041 HAYATİ TEK: Hünkârım, Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin manevi talebesi, Horasan Eren’i, Anadolu Alperen’i ve büyük bir veli olan zatınızla Makâlât isimli eseriniz üzerine söyleşmek istiyoruz. Sohbetimize geçmeden önce, UNESCO’nun 2021 yılını sizin 750’nci, Yunus Emre’nin 700’üncü, Ahi Evran’ın ise 850’nci doğum günleriniz dolayısıyla Anma ve Kutlama Yıldönümleri programına aldığını büyük bir memnuniyet ve iftiharla ifade etmek isterim. Eserinizde insanın yaratılış hikmetleri hakkında hem akıl hem de hal ilminin esaslarına uygun ilham verici tespitlerde bulunuyorsunuz. Bu kapsamda öncelikle sormak istiyorum: Cenabı Allah insanı neden ve nasıl yarattı?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Hak Subhanehu ve Ta’âlâ Âdem’i (insanı) dört türlü nesneden yarattı, dört bölüğe ayırdı. Dört bölüğün de dört türlü ibadetleri, dört türlü arzuları ve dört türlü halleri vardır. (s. 3)

HAYATİ TEK: İnsanın yaratıldığı dört nesne hangileridir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: İlki toprak, ikincisi su, üçüncüsü ateş ve dördüncüsü yeldir. (s. 3)

HAYATİ TEK: Peki yarattığı dört bölük insan ne gibi özelliklere sahiptir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Birinci bölük, âbidlerdir; bunlar şeriat kavmidir ve asılları yeldendir. Yel (hava), hem şifa verici hem de kuvvettir; bu sebeple bunlar da gece gündüz Hakk’ın ibadetinden ayrılmazlar. Yel esmeyince ekinler samanından ayrılmaz, bütün âlem kokudan helak olurdu. Öyle ki bu dünyada ne varsa; helal, haram, temiz ve pis hepsi şeriat ile malum olur. Çünkü şeriat kapısı ulu kapıdır.

Öyleyse, aziz kardeşim; Çalap Ta’âlâ’nın buyurduğunu gayret gösterip tutmak ve sakının dediğinden sakınmak gerek. Bunun için de insan olanlar kendilerini tez ulu bileler ve Hak Ta’âlâ Hazretlerinin yasaklarından sakınalar. (s. 3)

HAYATİ TEK: Âbidlerin ibadetleri nasıldır yahut nasıl olmalıdır?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Âbidlerin ibadetleri: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, seferberlik olunca gaza eylemek, cenabetten gusül ederek temizlenmek ve nefse ait arzuları istemeyip, dünyayı terk ederek ahireti sevmektir. Bunlar avam (halk) taifesidir ve işi gücü birbirlerini incitmektir. Kibir, haset, buğuz, cimrilik ve düşmanlık bunlarda her zaman görülür. (s. 3)

HAYATİ TEK: İnsanların tasnifinde ikinci grupta kimler yer alır?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: İkinci bölük, zâhidlerdir. Bunların aslı ateştendir ve bunlar tarikat taifesidir. Bu sebeple gece gündüz yanmaları, kendilerini yakmaları lazımdır. Her kim, bu dünyada kendisini yakarsa, yarın ahirette türlü azaplardan kurtulacaktır. (s. 4)

HAYATİ TEK: Zâhidlerin ibadetleri, hal ve hareketleri nasıldır?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Zâhidlerin ibadetleri; gece gündüz Tanrı’yı zikretmek, bismi’llahi’rrahmânı’r-rahim’i her işte yâd etmek, korku ve ümit içinde olmak ve arzuları dünyada ahiret için yararlı işler yapmaktır. Halleri de ilm-i ledünne (gayb ilmi) ermektendir ve kendi bilgilerinden memnun kalmışlardır. Nereden gelip nereye gittiklerini bilmezler. (s. 5)

HAYATİ TEK: Bunca ibadet ve yakarışa rağmen mi?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Çünkü bunlara hidayet kapısı açılmadı. Eriştikleri her mertebeye kendi gayretleri ile gelmişlerdir. (s. 5)

HAYATİ TEK: Peki, insanların tasnifinde âbidler ve zâhidlerden sonra hangi grup gelir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Üçüncü bölük ariflerdir. Bunların aslı sudandır ve bunlar marifet taifesidir. Su, hem kendisi temizdir hem de temizleyicidir. Bu sebeple arif de hem temiz olmalı hem de temizleyici. Kendileri arıdırlar ve başkalarını da arıtırlar. Kendisini arıtmayan başkalarını da arıtmaz (arıtamaz). (s. 5-6)

HAYATİ TEK: Hünkârım, meseleyi biraz daha açar mısınız?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, azizim! Vay sana ki içinde; kibir ve hased (kıskançlık), cimrilik, düşmanlık, tamah, öfke, gıybet, kahkaha (şamata) ve maskaralık ile bunlar gibi daha nice şeytan fiili varsa, suyla yıkanıp nasıl arınacaksın? (s. 6)

HAYATİ TEK: Anladım Hünkârım.

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Öyleyse hakikaten bil ki arınamazsın. Bundan dolayı, bahsettiğimiz bu sekiz türlü nesnenin birisi bir kişide olsa, onun bütün taât ve ibadeti ile amelleri heba olur. Vay eğer sekiz türlüsü de bir kişide olursa o kişinin hali ne olur?

Azizim! Ariflerin aslı sudandır ve içlerinde pis şey bulunmaz. Suyun aslı da yeşil cevherdendir ve o cevherin aslı da Tanrı’nın kendi kudretindendir. Bunun için Tanrı Tebaâreke ve Ta’âlâ ariflerini sever. Çünkü ariflerin aslı Tanrı’dandır; asıllının aslını sevmesi şaşılacak bir şey değildir. (s. 7)

HAYATİ TEK: Bu kapsamda ariflerin hal ve tavırları nasıldır?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Ariflerin ibadeti tefekkür ile dünya ve ahireti terk etmek; himmet nazarıyla velâyet beklemek ve Çalap Ta’âlâ’ya ulaşmak arzusudur. Ariflerin halleri ise bütün varlığa uyum göstermek ve kötü bir düşünceye kapılmamaktır. (s. 7)

HAYATİ TEK: İnsanları “dört bölük” şeklinde tasnif etmiştiniz, son bölükte kimler var?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Dördüncü taife muhiplerdir. Bunlar hakikat taifesidir ve bunların aslı topraktandır. Toprak teslimiyet ve rızayı temsil eder. Bu yüzden muhip de teslimiyet ve rıza içinde olmalıdır. Nitekim Resulul’lâh (A.S.) Hazretleri şöyle buyuruyor: “Her nesne tekrar aslına döner.”

O halde şimdi, toprak toprağa, su suya, yel yele, ateş ateşe döner; sen neyle Hazret’e (Allah’a) varırsın? (s. 7)

Öyleyse, eğer kötü ahlakım ve kötü amelim varsa, bil ki bu, asıllı aslına döndüğü ve benzediği içindir. (s. 8)

HAYATİ TEK: Muhiplerin hal, hareket ve ibadetleri nasıldır?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Muhiplerin ibadeti, Allah’a yalvarma (münâcât), seyir ve gözlemdir. Arzularına ermek, Çalap Ta’âlâ’yı bulmak, kendilerini yitirmek, canları muratlarına ermek ve halleri birleşip bir olmaktır. (s. 8)

HAYATİ TEK: Muhipleri en üst grupta andığınıza göre diğer gruplara göre kazançlı oldukları noktalar olmalı. Cenabı Allah ile bir olabilmenin kazanımları…

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Muhiplerin üç yerde kazancı vardır. (s. 8)

HAYATİ TEK: Nelerdir onlar?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Birinci, Çalap eserini seyretme. İkinci, Çalap’ına münâcât kılma (yalvarma). Üçüncüsü, Çalap aşkına müşâhâdeye oturma. (s. 8)

HAYATİ TEK: Hünkârım, Cenabı Hakk’ı seyredebilmek, Yaradan’a bizzat yalvarabilmek ve Allah aşkına müşahedeye oturabilmek büyük imtiyaz gerçekten. Bu nasıl mümkün olabilir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Eğer muhiplere “Çalap Tanrı’yı nasıl bildin” derlerse, onlar şöyle cevap verirler:

– Çalap Tanrı’yı kendimizden, kendimizi de Çalap Tanrı’dan bildik. Sözümüzün delili, Hazreti Aleyhi’s-selâm’ın buyurduğu şu hadistir: “Her kim kendisini bilirse, şüphesiz Rabbini de bilir.”

HAYATİ TEK: Bu sözleri anlamak pek de kolay görünmüyor. İzah eder misiniz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Muhiplerin sözlerinin hakikati insanın kendi içindedir, başka yerde arayan nasıl bulacaktır? Bu sebeple bir insan kendini bilmeyince Tanrı’yı nasıl bilecek ve görecektir? Nitekim Çalap Ta’âlâ buyurur: “Biz ise, ona, ilim ve kudretimizle sizden daha yakınız; fakat siz (yapılmakta olan işleri) görmüyorsunuz.” (s. 9)

HAYATİ TEK: Neden göremiyoruz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Âbidlerin, zâhidlerin ve ariflerin ibadet, arzu ve halleri birbiri katında değil; fakat muhiplerin katında geçer. (s. 9)

HAYATİ TEK: Neden?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Çünkü âbidler, zâhidler ve arifler dava (zahir ehli), muhipler ise mana (batın ehli) taifesidir. (s. 9)

HAYATİ TEK: Muhiplerin bu çok özel durumları hakkında biraz daha açıklama istesek hadsizlik etmiş olur muyuz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, azizim! Muhiplerin şerhi (izahı) yoktur. Fakat aklın ermesine, gönlün yönelmesine ve suret döğmeye (insanları uyarmaya) bu kadar söz yeter ki onları da yâd ettik. Başka kim var, Allah bilir. (s. 9)

HAYATİ TEK: Nasıl uygun görürseniz Hünkârım. Şimdi izninizle Allah’a dost olabilmek için neler yapmak gerektiği konusundaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Kul, Çalap Tanrı’ya kırk makamda erişir, dost olur. O kırk makamın onu şeriat; onu, tarikat; onu, marifet; onu da hakikat içindedir.

Şeriatın ilk makamı iman getirmektir. Ama hangi insan ki imanın ten üzere olduğunu söylerse hata eder. İmanın can üzere olduğunu söylese de hatadır. (s. 10)

HAYATİ TEK: O halde nasıl bileceğiz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şöyle bilmek gerekir ki arifler katında iman akıl üzeredir. Fakat herkesçe bilinen: İmanın dil ve gönül üzere olduğudur. Kim Çalap Tanrı’ya gönülden tanıklık yapmazsa, mutlak kâfirdir. Öte yandan diliyle tanıklık yapıp da gönlü ile inanmazsa münafıktır. Cehennemin en alt tabakasında olur. İbadete gelince; amel imandan ayrıdır ve iman ibadettir. Değme ibadet, imana ermez; küfür de günahtır ama değme günah küfre ermez. (s. 10)

HAYATİ TEK: Anladım Hünkârım. Şeriatın imandan sonraki makamları nelerdir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şeriatın birinci makamı, iman getirmektir. İkinci makam, ilim öğrenmektir. Üçüncü makam; namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü yetene hacca gitmek, seferberlik olunca kaçmayıp düşmana karşı gelmek ve cenabetten temizlenmektir. Dördüncü makam, helal kazanmak ve faizi haram bilmektir. Beşinci makam, nikâh kıymaktır. Altıncı makam, hayz ve lohusalıkta cinsi münasebeti haram bilmektir. Yedinci makam, sünnet ve cemaat (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) ehlinden olmaktır. Sekizinci makam, şefkattir. Dokuzuncu makam, temiz yemek ve temiz giyinmektir. Onuncu makam, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi’anil-münker, yani iyiliği emredip yaramaz ilerden sakınmaktır. (s. 13-14)

HAYATİ TEK: Böylece Allah’a dost olabilmek için gerekli görülen şeriat, tarikat, marifet ve hakikat başlıkları altındaki kırk makamdan şeriat başlığı altındaki on makamı anlamış olduk. Tarikat başlığı altındaki makamlar hakkında da bizleri aydınlatır mısınız?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, azizim! Bil ki tarikatın ilk makamı pirden el alıp tövbe etmektir. Kul kötü halden dönünce tövbe veren Allah’ın kendisidir. (s. 15)

HAYATİ TEK: Nasıl tövbe etmek gerekir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Öyle tövbe etmek gerekir ki onda tereddüt ve şüphe olmasın. Yine tövbeyi öyle yapmak gerek ki fayda getirsin. Çünkü tövbe etmek pişmanlıktır. Pişmanlığın esası budur ki yetmiş yıllık günah bir özre değişilir. Şimdi tevekkülle özre önem verin ki hatalarınız az, yüzünüz ak (taze) olsun. (s. 15)

HAYATİ TEK: Hünkârım, tarikatın diğer makamları nelerdir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Tarikatın ikinci makamı mürid olmaktır. Mürid üç türlüdür. İlki, mutlak müriddir. İkincisi, mecâzî müriddir. Üçüncüsü, mürted (dönek) müriddir. (s. 17)

HAYATİ TEK: Bu türleri biraz açar mısınız?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Mutlak mürid odur ki her türlü halde şeyhine niçin deyip delil getirmez. Mecâzî mürid odur ki zahirde şeyhinin istediği gibi, batında kendi istediği gibi olur. Mürted mürid odur ki şeyhinin bir halini görünce derhal yüz çevirir. (s. 17)

HAYATİ TEK: Tarikatın diğer makamlarından da kısaca bahseder misiniz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Tarikatın üçüncü makamı, saç kesmek ve elbise değiştirmektir. Tarikatın dördüncü makamı, nefis savaşında olgunlaşmaktır; pişmektir. Beşinci makam, hizmet etmektir. Altıncı makam, havf yani korkudur. Yedinci makam, ümit etmektir. Sekizinci makam; hırka, zenbil, makas, seccade, subha (yüz taneli teşbih), ibrat (iğne) ve asadır. Bunlar azizdir; azizlere verirler. Dokuzuncu makam; sahip-makam (makam sahibi), sahip cemiyet (cemaat sahibi), sahip-nasihat (nasihat sahibi) ve sahip-muhabbet (muhabbet sahibi) olmaktır. Onuncu makam; aşk, şevk, sefa ve fakirliktir. (s. 18)

HAYATİ TEK: Aşk makamı… Bu güzel ifadeyi açıklar mısınız?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Bu makam candır. Can cana kavuşursa (Allah’a ulaşırsa); sevinmek, oynamak, zevk ve şevkle hareket etmek, şaşılacak şey değildir. (s. 18)

HAYATİ TEK: Hünkârım, lütfen Marifet kapısının makamlarını da sıralar mısınız?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, azizim! Marifetin birinci makamı edep, ikinci makamı korku, üçüncü makamı perhizkârlık, dördüncü makamı sabır ve kanaat, beşinci makamı utanmak, altıncı makamı cömertlik, yedinci makamı ilim, sekizinci makamı miskinlik, dokuzuncu makamı marifet, onuncu makamı kendini bilmektir. (s. 19)

HAYATİ TEK: En üst mertebeye yerleştirdiğiniz Hakikatin makamlarını söyler misiniz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, azizim! Hakikatin birinci makamı, toprak olmak; ikinci makamı, yetmiş iki milleti ayıplamamak; üçüncü makamı, elinden geleni esirgememek; dördüncü makamı, dünyada yaratılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır. Beşinci makamı, mülk sahibine yüzünü sürüp yüzsuyunu (yaratılış sebebi olan Muhammedi nuru bulmak); altıncı makamı, sohbette hakikat sırlarını söylemek; yedinci makamı, seyr-i sülûk; sekizinci makamı, sır; dokuzuncu makamı, münâcât; onuncu makamı, Çalap Tanrı’ya ulaşmaktır. Kavuşma bundadır. (s. 20)

HAYATİ TEK: Gönül konusunu çok önemsediğiniz anlaşılıyor. Sizin nazarınızda nedir gönül?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Gönül, büyük bir şehirdir ki Hak Subhanehu ve Ta’âlâ arştan yerin altına kadar her ne yarattıysa o şehirde vardır ve o şehre sığar. O şehirde iki sultan vardır. Bunlardan biri rahmani, biri şeytanidir. (s. 23)

HAYATİ TEK: Rahmani sultanın özellikleri nelerdir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Rahmani sultanın adı akıl, naibi iman ve subaşısı miskinliktir. Yüreğin sağ kulağında yedi kale vardır. Hak Subhanehu ve Ta’âlâ her bir kalede bir muhafızı vekil kılmıştır. O muhafızların adı da bir bir belirtilmiştir. (s. 23)

HAYATİ TEK: Nelerdir isimleri?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: İlk muhafızın adı, ilimdir. İkinci muhafızın adı, cömertliktir. Üçüncü muhafızın adı, hayâdır. Dördüncü muhafızın adı, sabırdır. Beşinci muhafızın adı, perhizkârlıktır. Altıncı muhafızın adı, korkudur. Yedinci muhafızın adı, edeptir. (s. 23)

HAYATİ TEK: Şeytani sultanın özelliklerinden de bahseder misiniz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Nefs şeytanın naibidir. Şeytanın subaşıları; kibir, haset, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralıktır. Saydığımız bu yedi nesne onun muhafızları, yani kapıcılarıdır. (s. 31)

HAYATİ TEK: Bunlarla nasıl mücadele edilmelidir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, haset, cimrilik, açgözlülük, dünyayı terk etmekle gider. Öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralık da perhizkârlıkla gider. Bunların hepsi sabırla hayra döner. Kibrin aslı şeytan miskinliğin aslı rahmandır. Ne zaman kibir gelse, miskinliği ona havale etmek gerek. Hasedin aslı şeytan, ilmin aslı rahmandır. Ne zaman haset gelse ilmi ona havale etmek gerek. Cimriliğin aslı şeytan, cömertliğin aslı rahmandır. Ne zaman cimrilik gelse, cömertliği ona havale etmek gerek. Şimdi cömertlik dört gruptur. (s. 31)

HAYATİ TEK: Bu grupların isimlerini verir misiniz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Birincisi, mal cömertliği; zenginliktir. İkincisi, ten cömertliği; gazilerindir. Üçüncüsü, can (ruh) cömertliği; âşıklarındır. Dördüncüsü, gönül cömertliği; ariflerindir. (s. 31)

HAYATİ TEK: Şeytanın hileleriyle savaşmak pek de kolay görünmüyor. Bu konuda nasıl başarılı olabiliriz? Doğal olarak iş sadece istemekle bitmiyor…

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Edep dileyen korkuyu, korku dileyen perhizkârlığı, perhizkârlık dileyen sabrı, sabır dileyen utanmayı, utanmak dileyen cömertliği, cömertlik dileyen miskinliği, miskinlik dileyen ilmi, ilim dileyen marifeti, marifet dileyen canı, can dileyen aklı, aklı dileyen Çalap Ta’âlâ’yı sever. Çalap Ta’âlâ’nın buyurduğu o müjde, belirttiğimiz bu on iki türlü nesnedir. Bu nesnelerin on ikisi de birbirlerine vekil kılınmıştır ve iman askerlerinin komutanları bunlardır.

Şimdi, iyi düşünmek gerekir ki, bu on iki türlü nesnenin biri eksik olura, iman dürüst olmaz. Bunlar gayet iyi makamlardır ve bunları korumayan Çalap Tanrı’dan da marifeti bilmekten de uzak olur. Allah-u Ta’âlâ’nın yüzünü görmekten de mahrum kalır.

Buna karşılık; maskaralık dileyen gülmeyi, gülmek dileyen gıybeti, gıybet dileyen öfkeyi, öfke dileyen açgözlülüğü, açgözlülük dileyen cimriliği, cimrilik dileyen hasedi, haset dileyen kibri, kibir dileyen teni, ten dileyen hevayı, heva dileyen nefsi, nefs dileyen İblisi sever; Çalp Ta’âlâ’yı sevmez.

Şimdi bu on iki nesnenin vekili de şeytandır. Bu on iki türlü nesne üstün tutulup, sözü edilen o on iki türlü nesne yerine gelmeyince, Çalap Ta’âlâ’dan yana kula yol yoktur. Çünkü bu on iki türlü nesne hem marifetin hem de imanın düşmanıdır. Akıl askerinin, şeytan askerini yenmesi bunlarla malum olur. Şimdi bu nesnenin nişanı odur ki, can ruhani işreti sever. Ruhani işret, hür olmanın nişanıdır. (s. 32)

HAYATİ TEK: Eserinizde sık sık “insanın kendini bilmesinin öneminden” bahsediyorsunuz. Nedir bunun hikmeti?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: İnsanın kendisini bilmesinin gerektiğini belirtmenin sebebi şudur: Bir insan, rahmani ve şeytani olanı ayırmayı bilmeyince kendini de bilmez. Bir insan kendini bilmeyince Çalap Ta’âlâ’yı da bilmez. Şimdi her kim bu sözlerin manasını anlamışsa, rahmani ile şeytaniyi ayırmasını bilirse, o kişi kendisini de bilmiş olur. Bir kişi ne zaman kendisini bilirse aşk gelir, o kişiyi Hak’tan yana çağırır. Ne kadar talihi varsa o kadar ileri gider. (s. 33)

Şimdi, her kim bu sözleri anlamadıysa rahmani ile şeytaniyi fark edemez,  kendini de bilmez. Çalap Ta’âlâ Hazretlerinden yana yol bulamaz. Şimdi, her zaman insan suretinde olduğu halde insanlık mertebesinde olmayanları görürsün ya bunlar endişe ve veballerinin kalabası içinde boğulmuşlardır; tam şu hayvan sürüsü gibidirler. (s. 34)

HAYATİ TEK: İnsanların makamlarını âbidler, zâhidler, arifler ve muhipler olarak belirtmiştiniz. Allah’a dostluk noktasında bu dört makamdaki insanların durumu nedir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, dedikodu, dava ve şüphe âbidlerindir. İbadet, korku, ümit ve “ilme’l-yakîn” ariflerin; münâcât, müşahâde ve “hakke’l-yakîn” muhiplerindir.

Baki dervişlik, ezeli saadet, ebedi devlet ve sonsuz sıhhattir. Her kime değdiyse rahatlık onundur. Vallahu a’lemu bis’sevap. (s. 35)

HAYATİ TEK: Hünkârım, “kendini bilen Rabbini bilir” ölçüsündeki “kendini bilmek” nasıl bilmektir? İnsan ne yaparsa kendini bilmiş olur.

HACI BEKTAŞ-I VELİ: İlimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendisinde bulmalıdır. (s. 38)

HAYATİ TEK: Yerle gök arasında ve bunların her birinin içinde sayısız nesne var. Bunların her birini anlamak ve bunların kendisindeki karşılığını bulmak nasıl mümkün olabilir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi gökle yer arasında birçok nesne vardır. Fakat insandan ulusu yoktur. Bütün yaratılmış nesnelerin en üstünde arş vardır. Arşta on sekiz bin kandil asılıdır. Değme bir kandilin genişliği, büyüklüğü, bu dünyadan yetmiş kat fazladır. Onlar Çalap Tanrı’nın hazineleridir ve on sekiz bin âlemdir. (s. 38)

HAYATİ TEK: Tam da bundan bahsediyordum. Üstelik bu sayısız nesnelerin hangisi insanda hangi özelliklere karşılıktır. Bir de böyle bir zorluk var…

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Hepsinden yukarı arş vardır. İnsan vücudunda en yukarıda baş vardır. Can hazineleri de baştadır. Şimdi, o; akıl, ilham, idrak, sevişmek, aşk-ı didar ve marifet de hazinelerdir ve başta asılıdır. Marifet, yalnız bin arş gibidir. Başta asılı duran her birisi de bin mülkten üstündür.

Baş arşa benzer. Dünyada da gök ve yer var. Şimdi, insanın arkası göğe, tabanı yere benzer. Başı arka (sırt, omuz); arkayı da taban (ayak) götürür. Arşı gök, göğü de yer götürür, gökten ne yağarsa yer onu götürür.

Akıl aya, marifet güneşe, ilim de yıldıza benzer. Dünyada güneş doğar ve uyanır. Fakat marifet hangi gönülde doğarsa o gönül uyanır; başkası uyanmaz.

Yedi kat gök var; ten de yedi kattır. İlki deri, sonra et, kan, damar, sinir, kemik ve iliktir. İşte bunlar yedi kat göğe benzer.

Dünyada bulut ve yağmur var. Kaygı buluta, gözyaşı yağmura benzer.

Dünyada dağlar da var. İnsanda da kemik başları dağlara benzer.

Dünyada gark edici yedi de deniz var. Tende de gark edici yedi deniz var. (s. 39)

HAYATİ TEK: İnsan vücudundaki yedi deniz hangileridir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Birincisi gözdür; görmekten gark eder. İkincisi dildir; söylemekten gark eder. Üçüncüsü kulaktır; işitmekten gark eder. Dördüncüsü kursaktır; eritmekten gark eder. Beşincisi karındır; acıkmaktan gark eder. Altıncısı ağrı, sızıdır; ölümle gark eder. Yedincisi sevdadır; mecnunluk ile gark eder. (s. 39)

HAYATİ TEK: Hünkârım, Cenabı Allah’ın varlığını ve niteliklerini idrak meselesi de üzerinde hayli tartışılan bir konu. Bu husustaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, azizim! Çalap Tanrı’nın da niteliğini bilmekte âlemler acizdir. Hak Ta’âlâ’nın Kur’an’da doksan dokuz ismi vardır. Hemen bütün isimlerini “ilme’l-yakîn” ile bilirler. “Bin bir ismi var” derler fakat niteliğini bilmekte bütün âlemler aciz kalır. (s. 45)

HAYATİ TEK: “Kendini bilen Yaradan’ını bilir” ölçüsü çerçevesinde Cenabı Allah’ın birliğini nasıl idrak edebiliriz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Vücutta Çalap Tanrı’nın birliğine işaret eden beş nesne var. (s. 45)

HAYATİ TEK: Nelerdir bunlar?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Birinci işaret (delil) Cebrail (a.s.)ın geldiğine; İkincisi, Muhammed (A.S.)ın peygamber olduğuna; Üçüncüsü, Muhammed (A.S.)in faziletine; Dördüncüsü, yaratılmış nesnelerin ölüp tekrar dirileceğine; Beşincisi, Çalap Tanrı’nın varlığını, sonra, Hak Subhanehu ve Ta’âlâ’nın insanı yokken var eylediğine dairdir.

Her kişinin iki resulü vardır: Bir zâhir, biri bâtın. Zâhir, dil; bâtın gönüldür. Dil Muhammed (A.S.)e ve gönül Cebrail’e benzer.

Muhammed (A.S.)in fazlına demiştik. İnsanın yaradılış (şekli) bile Muhammed adının harfleri üzeredir. (s. 45)

HAYATİ TEK: Nasıl?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Gerçekten de insanın başı mim gibi, iki eli hâ, karnı mim, iki ayağı da dal gibidir. Namazın da (eda) emri Ahmed adının harfleri üzeredir: Elif kıyama; hâ rükuya; mim sücuda; dal tahiyyata benzer. (s. 46)

HAYATİ TEK: Hünkârım, uygun görürseniz iman ile küfür arasındaki mücadelenin kaynağının ne olduğu hakkında görüşlerinizle sohbetimize devam edelim.

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi azizim! Şöyle bilmek gerekir ki iman rahmanidir, şüphe şeytanidir. Şüphe gelse iman; iman gelse şüphe gider. (s. 54)

HAYATİ TEK: Üçüncü bir şık yok mudur? İnsan ya mümin yahut kâfir midir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Kulun fiiliyle imanı ayrı değildir. Ya tevhid; ya ilim; ya şirk; ya iman; ya küfür ya da ibadettir. (s. 54)

HAYATİ TEK: Bu tespitinizin kaynağı nedir Hünkârım?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Âlemlerin Padişahı Tanrı Ta’âlâ bütün ruhları (canları) Hazreti Muhammed için yarattığı zaman müminlerin canlarını sağdan, kâfirlerinkini soldan verdi.

Ondan sonra Allah Tebareke ve Ta’âlâ buyurdu: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”

Onlardan Hakka layık olanlar, (bu sözü) kulaksız işittiler ve dilsiz cevap verdiler.

Bazıları “evet” bazıları “hayır” dediler; bazıları ise hiç tınmadı.

Hak Subhanehu ve Ta’âlâ ikinci defa buyurdu: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?”

Önce “evet” diyenlerin bazıları “hayır” dediler; bazıları tınmadı; diğer bazıları yine “evet” dediler.

Yine önce “hayır” diyenlerin bazıları “evet” bazıları “hayır” dediler; bazıları ise yine tınmadılar. (s. 55)

HAYATİ TEK: Nedir bunun hikmeti?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, aziz kardeşim!

İki defa “evet” diyenler Müslüman doğdular, Müslüman olarak dirildiler (yaşadılar) ve Müslüman olarak öldüler.

İki defa “hayır” diyenler; kâfir olarak doğdular, kâfir olarak dirildiler ve kâfir olarak öldüler.

Önce “hayır” sonra “evet” diyenler; kâfir olarak doğdular, kâfir olarak dirildiler ve Müslüman olarak öldüler.

Önce “evet” sonra “hayır” diyenler; Müslüman olarak doğdular, Müslüman olarak dirildiler ve kâfir olarak öldüler. (s. 55)

HAYATİ TEK: Ya tınmayanlar… Onların durumu nedir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: İki defa da tınmayanlar –neüzübillah- hayvanlardan daha aşağı ve azgındırlar. “Ke’lenâm (hayvanlar gibi)” dedikleri onlardır. (s. 56)

HAYATİ TEK: Bu durumda olanlar için bir ayet inmiş midir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: “Onlar hayvan gibidir, belki de daha sapık ve şaşkındırlar. (Kur’an, VII/179”

Bu ayet bunların hakkında gelmiştir. Çünkü bunlar, hayvanlar gibidirler; belki de daha azgındırlar. Bunlar her zaman insan şeklindedir, fakat (sadece) insanların yerlerini daraltır, rızklarını eksiltirler. (s. 56)

HAYATİ TEK: İnsanın yaratılışı ve iman edişiyle ilgili son değerlendirmenizi alabilir miyiz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Gör ki, Çalap (C.C.) insanları nice hilatlarla süsledi, nice ululuk ve mertebelere eriştirdi, nice nur ile bezedi. Şimdi, bunları görüp işitip de anlamayan ya insanların düzenini kabul etmeyen ya da bu düzenin ehillerini sevmeyen hayvanlardır; belki daha adidirler. Çünkü Hak ehlini hayvanlar dahi sever, onlara hürmet ederler.

Hakkı ve Hak ehlini bilmeyenler hayvandan dahi aşağıdadır ve onların mertebeleri “belhüm edel (hayvandan aşağı)”dir. Aklı olana bu kadar söz yeter. (s. 56)

HAYATİ TEK: Söz akıldan açılmışken, aklın hikmetine dair görüşlerinizi de almak isteriz.

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Burada üç mana vardır. Bu üç mana kimde varsa onun aklı tamdır; kimde yoksa onun aklı yoktur ve de canı uyur. (s. 59)

HAYATİ TEK: Üç manadan kastınız nedir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Bu üç mana kula ait hususiyettir. Bunlar; birincisi, kendini bilmek; ikincisi, huzurda olmak; üçüncüsü de kabri mekân kılmaktır. Bu dediklerim devletli kişilere hastır. (s. 59)

HAYATİ TEK: Devletli kişi derken…

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Bu manada devlet edep, akıl ve güzel ahlaktır. Bu üç nesneye sahip kimseler çok talihli ulu kişilerdir. Nitekim Resulullah Hazretleri şöyle buyurur: “Akıl, yeryüzünde tanrı Ta’âlâ’nın terazisidir.”

Yeryüzünde akıl ölçüsünden iyi bir şey yoktur. Çünkü her iyi şeyi bilen ve buyuran akıldır. (s. 59)

HAYATİ TEK: Aklın işleyiş tarzı nasıldır?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, ey azizim! Akıl, dört türlü nurdan meydana gelmiştir. Bunlardan birincisi, ay nuru; ikincisi, güneş nuru; üçüncüsü sidretü’l-münteha; dördüncüsü, arş nurudur.

Bu sebeple akıl, beden içinde sultan; gönül içinde rahatlıktır. Tanrı Ta’âlâ’nın insana verdiği bunca ululuk, bunca nur, bunca keramet, bunca hilatın hepsi akıl bereketindendir. (s. 59)

HAYATİ TEK: Bunun insan hayatına yansımaları nasıldır?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi kimin gönlünde akıl nuru varsa hoştur. Kimin yoksa kendine hayrı yoktur; Çalap Tanrı katında da yeri yoktur. (s. 59)

HAYATİ TEK: Neden?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Haberde şöyle gelmiştir ki: Çalap (C.C.) üç türlü karanlığı, üç türlü nesneyle aydınlattı. Birincisi dünya karanlığını ay, güneş ve yıldızlarla aydınlattı.

İnsanı da üç türlü karanlıktan yarattı ve yine üç türlü nesneyle aydınlattı. (s. 60)

HAYATİ TEK: Nelerdir bunlar?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Birincisi, çar anasır (dört unsur; toprak, ateş, su, hava) karanlığından yarattı; akıl nuruyla aydınlattı. İkincisi, cehalet karanlığından yarattı; ilim nuruyla aydınlattı. Üçüncüsü, nefis karanlığından yarattı; marifet nuruyla aydınlattı.

Şimdi, marifet, güneşe; akıl, aya; ilim, yıldıza benzer. Ayla güneş doğar, dolanır; ilim tahsil edilir fakat her zaman hatırda kalmaz. Marifetse kimin gönlünde varsa; ta ölüp mezara girinceye kadar hatırdan gitmez; belki mezarda dahi faydası olur. (s. 60)

HAYATİ TEK: Hünkârım, artık sohbetimizin sonuna yaklaşıyoruz. Türk milleti olarak bin yıldan beri Anadolu’dayız. Bu süre zarfında nice savaşlar yaptık, nice şehitler verdik. Halen de vermeye devam ediyoruz. Şehitlik konusundaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şehitlerin mertebeleri, peygamberlerin mertebelerinden beş derece fazladır. (s. 62)

HAYATİ TEK: Bu hayli dikkat çekici bir tespit ve hüküm… Gerekçesini açıklar mısınız?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Bu mertebelerin birincisi; peygamber ölünce yıkanır, şehitler ölünce yıkanmaz. İkincisi; (öldükleri zaman) peygamberlerin elbiseleri çıkarılır şehitlerinki çıkarılmaz. Üçüncüsü, peygamberleri kefene sardılar, şehitleri sarmadılar. Dördüncüsü, peygamberler ahirette seçerler, sonra şefaat ederler; şehitler ise mahşer gününde kendi kavim, kabile, hısım, akraba, kardeş ve yanlarına her kim gelirse hepsine şefaat ederler. Hak Ta’âlâ birinin yüzü suyu hürmetine diğerlerini af eder hepsini cennete yollar. Beşincisi, peygamberleri yılda bir defa; şehitleri her gün ziyaret ederler. (s. 62)

HAYATİ TEK: Hünkârım, dikkat çekici tespitlerinizden biri de şeytanın kâfirden daha katı bir düşman olduğu yönünde… Bunun hikmeti nedir?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Kişiye kâfirden daha büyük üç düşman üç şey vardır: Birincisi, nefsin arzuları; ikincisi, kibir ve sapkınlıktır; üçüncüsü, yalancılık ve hileciliktir. Bu üç şey, İblis’le ortaktır; müminleri yoldan çıkarırlar. Nefsin dileği zenginlik ve beylik; kibrin dileği doyuncaya kadar yemek, iyi giyinmek ve Hakk’a bağlı olmamak; yalancılığın dileği kahkaha, maskaralık, kendi ayıbını gizlemek ve başkalarının ayıbını gözlemektir. Şimdi, Allah’ın lanetlediği İblis’in dileğini öğrendin ve işittin. Bu işler kimde varsa İblis’tir ve kimde yoksa has insandır. (s. 62)

HAYATİ TEK: Hünkârım, insan için tehlikeli gördünüz düşmanların tamamının dünya nimetleriyle ilgili olduğu görülüyor. Nedir bunun hikmeti?

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Müminlerin dünyayı sevmesi çok büyük noksanlıktır. Nitekim Resul (A.S.) buyurur: “Dünya sevgisi her hatanın başı, onu terk etmek ise ibadetin esasıdır.” (63)

HAYATİ TEK: Hünkârım, vermek istediğiniz son bir mesajınız varsa sohbetimizi onunla bitirmek isteriz.

HACI BEKTAŞ-I VELİ: Şimdi, insanın vücudunu, şeriat, tarikat, hakikat ve marifetin hallerini özetle beyan ettim ve kudretim yettiği kadar açıkladım. Fazlasını isteyen, mufassal (tafsilatlı) kaynaklara baksın. Kalan mübarek haberler Kur’an tefsirinde, Peygamberlere ait hadis kitaplarında ve evliya tezkirelerinde mevcuttur.

Vallahu âlemu bissevab (Doğrusunu en iyi Allah bilir).

Ve ilehi’l-merci’u ve’l-me’âb (Ve dönüş ve sığınak O’nadır). (s. 63)

KAYNAK: Hacı Bektaş Velî; Makâlât, Prof. Dr. Esat Coşan, Sadeleştiren: Hüseyin Özbay, Kültür Bakanlığı Klasik Türk Eserleri: 10, Ankara 1990.

]]>
NİZAMÜ’L-MÜLK: “ATALAR DEMİŞLERDİR Kİ: SALTANAT KÜFÜR İLE DEVAM BULUR; AMMA ZULÜM VE GADDARLIKLA PAYİDAR KALMAZ.” http://hayatitek.com/nizamul-mulk-roportaj/ Fri, 05 Feb 2021 08:12:12 +0000 http://hayatitek.com/?p=4012 HAYATİ TEK: Efendim, sizinle Siyasetname isimli eseriniz üzerine söyleşmek istiyoruz. Öncelikle okuyucularımıza bu eseri niçin kaleme aldığınızı anlatır mısınız?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Yıl 470 (M. 1077-1078) olanda, Muhammed Yemînû Emirül-mü’mînin Alparslan oğlu pervane-i a’la şahlar şahı Sultan Mu’izzu’d-dünya ve’d-din Ebu’l-Feth Melikşah-e’izzallah ensarahu şu bendenize ve diğer kullarına şöyle emir buyurdu:

“Her biriniz memlekete dair düşünüp saltanatımız devrindeki aksaklıkları tespit ediniz. Dergâh, divan ve sarayımızda yerine getirilmesi gerekirken es geçilen yahut gözümüzden kaçan durumları gözden geçiriniz. Ayrıca evvelki padişahların icra etmiş oldukları halde bizim de yapmamız gerekirken icrasından geri kaldığımız durumları saptayınız. Üzerlerinde fikirler eyleyelim, bu fikirleri hayata geçirelim de din ve dünya işlerimiz yolunca yordamınca idame etsin diye gerek Selçukluların gerek başka padişahların töre ve âdetleri üzerinde mütalaa edip bu mütalaaları açık seçik olarak kaleme alarak bize sununuz. Bize arzı yapılan bu çalışmalardan makul olanını hayata geçirelim ki her bir iş kuralınca yapılsın. Mevla’ya ısmarlayalım işlerimizi ardından. İlahi gazaba uğramamak içün memlekette hakkıyla yapılan yahut fesada bulaşmış her ne var ise haberdar olalım. Zira Allah-ü Teâlâ bu memleketi bize ihsan buyurmuştur, ‘zira Allah-ü Teâlâ bizden dünya nimetlerini esirgememiştir. Zira Allah-ü Teâlâ düşmanlarımızı kahr-u perişan eylemiştir. Bundan ötürüdür ki memleket dâhilinde bundan böyle Allah-ü Teâlâ’nın şeriat ve emirlerine muhalif yahut mugayir bir iş ne olmalı ne süregelmelidir.” (s. 3)

HAYATİ TEK: Devrin şartları göz önünde bulundurulduğunda sizlerden kendisine kasideler yazmanızı değil ülkenin daha güvenli ve müreffeh olması için rapor hazırlamanızı istemesi, Sultan Melikşah’ın ne kadar büyük bir hükümdar olduğuna dalalet ediyor. Tabii onun bu vasıflara haiz olmasında sizin de büyük bir emeğiniz var. Sultan Melikşah henüz 18 yaşında tahta çıktığı için siz hem onun yetişmesine hem de devletin iyi yönetilmesine nezaret ettiniz. Bir rapor hazırlamak üzere yola çıktınız ancak Siyasetname gibi bir şaheser vücuda getirdiniz. Eserinizi okuyan devlet yöneticileri hangi konularda fayda sağlayabilirler?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Eser, hakkıyla okunup hayata geçirildiği takdirde iki cihanın püf noktaları dâhil nice faydaların elde edileceği türden bir eserdir. İnşallah beğenilir ve el üstünde tutulur.

Bir tek padişah ve buyruk sahibi yoktur ki bu kitabı görmezden gele. Özellikle şu devr u devran içinde kitap ne kadar sıklıkla okunsa din ve dünya işlerindeki teyakkuzları artar da artar ve dahi dostu düşmandan ayırmaktaki ustalıkları pekişir. Böylece önleri aydınlanır ve isabetli kararlar vermek için yüzleştikleri kapılar açılır. Diğer yandan padişahlık, dergâh u bargâh, divan u meydan, meclis ve emval, halkın ve ordunun halleri, vergi işleri ve bunun gibi nice meseleye vâkıf olurlar. Ülke sathında, yakın uzak, önemli önemsiz dönen ne var ise kendilerinden gizli saklı kalmaz. Allah-ü Teâlâ’nın rızasına ve iki cihanın mutluluğuna nail olurlar. (s. 4)

HAYATİ TEK: Hükümdarlık makamını önemli kılan nedir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allah-ü Teâlâ her çağda halk arasından birini seçerek onu hükümdarlara yaraşır birtakım özelliklerle donatır. Dünya işleri ve cihan ahalisinin kamu düzeninden onu sorumlu kılarak fitne ve kargaşa kapısını onun eliyle kapatır. Adaleti sayesinde hoşça zaman geçirip kendilerini güvende hissetmeleri ve idaresine duacı olmaları için insanların gönlünde ve gözünde ona dair derin bir saygı uyandırır. (s. 11)

HAYATİ TEK: Alınan tüm tedbirlere rağmen yine de kargaşa çıkarsa ne olur?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allah yazdıysa bozsun, bir başkaldırı, ilahi kuralları hafifseme yahut Allah-ü Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmekte bir gevşeme ortaya çıkması durumunda Hakk Teâlâ onları cezalandıracak ve yaptıkları çirkin işlerin karşılığını verecektir; Allah-ü Teâlâ bize böylesi günler göstermesin, böylesi talihsizlikler yaşatmasın! Ve kati surette, isyanın uğursuzluğu, Allah-ü Teâlâ’nın gazabını bu tür insanlara eriştirir. (s. 11)

HAYATİ TEK:  Âmin…

NİZAMÜ’L-MÜLK: Öyle ki aralarından basiretli idareciler çıkmaz; tefrika kılıçları çekilir ve kanlar dökülür. Bu günahkâr takımı, kargaşa ve dökülen kanlar arasında helak ve dünya onlardan pir ü pak olana değin eli güçlü, sırtı pek olanlar keyfince davranır. Tıpkı sazlığa düşen ateşin, kurunun yanında olduğundan ötürü yaşı da yakıp yandırması gibi, bu bozguncular tayfası yüzünden de birçok masumun kancağızı dökülür. (s. 12)

HAYATİ TEK: Düzeni yeniden sağlamak için neler yapmak gerekir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allah-ü Teâlâ’nın takdiri ile kullardan birisi saadet ve devlete erişir. Hakk Teâlâ bu kişinin bahtını açarak talihini ona yaver kılar, ona verdiği akıl ve fikirle eli altındakileri layıkıyla istihdam eder, onları başarılı olabilecekleri makam ve mevkie yerleştirir. Halk arasından hizmetkârlarını ve adamlarını tek tek seçerek her birine birtakım rütbeler, mertebeler verir. Din ve dünya meselelerine kifayetlerinde onlara güvenir. Sağladığı adalet sayesinde hayatlarını rahatça idame etsinler diye, itaat yolunu yol bilen ve kendi işleriyle meşgul olan tebayı sıkıntılara karşı kollar.

Ve dahi hizmetkâr ve atanmışların birinden yakışıksız bir davranış yahut bir yolsuzluk sadır olur da bu kişinin birtakım yaptırımlar, kınamalar ve öğütlerle yola gelmesi ve gaflet uykusundan uyanması durumunda görevinde devamı sağlanır; yok eğer uyanmazsa görevine derhal son verilerek, yerine o makama layık birisi tayin edilir. Ve dahi nankör olan ve huzurun kadr ü kıymetini bilmeyen, içlerinde ihanet tasarlayıp isyankârlık gösteren, haddi olmayan işlere burunlarını sokan kimseler hak ettikleri ölçüde paylanarak, hak ettikleri ölçüde cezalandırılırlar ve dahi; ola ki yaptıklarından vazgeçerler diye bağışlama kapısı her daim açık tutulur. (s. 12)

HAYATİ TEK: Düzenin sağlanması sadece idari tedbirler yeterli olur mu?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Öte yandan hükümdar cihanı bayındır kılar. Taşradan yeraltı suları için kanallar açar; ırmaklara yataklar yaptırır, büyük suların akışı için köprüler inşa eder, yerleşim birimlerini düzenler, tarlaları ekime elverişli kılar, surları yükseltir, yeni şehirler kurar, yüksek yapılar ve görkemli meskenler tesis eder, ana ve işlek yollarda konaklar bina eder; ilim taliplileri için medreselerin inşasını buyurur. Böylece bu kubbede hoş bir seda baki bırakır; kazandığı duaların sevabına da diğer cihanda nail olur. (s. 12)

HAYATİ TEK: Saltanatlarının devamı için hükümdarlar nasıl bir yol izlemelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahlara şanı yüce Hakk Teâlâ’nın rızasını gözetmek gerektir. Hakk Teâlâ rızası halka yapılan ihsan ve onlar arasında yaygınlaştırılan lütuf ile sağlanır. Tabanın hayır duası daimi olunca o memleket ayakta kalır ve her geçen gün gelişir. Ol melik, ol devr-ü devletten nimetlenir ve bu cihanda iyi bir nam, öte cihanda kurtuluşa ererek vereceği hesap pek kolay olur. Nitekim atalar demişlerdir ki: “Saltanat küfür ile devam bulur; amma zulüm ve gaddarlıkla paydâr kalmaz.”

Peygamber efendimizden şöylece nakledilir ki: “Bu cihanda halka idarecilik yapanlar, mahşer günü huzura elleri bağlı getirilirler. Şayet adil imiş ise, adalet onun ellerini çözüverir ve cennete ulaştırır; yok eğer zalim imiş ise zulmü ellerini bağlar ve elleri boynundan zincire vurulmuş bir şekilde onu cehenneme götürür.” (s.15)

HAYATİ TEK: Bu kapsamda hükümdarlara ne tavsiye edersiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Âlemin efendisi, saltanatı hep süresi şunu kesinlikle bellemelidir ki, o büyük gün, hükmettiği halka dair bizatihi kendisi hesap verecektir; bu hesabı başka birine havale etmesi söz konusu olmayacaktır. Mademki hal böyleyken böyledir, bu büyük meseleyi başkasına bırakmasa gerektir. Halkın işlerinden gafil olmasa gerektir. Elinden geldiğince, gizliden yahut açıktan halkla hemhal olması, halka kıyan elleri kırıp zalimlerin zulmünden halkı muhafaza etmesi sonucu gelecek bereket onun hükümet çağlarına dokunur inşaallâhu Teâlâ. (s.16)

HAYATİ TEK: Hükümdarların halkla münasebeti nasıl olmalıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahın haftada iki gün divan-ı mezâlime oturup, mazlumun hakkını zalimden alarak ona vermesi, konuyu aracısız bir şekilde tebaadan bizzat kendisinin dinleyip ona hükmetmesi gerektir. Nispeten önemli olanlar yazılı olarak kendisine arz edilmeli ve hükümdar bu meselelerin her birinin neticelerini de kâtiplere yazdırması lazımdır. Cihan hükümdarının haftada iki gün haksızlığa ve gadre uğrayanları huzuruna çağırıp onları bizzat kendisinin dinlediği haberi memlekette yayılınca zalimler dehşete kapılır, ayaklarını denk alırlar ve cezaya çarptırılma korkusundan ötürü hiç kimsenin haksızlık ve yolsuzluk yapmaya gözü kesmez. (s. 17)

HAYATİ TEK: Mali konular ve haksızlığa uğrayan insanların hak arama mücadelesi her devrin kritik konularından biridir. Özellikle vergi konusundaki görüşlerinizi almak isteriz.

NİZAMÜ’L-MÜLK: Görevlerini icra eden memurlara Allah’ın kullarına kibar davranmaları, aldıkları haraç ve öşürü nezaketle istemeleri, mahsullerini toplamadıkları sürece onlardan mal talep etmemeleri gerektiği salık verilmelidir. (s. 27)

HAYATİ TEK: Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Çünkü tahsildarlar vaktinden evvel mal isterler ise reaya elindekini yarı fiyatına satmak zorunda kalır; zahmete sokulur. Bu durumda o işten zarar eden halk perişan ve avare olur. Ve dahi, raiyyetten öküz ve tohuma muhtaç olacak kadar fakr u zarurete düşen olursa yerinden yurdundan cüda düşmesin, günlerini huzur içinde geçirsin diye vergi memurlarına, böylelerine ödünç vermeleri ve işini kolaylaştırmaları salık verilmelidir. Padişah sürekli tahsildarları denetlemeli, onlara nezaret etmelidir. (s.27)

HAYATİ TEK: Suistimal durumunda ne yapılmalıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Cihanın ve hazinenin dört başı mamur, kendi ömrünün uzun olması için padişah, memurlar kanunlara mugayir davrandıklarında yahut raiyyetten gerektiğinden fazla bir şeyler aldıklarında alınan şeyi sahibine iade ederek, alan kişiyi diğer memurlara ibret olsun da aynı yolsuzluğu yapmasınlar diye derhal azledip uzaklaştırmalıdır. (s. 28)

Görevlerini noksansız yerine getirip getirmediklerini görmek için padişahın vezirleri ve mutemetleri gizlice sürekli denetlemesi lazımdır. Padişahın ve memleketin esenlik yahut kargaşası onlara bağlıdır. Vezir iyi tabiatlı biriyse o memleket kalkınır, ordu ve reaya hoşnut ve huzurlu, padişah ise kaygılardan azade olur. Vezir şirret birisi ise memlekete telafi ve tedavisi imkânsız hasarlar verir ve bu sebeple padişahın gönlü daralır, zihni bulanır ve memlekette karışıklıklar zuhur eder. (s. 29)

Binaenaleyh padişah her daim memurların ne yapıp eylediklerinden haberdar olup tuttukları yolları, törelerini yörelerini iyi bellese, bir kanunsuzlukları yahut haddi aşmaları durumunda bir dem görevde tutmayıp derhal azletse ve işledikleri cürüm mesabesinde, diğerlerine gözdağı vermek için, onları cezalandırsa gerektir. Ceza korkusundan ötürü hiç kimse içinde padişaha karşı en ufak kötü bir niyet besleyemez. Padişah mühim bir iş verdiği kişiye, haberi olmaksızın, hal ve hareketlerini teftiş için bir gözcü tayin etse gerektir. (s. 38)

HAYATİ TEK: Devlet yönetiminde adalet, sizin de sıklıkla işaret ettiğiniz gibi mühim bir konu. Dönemin yargıçları olan kadılar nasıl bir tutum içerisinde bulunmalı? Ondan önce kadı olarak görevlendirilecek kişiler ne gibi özellikler taşımalıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Vazife; onlardan âlim, zahit ve halkın malında gözü olmayanlara teslim edilerek gönlünün harama meyletmemesi için ihtiyaçları olduğu miktarda maaşa bağlanmaları icap eder. (s. 53)

HAYATİ TEK: Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Zira bu, muazzam derecede hassas ve önemli bir noktadır. Çünkü onlar Müslümanların canlarından ve mallarından mesul kılınmış kişilerdir. İster cahilane ister kasten yahut tabiatları gereğince bir hüküm yahut fetva verdikleri vakit diğer kadıların verilmiş yanlış karara şerh düşüp padişaha iletmeleri, söz konusu hâkimin de azledilerek cezalandırılması gerektir. Görevli memurların kadıya hürmette kusur etmemeleri, saray içinde kadıyı muteber ve aziz tutmaları gerektir. (s. 53)

HAYATİ TEK: Kadıların itibarı niçin bu kadar önemlidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Peygamber aleyhissalatu vesselam: “Adalet dünyanın izzeti ve sultanın gücüdür.” buyurur. Adalet, ordu ve reayanın selameti, iyiliğin mihenk taşıdır. Nitekim Tanrı azze ve celle buyurur ki: “Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. (Rahman suresi; 7)”

Yani adaletten daha hayırlı bir şey yoktur.

Cenabı Hakk başka bir ayette şöyle buyurur: “Allah Kitabı hak ve ölçü ile indirmiştir. (Şura suresi; 17)”

Hükümdarlığa en çok yaraşan kişi kalbinde adaleti barındırıp; hanesinde dindarların ve âlimlerin huzur içinde kaldıkları, adamlarının Allah korkusu taşıyan Müslüman ve vicdanlı oldukları kişidir.

Hükümdarlar halkın arasında adalet ve huzuru temin için hadiseleri sıhhatli bir biçimde nakletsinler diye kötülük eylemekten şiddetle sakınan, kalbinde Allah korkusu taşıyan, gönlünde ihanet beslemeyen kişileri memleket işlerine koşmuşlardır. (s. 64)

HAYATİ TEK:  Peki hükümdarlar ülkesinde neler olup bittiğini, kadının doğru iş yapıp yapmadığını nasıl kontrol edecekler?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Yanı başında yahut uzağında kalmış ordu ve raiyyetin durumlarını araştırıp onlardan haberdar olmak padişahlığın gereklerindendir. Hükümdar böyle yapmaz ise şanına noksan gelir ve halk bunu onun gafil, ihmalkâr ve gaddar biri olduğuna yorarak; “Memlekette yolsuzluk, bozgunculuğun alıp başım gitmesi padişahın umurunda değil.” der. Şayet padişah olan bitenden haberdar da tedbir almıyorsa zulme rıza gösterip zalimlere ortak olur; yok eğer haberdar değilse ahmak, aymaz kara bir cahildir. Bu iki itham da hoş değildir. Şu halde muhakkak surette bir sahip-habere hacet vardır. (s. 85)

HAYATİ TEK: “Sahip-Haber” tabiri ile “istihbarat elemanlarını” kast ettiğiniz anlaşılıyor. Bu kişilere olan ihtiyaç neden bu kadar önemli?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Cahiliye devrinden İslam’a kadar her asır ve çağda hükümdarların her şehirde hayır olsun şer olsun her meselede malumat sahibi olan bir sahib-haberleri olagelmiştir. Bir şahıs bir tavuk yahut bir saman torbasını gasp etmişse padişah bunu 500 fersahlık mesafeden duyup, gasp edene gazaplanarak cezasını verirdi. Böylece diğerleri padişahın tetikte olduğunu, her yere adamlarını yerleştirdiğini bilirlerdi. Bu adamlar zalimlerin kanunsuz işlerine mani olur, halkın asayişini sağlayıp cihanı abad eylemeye koyulurlar. (s. 85)

HAYATİ TEK: İstihbarat konusuna niçin bu kadar önem veriyorsunuz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Üstünde büyük bir itinayla durulması gereken bu husus, memleketin selamet ve felaketi kendilerine bağlı olduğu için; büyük ölçüde şahsi menfaatleri peşinde koşmayan, hiçbir zan altında bulunmayan ellere, doğrudan padişaha karşı sorumlu dillere ve kalem erbabına tevdi edilmelidir. İşlerini gönül huzuruyla yerine getirebilmeleri için maaş ve aylıkları hazineden temin edilmelidir. Onların kanaatlerini de padişahtan gayrısı bilmemelidir. Böylece padişah vuku bulan bir hadiseden haberdar olarak ferman buyurabilecektir. Hal böyle olunca halk padişaha itaat için can atacak, padişahın gazabından da korkacaktır. Öte yandan hiç kimse padişaha karşı isyan etmeye cüret edemeyecektir. Padişahın sahib-haber ve münhi tayin etmesi onun adalet, teyakkuz ve muhakeme gücünün göstergesi olduğu gibi bu aynı zamanda memleketin bayındır olmasına vesile olur. (s. 86)

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz istihbarat sistemi nasıl yürütülmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Hiçbir şeyin hiçbir surette gizli saklı kalmaması ve vuku bulan yahut ayyuka çıkan bir meseleye anında müdahale için kulaklarına çalınan her şeyi padişaha ulaştıracak tacir, seyyah, sûfî, yoksul, sakatatçı kılığında, dört bir yana casuslar salınmalıdır. (s.101)

HAYATİ TEK: Yönetim işlerindeki kritik konulardan birinin de istişare olduğuna şüphe yoktur. Devlet yöneticileri kimlerle istişare etmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Meselelerde istişare yoluna gitmek kişinin güçlü muhakemesinden ileri gelir. Bir meseleye ilişkin herkesin malumatı olabilir; lâkin birisi konuya daha fazla vâkıf; bir başkasının mevzuyla ilgili bildikleri daha yüzeysel; bir diğeri sahip olduğu ilmi icra etmemişken bir başkası aynı ilmi tatbik ve tecrübe imkânı bulmuş olabilir. (s.  127)

HAYATİ TEK: Nasıl?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Farzı misal bütün ilaçların isimlerini ezbere bilip bir derdin devasını bir kitaptan okuyarak bulan biriyle, envai çeşit ilaçların adlarını bilmenin yanı sıra nice kez onları tecrübe ederek tedavilerde bulunan birisi hiç bir olur mu? Öte yandan dünyanın dört yanına yolculuklarda bulunarak cihanı görme fırsatına daha fazla nail olmuş, feleğin çemberinden geçerek nice işlere koyulmuş birisiyle şuradan şuraya adımını atmamış, özge iller temaşa etmemiş, işlere girişmemiş vasat biriyle kıyas kabul etmez. (s. 127)

HAYATİ TEK: Yani…

NİZAMÜ’L-MÜLK: Buradan hareketle şuna hükmedilir ki: Devlet işlerinde takip edilecek siyaset, âlimler ve cihan görmüşlerle istişare edilerek tespit edilmelidir. Zira birisi kıvrak zekâlı ve basiretli iken bir diğerinin anlayışı kıt olabilir.

Âlimler, “Yalnız başına bir kişinin devlet işleri için izlediği siyaset bir insan kuvvetinde; iki kişininki ise iki insan kudretindedir.” demişler; her halükârda on kişinin kudreti tek bir kişinin gücüne başat gelir. (s. 127)

HAYATİ TEK: Bu kıyaslamayı neye dayanarak yapıyorsunuz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Şuradan kıyas, Ademoğulları arasından Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhissalatu vesselam efendimizden daha âlim bir kişinin gelmediğini cümle âlem kabul eder. Olmuş ve olacak olanı görecek kadar kendisinde var olan o engin ilme; göklerin ve yerlerin, cennet ve cehennemin, levh ü kalemin, arş ü kürsünün ve bu ikisi arasındakilerin kapılarının kendisine açılmasına; Cebrail aleyhisselamın kendisine varıp vahiy getirmesine; olmuş ve olmakta ısrarkâr olanlardan onu haberdar kılmasına; bir böyle nice erdem ve gösterdiği mucizelere rağmen Allahü Teâlâ ona; “Yâ Muhammed, bir işi yapacağında yahut bir meseleyle karşılaştığında dostlarınla istişare eyle” diye buyurmaktadır. (Âli İmran; 153)”

İşte bunlardan ötürüdür ki Hz. Muhammed aleyhisselam istişareye ihtiyaç duyduktan sonra diğer insanların istişare etmemesi söz konusu bile olamaz.

Padişah çetin bir mesele ile karşı karşıya kaldığında bahse konu olan şey ile ilgili akıllarından geçeni belirtmeleri, fikirlerini beyan etmeleri için şeyhler, âlimler ve yârenleri ile istişare eylemeli; ileri sürülen görüşleri karşılaştırarak en doğru olanı benimsemelidir. Meselelere dair istişare eylememek kişinin muhakemeden yoksunluk ve başına buyruk olmaklık alametidir. (s. 128)

HAYATİ TEK: Efendim, dilerseniz biraz da ülkeler arası ilişkiler konusuna değinelim. Bu bağlamda elçilik müessesesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümdarlar elçilere nasıl muamele etmeli?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Elçilere yapılan iyi yahut kötü muamele onları gönderen padişaha yapılmış muamele demektir. Hükümdarlar hiçbir vakit birbirlerine hürmette kusur eylememiş ve elçiye her daim izzet ü ikramda bulunup asla zeval vermemişlerdir. (s. 133)

Eğer bir zaman padişahlar arasında husumet ve muhalefet husule gelirse elçiler her zamanki gibi gelip gitmişler ve kendilerine buyrulan elçilik vazifesini ifa etmişlerdir. Kendilerine her zaman âdet olunduğu şekilde davranılmış, rahatsızlık verecek en ufak bir harekete tevessül edilmemiştir. Nitekim Tanrı azze ve celle Kur’an-ı Mecid’inde bu hususta: “Elçiye düşen doğru haberi iletmekten başka bir şey değildir. (Nur suresi; 54)” diye buyurarak onları incitmenin çirkin bir şey olduğunu buyurmaktadır. (s. 134)

HAYATİ TEK: Elçilerin görev tanımı nasıldır? İki devlet yahut hükümdar arasında ferman taşımak mıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahlar sanıldığı gibi yekdiğerine elçileri sırf haber ve mektupları iletsinler diye göndermemektedirler. Elçileri yollamakta irili ufaklı yüzlerce niyetleri vardır. (s. 134)

HAYATİ TEK: Nedir o niyetler? Birkaç örnek verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK:  Örneğin ordusunun aşıp aşamayacağını anlamak ve için yolların, geçitlerin ve nehirlerin vaziyetinden haberdar olmak, atların yemleyeceği yerleri tespit etmek, ilgili yere tayin edilen memurların kim olduklarını teşhis, söz konusu padişahın ordusundaki asker sayısını, levazımat ve teçhizatının miktarını, sofra ve meclisinin niteliğini, dergâhının tanzim şeklini, çevgân ve av ile arasının olup olmadığını, huyu suyunu, ihsan ve gayretini, kılık kıyafetini, davranışlarının nasıl olduğunu, zalim yahut adil, genç yahut yaşlı mı olduğunu, illerinin mamur mu bakımsız mı olduğunu, ordusunun kendisinden razı olup olmadığını, raiyyetinin zengin mi fakir mi olduğunu, cimri mi cömert mi olduğunu, işlerde ihmalkâr mı itinalı mı olduğunu, vezirinin liyakati, takvası, sipah-sâlârlarının tecrübeli ve savaş deneyimi geçirmiş olup olmadıklarını, nedimlerinin işlerinin ehli ve hoş-eda olup olmadıklarını, bu padişahın nelerden haz nelerden nefret ettiğini, şarap tesiriyle şen şakrak ve hoş sohbet olup olmadığını, işlerinde dini emirleri gözetip gözetmediğini, şefkat ve himmet sahibi olup olmadığını, şuurlu yahut ebleh olup olmadığını, nüktedan yahut resmi olup olmadığını, oğlanlara mı kadınlara mı düşkün olduğunu öğrenirler. İşte bir gün bu padişaha galebe çalmak, ona muhalefet etmek yahut kusurunu yakalamak arzu ederler ise eksiğinden gediğinden haberdar olduklarından ötürü şehid Alparslan zamanında kulunuzun başına geldiği gibi, ona karşı olan emellerine layıkıyla ulaşırlar. (s. 134)

HAYATİ TEK: Eserinizde “Ordunun katışıksız tek bir ırktan teşkil olması tehlikeler doğurur. Orduda her soydan asker bulunması için çaba sarf edilmelidir.” diyorsunuz. Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK:  Ordusunu Türk, Horasanlı, Arap, Hindû, Gûrî ve Deylemliler gibi her kavim askerden teşkil etmek sultan Mahmud’un uygulamalarından idi. Sefer esnasında her gece nöbete gidecek askerlerin sayısı tespit ve her tayfaya bir mahal tahsis edilir idi. Yekdiğerinden olan korkularından ötürü hiçbir bölük yerlerinden kımıldamaya cüret edemez, birbirlerinin kollayarak uyumazlardı. Hiç kimseye “falanca kavim savaş meydanında pek mülayim” dedirtmemek için her kavim kendi haysiyet ve şerefini korumak maksadıyla en iyisinin kendileri olduğunu ispat için cenk günü dişini tırnağına takardı. Savaşçı erlerin töresi bu minval üzere olduğundan, tamamı yiğitçe, canla başla vuruşur idi. Elleri silahlarına davrandığında düşmanı kahretmeden topukları üstüne gerisingeri dönmezler idi. (s. 143)

HAYATİ TEK: Elbette hükümdarlar hep memleket meseleleriyle uğraşacak değiller. Dinlenmeye, eğlenmeye de ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaçlarını nasıl gidermelidirler?

NİZAMÜ’L-MÜLK:  Padişahın gönlü ancak nedimler sayesinde feraha kavuşur. Padişah eğer ki nedimlerle gönlünce vakit geçirmek, şaka yollu konuşup nükteler anlatma ve mizah yapmayı arzu ederse azametine bir noksan gelmez. Zira zaten nedimler böylesi işler içindir. (s. 172)

HAYATİ TEK: Nedimler nasıl bir tavır içerisinde olmalıdırlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahın devletin ileri gelenleri, sınır muhafızları, Sipah-sâlârlar ile ziyadesiyle düşüp kalkması onları pervasız kılar; bu da onun hükümranlığına halel getirir. Bu minvalde kendisine devlet işi tevdi edilen birine nedimlik buyurmak olmaz; aynı şekilde padişah indinde gördüğü güzel muamele kendisini şımartıp birtakım kanunsuzluklara tevessül ettireceğinden ötürü şahsına nedimlik buyrulan kişiye resmi hiçbir iş tevdi etmek olmaz. Amil her daim padişahtan korkmalı; nedim de pervasız olmalıdır. Eğer ki nedim laubali olmazsa padişah ondan hiç keyif almayarak ruhu sükûn bulmaz. (s. 123)

HAYATİ TEK: Hükümdarların nedimleriyle geçirecekleri vakit konusunda bir tavsiyeniz var mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahla bir araya gelecekleri vakitler belirlenmelidir. Hükümdar destur, izin verdiğinde veya devletin ileri gelenleri meclisten el etek çektiklerinde nedimlerle görüşme sırası gelmiştir. (s. 123)

HAYATİ TEK: Nedim edinmede ne gibi faydalar vardır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedim edinmede birkaç fayda mülahaza edilir. Birisi padişahın can dostu oluşu, diğeri onu gece gündüz kollayan bir muhafız oluşudur. Maazallah bir tehlike baş göstermesi durumunda nedim gözünü kırpmadan bedenini belalara cansiperane kalkan eyler. Bir diğeri, padişah nedimle havadan sudan konuşabilir; aynı zamanda kendilerine iş buyrulduğu ve işleri yapmaya memur kılındıklarından ötürü vezirleri yahut devletin ileri gelenleriyle konuşamayacağı gayri ciddi yahut ciddi birçok meseleyi nedimle paylaşabilir. Faydalı ve pek makbul bir durum olarak padişahlar, nedimlerin her konudan dem vurmalarına; hayır olsun şer olsun nice mevzularda, ayık yahut esrikken vaziyet hakkındaki nükte yollu beyanlarına kulak verirler. (s. 124)

HAYATİ TEK: Nedimler ne gibi özelliklere sahip olmalıdırlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedim asil, erdemli, güleç, itikadı saf, ketum ve giyimi kuşamı şık; kitaplardan, kıssalardan, pek az kişinin bildiği konulardan, mizahi yahut ciddi meselelerden nice şeyi hatırında tutarak onları güzel bir şekilde nakledebilmeli; her daim neşeli, kafadar olup tavla ve satrancı iyi bilmelidir. Baht ya da Rûd çalabiliyor yahut bir pusatı kullanabiliyorsa ne âlâ! (s. 124)

HAYATİ TEK: Nedimler yeri geldiğinde hükümdarlara devlet işlerinde de danışmanlık yapmalı mıdırlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedim padişaha mutabık olur ve olması da elzemdir. Padişah ne der ve eyler ise nedime “çok yaşa” ve “ bravo” demek düşer. Padişahların pek ağrına gidip hışımlarına neden olacağından ötürü nedim padişaha “bunu yap şunu yapma” gibi talimatlarda bulunmamalıdır. Bütün işler hakkıyla yürüsün diye, eğlenceye, seyrana, dostlarla çevrili meclise, şaraba, ava, çevgâna, yemeye içmeye ilişkin ne varsa, zaten bu meselelerle alakalı olduğu için nedimlere danışılarak yapılması en uygunudur. Diğer yandan imaret, harp, taarruz, siyaset, zahire, hediye, makam, sefer; ordu ve reayaya ilişkin her ne var ise böylesi konuların daha salahiyetli olduklarından ötürü vezirler; ekâbir ve devletin ileri gelenleriyle istişare edilmesi evlâdır. (s. 124)

HAYATİ TEK: En ideal nedim kimler arasından seçilmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedimin görmüş geçirmiş, cihanın dört yanında bulunmuş ve ululara hizmet etmiş olanları evladır. Halk, padişahın huyunu suyunu nedime kıyasla bilir. Eğer ki nedim geçimli, mülayim, sabırlı, cömert, zarif ve latif biri ise halk padişahın da huyu suyu güzel, tıyneti pir ü pak, seçkin davranışlara sahip biri olduğunu anlar. Öte yandan eğer ki nedim çehresi asık, kibirli, her şeye dudak büken, pinti, ebleh ve mütekebbir biri ise halk padişahın da sütü bozuk, huysuz, hırçın ve çirkin davranışlara sahip biri olduğunu anlar. (s. 124)

HAYATİ TEK: Cömertliğin hükümdarlığın şanından olduğu rivayet edilir. Bu konuda tarihten birkaç örnek verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allahü Teâlâ İbrahim aleyhisselamdan bulunduğu ikramdan ve misafirperverliğinden ötürü övgüyle söz eder. Hatimi Tai’nin vücuduna cömertlik ve konukseverliğinden dolayı cehennem ateşini haram kıldı. Ayrıca dünya var oldukça onun cömertliği dillere destan olacaktır. Emirül-mü’mînin Ali bin Ebi Talib kerremallahu vechehu namaz kılar iken gelen dilenciye parmağındaki yüzüğü çıkarıp verdiği, nice açı doyurduğu için Hakk Teâlâ kitabında ondan övgüyle bahsetmiştir ve kıyamete kadar onun cömertliği, erliği, gözüpekliği dilden dile dolaşacaktır. (s. 187)

Cihanda cömert olmaktan ve ihsanda bulunmaktan daha iyi bir şey bulunmaz.

Unsûrî şöyle söyler:

Cömertlik üstündür bir nice işten

Cömertlik yadigârdır peygamberden

Bugüne değin cihana kim nam salmış ve salacaksa halka bulunduğu ihsandan ötürüdür. Cimri ve nankörler iki cihanda da kınanmıştır.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Cimriler cennete girmeyeceklerdir.”

İslam devrinde olsun küfür devrinde olsun her dönemde insanlara yardım etmekten daha güzel bir meziyet var olmamıştır. (s. 188)

HAYATİ TEK: Hükümdarların kendilerine şiar edindikleri temel ölçüleri olmalı mıdır? Daha doğrusu, iyi nam bırakmış hükümdarlar nasıl davranmışlardır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: İhtiyarlara ve tecrübeli kimselere ihtiramda bulunup her birisini bir makam ve mevkie yerleştirmek, memleketin selameti için bir kimseyi terfi ederken diğerinin rütbesini düşürmek, yüksek yapılar inşa etmek, başka hanedandan izdivaç yapmak, padişahlık meselelerini iyi kavramak, din işleriyle alakadar olmak, tüm konularda, örneğin bir düşman yahut bir savaş baş gösterdiğinde başarıya ermek için izlenecek siyasetle ilgili âlimlerin, görmüş geçirmişlerin, deneyimli kişilerin görüşlerini alıp onlarla birlik hareket etmek yahut bir harp durumunda gönderilecek savaş elçisinin nice savaşlara katılmış, harpler kazanmış, kaleler zapt etmiş adı dillere destan birisi olmasının yanı sıra, birçok kez bir memleket meselesinde acemi, toy ve çiçeği burnundakiler görevlendirildiğinden dolayı mutlak surette yanlışlıklar yapıldığı için ve daha bu hataya düşülmemesini önlemek maksadıyla onunla birlikte işin ehli birini yollamak ferasetli hükümdarların töresi olagelmiştir. Bu hususta her daim dikkatli olunmasını buyurmak daha evla ve daha güvenlidir: Vallahu a’lem. (s. 215-216)

HAYATİ TEK: Devlet yönetiminde kişiler görevlendirilirken ne gibi hususlara dikkat edilmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Her devirde feraset sahibi padişahlar ve müteyakkız vezirler işlerinin istikrarı ve uyum içinde olması için iki resmi görevi aynı kişiye; aynı işi de iki ayrı kişiye teklif etmemişlerdir. Nitekim iki ayrı iş aynı kişiye ısmarlandığında teklif edilen iki vazifeden birisi kati surette aksar ve hakkıyla yerine getirilmez. (s. 229)

HAYATİ TEK: Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Çünkü bu kişi birinci vazifesine kendini olabildiğine vererek yoğunlaşacağından ötürü diğer vazifesinde aksamalar meydana gelir; yahut diğer vazifeyi halletmek için itina ile hareket etmeye kalkarsa bu defa birinci vazifesi kusurlu ve yarım yamalak olur. Esasında, dikkat buyrulursa görülecektir ki kendisine iki farklı görevi ifa etmesi buyrulan kişi hem sürekli kabahatli duruma düşerek töhmet altında kalır hem de o işten bir hayır gelmez. Öte yandan kendisine iş buyuran kişi de daima ıstırap içinde kalır.

Dahası her ne zaman aynı kişiye iki farklı görev tevdi edilirse yüksüneceklerinden ötürü işi o buna bu ona yönlendirir.

O takdirde de işten bir netice elde edilmez. Hatta bu hususta bir özdeyiş bile var:

Bir evde varsa dü zen; olmaz o evde düzen

İki avrat varsa süpürülmemiş kalır hane

Hele iki reis varsa hane mane virane

Bir âmile (görevliye) divandan birden fazla vazife buyrulması hükümdarın ihmalkârlığının ve vezirin liyakatsizliğinin göstergesidir. (s. 229)

HAYATİ TEK: “Bir koltuğa iki karpuz sığmaz” derler ama günümüzde çeşitli sebeplerle aynı anda iki hatta daha çok işi yapmak için heveslenenler var… Sizin döneminizde (1070’ler) durum nasıldı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Günümüzde işinin ehli olmadığı halde on vazifeyi birden elinde bulunduran ve hatta başka bir görev çıkarsa rüşvet vermeyi dahi göze alarak onu uhdesine almaya kalkan nice kişiler vardır. Bu kişinin yeterliliğine bakılmaz, kâtiplik, iş idaresi ve ahlakına ya da elinde bulundurduğu bunca işi başarıyla nihayetlendirip nihayetlendiremeyeceğine bakılmaz.

Öte yandan işinin ehli, gayretkeş, liyakatli, takdire şayan, tecrübeli nice kişi atıl bırakılarak bir köşeye atılmıştır. Ne idüğü belirsiz, usul erkân bilmez, kör cahiller nice vazifeyi uhdesine alıp da işinin erbabı, soylu soplu, eline beline diline sahip, özellikle devlete makbul hizmetleri geçmiş, yararlıklar göstermiş dirayetli kimselerin bir kenarda işsiz güçsüz durması akla ziyandır. (s. 230)

HAYATİ TEK:  Devlet yönetiminde uzun yıllar üst düzey hizmet görmüş biri olarak siz nasıl bir yol ve yöntem izlediniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bendeleri her zaman meşguliyeti dindaş, mezhepdaş, soyu sopu belli ve takva ehline buyurmuştur. Şayet işi tevdi ettiğim kişi görevi almakta tereddüt ya da reddederse cebren bu vazifeyi ona yüklerdim. Böylece hem mala ziyan gelmemiş hem reayanın huzuru muhafaza edilmiş; ikta sahibinin ismine halel gelmemiş, mağdur bırakılmamış ve hükümdarın da dirlik ve düzeni temin edilmiş olurdu. Bugün bu töre bozulmuştur. (s. 231)

HAYATİ TEK: Nasıl? Örnek verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Aşağılık bir çıfıtın kethüdalığa ve Türklerin ifa ettiği bir vazifeye getirilmesinde bir beis görülmüyor. Hıristiyan, Mecusî, Râfızî, Harici ve Karmatî bir şahsa vazife tevdi edilmesi gafletin ürünüdür. Demek ki bunlar dinde vurdumduymaz, malda ihmalkâr ve reayaya karşı zalimdirler. Şu bende kem gözlerden korkarak bu devlet işlerinin nereye varacağını kestirememektedir. (s. 231)

HAYATİ TEK: Geçmiş dönemlerden bu konuda göstereceğiniz olumlu örnekler var mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Sultan Mahmud, oğlu Mesud, Sultan Tuğrul ve Alparslan (Allah burhanını aydınlatsın) devirlerinde Gebr olsun, Hıristiyan yahut Râfızî olsun bu tayfadan hiçbiri ne kamuya ait meşguliyetlere bulaşmaya ne de huzura çıkmaya cüret ederlerdi. Türklere kethüdalık yapanlar, tüm mutasarrıflar ve ileri gelenlerin hepsi mezhepleri halis Hanefî ve Şafiî Horasan ahalisinden idi. Hiçbir kâtip ve gulam sapkın mezheplilerin kendilerine yanaşmasına müsaade etmez; hiçbir Türk de onlara vazife verilmesine göz yummayarak; “Bunların alayı Deylemli Râfızî veya onların yardakçılarıdır. Bunların çöreklenmesine ve palazlanmalarına göz yumulursa Türklerin hali harap ve Müslümanların durumu vahim olur. Düşmanı koynumuzda beslemeye gelmez.” derlerdi. Bu sayede huzur içinde yaşarlardı. (s. 231)

HAYATİ TEK: Bugün gelinen noktada durum nasıldır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bugün iş o raddeye varmıştır ki dergâh ve divan bunlarla tıka basa dolmuştur. Her Türk’ün peşine 10, 20 kişi takılmış ve Horasan ehlinden bir kişinin dergâh yahut divanın kapısının önünden geçmesine, oradan bir lokma ekmek yemesine bile tahammül etmemektedirler. Divanda tek bir Horasanlı debir ve mutasarrıf kalmayınca Türkler bu tayfanın şerrini anlayacak ve bendenizin bu sözlerimi hatırlayacaklardır. (s. 231)

HAYATİ TEK: Eskiden nasıldı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Eskiden bir şahıs kethüdalık, ferraşlık yahut rikâbdârlık vazifesi için bir Türk’ün huzuruna vardığında ona hangi şehir ve vilayetten olduğu, hangi mezhep ve millete mensup olduğu sorulurdu. Bu şahıs Hanefî, Şafiî mezhebinden, Horasan ve Sünnî Maveraünnehr ahalisinden ise kabul edilirdi.

Sultan Tuğrul yahut Sultan Alparslan (Allah kabrini nurlandırsın) eğer bir Türk’ün bir Râfızîyi iş için kabul eylediğini işittikleri vakit o Türk’e çıkışırlar ve gazaplanırlardı. İşte sırf bunlardan ötürü onların hükümdarlıkları intizam üzre müreffeh bir seyir takip etmekte, kazasız belasız sürmekteydi. (s. 232)

HAYATİ TEK: Bu konuda Sultan Alparslan’ın aldığı tedbirler konusunda örnek verebilir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bir gün Sultan şehit Alparslan (Allah ruhunu mukaddes kılsın) Erdem’in Hurdabe’yi kâtibi olarak atadığını haber verdiler.

Hükümdar, “Hurdabe Bâtınî mezhebine mensuptur.” sözünden gayetle rahatsız oldu.

Alparslan bir gün sarayda Erdem’e: “Sen benim düşmanım ve saltanatımın hasmı mısın?” dedi.

Erdem yerlere kapanarak: “Aman hükümdarım, bunlar nasıl sözler, ben sizin naçiz bir kulunuzum, bilmiyorum, efendimizin hanedanına hizmette bugüne değin ne kusurum görülmüştür, efendimize bendeliği ve muhabbeti terk etmemişim.” dedi.

Sultan: “O Hurdabe dedikleri, senin kâtibin olan herif Bâtınî mezhebine mensupmuş.” dedi.

Erdem: “Ey efendim o da kim oluyormuş? Hanedanınıza ne zararı dokunabilir; ateş olsa cirmi kadar yer yakar.” dedi. (s. 232)

HAYATİ TEK:  Sultan Alparslan’ın bu cevaba tepkisi ne oldu?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Sultan: “Gidin şu herifi getirin buraya!” dedi.

Gidip onu sultanın huzuruna getirdiler.

Sultan: “Sen Bâtınîsin ve Bağdat halifesinin hak olmadığını söylüyormuşsun.” dedi.

Hurdabe: “Efendim, bendeniz Bâtınî değil Şiîyim.” dedi.

Sultan; “Gidi kaltağın evladı! Sanki Rafızîlik matah bir şeymiş gibi Bâtınî değil Râfızîyim diyorsun! Her iki tayfaya da lanet olsun!” dedi.

Onu huzurdan karga tulumba kapı dışarı ettiler.

Sultan daha sonra huzurdaki büyüklere dönerek şöyle dedi:

“Suç bu herifin değil, böyle sapkınları istihdam eden Erdem’indir. Size bin kere söyledim, siz Türk’sünüz, Horasan ve Maveraünnehir ehlindensiniz. Yani buralara yabancısınız. Ben bu vilayeti kılıç çalarak, güç kullanarak zapt ettim. Irak ahalisinin kahir ekseriyetinin mezhepleri sapkın ve hak değildir; itikatları bozuk ve Deylem yandaşlarıdırlar. Türkler ve Deylemler arasındaki husumetin kökleri eskiye dayanmaktadır. Tanrı azze ve celle Türkleri Deylemlere hükmettiklerinden ötürü aziz kılmıştır. Tanrı azze ve cellenin tevfikiyle Türkler Müslüman ve itikatları pir ü paktır; lâkin onlar bir kuru heves peşinde, bidat ve sapkın mezheplere mensupturlar. Türkler karşısında bir etkinlik gösteremedikleri zaman Türkleri sever, sayar, itaatkârlık gösterirler; Türkler zayıflamaya yüz tutup onlar güç kazanmaya başladıklarında Türklerin işlerine köstek olmaya kalkarlar; işlerin aksaması için ellerinden yaparlar.”

HAYATİ TEK: Konu böylece kapandı mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Daha sonra sultan 200 miskal miktarınca at kılı getirmelerini emretti. Aralarından bir kılı çekerek Erdem’e: “Bunu kopar!” dedi. Erdem at kılını tutarak koparıverdi. Sultan ona beş at kılı daha verdi. Erdem onları da kopardı. Daha sonra on at kılı verdi erdem onları da bir hamlede koparıverdi.

Sultan daha sonra ferraşa at kıllarından üç gez miktarınca örüp getirmesini emretti. Ferraşın ördüğü bu kılları sultan Erdem’e uzatarak koparmasını istedi. Erdem her ne kadar var gücüyle koparmaya çabaladıysa da koparamadı. (s. 233)

Bunun üzerine sultan:

“İşte düşman aynen böyledir. Birer, ikişer, beşer olunca kolay görünür; lâkin sayıları artıp birbirlerine arka vermeye başladıkları zaman onları yerlerinden sökmek güç olur. Bu da Erdem’in ‘Ateş olsa cirmi kadar yer yakar’ sözüne cevap olsun. Bunlar böyle birer birer Türklerin arasına sızar, önemli makamları ele geçirerek Türklerin ne yapıp eylediklerinden haberdar olduklarında kısa bir müddet içinde Irak’ta isyanlar baş gösterir; yahut Deylemler memlekete kastederler. Bunlar da gizlice yahut alenen onlarla işbirliğine girerek Türkleri helak etmeye azmederler. Sen Türk olduğun için işlerinde bir aksama meydana gelmesin diye askerinin de Horasan’dan olması; kethüdanın, hizmetkârının cümlesinin Horasan’dan olması icap eder. Hükümdarının hasmının sana yanaşmasına müsaade edersen hem kendine hem hükümdara ihanet içindesin demektir. Gerçi kendine ne istiyorsan yaparsın; lâkin hükümdara ihanet etmeniz yakışık almaz. Sizin değil, benim sizin üzerinize titremem gerek. Allah-ü Teâlâ sizi benim üzerime değil, beni sizin üzerinize serdar kılmıştır. Şunu iyi belleyin ki padişahın düşmanlarına muhabbet besleyen, padişahın düşmanlarına dâhil olur ve bozguncular ve çapulcularla dostluk kuran onlardandır.”

Sultan bu sözleri sarf ettiği esnada İmam Muşattab ve Kadı Levker de huzurda bulunmaktaydılar.

Sultan yüzünü onlara dönerek: “Bahse konu eylediğim husus hakkında sizin kanaatiniz nedir?” dedi.

Onlar: “Cihan sultanı, Tanrı ve elçisinin Râfızîler, Mübtedi’ler, Bâtınîler ve ehl-i zimmete ilişkin söylediklerinin aynını söyler.” (s. 234)

HAYATİ TEK: Meseleyi toparlamak gerekirse özetle ne tavsiye edersiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Demek ki ne idüğü belirsizlere, soysuzlara, faziletsizlere görev tevdi ederken namlılar, fazilet sahipleri ve üstün vasıflı kişileri bir kenara atıp zayi etmek yahut aynı şahsı beş altı vazifeyle birden görevlendirirken nitelikli birisine bir meşguliyet bile ısmarlanmamak cehalet ve liyakatsizlik göstergesidir. Vezirin kifayetli ve âlim olduğu mülk ve devlete zeval gelmemesinden, hükümdarın işlerinin fesada uğramasını arzu etmemesine düşkünlüğünden anlaşılır. Bir kişiye on vazife verip geri kalan dokuz kişiyi işsiz güçsüz bıraktıklarından memlekette işsiz güçsüz atıl insanların sayısı, çalışanların ve varlıklı insanların sayısından fazla olur. (s. 238)

Öte yandan ilim irfan ehli, mürüvvet sahiplerinin evlatları ve şerefli birtakım kimselerin ihtiyaçlarını, beytülmalden hak ettiklerini devamlı şekilde teslim etmek gerekir. (s. 240)

HAYATİ TEK: Onlar ihmal mi ediliyorlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Onlara ne görev teklif edilmekte ne de sürekli biçimde hakkıyla onlarla ilgilenilmektedir. Onlar mahrum bırakılıp ve devletten paylarına düşeni alamadıklarında, hükümdarın hizmetkârlarının gafil oldukları bir zaman çatar ve bu kişilerin haklarının teslim edilmediğinden padişah haberdar kılınmaz, bunlara bir meşguliyet verilmez, âlimlere ve ulu kimselere maaş ve maişetleri ulaştırılmaz, bu cemaat devlette bütün umutlarını keser ve devlet hakkında kötü emeller beslerler; sonra zaruret halinde âmil, kâtip ve padişahın yakın çevresinde gördükleri kusurları ifşa ederler, bunları padişahın kulağına eriştirirler, padişahın eseflenmesine neden olurlar. İçlerinde kerli ferli olan varsa kargaşa çıkararak padişahın hiddetlenmesine ve böylelikle memleketin fitne ortamına sürüklenmesine sebep olur.” (s. 240)

HAYATİ TEK: Bu olumsuz sonuçlar için göstereceğiniz bir örnek var mı tarihten?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Fahru’devle devrinde kâtipler işsiz güçsüz kaldıkları zaman benzer bir durum oluşmuştu.” (s. 240)

HAYATİ TEK: Anladım. Peki, devlette görev almamalarını tavsiye ettiğiniz bu isyankâr tabiatlı kişilerle nasıl mücadele edilmeli?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Âdem-i safî aleyhissalatu vesselamdan bu yana her asır ve çağda dünyanın her yöresinde Hariciler (isyancılar) olagelmiştir. Hükümdarlar ve peygamberlere onlardan daha uğursuz, daha habis, daha sapık bir güruh musallat olmamıştır. Karanlık mahfillerde memleketin yıkımı için çirkin şeyler tasarlayarak din ve devletin yıkılması için gayret ederler. Allah yazdıysa bozsun, bu muazzam devlete göklerden bir bela çatacak olsa bu köpekler inlerinden çıkıp isyan etmek, Şiîlik davası gütmek için kulaklarını fitneye, gözlerini orduya dikmişlerdir. Bunların kahir çoğunluğu Râfızîlerden ve Hurreme-din taraftarlarından güç ve destek alarak ellerinden gelen şer, fesat, katliam, sapıklığı artlarına koymazlar. Bunlar sözde Müslüman, özde kâfirdirler. İçleriyle dış görünüşleri, hâlleriyle kâlleri birbirine taban tabana zıt olan bu tayfadan Muhammed Mustafa aleyhisselamın dinine daha beter düşman yoktur. (S. 267)

HAYATİ TEK: Siz bu konularda Sultan Melikşah’ı elbette uyarmışsınızdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bendeniz birtakım şeyleri faş etmeye kalksa yer yerinden oynar! Lâkin onların beyanları yüzünden cihanın efendisi (mülkü daim olsun) şu bendeden rahatsızlık hissetmişlerdir. Öte yandan benim hakkımda ileri geri konuşup beni kötüledikleri için bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim. (s. 268)

HAYATİ TEK: Ne gibi propagandalar yaptılar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Hükümdarı mala düşkün, hırs sahibi, beni de art niyetli olarak ilan ettiler. (s. 268)

HAYATİ TEK: Siz yine de ikaz etseniz…

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bu şartlarda bendenizin öğütleri çok makul görünmeyecektir. Bendenizin ebedi âleme göç etmesinin ardından cihan sultanı onların desise, ihanet ve çirkin işlerinin farkına varacaktır. İşte o zaman şu bendenizin size olan muhabbet ve şefkatini; bu güruhun devlet hakkındaki emel ve karanlık düşüncelerinden bendenin bihaber olmayıp, bunları ifşa ederek haşmetmeaplarının yüksek görüşlerine sunduğunu anlayacaklar. (s. 269)

HAYATİ TEK:  Önerilerinizin kabul görmediği anlaşılıyor.  Neden tekrar ikaz etmediniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bendenin bu husustaki sözlerine itibar edilmeyip inanılmadığı görülünce bendeniz bunları tekrar etmekte bir fayda görmedi. (s. 268)

HAYATİ TEK: Anladım. Lakin siz yine de sonraki nesilleri ikaz babında “uğursuz, habis, sapık bir güruh” olarak nitelendirdiğiniz kişilerin nerelerde toplandıklarına dair kısaca bilgi verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Halep ve Mısır’da İsmailî; Kum, Kâşân, Taberistan ve Zebzvâr’da Şiî; Bağdat, Maveraünnehr, Gazne’de Karmatî; Kûfe’de Mübârekî; Basra’da Revendî ve Burkaî; Gürgan’da Muhammiri; Şam’da Mubayza; Mağrib’de Saîdî; Lahsa ve Bahreyn’de Cinânî; İsfahan’da Bâtınî (kendilerine de Talîmî derler) olarak adlandırılmışlardır. Bunların mevzusu epey uzundur; onların tek davası Müslümanlığın köklerini nasıl kuruturuz ve halkı ne şekilde saptırabilir ve doğru yoldan çıkarabilirizden başka bir şey değildir. Vallahu a’lem! (s. 325)

HAYATİ TEK: Efendim, böylece söyleşimizi tamamlamış olduk. Son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Muhammed sallallahu aleyhissalatu vesselam şöyle buyuruyor:

“Allah’ın kullarını incitmesin ve dertleriyle dertlensinler diye salihlere, takva sahiplerine ve doğru işlerde bulunan insanlara vazife teklif edilmelidir; gönlünde Allah’a ve resulüne garez besleyen birisinin Müslümanların başına getirilmesi hıyanet etmek demektir.”

Bu cihan iyi olanın iyi, kötü olanın kötü anıldığı bir garip şahlar defteridir. (s. 342)

Cihanın halini sorar idim âlimden

Dedi ya uykudur ya yeldir ya efsane

Dedim o huzura ne vakit erer gönül söyle

Dedi ya hayal ya sarhoş ya çılgındır. (s. 346)

KAYNAK: Nizamü’l-Mülk; Siyasetname, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2009.

]]>
DEVLETŞAH: “FİKİR GELİNLERİNİN SÜSLEYİCİLERİ VE NEFİS SIRLARININ SARRAFLARI NAMLI ŞAİRLERDİR.” http://hayatitek.com/devletsah-ropartaj/ Tue, 02 Feb 2021 20:09:42 +0000 http://hayatitek.com/?p=3990 HAYATİ TEK: Efendim, yaşadığımız çağda insanın ruh cephesi hayli ihmal ediliyor. Oysa siz, “Ey insanoğlu! Sen yaradılışın ilki ve aynı zamanda da sonuncususun. Kendini küçük görme.” diyorsunuz. Sizce insanı önemli kılan nedir?

DEVLETŞAH: İnsani mertebelerin en yükseği ilim ve hikmettir. “Biz insanı en mükemmel şekilde yarattık” ayetinden çıkan mana da budur. Ve en aşağı mertebesi de bilgisizlik ve aptallıktır. “Sonra biz onu en aşağılara attık” ayeti de buna işaret etmektedir. Binaenaleyh Tanrının bu sözlerinden anlaşıldığı veçhile şu pek kesindir ki, insan en aşağılık ve en tehlikeli olan alçak mertebeden, meleklerin mertebesinin en yücesine ancak insani sıfatlar ve ilahi bilgiler vasıtasıyla erişebilir. (s. 24)

HAYATİ TEK: İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellikler nelerdir?

DEVLETŞAH: İnsanlara mahsus olan konuşma ve güzel söz söyleme hassasını meani (mana, anlam) kapılarının anahtarı olarak yaratmışlardır. Hatta en ince bilgi hazinelerinin tılsımını bu anahtarla açmışlardır. Bunun için insan, konuşma ve iyiyi kötüden ayırma kuvvetiyle diğer hayvanlardan ayırt edilir. Yoksa, o da yaratılışta diğer hayvanlarla beraberdir. Bütün hayvanların dili sükût ve hicap zindanında mahpustur. Hâlbuki bütün eşya onlarca da hissedilmektedir.

Arif-i Rumî (Mevlânâ Celâlüd-din Rumî) bu hususta şöyle buyurur:

“Hayvani güzelliğin kıymeti yoktur. Ey kardeş, hele bir kasapların bulunduğu yerden geç de gör. Yemek ve içmekle hayvan irileşir, insan ise kulak yoluyla kuvvetlenir.” (s. 24)

HAYATİ TEK: Söz bu kadar önemlidir diyorsunuz yani…

DEVLETŞAH: Bir gönül sahibinin makam ve hâle sahip olduğuna en doğru tanık onun sözleridir. İşte bunun için hakikat çöllerinde dolaşanlar ve tarikat denizlerinde yüzenler insanın canını yakıp eriten hikmet ve marifetin kızgın çölünde boş yere dolaşmamışlar ve hayretle endişenin kan içici denizinde beyhude yüzmemişlerdir. Belki bu kızgın çölün dikenlerinden bir gül derlemişler ve ucu bucağı olmayan bu denizde dalgıçlık yaparak ince danesine erişmişlerdir. (s. 25)

HAYATİ TEK: Güzel olduğu kadar da zor bir uğraş…

DEVLETŞAH: Tefekkür ateşiyle perişan olurlar, fakat neticede meleklerle akraba olurlar. (s. 25)

HAYATİ TEK: Nasıl?

DEVLETŞAH: İrfan ve fazilet sahipleri garip manaları ve ince bilgileri bir gelin gibi tasavvur etmişlerdir. Bunların nazma çekilmesini de fikir gelinlerinin süsü olarak tanımışlardır. Her ne kadar bir güzelin güzelliği ve letafeti süssüzken de kâfi sayılır. Fakat şunu unutmamalı ki, ödağacının buhurdana girip yanmadan kıymeti belirmez.

“Aşk, hakikati mecaz renginde türlü türlü süslerle gösteren bir süsleyicidir. Mahmud’un gönlünü tuzağa düşürmek için tarağı ile ayazın zülfünü çekici bir şekle koyar.” (s. 26)

HAYATİ TEK: Yani şairler fikirleri daha cazip hale getiren, süsleyen kişilerdir. Öyle mi?

DEVLETŞAH: Fikir gelinlerinin süsleyicileri ve nefis sırlarının sarrafları namlı şairlerdir. Bunların dalgıç gibi olan kerametli tabiatları ve bir yüzgeç gibi olan doğru zihinleri bir anda mekânsızlık denizinden binlerce mana incisini varlık kıyılarına getirir, hatta mana ehillerinin başlarına saçar. Hakikaten mana doğanı bu taifenin tuzağına düşmüş ve nüktenin azgın atı bunlara ram olmuştur.

Senaî bu hususta şöyle buyurdu:

“Sen şairleri alelade rivayetçilerle bir tutma. Zira İsa’nın yeri gök ve tutininkisi ise ağaç dallarıdır.”

Âlimler ve şairler temiz olan Âdem’in bu toprağa indiği zamandan beri her devirde ilimlerin bir çeşidinin insanlar arasında bir değer ve önem kazandığında ve o devirde yaşayan milletlerin hakîm ve âlimlerinin bir ilmi öğrenmeye çalıştıkları ve peygamberlerin nübüvvetlerini de bununla kabul ettikleri hususunda söz birliği etmişlerdir. (s. 26)

HAYATİ TEK: Nasıl?

DEVLETŞAH: Şöyle ki, Nuh zamanında davet ve azimet, İbrahim zamanında ateşbazlık, Musa zamanında sihir ve simya, İsa zamanında hikmet ve tababet ilimleri rağbet bulmuştu ve bu ilimlerde mahir olanlar körü körüne bunlarla peygamberlik iddiasında bulunmuşlar ve bütün bunları bir mucize saymışlardır. Sonra Tanrı’nın illetsiz olan kudreti “Biz her peygamberi ancak kavminin lisanı ile gönderdik” ayeti uyarınca zamanın dinlerini kaldırmak ve ileri gelenlerini terbiye etmek maksadıyla azim sahibi peygamberleri gönderdi. (s. 26)

HAYATİ TEK: Son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) çağının mucizesi neydi?

DEVLETŞAH: Nebilerin sonuncusu olan Hazretin (Allah’ın salat ve selamı onun üzerine olsun) ortaya çıktığı vakitte fesahat ve belagat o derece itibar bulmuştu ki, Arap fasihleri bu ilimde peygamberlik davasında bulunurlardı.

“Yolunu sapıtanlar şairlere tabi olurlar” ayetinin haklarında nazil olduğu, yanlış yolda kalmış, Allah’a eş koşan şairlerin önderi Ümeyye b. Ebi’s-salt fesahat ve belagati ile böyle bir batıl davada bulunuyordu.

“İns ve cin bu Kur’an’ın benzerini meydana getirmek için bir yere gelseler ve birbirlerine yardım etseler asla onun benzerini yapamazlar” buyurulduğu veçhile her harfi bir belagat muhafazası olan Kur’an Peygamberinin mucizesi oldu ve Tanrı’nın şifa bahşeden sözü şeytanca hezeyanları iptal etti. (s. 27)

HAYATİ TEK: Arap şairlerinin Kur’an’ın dil gücüne tepkileri ne oldu?

DEVLETŞAH: Kur’an’ın ayağı ayyukun zirvesine erişince Arap fasihleri başlarını şöhretsiz ve gerileme kilimi altına soktular. Ateşböceği güneşin çeşmesi ve keten parçası ayın nuru karşısında nasıl mukavemet edebilir?

Arif olan Şeyh Nizamî bu hale uygun olarak şöyle buyuruyor:

“Arşı, şeriat ve şiiri beraberce yarattılar; sonra âlemin işini bu üçüyle düzenlediler. Sözden daha yüksek bir gevher olsaydı söz yerine o, yeryüzüne indirilirdi.” (s. 28)

HAYATİ TEK: İslam Peygamberi şairlere nasıl muamelede bulundu?

DEVLETŞAH: Yüce Peygamber Hazretleri İslam şairlerini daima aziz ve muhterem tutardı ve onun mübarek dilinden “Şiirde, hiç şüphe yok ki, hikmet de vardır” hadisi çıkmıştır. Âlimlerin hepsi Resul Hazretlerinin ve onun yüce ashabının meclisinde şairlerin şiir söyledikleri ve övgüler okudukları ve buna mukabil ihsanlar alarak iltifata nail oldukları hususunda söz birliği ederler. (s. 28)

HAYATİ TEK: Şairlerin İslam Peygamberinden gördüğü bu iltifat dünyanın diğer topluluklarında da geçerli midir?

DEVLETŞAH: Padişahların ve dünyanın büyük adamlarının şairlere bu gibi lütuf ve ihsanları pek çoktur. Fakat biz bu hususta fazla söz söylersek uzun gider. Bu zümre her isteğine erişen ulu hükümdarların ve zamane büyüklerinin yanında daima hürmet görmüş ve iyi bir şekilde kabul edilmiştir.

Emir Nasr b. Ahmed-i Samanî Kelile ve Dimne kitabını nazmettiğinden dolayı Rûdegî’ye seksen bin gümüş dirhem vermiştir ve Emir Unsurî, Emir Muizzî’yi özel meclisinin nedimi yapmıştır. (s. 33)

HAYATİ TEK: Bu tarihin her döneminde böyle mi olmuştur? Şairler hep takdir ve iltifat mı görmüştür?

DEVLETŞAH: Bu zamanda bahsi geçen zümrenin kadir ve kıymeti azalmış ve aşağı düşmüştür. (s. 33)

HAYATİ TEK: Neden?

DEVLETŞAH: Bunun sebebi bir takım ehliyetsiz ve şairlik iddiasında bulunmaları doğru olmayan kimselerin bu işle uğraşmalarıdır. Hangi tarafa kulak versen bir şair sesi işitirsin, ne tarafa baksan şair adını taşıyan bir takım insanlar görürsün. Fakat bunları yoklasan şaîr’i şâir’den ve ridf’i rediften ayırt edemezler.

“Çok olan bir şey aşağılık olur” demişlerdir.

Fazıl ve hakîm olan Evhadü’d-din Enverî bu zümre yüzünden duyduğu acıdan şöyle şikâyet ediyor:

“Şiir aslında fena bir şey değildir. Benim şikâyetim bu işe bir takım aşağılıkların burunlarını sokmuş olmasındandır.” (s. 33-34)

HAYATİ TEK: Bu konudaki son değerlendirmenizi alabilir miyiz?

DEVLETŞAH: Biz bu husustaki şikâyetlerimize Şeyh Ârif-i Âzerî’nin bir kıtasıyla son verelim ve bu zümreyi, muktedir olabildikleri ve bilebildikleri şeylerin hatırı için hoş görelim:

“Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz toplantısında bir kadehten sarhoşturlar. Fakat bazılarının şarabına sakinin gözünün tesiri de karışmıştır.”

“Mana âleminin dili ile konuşan bu şairlerin ağızları, şiir söyledikleri zaman, suret âlemine karşı kapalıdır. Bunlar hakikat denizine ağ atmış, olgunluk deryası dalgıçlarıdır. Sen bunları öteki zümre ile bir tutma. Zira bunların şiirlerinde şairlikten başka senin anlamadığın bir şey de vardır.” (s. 34)

HAYATİ TEK: “Tezkiratü’ş-Şuara” isimli eserinizde İslam sonrası edebiyat tarihine dair önemli bilgiler aktarıyorsunuz. Şairleri konu alan böylesine zahmetli bir konuyu niçin seçtiniz?

DEVLETŞAH: On yaşıma kadar pek düşkün ve acizdim; yirmi ve otuz yaşıma geldiğim vakit yoldan çıktım. Kırk sene bilgisizlik ve körlükle geçti gitti. Şimdi de ellinci yaşın pençesine düştüm.

Düşünceye daldım; kendi kendime: “Olgunluklar dergisinin bir fihristi olan din ve bilgi defterinden bir kelime bile okumadım. Böyle telef olmuş bir ömre bedel ne elde edilebilir ve böyle bir faydasız işten maksat nedir?”

Böyle perişanlık kılıcıyla yaralandıktan ve bir müddet nedamet içinde kaldıktan sonra gördüm ki, elden kaçan bu saadeti (tekrar elde etmek için) yapılacak ne bir tedbir var, ne de zamanın geçişini durdurmak için bir çare! (s. 35-36)

HAYATİ TEK: Gerçekten zorlu bir iç hesaplaşma içine girmişsiniz. Peki bu açmazdan nasıl çıktınız?

DEVLETŞAH: Temiz kalpli Şeyh Azerî’nin tahallüs beyitlerinden şu beyit hatırıma geldi:

“Ey Azerî, ömrün oyun ve gaflet içinde geçti. Gafil olma! Artık geriye kalanı ganimet bil.”

“Giden ömrü ardından koşmakla kim yakalayabilmiştir?”

Nihayet hayat bineğinin ayağı ecel taşlığında yaralanmadan:

“Öyle bir işe el atayım ki, bu gam sona ersin.” (s. 36)

HAYATİ TEK: İşe yaradı mı Azerî’nin öğütleri? Nasıl bir yol buldunuz içine düştüğünüz çıkmazdan kurtulmak için?

DEVLETŞAH: Bunun için ilmi, yüksek mertebeli, kuvvetli bir sermaye buldum. Fakat baktım ki, o gelini görmek: “Küçüklükte elde edilen bilgi, taş üzerindeki nakış gibidir” denildiği veçhile ancak gençlik zamanında çalışmakla mümkün olabilir. Ben de her ne kadar bu yolda çocuk isem de yaşam elliye yaklaşmıştır. Hakikate ulaşma yoluna girmek, olgunluğa erişmişlerin vazifesi ise de:

“Elli yıl candan çalışmadıkça ve kan kusmadıkça sana kaalden hâle giden yolu göstermezler.” Büyüklük için lazım olan vasıfları nefsinde hazırlamadan büyükler mertebesine lafla erişilmez. Bu husustaki ziyanımı düşünmek zayıf aklımı başımdan aldı ve muhayyilem şu rubaiyi terennüme başladı:

“Benim dünyada ne bir mevkii, ne malım, ne ilmim, ne olduğum, ne de vecd ve hâlim var. Mertler mert olmak için mertlerin kapılarını çalmışlardır. Benim ise elimde namertler gibi boş hayal ve rüyadan başka bir şey yok.”

Nihayet hasret ve perişanlıkla, gam ve elemden dolayı bir idbar zaviyesine girdim ve yalnız köşesine çekildim; her şeyden vazgeçmiş holde oturdum. İşsizlikten kalbime bir bezginlik çöktü. Akıl hâtifi bana şöyle seslendi:

“Boş oturma, bir kâğıt yırt, bunu yapamaz isen bir kalem yont.” (s. 36-37)

HAYATİ TEK: Kırılma noktası olmaya aday, zamanı durduran bir an yaşadığınız anlaşılıyor. Aklınızın emri işe yaradı mı?

DEVLETŞAH: Mana hazineleri görünmeye başladı; bilirim ki, bu hazineyi bekleyen ejderha, kalemdir. Hemen iki dilli kalemle gönül birliği yaparak ona: “Ey bilgiler hazinesinin anahtarı, seninle meşveret ediyorum. Benim parmaklarımın ucu ve senin dişlerinle ne yazılabilir?” diye sordum. (s. 37)

HAYATİ TEK: Kalemin cevabı ne oldu?

DEVLETŞAH: Kalem cızırtılı sesi ile bana şöyle cevap verdi:

“Söylenecek sözleri söylediler. Bilgi yurdunun her yerini silip süpürdüler.”

“Dünyada bilinmeyen bir şey varsa, o da şairlerin kıssa ve tarihleridir.”

“Bundan ileri geliyor ki, âlimler bunca fazilet ve olgunluklarıyla bu kıymetsiz efsaneleri yazmak için kalem oynatmaya tenezzül etmemişler, bu hususta hiç himmet göstermemişlerdir. Bunlardan başkalarına da vakit müsait olmamıştır. Belki de bilgileri kıt olduğundan hiçbir kimse bu zümrenin tarihini ve tercüme-i ahvalini zapt etmemiştir. Eğer siz bu hususta layıkıyla bir şey yazıp vücuda getirirseniz hakikaten çok uygun olacaktır.” (s. 38)

HAYATİ TEK: Ve böylece asırlar sonra bile okunan, Ali Şîr Nevâî’ye ithaf ettiğiniz “Tezkiratü’ş-Şuara” isimli eserinizi yazmaya koyuldunuz… Peki nasıl bir yol ve yöntem izlediniz, hem bu denli ihmal edilmiş hem de bu kadar zor bir konuyu kitaplaştırırken?

DEVLETŞAH: Geçmişteki üstatların divanlarından, önce ve sonra gelenlerin şiirlerinden, muhtelif risalelerden,  siyer kitaplarından, diğer tarihlerden, şiirleri her ülkede tanınan ve anılan büyük şairlerin ahvaline ait bilgilerden bir kısmını bu tezkirede topladım. (s. 38)

HAYATİ TEK: Başka kaynaklardan da yararlandınız mı?

DEVLETŞAH: İslamiyet’in başlangıcından bugüne (1487 yılına) kadar gelen ve zamanlarında ulu, namlı şairler yetişen büyük sultanların tarihlerinden de biraz söz açtım. Büyüklerin güzel nesirlerinden, uluların hoş hikâyelerinden, gücüm yettiği kadar da coğrafyadan bahsettim. (s. 39)

HAYATİ TEK: Eserinizde İslam şairleri hakkında bilgiler yer alıyor. İslamiyet öncesinde büyük şair yok muydu?

DEVLETŞAH: İslamiyet’ten evvel bir takım âlimler ve feylesoflar şiir söylemişlerdir; fakat bugün meşhur olan, İslam şairlerinin şiirleridir. Peygamber Aleyhi’s-selam “Toplantılarınızı Ali’yi anmak suretiyle süsleyiniz” diye buyurmuştur. Her ne kadar bu velayet sultanına şairlik isnat etmek tam manasıyla bir edepsizlik ise de, o hazretin bu fenne iltifatı bulunması ve bir takım kaside, tevhid, münacat, ilahi bilgiler ve hakikatleri hatta lugaz, muamma ve muteyebâtı ihtiva eden divanın malum ve meşhur olması dolayısıyla velayet ve nübüvvet madeninden alınmış cevher mesabesindeki şiirlerinden teberrüken iki kıta ve lugaz bu muhtasar hitabımızda zikrolundu. Bu hususta daha fazla söylemek edep hududunu geçmektir. (s. 50-51)

HAYATİ TEK: Neden?

DEVLETŞAH: Çünkü birçok hakikat ve ilimlerin kaynağı ve başlangıcı olan o hazretin fazileti hakkında başka ne söylenebilir? (s. 51)

HAYATİ TEK: Hz. Ali Efendimizin söz ve şiirlerinden hiç değilse birkaç örnek rica etsek…

DEVLETŞAH: İşte Peygamber Aleyhi’s-selamın ismi hakkında söylediği bir muamması:

“Musa’nın vadini iki defa al; tabiatların aslını bu ikisinin altına koy; satrancın şahını sakinleştir; sonra bunu al ve iki kutunun arasına yerleştir. İşte benim ve doğu ile batı arasında yaşayan bütün insanların kalbinin sevdiğinin ismi budur.” (s. 51)

HAYATİ TEK: Başka bir örnek daha verir misiniz?

DEVLETŞAH: Bu da onun kıt’alarındandır:

“Ben Allah’ın kısmetine razıyım; bütün işlerimi o Yaradan’a bıraktım. Ömrümün geçen zamanlarında O, hakkımda hayırlısını verdi. Bundan sonra da yine öyle yazar.”

Bu da onun kıt’alarındandır:

“Cebbar olan Tanrı bize ilim, düşmanlarımıza da mal vermiştir. Biz onun bu kısmetine razıyız. Çünkü mal yakın zamanda yok olur; fakat ilim daima bakidir.” (s. 51)

HAYATİ TEK: Şiir konusunda en maharetli millet sizce hangisidir?

DEVLETŞAH: Fesahat ve belâgatin Arapların hakkı olduğunda şüphe yoktur. Acemler bu hususta ve bilhassa ilmi bedi’de Araplara tabi olmuşlardır. Arapların bu ilimlerde tam bir maharetleri vardır.

İslam’dan önce ve sonra gelip divanları ve isimleri bütün iklimlerde tanınmış ve fazıllar arasında anılmış olan Arap şairleri pek çoktur. (s. 49)

HAYATİ TEK: İlk şiir söyleyen kişi kimdir?

DEVLETŞAH: Âlimler ilk şiir söyleyen kimsenin Hazreti Âdem olduğunda müttefiktirler. (s. 49)

HAYATİ TEK: Peki bu şiiri niçin yazdı Hz. Âdem?

DEVLETŞAH: Hazreti Âdem tanrıların Tanrısının emri ile bu toprak âlemine indiği vakitte, bu fanilik zindanının karanlığı gözüne hoş görünmedi; nedamet ve matem içinde bu âlemi dolaştı. Ve “Ya Rabbi, biz nefsimize zulmettik” sözünü tekrarlaya tekrarlaya Mennan olan Tanrı’nın affını diledi. Tanrı’nın mağfiretine mazhar olduktan sonra kendi işini ve çoluk çocuğunu görmekle teselli buldu.

Bu sırada mazlum olan Habil’i, uğursuz Kabil öldürünce gurbet ve nedamet yarası tekrar tazelendi. Dünyanın zemmi ve oğlunun mersiyesi hakkında şiir söyledi. (s. 49)

HAYATİ TEK: Fars şiiri nasıl ortaya çıktı? Bu konuda bir belgeye ulaşabildiniz mi?

DEVLETŞAH: Âlimler ve fazıllar İslam’dan evvel Farsça ile söylenmiş şiirler bulamadıkları gibi şairlerin adlarını da bir yerde görememişlerdir. Fakat dillerde dolaştığına göre Farsça ilk şiir söyleyen Behram-ı Gûr’dur. (s. 61)

HAYATİ TEK: İslam öncesi dönemde yazılan Farsça şiirlere ait bilgilere ulaşılamamasının sebebi sizce nedir?

DEVLETŞAH: İran hükümdarları Arapların eline düştükleri vakit Araplar İslamiyet’i ve şeriatı kuvvetleştirme için çalıştılar ve Acemlerin adetlerini unutturdular. Beki bu arada şiir söylemeyi ve okumayı da men ettiler. Emevi ve Abbasi halifeleri zamanında bu memleketin hâkimi Araplardı. Şiir, inşa ve meseller hep Arap diliyle yazılır ve söylenirdi. (s. 62)

HAYATİ TEK: Bu söyledikleriniz hakkında bir kaynak belge var mı?

DEVLETŞAH: Hace Nizamülmülk Siyerü’l-Mülûk kitabında hikâye ediyor ki, Hulefa-i Raşidin zamanından Gazneli Sultan Mahmud’un devrine kadar kanunlar, defterler, fermanlar, menşurlar sultanların sarayından Arapça yazılıp çıkardı. Sultanların sarayında Farsça ferman yazılması ayıptı. (s. 62)

HAYATİ TEK: Bu uygulama ne zamana kadar devam etti?

DEVLETŞAH: Bu adet Amîdü’l-Mülk Kündürî zamanına kadar devam etti. (s. 62)

HAYATİ TEK: Kimdi bu zat?

DEVLETŞAH: Bu zat Alpaslan b. Çağrı (Çakır) Beyin veziri idi. (s. 62)

HAYATİ TEK: Uygulamaya neden son verdi?

DEVLETŞAH: Bilgisinin azlığından bu kaideyi kaldırdı; bütün hükümler ve misaller (fermanlar) sultanların divanında Farsça yazılmaya başladı. (s. 62)

HAYATİ TEK: Sonra neler oldu?

DEVLETŞAH: Hikâye ederler ki Abbasi halifeleri zamanında Horasan Valisi olan Emir Abdullah b. Tahir bir gün Nişabur’da oturmuştu. Bir adam bir kitap getirdi ve hediye etmek üzere kendisinin önüne koydu. Emir “Bu kitap nedir?” diye sordu. Adam, “Bu Vâmık u Azra kıssasıdır ve güzel bir hikâyedir. Filozoflar bunu Nuşirevan için telif etmişlerdir” dedi. Emir, “Biz Kur’an ve hadisten başka bir şey istemeyiz; böyle kitapların bize lüzumu yok. Bu kitap Muğ’ların eseridir; bizim için merduttur” diye cevap verdi ve kitabın suya atılmasını emretti. Bundan başka kendi idaresi altında bulunan memleketlerde Acemlerin ve Muğ’ların vücuda getirdikleri kitaplardan ne buldularsa yok ettiler. Bu cihetten Samanoğulları zamanına kadar Acem şiiri görülmedi. (s. 62-63)

HAYATİ TEK: Acem şiirinde ilk büyük usta kimdir?

DEVLETŞAH: Üstad Rûdegî bu ilimde en başta gelenlerdendi. Ondan evvel Divan sahibi olan bir şair işitmedim. (s. 63)

HAYATİ TEK: Üstad Ebu’l-Kasım el-Hasan b. Ahmet Unsurî için “Şairlerin Meliki” denilir. Bu sıfatı nasıl kazandığına dair bilgiye ulaşabildiniz mi?

DEVLETŞAH: Onun menkıbeleri ve büyüklükleri güneşten daha parlaktır. Sultan Mahmud devrinin şairlerinin en ileri gelenidir. Onun şairlikten başka birçok faziletleri de vardır. Bazıları kendisini hakîm olarak göstermişlerdir. Derler ki Sultan Yeminü’d-devlet Mahmud’un daima maiyetinde muayyen dört yüz şair bulunurdu. Bunların en ileri geleni ve başı Üstad Unsurî idi. Unsurî’nin Sultan Mahmud’un meclisinde şairliğine ilaveten nedimlik vazifesi de vardı. Daima Sultan Mahmud’un menkıbe ve savaşlarını nazmen yazardı. Sultan Mahmud ona, hükmü altında bulunan bütün memleketlerin Meliku’ş-şuaralığı fermanını vermiş; bu memleketlerin neresinde bir şair varsa, şiirlerini tashih etmesi, bozuk yerlerini düzeltmesi için Üstad Unsurî’ye göstermelerini emir buyurmuştur.

Firdevsî kendisini Şehname’sinde çok metheder. (s. 68-69)

HAYATİ TEK: Söz Firdevsî’den açılmışken neden başka bahse girelim? Bu doyumsuz sohbetimizi Şehname’nin şairiyle noktalayalım. Firdevsî denince aklınıza neler geliyor? Onu nasıl tanımlarsınız?

DEVLETŞAH: Büyükler ve fazıllar, İslamiyet devrinde Firdevsî gibi bir şairin dünyaya gelmediği hususunda müttefiktirler. Hakikaten o, söz üstatlığının ve fesahatin hakkını vermiştir. Bu iddianın doğruluğuna Şehname kitabı adil bir şahittir. Beş yüz sene geçtiği halde (1487 yılı itibariyle) zamanın şairlerinden ve belagat sahiplerinden hiçbiri, Şehname’ye benzer bir eser vücuda getirmek kudretini kendisinde bulamamıştır. Bu kudret ve kabiliyet, şairlerden hiç kimseye nasip olmamış ve olamaz da. Bu, Allah’ın Firdevsî’ye olan bir vergisidir.

Faziletli kimselerden bazıları onun hakkında şöyle der:

“Firdevsî’nin söz padişahlığında basıp dünyada bıraktığı sikkeyi Fars ahalisinden başka bir kimse bastıysa kâfir olayım. Söz, önce yüce arştan yere indi. Fakat Firdevsî onu, tekrar yükseltip yüce arşa çıkardı.” (s. 85)

HAYATİ TEK: Firdevsî’ye dair başka nitelemeler de var mı?

DEVLETŞAH: Başka bir aziz de bu kıt’ayı söylemiştir.

“Her ne kadar Peygamber, ‘Benden sonra nebi gelmeyecektir’ dediyse de şiirde (şu) üç kişi Peygamberdir: Gazelde Sa’di, kasidede Enverî, tavsif ve tasvirde de Firdevsî.” (s. 85)

HAYATİ TEK: Siz de aynı kanaatte misiniz?

DEVLETŞAH: Hakikat şudur ki az çok bir farkla Hakanî’nin kasideleri, Enverî’nin kasideleriyle aynı ayarda olabilir. Yine Emir Husrev’in gazelleri, Üstad Şeyh Sa’di’nin gazellerinden hiç geri kalmaz. Fakat Firdevsî’nin (şiirinde) kullandığı kelimelere ve yaptığı tavsiflere hangi fazıl kişinin şiirinde rastlanabilir ve bunu yapmak kime müyesser olur. (s. 85-86)

KAYNAK: Devletşah Tezkiresi, Çev: Prof. Necati Lugal, Tercüman 1001 Temel Eser: 111, İstanbul 1977.

]]>
SULTAN GALİYEV: “TURAN’IN BÖLÜNMÜŞ PARÇALARI, YENİDEN BÜTÜNLEŞME KONUSUNU GÜNDEME GETİRECEK; DAHA GÜÇLÜ, KUDRETLİ VE DÜZENLİ BİR DEVLET KURACAKLARDIR.” http://hayatitek.com/sultan-galiyev-turan/ Thu, 28 Jan 2021 16:33:06 +0000 http://hayatitek.com/?p=3964 HAYATİ TEK: Üstadım, siz, 20. Yüzyıl dünya tarihinde önemli bir yeri bulunan 1917 Bolşevik İhtilalinin, Lenin, Stalin ve Troçki ile birlikte önde gelen dört isminden birisiniz. Her ne kadar ihtilal sonraki süreçte merkez kadrodaki diğer isimlerle ters düştüğünüz noktalar bulunsa da özellikle komünizmin Doğu’ya yayılması konusunda Müslümanların önemine her fırsatta dikkat çektiniz. Özellikle Rusya içerisindeki Müslümanların dinden uzaklaştırılmasına yönelik yoğun öneriler getirdiniz. Buna rağmen Panislamistlik, Pantürkistlik ile suçlandınız. Elbette sizinle sosyalizmin temel prensipleri başta olmak üzere temel meseleleri konuşmak isterdik, ancak konuyu bir röportaj hacminde her yönüyle ele almamız mümkün görünmüyor. Bu nedenle sizinle özellikle taraftarı olduğunuz Turan fikri, Müslüman halkların dinden uzaklaştırılması ve Türkiye konularında söyleşmekle yetinmek durumundayız.

Bu kapsamda sormak istiyoruz; Müslümanların dinden uzaklaştırılması hatta ateist olması hakkında ne gibi çalışmalar yürüttünüz? Neden?

SULTAN GALİYEV: Hiç kuşku yoktur ki, biz komünistler için dine karşı propaganda, sadece Rusya Müslümanları arasında değil, sınırların ötesinde de tartışma götürmeyecek biçimde gereklidir. Bizim için bütün dinler aynıdır. Bu noktada sorun basittir ve hiçbir analizi gerektirmez. Zorluklar, istenen sonuca alabildiğince çabuk ve az eziyetli varabilmek için izlenecek olan yolun seçiminde ortaya çıkmaktadır(1).

HAYATİ TEK: Nasıl?

SULTAN GALİYEV – Bir düşmanı tanımadan onu yenebilmeyi ummak yersizdir. Ne olursa olsun, bir gece karşı uluorta savaşa girişmek, yenilgi olmasa bile bir başarısızlığı öncelikle kabullenmek anlamını taşır. Dolayısıyla Müslümanlar arasında dine karşı propagandanın yöntemlerine geçmeden önce İslam dininin ne olduğunu tanımlamak gerekmektedir.

Çok çeşitli nedenlerin bizi, Müslümanlara özel dine karşı propaganda yöntemleri uygulamaya zorladığını gördük. Aynı zamanda bu çeşitli nedenler, çeşitli Müslüman halklar için değişik yöntemler de gerektirmekte(2).

HAYATİ TEK: Ne gibi yöntemler?

SULTAN GALİYEV: İslam’ın durumunu belirleyen temel öge gençliğidir. Dünyanın tüm “büyük dinleri” içinde İslam, en genç, dolayısıyla en sağlam ve etkinlik yönünden en güçlü olanıdır. Bütün ciddi Avrupalı İslam bilimciler bu gerçeği kabul etmişlerdir. Toplumsal ve siyasal ögeleri en iyi koruyan İslam olmuştur. Öteki dinler genellikle töresel ve dinsel ögelere dayanmaktadırlar. İslam hukuku olan “şeriat” bir yasa kitabı ve yasalar ölçüsüdür. İnananların dünya üzerindeki tüm davranışlarını yönetir. “Şeriat”ın içinde tapınma şekilleri, çalışma, toplum, aile ve gündelik yaşamla ilgili tüm davranışlar en ince ayrıntılarına kadar düzenlenmiştir. Dinsel buyrukların çoğu olumludur.

Eğitimde Hz. Muhammed’in “Hadisi”, “Beşikten mezara kadar bilimi arayın”dır. Ticaret ve çalışma zorunluluğuna yer verilir. Ailelerin erginlik çağına kadar çocuklarını eğitme sorumlulukları getirilmiştir. Medeni evlenme kurumu vardır. Toprak, su ve ormanlar üzerinde özel mülkiyetin bulunmayışı, kör insanların kınanışı, büyücülük, talih oyunları, lüks tüketim, israf, değerli mücevher, altın ve ipeğin, alkollü içki kullanma ve insan eti yemenin yasak edilişi (son nokta özellikle Afrika için geçerli) İslam’ın özellikleridir. Ayrıntılı ve ilerici bir vergi sistemi, bu vergilerin nakit ya da mal karşılığı ödenmesi (zekât, fitre vb.) gibi konularda getirilmiş olan katı hükümler, dinin olumlu yönlerini yeteri kadar açığa çıkarmaktadır.

İslam’ın aile ve miras konusunda ortaya koyduğu hukuk da olumlu ilkeler taşımaktadır, çünkü doğduğu anda ve daha sonra da bu hukuk, putperest Araplar arasında hüküm süren anarşik durumu düzene sokmasını bilmiştir. Örneğin, İslam bilimciler Hz. Muhammed’in “çok kadınla evlenme” konusundaki Hadislerin bu olayı sınırlama amacını taşıdığını ileri sürmektedirler.

Toplumsal ve siyasal motifler taşıyan bir din olarak İslam, inananların ruhlarına öteki dinlerden daha fazla ve daha derin nüfuz etmektedir. Dolayısıyla ona karşı savaşmak çok daha zor, çok daha naziktir. Bunun en iyi kanıtı Müslüman din adamlarının kişisel durumlarıdır. Bu kişilerin durumu öteki dinlerin temsilcilerininkinden çok daha sağlamdır(3).

HAYATİ TEK: Nasıl bir farktan söz ediyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Örnek olarak, Rusya’da Müslüman din adamlarını ele alalım. Ruslarda 10-12.000 kişiye bir düşerken, Müslümanlarda, 700 ya da 1000 kişiye bir cami düşer. Ve her cami üç din adamı –“molla”, yardımcısı ve bir “müezzin”- barındırır.

Müslüman din adamları sınıfının gücü, aynı zamanda bu sınıfın Müslüman toplumu karşısındaki toplumsal ve siyasal durumuyla da açıklanabilir(4).

HAYATİ TEK: Nasıl?

SULTAN GALİYEV: Bir “Molla” aynı zamanda din adamı, (dinsel görevleri yerine getirmekle yükümlü), eğitimci (her “molla”nın kendi camiinin yanında ‘mektep’ ya da ‘medrese’si vardır, yönetici (miras konusu düzene sokmak, medeni durumda meydana gelen değişiklikleri kayda geçirmek de onun işidir), yargıç (evlilik, boşanma, miras işleri) ve hatta bazen hâkim bile olabilir.

Ayrıca, İslam din adamları sınıfı seçimle işbaşına gelmektedir. Bu durum onu daha üstün ve örneğin Rus din adamları sınıfına oranla daha sağlam bir duruma sokmaktadır. Yüksek yöneticiler tarafından atanan Rus din adamı, kuşkusuz “mahallesinde” faaliyet gösteren bir Tatar “Molla” ya da Özbek “ulema”sından çok daha az otorite sahibidir. Bu sonuncu kişiler “halkın hizmetkârları” sayılmakta, onun istekleriyle daha yakından ilgilenmektedirler. Daha demokratik ve halka daha yakındırlar. Büyük prestij sahibidirler. Etkileri Ortodoks papazının Rus “mujikleri” üzerindeki etkisinden çok daha fazladır(5).

HAYATİ TEK: Bunca güçlü yönünü saydığınız İslam’ı seçen Müslümanların dinden uzaklaşmasının önünde gördüğünüz diğer unsurlar nelerdir?

SULTAN GALİYEV: Müslümanlar arasında dine karşı propagandasını güçlendiren ikinci öge, son yüzyıllar içinde tüm Müslüman halkların içinde bulundukları toplumsal ve ekonomik durumdur. Arap kültürünün ve Türk-Tatar kültürünün gerileyişi…(6)

HAYATİ TEK: Nasıl bir gerileyiş bu?

SULTAN GALİYEV: Arapların İspanya’dan, Türk-Tatarların güneybatı Avrupa’dan çıkarılmaları, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Müslüman topraklarının Avrupalıların eline geçmişi, Rusların Tatarlar, Başkırdlar, Kafkas dağlıları ve Orta Asya Türk Devletleri üzerinde egemenlik kurmaları(7)

HAYATİ TEK: Anladım. Peki bu gerileyiş nasıl bir sonuç doğurdu?

SULTAN GALİYEV: Sonuç olarak dünya üzerinde yaşayan 300 milyon Müslüman’ın siyasal ve ekonomik açıdan teslim olmasıyla sonuçlanmıştır.

Son yüzyıl içinde Müslüman dünyanın tümü, Batı Avrupa emperyalizmi tarafından sömürüldü ve onun ekonomisine maddi dayanak oldu. Bu olay Müslümanların dinlerini derinden etkiledi. Batı emperyalizmi başlangıçta “Haçlı seferleri” biçiminde yayıldı, daha sonra ekonomik fetihlere dönüştü. Ama Müslümanların büyük çoğunluğu, bu savaşı her çağda bir siyasi çekişme olarak gördü, yeni İslam’a yöneltilmiş bir mücadele biçiminde. Zaten tersi olanaksızdı, çünkü Müslümanların gözünde İslam dünyası, ulus ve kabile ayrımı olmayan bir bütündür.

İşte bu nedenle İslam, pek çok Müslümanın gözünde ezilmiş ve savunmaya terkedilmiş bir din olarak kabul edilmektedir. Bir başka deyimle İslam’ın tarihsel gelişimi, çeşitli inanan gruplar arasında dayanışma duygusunu pekiştirmekte ve çekiciliği artmaktadır. Bu koşullar İslam dinine karşı bir kampanyanın zorluklarını doğurmaktadır(8).

HAYATİ TEK: Söz konusu olumsuzlukların Rusya’dan kaynaklanan yönleri de yok mu?

SULTAN GALİYEV: Rusya’da bu iş daha da ağırdır; çünkü Müslümanlar arasında dine karşı propagandayı yürütürken bizler, “İslam’ın son düşmanları”ı olan ve bu “mücadele” için milyonlarca para harcayan Rus misyonerlerine benzetilmek tehlikesi içine girmekteyiz… Bu hırslı gericilerin, Rusya’nın tüm Müslüman yörelerine koşuşarak, çürümüş misyoner kafalarının pis kokularını yaymalarının üzerinden henüz fazla bir zaman geçmiş değildir. Daha düne kadar bu topraklar, Müslümanlığa karşı savaşmak üzere “uzmanlar” yetiştirmek amacıyla kurulmuş yoğun bir “eğitim kuruluşu”, seminer ve dinsel akademi ağıyla örülmüş bulunuyordu. Dikkatsizce düzenlenmiş bir dine karşı propaganda, Müslümanların kafalarında bu yakın geçmişin kötü anılarını uyandırabilir ve çok olumsuz sonuçlar doğurabilir.

Bir de, dine karşı propagandanın zorluklarını ele alırken çok önemli bir ögeyi gözden uzak tutmamak gerekir: Müslümanların tümünün kültürel gerilikleri(9).

HAYATİ TEK: Bu nokta biraz tuhaf değil mi? Bir yandan Müslümanları dinsizleştirmek zor, bir yandan da Müslümanlar kültürel açıdan geri durumdalar… Bunu biraz açar mısınız?

SULTAN GALİYEV: Bu konunun üzerinde fazla durmayacağım, çünkü kültürel gerilikle yobazlık arasındaki ilişkiye kimsenin itirazı yoktur. Bunlar ayrılmayacak biçimde birbirine bağlı, birbirini tamamlayan ve devamlı olarak güçlendiren iki olgudur.

Görüldüğü gibi, bir yandan ortaya çıkış tarihine bağlı olarak taşıdığı büyük canlılık, öbür yandan ezilmiş ve baskıdan henüz pek kurtulamamış (Rusya Müslümanları) olan Müslüman halkın psikolojik durumu dolayısıyla, İslam’ın özel konumu, dine karşı propagandada yeni yaklaşımlar ve yeni yöntemler gerektirmektedir(10).

HAYATİ TEK: Nedir o yeni yaklaşım ve yöntemler?

SULTAN GALİYEV: Her şeyden önce bu soruna dikkatle ve pratik olarak yaklaşmalıdır. Tüm bürokratik davranışlar, tüm saldırganlıklar geride bırakılmalıdır. Sorun dine karşı savaş değil, dine karşı propagandadır… Düşmanlarımızın bize saldırmak için kullandıkları silahları son olarak ellerinden almalıyız. Yüksek sesle ilan etmeliyiz ki, biz hiçbir dinle savaş etmiyoruz… Biz sadece dinsizlik olan görüşümüzü yaymak istiyoruz, bu da en doğal hakkımızdır. Sadece bu yaklaşım bizleri gerici Rus misyonerleriyle karıştırılmaktan kurtarabilir. Müslümanlara anlatmalıyız ki, dine karşı propagandasına girişirken Pobedonoscev’lerin ve Liminski’lerin çalışmalarına bıraktıkları yerden devam ediyor değiliz, biz Müslümanların içinden çıkmış aydınlarız, aynı işi yapıyoruz o kadar…

Saflarımızdan son olarak eski misyonerleri, girmişlerse kovmalıyız ve dine karşı propagandanın örgütlenmesi işini Müslüman komünistlere bırakmalıyız. Böyle bir çalışmanın içinde zararlı kişilere ve özellikle şarlatanlara hiç yer yoktur. Onlar sadece bizi Müslüman halkın gözünden düşürmeye yararlar.

Üçüncü olarak, dine karşı propaganda büyük ustalık ve pratik bir biçimde yürütülmeyi gerektirmektedir. Sadece broşürler ve iddialı başlıklar taşıyan küçük makaleler yayınlamak (bunları kimse okumaz) ya da konferanslar düzenlemek yeterli değildir. Kışkırtıyı gündelik yaşamın içine sokmalıyız. Bir başka deyimle sözün yerini eylem almalıdır. Üzerinde çalışan insan dine karşı propagandaya teslim olmaya hazırlandığın fark etmemelidir… Aksi halde daha başlangıçta ürkerek bizden uzaklaşacaktır. Bu yüzden bir Müslüman köyünde ya da Müslüman emekçiler arasında Müslüman dininin gereklerine aldırmayan gerçek bir komünistin bulunuşu, sayısız konferanstan, en parlak ve en etkili konuşmacıların nutuklarından çok daha faydalıdır. Müslümanlar yanı başlarında gerçek dinsizlerin yaşamalarına alışmalıdırlar. Onlar dinin varlığını hiçe sayan bir kişiyi yakından görmeli, onun olumsuz değil, olumlu bir varlık olarak bilmelidir. Dinsizin, insan kılığında bir şeytan olmadığını anlamalıdır. Çünkü çoğu kez onu böyle gösteriyorlar(11).

Dinsizin kendileri gibi, ama daha olumlu, daha kültürlü, daha sağlam ve daha enerjik bir insan olduğunu öğrenmelidirler. Bütün bunları sağlarsanız ideolojik savaşı kazanacağınızdan emin olabilirsiniz. Önemli olan ilk adımdı, öteki adımlar kolay atılacaktır(12).

HAYATİ TEK: Bu yöntemin sonuç vereceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Müslüman yörelerde dine karşı propagandanın bugün uygulanan biçimi önerilerimizin doğruluğunu ortaya koymaktadır(13).

HAYATİ TEK: Nasıl? Örnek verir misiniz?

SULTAN GALİYEV: Beceriksiz bir tahrikçi bir köye gelir, iğrenç, karanlık, karışık ve uzun saçlı; belinde tabanca ve kılıç taşıyan korkunç görünüşlü bir Tatardır bu… “Allah’a ve peygambere” küfür etmekle işe başlar, Kur’an’ı ya da Müslümanlar tarafından kutsal sayılan bir başka kitabı ayağı altına alıp çiğneyerek sözde “korkunç” tanrıtanımazlığını gösterir. “Görüyorsunuz… Kur’an’ı çiğniyorum, hiçbir şey olmuyor. Demek ki bu kitap kutsal değildir, öyle ise Allah yok, vs.” der. Bu sözde tahrikçinin çıkışları halk üzerinde en kötü etkileri yaratır(14).

HAYATİ TEK: Bu yöntemin zararıyla ilgili somut örnekler yaşandı mı?

SULTAN GALİYEV: Bir Tatar köyünde, böyle bir “konuşmacı” hakkında köylüler bana: “Onu yakalayarak oracıkta öldürmek istemiştik…” dediler. Ancak köylüler daha sonra, bir “Bolşevik” öldürdüklerinden ceza olarak asker gönderilmesinden korktukları için bu işten vazgeçtiklerini eklediler.

Buna karşılık, her türlü kurnazlıktan uzak bir mizah ve içten bir neşeyle, köylerinden geçen bir Rus Bolşeviğinin “papazlar” ve “mollalar” hakkında anlattığı eğlenceli hikayelerden söz açtılar. “Güleç ve basit bir adamdı, bizi güldürdü ve Rus “papazlarının” halkı nasıl aldattıklarını anlattı. Biz de, “mollalar” da buna benzer madrabazlıklar yapıyorlar diye düşündü…” dediler. İşte yaşamın gerçekleri bunlardır ve biz bunları yadsıyamayız. Bir başka olaya daha tanık oldum(15)

HAYATİ TEK: Onu da anlatır mısınız?

SULTAN GALİYEV: Bir Başkırd köyündeki kurban bayramında (her inanan Müslümanın camiye gitmesi gereken günde) köyün gençleri, köyde yaşayan tek komünist Başkırd’ın çevresinde toplanmışlar ve onun kahvesinde oturarak camiye gitmemişlerdi.

Bununla birlikte, eylem yoluyla yürütülecek propaganda sırasında “konuşma”ları da bir kenara bırakmamak gerekir. “Konuşma” ihmal edilmemelidir, ama bu yöntem sadece önceden hazırlanmış bir ortamda geçerlidir. Örneğin, neden din hakkında kentlerde Müslüman işçilerin yararını genel bir halka açık tartışmalar düzenlenmesinde bunlar daha sonra yavaş yavaş kırsal alana kaydırılmasın? Bütün bunlar sadece “ağız” propagandasıyla değil, aynı zamanda dine karşı yayınlarla da ilgilidir.

Ama hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Müslümanlar arasında dine karşı propagandanın en güç yanı bu kişilerin kültürel geriliğinden, siyasal ve ahlaksal katılıklarından kaynaklanmaktadır. Rus Çarlarının yüzyıllarca süren baskıları üzerinde derin izler bırakmıştır. Buna bir örnek olarak, özerk cumhuriyetlerin kuruluşundan sonra Müslümanların kendi cumhuriyetlerinin yönetimine ender olarak katıldıklarını anımsayalım(16).

Müslümanları özgürlüklerine kavuşturmadıkça ve onları sadece kağıt üzerinde değil, gerçekten özgür ve eşit Sovyet yurttaşları haline getirmedikçe, hiçbir dine karşı propaganda istenen sonuçlara ulaşamayacaktır(17).

HAYATİ TEK: Bunun yolu nereden geçiyor size göre?

SULTAN GALİYEV: Her şeyden önce genel eğitimi, her biçimde ve her aşamada yeniden düzenlememiz zorunludur. Müslümanları mümkün olan her yerde devletin ekonomik, idari ve siyasal organlarının içine çekmeliyiz. Partinin çalışmalarını güçlendirmeliyiz. Başarılı olmak istiyorsak bütün bunlar son derecede önemlidir.

Sonuç olarak, dine karşı propagandanın etnik gruplara göre, Rusya Müslümanları arasında bazı farklılıklar taşıması gerektiği konusunda da birçok sözcük ekleyelim. Bu gereklilik, Rusya’nın çeşitli Müslüman halkları arasında hüküm süren büyük ekonomik, toplumsal ve kültürel ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Dine karşı propagandanın yukarıda belirtilen genel ilkeleri sadece sorunun bütününü ilgilendirir. Ancak değişik etnik gruplarla ilişki kurulduğu zaman propagandanın “kişiselleştirilmesi” ve ayrıntılara yöneltilmesi gerekmektedir. Bu da aynı halkları birbirinden ayıran gelenek ve kültür farkları anlaşılmadan mümkün değildir(18).

HAYATİ TEK: Bu çerçevede Tatarlar arasında nasıl bir dinsizlik propagandası tekniği uygulanmalı?

SULTAN GALİYEV: Bazı özel nedenler Tatarlar arasında çalışmayı güçleştirir ve dine karşı propagandayı olumsuz yönde etkiler, bazılarının etkisi olumludur(19).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz olumsuzluklar nelerdir?

SULTAN GALİYEV: Müslüman din adamları sınıfının sağlamlığı… Tatar din adamları sınıfı (Volga, Ural, Uç Rusya ve Sibirya), örneğin Kırgızistan ve Türkistan din adamları sınıflarına oranla daha iyi örgütlenmişlerdir. Bu sağlamlık onların Rus misyonerlerine karşı savaşta hep ön safta oluşlarına bağlıdır. Bu durum kendilerine sınırsız bir deney ve son yıllarda kişisel ve örgütsel planda derin iç yapı değişikliği sağlamıştır.

Tatar din adamları sınıfında “kişisel” ya da “îç yapı” değişikliğinin nedeni, Türkiye’de Jöntürk aydın sınıfının başardığı 1908 devriminin üzerinde yarattığı siyasi baskıdır. Bu olayın niteliğini ve anlamını daha sonra açıklayacağız. Örgütsel reform Şubat Devrimi’nden sonra gerçekleşmiştir. Müslüman din adamları sınıfı, bu tarihten sonra çeşitli kongreler, toplantı ve konferanslarla örgütsel içyapılarını düzelttiler ve onu daha sağlam, daha canlı, daha sürekli, daha esnek ve daha demokratik bir hale getirdiler. Örgütün başına yeni ir İç Rusya ve Sibiryalı Dinsel Yönetimi geçirdiler(20).

HAYATİ TEK: Tatarların İslam’a bağlılıklarının başkaca sebepleri var mı size göre?

SULTAN GALİYEV: İç psikolojik tepki… Bu tepki çeşitli Rus misyoner örgütlerini ve “Rus Halkının Birliği” militanlarının propagandaları yüzünden ortaya çıkmıştır. Bu “propaganda”nın Müslümanların direnişleriyle karşılaşması ve dinsel tutuculuklarını güçlendirmesi doğaldır. Bu konuda Tatarların, III. Aleksandr zamanında uygulanan dinsel baskılar çağında, yığınlar halinde Türkiye’ye göç edişleri anımsanabilir. Söz konusu “birliklerin” açtıkları derin izler henüz silinmemiştir, silinmesi için yüzyıllar geçmesi gerekir(21).

HAYATİ TEK: Tatarların dinsizlik propagandasına müsait gördüğünüz zaaf noktaları var mı peki?

SULTAN GALİYEV: Tatar yığınlarının proleterleştirilmesi… Bu yığın genel olarak Rusya’nın öteki Müslüman topluluklarına oranla daha gelişmiş durumdadır. Toprakların azlığı, kötü üretim, sürekli açlık, yerli endüstrinin çelimsizliği bu proleterleşmeyi kolaylaştırmakta, Tatar işçilerini Rusya’nın öteki endüstri bölgelerine göç etmeye zorlamaktadır.

Yakın bir zamanda sadece Kriovj-Rog-Donetz kömür havzasında Tatar işçilerinin sayıları 100.000’e ulaşmıştı. Ayrıca onbinlerce tatar işçisi Bakü ve Grozni petrol bölgelerinde çalışmaktaydı. Öbürleri de yığınlar halinde Ural fabrikalarında ve Sibirya’nın altın madenlerinde çalışıyorlardı. Belaja, Aşağı Kama ve Volga nehirlerinin doklarında çalışan işçilerin yarıdan fazlası Tatardı. Tatarlara, Murmansk ve demiryolu inşaatında çalıştıkları Amur üzerinde bile rastlanıyordu. Gereksinmeler onları Rusya’nın bir köşesinden ötekine atıyor, bir maden ocağından öbürüne sürüklüyor ve yavaş yavaş ruhlarını dinsizliğin tohumlarını ekiyordu. Açlık onları çalışmaya zorladığı zaman Allah’ı düşünecek zamanları olmuyordu. “Vatanından” koparılmış, serseri bir yaşam sürdürmeye itilmiş, Rus arkadaşlarını örnek alan Tatar işçisi, kendisini ataerkil yaşama biçimine bağlayan tüm bağları koparıp atıyor ve bu yoldan dinsel fanatizmin temellerini yıkıyordu.

Rusya çevresinde yaşayan öteki Müslüman halklara oranla daha üstün bir kültür düzeyi: Devrimden önceki onbeş ya da yirmi yıl, Volga Tatarlarının yeniden doğuş dönemi olarak ele alınabilir. 1905 Rus Devrimi, İran ve Jöntürk demokratlarının başlattıkları devrimler bu uyanışı geniş çapta destekleyen olgulardır. O andan sonra Tatarların kültürel merkezleri sayılan, ama aslında kültürel karanlığın ve dinsel yobazlığın yuvaları olmaktan başka nitelik taşımayan Türkistan ve Buhara, yerlerini İstanbul, Beyrut ve Kahire’ye bırakıyorlardı. Bu kentlerin üniversitelerinde okuyan ve diploma alan öğrenciler, Rusya’ya döndüklerinde yeni fikirler, kültür ve gelişmeyi sağlayacak ögeler getiriyorlardı. Beş milyon insanıyla derin bir uykuya dalan ve Tatar yazarı Ayaz İshaki’nin deyimiyle “yozlaşmış” görünen Tatar halkı yavaş yavaş uyanıyordu. “Kadimist”lerle (gelenekçi)  “Cedid”çiler (yenilikçiler) arasında bir savaş başlıyordu(22).

HAYATİ TEK: Bu savaşı biraz açar mısınız?

SULTAN GALİYEV: Müslüman din okullarında (Mektepler ve medreseler) reform yapılıyor ve laik dersler getiriliyordu. 1906’da Kazan’da ilk Tatarca tiyatro gösterisi yapıldı ve gerici din adamları yobaz halk yığınlarıyla birlikte ayağa kalktı. Estirilen protesto fırtınası uzun süre dinmedi. 1905 Devrimi’nden sonra ilk Tatarca gazeteler ortaya çıkmıştı. Kısa sürede Kazan, Astragan, Orenburg ve Ufa gibi büyük Tatar merkezlerinde, hatta daha sonra Moskova’da büyük sayıda Tatarca gazete ve dergi yayınlandı.

Tatar edebiyatı da kendini göstermekte gecikmedi ve Kazan’da birçok büyük Tatar basımevli kuruldu. Kadın hakları konusu da gündeme geldi. Yenilikçiler çarşafın kaldırılmasını istiyorlardı. Din adamları ve “kadimistler” bu yeniliklere karşı çıkıyorlardı. Yenilikçiler lanetlendi ve bazı bölgelerde onlar tarafından açılmış olan okullar kapatıldı. Laik konularla ilgili Tatarca okul kitapları yakıldı ve eğitimciler linç edildi vb… Ama bütün bunlar hiçbir işe yaramadı. Zafer yine yenilikçilerde kaldı. Sonuçta bir Tatar edebiyatı, bir Tatar tiyatrosu ve ulusal bir Tatar okulu doğdu. Tatar kadınları çarşaflarını attılar. Din adamları sınıfı, bu konuya büyük yer veren mizah dergileri tarafından (Cukreş, Yasin, Kormak) acımasızca eleştirildiler.

Kadimistlerle Cedidistler arasındaki mücadele din adamları sınıfına da yayılmıştı. Tüm tutucular, geri ve yobaz kafalılar “kadimist”lerin çevresinde toplanıyor, tüm ilericiler, sağlıklı kafa taşıyanlar ve devrimci olanlar “cedid”lerin çevresinde bir araya geliyorlardı(23).

HAYATİ TEK: Bunlar arasında ilk bakışta dikkat çeken kimler vardı?

SULTAN GALİYEV: Bunların arasında Musa Bigiev, Abdullah Bobi ve Ziya Kemli gibi reformatörler göze çarpıyordu. Musa Bigiev, İslam hukukuyla ilgili konularda risaleler kaleme aldı, bu metinlerde “ulema”nın arkaik durumuna saldırdı. “Rahmet-i ilahiyye” adını taşıyan eserinde, Musa Bigiev, yüzyıllardan beri yerleşmiş ve cennetin sadece Müslümanlara ait olduğu yolundaki görüşü eleştiriyor ve Kur’an’ın bazı “surelerine” dayanarak cennetin sadece Müslümanlara değil, layık olan “kâfirlere” de açık olduğunu belirtiyordu. Kâfirlerin kişiliğinde “kötülük”ten başka şey görmeyen bir Müslüman için, bu düşünceler gerçek bir devrim sayılabilirdi. M. Bigiev, bir başka eserinde de “oruç” farizasının yerine getirilmemesinin mümkün olabileceğini ileri sürüyordu. Bu da aynı şekilde bir fırtına yarattı. Çünkü o zamana kadar halkın üzerinde çok güçlü etkileri devam eden bağnaz din adamları sınıfı, böyle bir olanağı devamlı reddetmişti.

Ziya Kemali ve Abdullah Bobi, Müslüman yüksek ve orta eğitim kuruluşları olan “medreselerin” yeniden düzenlenmesi için mücadele veren öncü kişilerdi. Yüksek Müslüman okulları meydana getirmişlerdi. Buralarda “şeriat hukuku” derslerinin yanında, matematik, tarih, coğrafya, doğa bilimleri, sosyal bilimler gibi “çağdaş” dersler okutuluyordu. Onlardan önce din okullarına bu tür dersler sokmak gerçek bir ihanet sayılırdı(24).

HAYATİ TEK: Bu tip çalışmalar yapan din adamlarından başka kimleri sayabilirsiniz?

SULTAN GALİYEV: Bir “Molla”, Gafuri adında biri, “İsabet” adını verdiği bir broşürde Hz. Muhammed’in peygamberliğini bile söz konusu ediyordu. Bu broşürün yazarı daha sonra İslam dünyasına katıldı, ama eseri Tatarların bilincinde derin izler bıraktı.

Tatar din adamları sınıfının tutucu kesimi, Tatar toplumunu bu “Genç Müslümanlardan” korumak istiyordu. Başlangıçta sözle harekete geçmişlerdi, sonradan bu aracın etkisizliğini görerek iğrenç bir şekilde Çarlık polisini kullandılar. Yenilikçileri “İslam birlikçisi” vb. şeklinde ihbar ediyorlardı. Ne var ki, bütün bunlar da işe yaramadı. Daha Ekim Devrimi’nden önce gerici ve bağnaz din adamları sınıfının siyasal gücü sıfıra inmiş ve yerine Tatarların dinsel tutuculuklarını önleyen yeni bir din adamları sınıfı geçmişti(25).

HAYATİ TEK: Sosyalist devrimin Tatarların dini tutumu üzerinde nasıl bir etkisi oldu?

SULTAN GALİYEV: Sosyalist devrim Tatarlar arasında dine karşı savaşı güçlendirdi ve kadrolarını genişletti. Bu savaş sırasında pek çok eski “devrimci” direnişçiler saflarında yer alıyordu. Devrim, aynı şekilde Tatar din adamları sınıfının arasında ikilik yarattı. Birbirine düşman iki kamp meydana gelmişti. Bir yanda Sovyet iktidarı yanlısı “kızıl mollalar”, öbür yanda Kolçak ve Kurucu Meclis yanlısı “beyaz mollalar”… İkinciler görüşte Sovyet iktidarını kabulleniyorlar, ama gerçekte el altından bize karşı çalışıyorlardı. Belirtmek gerekir ki, gerici “mollalar” her tarafta Rus karşı-devrimci din çevreleriyle ilişki kurmuşlar ve böylece “komünist mollalara” karşı birleşik bir cephe oluşturmuşlardı. Bir örnek olarak, 1920 ilkbaharında Menzelinsk, Belebej ve Bugulma kantonlarında meydana gelen köylü ayaklanması öne sürülebilir. Olaylar sırasında isyancılar sadece komünistleri değil, aynı zamanda Tatar eğitmenleri ve “Cedid Mollaları” da kurşunlamışlardı.

Bu görüşlerimizi tamamlamak için şunu belirtelim ki, Tatarlar arasında ortam bir dine karşı propaganda için yeteri kadar hazırdı ve böyle bir çalışma ürün verebilir. Olumlu ögeler olumsuz ögelerden daha fazladır(26).

HAYATİ TEK: Başkırdların din konusundaki tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Başkırdistan’ın durumu biraz değişiktir. Burada dinsel tutuculuk daha azdır, ama aynı zamanda eski animist dinden kalma kör inanların izleri daha derindir. Başkırdlarda yobazlığın zayıf oluşu birkaç yönden açıklanabilir. Öncelikle Başkırdlar henüz göçebelikten çıkmamışlardır. Kabile yaşamının bazı ögelerini korumaya devam etmektedirler. Kırgız, Türkmen ve Bedevi Arap örnekleri göstermektedir ki, göçebelik hiçbir zaman dinsel tutuculuk için uygun bir ortam yaratmamıştır. Doğulu olsun Batılı olsun, tüm gözlemciler bu gerçeğe işaret etmişlerdir(27).

HAYATİ TEK: Bunun gerekçelerinden kısaca bahseder misiniz?

SULTAN GALİYEV: Bunu anlamak kolaydır. Göçebelik insanı doğayla yüz yüze getirmekte, onunla devamlı savaşmak zorunda bırakmaktadır. Bu savaş insana dini düşünmek için fazla bir zaman tanımaz. Tabii tapınmak için de zaman bulunamaz. Bilindiği gibi, bütün büyük dinler kentlerde doğmuş, kırsal alana ve çile daha sonra yayılmıştır(28).

HAYATİ TEK: Başkırdlara yönelik dinsizlik propagandasını olumlu kılan başka ne gibi faktörler vardır?

SULTAN GALİYEV: Başkırdlar İslam’ı doğrudan doğruya Araplardan ya da İranlılardan almamışlar, İslam’dan önce de kültürel etkilerini duydukları ve aramalarında erimeye başladıkları Tatarlardan öğrenmişlerdir. Onlar için Tatar “Molla” İslam’ın öncüsüdür. Kolaylıkla anlaşılmaktadır ki, bu koşullar altında Başkırdlar için İslam, yapay şekilde kabul ettirilmiş yabancı bir dindir. Bir de anımsamak gerekir ki, Tatarlar ve Başkırdlar arasında sınıfsal ve ırksal kökenli bir uyuşmazlık vardır(29).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz uyuşmazlığın kaynağı nedir?

SULTAN GALİYEV: Bu tümüyle ekonomiktir. Daha gelişmiş olan Tatarlar Başkırdları ezmişlerdir. Tatar “Mollasının” Başkırd avulları üzerindeki etkisi sınırlıdır. Tatarlar ve Başkırdlar arasında ilk ciddi sürtüşme patlak verdiği sıra (Şubat Devrimi’nden sonra, özellikle Başkırdlar Tatarlara karşı özerklik istedikleri ve Tatarların da buna karşı çıktıkları günlerde) Tatar “molla”sı tüm gücünü ve kellesini birlikte yitirdi. Başkırd köylerinde “molla” ve Tatar eğitmen kıyımın bir ara gemi azıya aldığı bilinmektedir. Ayrıca, Başkırdların kör insanlara bağlılıkları kültürel geriliklerinden kaynaklanmaktadır. Şu kadarını anımsatmak yerinde olur ki, Başkırdlar bugüne kadar henüz bir edebi dil sahibi olamamışlar ve Tatar dilini kullanagelmişlerdir. Edebiyatları, tiyatroları ve sanatları da aynı şekilde Tatarlardan gelmektedir.

Dolayısıyla Başkırdistan’da bir dine karşı propaganda için zemin hazırdır. Sadece bu zemini daha verimli hale getirmek gerekir(30).

HAYATİ TEK: Size göre Türkler arasında dinsizlik propagandasının en hızlı şekilde ilerleyebileceği yer neresidir?

SULTAN GALİYEV: Dine karşı propagandanın en iyi sonuçlar vermesi gereken yer Kırgızistan’dır. Göçebe Kırgızlar dinsel önyargılara ve bağnazlığa öteki halklardan daha az eğilimlidirler. İslam dinini seçişleri Başkırdları anımsatır. Kırgızların din adamları tümüyle Tatar’dır. (Kırgızistan Orenburg Dinsel Kurulu’na bağlıdır). Eklemek gerekir ki, Tatar “mollalar” arasında en zayıf -gerçekten bir kenara atılmış- kişiler Kırgızistan’a gitmektedir. Her yaz Tatar Müslüman din okulları, saf Kırgızları din adına iyice sömürmeye kararlı sayısız “şakird”i (burslu öğrenci) Kırgızistan’a göndermektedir. Tatarların içinde “farraş” (cami hademesi) bile olamayacak kişiler orada “mollaeke” (dinsel yönetici) olmaktadırlar. Elbette bu kişiler gittikleri yerde sağlam ve süreli bir şey yaratamayacaklardır(31).

Kırgızların gelenek ve görenekleri her türlü dış etkenden uzak kalabilmiştir. Kırgızistan’da İslam, kadının durumunu bile değiştirememiştir. Her yanda onu köleliğe mahkûm ettiği halde, Kırgızistan’da kadın özgürlüğünü korumuştur. Bu ülkede kadın haklarında görülen bazı kısıntılar dinsel değil töreseldir(32).

HAYATİ TEK: Türkistan’da durum nasıldır?

SULTAN GALİYEV: Bu bölgede çalışma koşulları Tataristan, Başkırdistan ve Kırgızistan’ın koşullarından çok değişiktir. Son zamanlara kadar Buhara, Orta Asya’da dinsel tutuculuğun başlıca yuvalarından biri olarak kalmıştır. Türkistan ve Hive üzerindeki etkileri henüz bütün gücüyle devam etmektedir. Bu toprak, Tatar toplumunun daha önce geçtiği gelişim aşamalarından geçmemiştir. Türkmenlerde pek az gelişen edebiyat, tiyatro ve sanat, Buhara ve Hivelilerde henüz tomurcuk halindedir. Türkistanlılar ilk laik okulu ancak devrimden sonra görmüşlerdir. Buhara ve Hivelilerde bu okul, yine Tatarlar ve Türklerin öncülüğüyle daha yeni kurulmaktadır. Kadının durum orada daha düzenlenmemiştir. Bir taraftan Türkistanlılar ve Buharalılar, öbür taraftan Tatarlar arasında görülen zıtlıklar, dinsel tutuculuğa karşı savaş, Türkistan ve Buhara’nın kültürel geri kalışlarının bu yörede Tatarlar tarafından yönetildiğini göstermektedir.

Çok yakın bir geçmişte, daha 1918’de, Buhara din adamları sınıfı, başlarında Emir olmak üzere Tatarlara karşı büyük bir “soykırım” düzenlemişler ve “Cedid” olarak suçladıkları beş binden fazla insanı kesmişlerdi. Buhara’da İslam’ın gücünü ortaya koymak için, Sovyet rejiminin kuruluşundan sonra bile bu ülkede, bazı yörelerde “Şeriat” kanunlarının henüz yürürlükte olduğunu anımsatmak yeterlidir. (Örneğin vergi sistemi.). Ancak bu konuda Türkistan’ın durumunun pek az farklılık taşıdığı da bir gerçektir. Rus fatihlerinden sonra Türkistan’da değişiklik olmuştur. Ülkede din, medeni ve idare hukukun yerine geçmemektedir. Bununla birlikte Türkistan’da dinsel tutuculuk henüz çok güçlü ve dine karşı savaş Tataristan ve Kırgızistan’da olduğundan çok daha zordur(33).

HAYATİ TEK: Kafkasya ve Kırım’daki dinsizlik propagandasını nasıl bir zeminde yürütmeyi düşünüyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Dine karşı propagandanın örgütlenmesi açısından Azerbaycan, Türkistan’a oranla daha uygun bir ortam oluşturmaktadır. Türkiye’ye yakınlık, daha gelişmiş bir endüstri, az çok bilinçli yerli bir proletaryanın var oluşu, daha geniş bir kültürel uyanma, (Azerbaycan’da Tatarca ilk gazete 25-30 yıl öncesinde yayınlanmıştı, oysa Türkistan’da Sart dilinde ilk gazete sadece 1915’te yayınlandı, misyonerler tarafından yayınlanan Resmi Gazete’yi söz konusu ediyoruz…) Azerbaycan’ı Türkistan ve Buhara’dan onlarca yıl ileriye götürmektedir. Daha yavaş olsa da, Azerbaycan’ın gelişmesi Volga Tatarlarınınkini anımsatıyor. Hiç kuşkusuz, bu ülkede dine karşı propagandayı Türkistan ya da Buhara’ya oranla daha kolay yürütmek olasıdır. Kırım’da aynı koşullara rastlanıyor… Belki bu ortam Azerbaycan’dan da uygun. Çünkü Kırım’da dinsel tutuculuk daha da zayıftır. Kırım, Azerbaycan ve Tataristan arasında bir yer tutmaktadır.

Dağıstan ve Kafkas dağlıları arasında durum daha zordur. “İmamlığın” (Şamil ve öbürleri) izleri, “adet”lerin gücü, bir ulusal edebiyatın yokluğu (yerine Arapça edebiyat), siyisal ve dinsel yalnız bırakılmışlık, bu ülkede dinsel önyargılara bağlılığın Rusya’nın bütün öteki Müslüman bölgelerine oranla neden daha ileri boyutlara vardığını gözler önüne sermektedir. Dağıstan’a ve Dağlılar Cumhuriyeti’nin birkaç yöresine “Şeriat Mahkemesi”nin daha yeni girdiğini anımsamak gerekir. İç savaş sırasında bazı köylerin, hatta koca koca dağlı aşiretlerin, sırf dinsel nedenlerle, Sovyetlerin yanında yer aldığı, Biceraho ve Denikin kuvvetleri ile çarpıştığı görülmüştü. “Sovyet iktidarı bize Beyazlardan daha fazla dinsel özgürlük tanıyor” diyorlardı. Kafkas Kızıl Ordu saflarında “şeriat” bağlı süvari bölükleri ve birlikler görülmüştü. (Kabard “molla” Katkahanov’un “Şeriat” süvari bölüklerinde birkaç bin savaşçı vardı).

Burada ortam dine karşı propagandaya hazır değildir ya da henüz çok az olanak tanımaktadır(34).

HAYATİ TEK: Bu konuyla ilgili olarak söylemek istediğiniz başka şeyler var mı?

SULTAN GALİYEV: Tekrar edelim ki İslam, temeli ve tarihiyle öbür dinlerden farklıdır ve onunla savaşmak için değişik yöntemler gerekmektedir. Ama aynı zamanda her İslam ulusu için, coğrafi özelliklerine, tarihine, kültürüne, toplumsal ve ekonomik koşullarına bağlı olarak ayrıca özellikler taşıyan yöntemler kullanmak gerekir. Tatarlar için iyi olan Kırgızlara yaramayabilir, Rusya Müslümanlarına uygun düşen Afganistan ve Buhara’da uygulama ortamı bulamayabilir ya da bunun tersi olur. Her ulusun psikolojisine ve ruhuna uygun ayrı bir taktik gereklidir. Doğu’da propaganda kışkırtma çalışmamızın bize yüklediği en ivedi görevlerden biri, bu sorunun uygulama alanında, tüm derinlik ve ayrıntılarıyla incelenmesidir. Parti yayın organları konuya ciddi şekilde eğilmelidirler. Bu çabaları göstermeyecek olursak sağlam bir zemin üzerinde asla yürüyemeyeceğiz. Karşılaşacağımız sorunları asla çözemeyeceğiz. Şu anda içinde (1921 sonları) bulunduğumuz fikir anarşisi ortamından asla çıkamayacağız(35).

HAYATİ TEK: Ekim Devrimi’nden 1923’e kadarki görüşleriniz böyle… Ancak, bu tarihten sonra işler pek de istediğiniz gibi yürümedi. Siz her ne kadar Müslümanların dinsizleştirilmesi üzerine projeler üretseniz de, Stalin tarafından Panislamistlik, Pantürkistlik ve tabii olarak hainlikle suçlandınız. Ve sonuçta Komünist Parti’den atıldınız. Oysa siz, yasal yollardan yürüttüğünüz iç muhalefet sırasında; “Henüz düşman sınıflara ayrılmamış olan kapitalizm öncesi Müslüman toplumuna sosyalist sistemi getirmek”, “Sosyalist dünya içinde İslam’ın yeri” ve “Komintern’in stratejisi içinde sömürge dünyasının yeri” gibi üç ana konuyu temel sorunlar olarak ele alıyordunuz. Komünist Parti’ye girdiğinizde, geri kalmış halkların kalkınmaları için tek yolun yerel ve yabancı kapitalizmi ezmek olduğuna inanıyordunuz. Size göre kapitalizm, sadece “tutucu İslam’ın yandaşlarının içinde bulundurduğu geri durumdan” kaynaklanıyordu. Devrimi, yabancı egemenliğine karşı direnen bir ulusal devrim olarak nitelendiriyordunuz. Temel sorunları bu şekilde ele alışınızın sebebi nedir?

SULTAN GALİYEV: Örneğin en gelişmiş olanını İngiliz proleter sınıfını ele alalım. İngiltere’de devrim zafer kazanacak olursa, bu proletarya sömürgeleri ezmeye devam edecek ve bugünkü burjuva hükümetinin politikasını izleyecektir. Çünkü sömürgeciliği sürdürmeye niyetlidir. Doğu emekçilerinin ezilmelerini önlemek istiyorsak, Müslüman yığınları yerli özerk bir komünist hareket içinde birleştirmeliyiz(36).

HAYATİ TEK: Yani “Müslüman halklar kendi sömürgeler enternasyonalini kurmalı ve kalkınma hamlelerine bundan sonra girişilmeli… Sosyalizme geçiş Müslümanlar için kademeli olarak gerçekleştirilmeli” mi diyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Bir tek işçi sınıfının diktatörlüğünü temsil eden Sovyet rejimi, sanayi sermayesinin doruğuna ulaştığı Merkezi Rusya’da haklı bir zafer kazanmıştır. Ancak ticaret kapitalizmi çağının henüz eşiğinde bulunan göçebe Müslüman yığınları içinde bu rejim, yaşama şansına sahip olamaz.

Anlayamayacağımız ve kabul edemeyeceğimiz hükümet şekillerine birdenbire atlamak yerine, ekonomik gelişmenin doğal aşamalarını güvenle geride bırakabilmek için yardım istiyoruz. Türkistan’da, Kırgızistan’da, Başkırd bölgesinde, Kafkasya’da, Tataristan’da ve Kırım’da sınıf iktidarı değil, ulusal iktidar ilkeleri kabul edilmelidir(37).

Müslüman toplumu birbirine düşman sınıflara ayrılmadığına göre ve bu toplum henüz sanayi proletaryasına sahip olmadığına göre, onların içinde “proleter” devrimi olanaksızdır. Şimdilik sınıf savaşından uzak bir “Sovyet” devrimiyle yetinmek gerekir(38).

HAYATİ TEK: Sizin “Ezilmişlerin Ezilenlerden İntikamı” adını verdiğiniz ve 1918’den itibaren Komünist Parti içinde dillendirmeye başladığınız bir teziniz var. Bu tezden kısaca bahseder misiniz?

SULTAN GALİYEV: Müslüman toplumun hemen tüm sınıfları bir zamanlar sömürgeciler tarafından fark gözetilmeden ezildiği için, sömürgeleştirilmiş tüm Müslüman halkları proleter topluluklardır. Hepsi proleter olarak anılmaya layıktır.

Müslüman halkları proleter halklardır. Örneğin İngiliz ya da Fransız proleteriyle Afgan yahut Fas proleteri arasında büyük bir ekonomik fark vardır. Dolayısıyla denebilir ki, Müslüman ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları bir sosyalist niteliği taşır(39).

HAYATİ TEK: Yani devrim, Rusya ile sınırlı kalmamalı ve tüm dünyaya yayılmalı.

SULTAN GALİYEV: Başlangıçtan beri Rus devrimi bir dünya devrimi olmalıydı. Sosyalizmin temel yasası budur. Aksi halde Rusya’da sosyalist devrim tüm anlamını yitirecektir(40).

HAYATİ TEK: Sovyet Rusya’yı böyle bir tehlike mi bekliyor?

SULTAN GALİYEV: Bugüne kadar Sovyet Rusya ile Doğu arasındaki ilişkileri düzene sokmak için alınan tüm önlemler yüzeysel ve geçicidir. Bundan daha kötüsü, bizim politikamız acınacak güçsüzlüğümüzün yansıması ve itirafıdır. Örneğin Rus birliklerinin İran toprağından çıkışı ya da ulusal kurtuluş savaşlarına karşı platonik sevgi gösterileri ve yine örneğin Afganlıların İngilizlere karşı ayaklanışları sonucunda Doğu’da devrimci isteklere karşı yapılan destek vaatleri sonuca ulaşamamış ve davranışlar karşısındaki tutumumuz.

Aslında Rus yöneticiler Batı’yı… Sadece Batı’yı düşünüyorlar. Taktik açıdan devrim kötü yönetilmektedir. Önemli görünen aslında ikinci derecede kalır. Doğu bir buçuk milyar insanıyla belki tümden unutulmuştur. Sadece bazı ender kişiler Doğu’da devrimi düşünüyorlar, ancak onlar devrimin coşkun denizlerinde bir damla su olmaktan öteye geçemiyorlar. Doğu hakkındaki bilgisizlik ve onun yarattığı kuşku yüzünden, Doğu’nun dünya devrimine katılabileceği kabul edilmiyor…

Bütün bunlar sonunda çok basit olan şu gerçeği anlamamıza yol açmıştır. Sosyalist devrim Doğu’nun katkısı olmadan asla başarıya ulaşamaz. Hindistan, Afganistan ve İran’dan yoksun kalan ve öteki sömürgelerinden kovulan Avrupa emperyalizmi çökecek ve doğal bir ölümle yok olup gidecektir(41).

HAYATİ TEK: Sosyalist devriminin Türk dünyasındaki geleceği açısından neler yapılmalıdır?

SULTAN GALİYEV: Azerbaycan’ın Sovyetleşmesi komünizmin Orta Doğu’da yücelmesi için birinci derecede önemlidir. Eğer Kızıl Türkistan, Çin Türkistanı, Tibet, Afganistan, Hindistan, Buhara ve Hive’ye devrimci ışığını saçmışsa, Sovyet Azerbaycan’ı da aynı şekilde, eski ve deneyimli proletaryası ve oldukça güçlü Komünist Partisi’yle, İran, Arabistan ve Türkiye için bir kızıl ışık kaynağı olacaktır. Azeri dili İstanbul Türkleri, Tebriz İranlıları, Kürtler, Kafkas ötesi Türk halkları, Gürcüler ve Ermeniler tarafından anlaşıldığına göre, Sovyet Azerbaycan’ının uluslararası değeri giderek artacaktır. Buradan İran’daki İngilizleri tedirgin edebiliriz, Arabistan’a elimizi uzatabiliriz ve az çok bağımsız bir sınıflar savaşı halini alıncaya kadar Türkiye’deki devrimci hareketi yönetebiliriz(42).

HAYATİ TEK: Bu çerçevede Sovyet Rusya’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği formülüyle gelişmesini sürdüren eski Rusya, sonsuza dek ayakta kalamaz. Sovyet Rusya geçici bir olaydır. Rus halkının öbür halklar üzerindeki hegemonyası, zorunlu olarak bu halkların Rus halkı üzerindeki diktatoryasıyla yer değiştirecektir(43).

HAYATİ TEK: Nasıl olacak bu?

SULTAN GALİYEV: Biliyoruz ki insanlığın değişmesi için gerekli olan maddi ögeler, sömürgeleşmiş ya da yarı-sömürge durumundaki ülkelerin sanayi metropolleri üzerinde diktatorya kurmalarıyla elde edilebilir ancak.

Sömürgeleşmiş ülkelerin bu dev planı gerçekleştirmeye hazır olmaları için, komünist ama Üçüncü Enternasyonal’den ayrı, hatta öncekiler gibi sanayi toplumlarının temsilcileriyle dolu olan bu örgüte karşı bir “Sömürgeler Enternasyonali”nde birleşmeleri gereklidir. Bu Sömürgeler Enternasyonali tüm ezilmiş halkları içine almalıdır.

Komünist ama endüstriyel bir güç olan Sovyet Rusya bu örgütün dışında bırakılmalı, ancak Rusya’nın Müslüman toprakları örgüte dâhil edilmelidir(44).

HAYATİ TEK: Doğu’da bu kadar ısrar etmenizin başka gerekçeleri de var mı?

SULTAN GALİYEV: Biz Doğu’ya gitmek istemesek de hatta (Batı’da toplumsal devrim başlamış olsa dahi), bize karşı harekete geçmek isteyen güç ile doğuda karşılaşacaktık. Fakat Doğu’nun bize karşı değil, bizim yanımızda hareket etmesine ihtiyacımız vardır(45).

HAYATİ TEK: Bunu nasıl sağlamayı düşünüyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Doğunun içgüdüsel olarak Batı emperyalizmine karşı yürümekte olduğunu görüyoruz: Burada Batı Emperyalizminin baskısıyla muhtelif akımlar ortaya çıkmaktadır. Burada tüm Müslüman halkları (dünya emperyalizmine karşı mücadele amacıyla) birleştirmek isteyen ve Panislamist olarak adlandırılan akımlar oluşmaktadır. Diğer taraftan burada, Doğunun tüm Moğol kökenli halklarını birleştirmeyi amaçlayan Panmoğolist akımlar ortaya çıkmaktadır.

Uluslararası emperyalizm, günümüzde böyle bir akım içinde bulunmaktadır: İtilaf Devletleri olarak Doğu’yu (uluslararası devrime karşı mücadele amacıyla) kullanmak istediğini görüyoruz. İngiltere’nin İran ile anlaşma yaparak, onun Rusya toplumsal devrimi ile mücadeleye katılmasını talep ettiğini görüyoruz; görüyoruz ki, Fransa ve diğer devletler, tüm emperyalist orduları Türkiye üzerine gönderiyorlar(46).

HAYATİ TEK: Bundan neyi amaçlıyorlar? Türkiye’yi parçalamış olsalar ellerine ne geçecek? Türkiye’nin önemi nereden kaynaklanıyor?

SULTAN GALİYEV: Burasını çökertmek parçalamak ve kendilerine karşı başlatılacak olan her türlü hareketin kökünü ta baştan kazımak istiyorlar. Fakat Doğu’nun emperyalist unsurlarının da kendi aralarında birleştiklerini, keza Batı Avrupa’da (muzaffer itilaf devletlerine düşman olan) diğer Avrupa emperyalistleri ile birleşme yolları aradıklarını, Alman emperyalizmi ile birleşme gayreti içinde olduklarını görüyoruz. Bu çok önemlidir(47).

HAYATİ TEK: Neden? Birinci Dünya Savaşı’nda karşı cephede yer almadılar mı?

SULTAN GALİYEV: Alman emperyalizmi, Doğu’da yeni akımlar oluştuğunu, milli devrim ruhunun canlandığını ve bunun uluslararası emperyalizme ve esasen İngiliz emperyalizmine karşı yöneleceğini görmüştür.Doğu’da toplumsal hareketlerin var olduğunu görüyoruz, gözlerimizin önünde Panislamizm ve Panmoğolizm var(48).

HAYATİ TEK: O halde komünizmi Doğu’ya yaymak için nasıl bir strateji öngörüyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Önce uluslararası emperyalizmin işini bitirmek zorundayız: Demek ki, bu amca hizmet eden tüm hareketleri desteklemeliyiz.

Görüyoruz ki, uluslararası emperyalizmin bir objesi olan Doğu, bu emperyalizme karşı ayaklanmaktadır. Bu veya diğer adlar altında bu emperyalizme isyan etmektedir.  

Açıkça görülüyor ki, biz bu hareketi, uluslararası emperyalizm devrilinceye kadar, batı Avrupa işçileri kendi diktatoryasını tesis ederek batı Avrupa’da işçi ve köylü Sovyetlerinin hakimiyetini kuruncaya kadar desteklemeliyiz.

Fakat bu noktadan sonra, (uluslararası emperyalizm olarak batı Avrupa emperyalizminin yenilmesinden sonra) belki de öyle bir dönem başlayacak ki, doğu ülkelerinde bir doğu emperyalizmi ortaya çıkacak: Türkiye, İran, Hindistan, Çin ve Japonya’nın emperyalist unsurları kendi aralarında birleşerek sarı derililerin Avrupa’ya yürüyüşünü başlatacaklar.

Biz, bu amaçla Doğunun anti-emperyalist partisini kurmaya başlamalıyız.

Biliyoruz ki, İran’da ve Azerbaycan’da emperyalist partiler vardır. Fakat Türkiye’de emperyalist parti yoktur. Çin’de yoktur, Japonya’da sosyalist partiler vardır. Fakat belirgin bir komünist partisi yoktur.

Bir sonraki meselemiz, Doğuda ki çalışmaların başlıca meselesi, komünist partisinin kurulması olacaktır. Bunun temellerini atmalıyız. Bu konuda geç kalmadan çalışmalar yapmalıyız(49).

HAYATİ TEK: Türk dünyası komünizmin bugünü ve geleceği açısından niçin bu kadar önemli?

SULTAN GALİYEV: Günümüz dünyasının ekonomik ve siyasi sistematiği içerisinde çağdaş Türk Dünyası’nın yeri ve rolü konusunun çok önemli bir mesele olduğu kanısındayız. Asya ve Avrupa Türk halklarının sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin esasları ile ilgili çözüm yollarını, buradan hareketle çizebiliriz. Dünyanın sosyal ve hukuksal ilişkileri kapsamında, kim ve ne olduğumuzu, bu ilişkilerin içeriğini anlamadan, ne ve kim olmamız gerektiğini de tespit edemeyiz(50).

HAYATİ TEK: Yani?

SULTAN GALİYEV: Konunun analizini, ikinci bölümünden, diğer bir deyişle çağdaş dünyanın sosyal ve hukuksal- ekonomik, politik ve kültürel sistematiğini ele alarak başlatabiliriz(51).

HAYATİ TEK: Ancak bu teferruatlı konuya girersek röportaj hacmini çok aşmış olacağız. Bu nedenle konuyu biraz daraltmakta yarar görüyoruz. Sınıfların kendi aralarında verdikleri mücadele, belli ölçülerde siyasi iktidarı ele geçirme isteklerini yansıtıyor. Ancak, bazı durumlarda metropollerin sömürgelere yönelik baskı gücünü zayıflatacak bir fonksiyon da görmez mi?

SULTAN GALİYEV: Bu noktada, Rusya’nın 1904 yılında Rus-Japon Savaşı’nda yenilgiye uğramasını örnek gösterebiliriz. Bu dönemde, Rusya içinde yeterince açık görülen bir sınıf mücadelesi yaşanmış… Liberal Rus ticaret-sanayi burjuvazisi, feodal-toprak burjuvazisine yönelik birtakım talepler ileri sürmüştü. Rus işçi sınıfı da, bunların her ikisine yönelik siyasi taleplerle ayaklanmıştı. Bu durum, Rusların savaş alanında yenilmelerinin başlıca nedenini oluşturmuştu(52).

HAYATİ TEK: Verdiğiniz örneği çürüten olaylar da vardır muhakkak…

SULTAN GALİYEV: Bu örneğin tersini kanıtlayan diğer bir örnek olarak da, yenilenmiş Türkiye’nin uluslararası emperyalist çeteler üzerinde 1922 yılında muzaffer oluşunu gösterebiliriz. Ki bu zaferin esasen bir nedeni vardı: Bu dönemde ayaklanmış olan Kemalist Türkiye, ulusal bağımsızlık tutkusuyla birlik olan Türk ulusunun tüm sınıflarının oluşturduğu bir bütündü. Düşman cephe ise, ulusal ve sınıf çelişkilerinin fokurdatmakta olduğu bir volkandı.

Ve biz burada bir hususu tespit etmek zorundayız: Çağdaş koşullar içerisinde metropollerde sürdürülen sınıflar mücadelesi ve bunun gelişmesi, yine de batı hegemonyasının ilerlemesini engelleyici bir faktördür(53)!

HAYATİ TEK: Mutlaka sözünü ettiğiniz bu son tespit de önemli. Bununla birlikte Türkiye’nin durumunu biraz daha detaylandırabilir misiniz?

SULTAN GALİYEV: Bu ülkede olup bitenler, çilekeş Türk ulusunun en azılı düşmanlarınca dahi yakından bilinmektedir. Bu ülkede yeni baştan sağlıklı bir ulusal canlanma süreci yaşanmaktadır. Bu sürece inanmayanlar veya kuşku ile bakanlar, sonuçlarını kendi içlerinde denemiş oldular. Türkiye’nin ulusal kalkınmasına gönül vermiş olan Türk işçi ve köylülerinin, ilerici Türk aydınlarının süngüleri, gereken kişilere gereken dersleri vererek nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiler. Eğer, 400 yıl önce Rus Çarları, Kazan’ı, Kuzey Türklüğünün bu kalesini düşürmeyi ve yalnız Tatar savaşçılarının cesetleri üzerinden geçerek Doğu’ya doğru ilerlemeyi başarmışlarsa, bugün için de Batı Avrupalı emperyalistler yine Doğu’ya doğru kendilerine yol açabilmek için Güney Türkleri -Osmanlıları- yenmek zorundalar. Batılı halkların doğuya yayılmaları öncesinde, Türkiye, onların çılgınca saldırılarına maruz kalmadı mı?

Batılı halklar, Asya ve Afrika’daki durumu gerçek anlamda kontrol altına alabilmek için Türk-Osmanlı savaşçılarının cesetlerinin üzerinden geçmek zorundalar. Kazan’ın Rus saldırıları karşısında düşüşü de bir gün içinde gerçekleşmiş değildir. Ruslar, buraya onlarca kez saldırdılar. Tataristan’ın işgaline kadar, dönemin iki kuzeyli devi Moskova ile Kazan arasındaki mücadele, on yıllar boyunca sürüp gitti. Bu zaferi sağlama almak, galip taraf için de pek kolay olmadı. Yenilenler ile yenenler arasında acımasız katliamlar ve kıyımlarla dolu bir gerilla savaşı, on yıllarca devam etti. Bundan sonra, yenilenlerin azimleri kırıldı.

Türkleri zayıflatmak; Balkanlar’ı, Mısır’ı, Arabistan’ı, Mezopotamya’yı Türklerin ellerinden almak için Avrupa yüzyıllar boyunca mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek kısmet olamadı. Olamayacaktır da… Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye, yalnızca kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Orta Doğu’ya da hayat verecektir(54).

HAYATİ TEK: Söyledikleriniz gerçekten heyecan verici… Bu bağlamda başka kurtuluş mücadeleleri de var mı? Varsa durumları nedir: gerçekten de gelişiyor ve büyüyorlar mı?

SULTAN GALİYEV: Bu sorulara gerçeklerin dili ile cevap verelim(55).

HAYATİ TEK: Lütfen…

SULTAN GALİYEV: Yarım asır önce Japonya, fazla büyük olmayan yarı-sömürge bir ülke idi. Uluslararası politikalara karışmayı hayal bile edemezdi. Fakat bir kez uyanmaya başlaması, Asyalı halkların korkulu düşü olmaya, Avrupa’nın jandarması ve azılı feodal emperyalist olan Rusya’yı tuzla buz etmeye yetti ve arttı bile!.. Aradan 10 yıl bile geçmemiştir ki, Japonya, Rusya’dan sonra diğer bir Avrupalı emperyalist devletin, Almanya’nın ezilmesine iştirak ediyor. Uzun süreli mi, değil mi? Şimdilik, Almanya, rayından çıkartılmıştır. Japonya ise İngiltere’ye karşı, Fransa-Çin ve Rusya’yı da içine alan bir blok oluşturmaktadır. Eğer bu niyetleri gerçekleşirse, yarın deniz ötesi devleti ABD’ye karşı bloka da iştirak edecektir. Japon halkının geleceği, yerleşim için Sibirya kapılarının açılması, Japon ticaret ve sanayi sermayesinin faaliyetleri için Çin ve diğer ülkelerin kapılarının açılmasını zorunlu kılmaktadır. Avrupalı emperyalist devletlerin parça parça edilerek ezilmeleri, Japonya’nın çıkarlarına uygun düşmektedir(56).

HAYATİ TEK: Benzer değerlendirmeler Çin için de yapılabilir mi?

SULTAN GALİYEV: Dünya üzerindeki eski halkların en eskisi olan Çin Halkı, uzun süre uyudu. Fakat sonunda gözlerini açtı. Şimdilerde uyanmak üzeredir. Asırlık uykusundan uyanıyor. Şimdilik yatağında uzanmış bir haldedir ve uyuşmuş olan eklemlerini doğrultmakla meşguldür. Ama, yakında ayağa kalkacaktır. Artık hiç kimse onu yatakta tutamaz. Son yıllar içerisinde olup bitenler, bu halkın canlanmakta olduğunu göstermektedir. Çin Halkı 1911 Devrimi’ni yapabildi. Bir devrim daha yapabilir. Çin’in bölük pörçük olan parçaları, bu devrim sonrasında öylesine çelik bir yumruk haline dönüşür ki, Batılı halklar, bu yumruğu yedikten sonra kendilerine çok zor gelirler. Çin’de periyodik olarak görülen iç savaş patlamaları, 400 milyonluk (1920’ler itibariyle) Çin Halkının vereceği büyük konserin sadece uvertür kısmıdır. Çin Halkı’nın bu kanlı iç savaşında on binler, hatta yüzbinler ölebilir. Fakat, bu kurban verişler kaçınılmazdır ve verilen kurbanlar boşuna verilmiş olmayacaktır. Çin’de iç savaşlar, Çin Halkı’nın bütünleşme sürecinin bir ifadesidir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için birkaç on yıl daha geçecektir.

Hindistan da uyanmaktadır. Hindistan’ın canlanma süreci, Çin’e kıyasla daha sancılı yaşanmaktadır ve bu anlaşılabilir bir durumdur(57).

HAYATİ TEK: Neden?

SULTAN GALİYEV: Hindistan, Avrupalı eşkıyalar arasında en güçlü olanın -İngiltere’nin- sömürgesidir. Fakat bu eski deniz korsanı her ne kadar korkunç olursa olsun, Hindistan’ın kurtuluş hareketinin karşısında dayanamayacaktır. İngiltere; baskı, satın alma, provokasyon ve diplomatik cambazlıklar ile Hindistan’ın kurtuluş sürecini belki bir parça geciktirebilir, ama asla durduramaz(58).

HAYATİ TEK: Hindistan’ın bu konudaki çabaları sizce yeterli mi?

SULTAN GALİYEV: Hindistan’ın kurtuluş hareketi, dalgalı bir seyir sergilemektedir. Devrimsel gerilimin yükselişi, zaman zaman yerini inişlere terk etmektedir. Fakat bir husus gayet iyi bilinmektedir. Hindistan Halkı’nın davranışlarında görülen bu tür geçici inişler, yalnızca bir soluk alma niteliğinde olup, daha güçlü ve çok daha korkunç dalgaların gelmekte olduğunu haber vermektedir. Biz, kesinlikle eminiz ki, bir gün gelecek, Hindistan’ın kurtuluş hareketi, İngiltere’nin oluşturduğu her türlü yapay barajları aşacak ve tüm dünyayı -Mısır’ı, Marakeş’i ve Rusya’nın sömürgelerini de etkileyecektir. Batı’nın zulmünden kurtuluş korosu Mısır, Marakeş ve Rusya sömürgelerinin hareketleri ile bir kat daha güç kazanmaktadır. Ve bu hareketler Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin kurtuluş hareketlerinden hiçbir şekilde farklı değillerdir. Bu hareketlerin tümü de emperyalizmden, daha doğru bir deyişle batılı halkların egemenliğinden kurtuluş sloganı altında yürütülmektedir. Yalnızca, ülkelerin ve zamanlarının koşullarına. bağlı olarak biçim ve tempo yönünden farklılık arz edebilirler. Güçlü veya zayıf… Hızlı veya yavaş… Fırtınalı veya sakin… Büyük veya küçük çaplı olabilirler(59).

HAYATİ TEK: Rusya’nın sömürgelerinde durum nasıl? Onlar için de kurtuluş umudu var mı?

SULTAN GALİYEV: Bizim tespitlerimize göre, Rusya’nın sömürgelerinde – Türkistan, Kafkasya, Ukrayna, Belarusya’da- Türk-Fin ve Moğol halklarının kurtuluş hareketleri açıkça ortadadır. Rusya’nın Japonya karşısında aldığı ve 1905 Devrimi’ne neden olan yenilgi, bu ülkenin sömürgelerinin ve ezilen halklarının ulusal bilinçlerinin uyanmasına imkân saplamıştı. Rusya’nın dünya savaşı sırasında Batı ve Kafkas cephelerinde uğramış olduğu yenilgiler, 1917 Devrimi’ne neden oldu ve bu halkların kurtuluş süreçlerini hızlandırdı.

Polonya, Finlandiya ve küçük Baltık devletlerinin Rusya’dan kopmaları, egemenlik haklarının genişletilmesi için sürekli olarak mücadele veren Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan, Orta Asya, Güney Kafkasya, Ukrayna ve Belarusya ile diğer cumhuriyetlerin, bunlarla birlikte tam 10 adet özerk ulusal cumhuriyetin kurulması, bu görüşün en somut kanıtlarıdır.

Pan-Rusistler ve Pan Rusistler’in yandaşları, ‘demokrat’ veya ‘komünist’ hangi maskenin arkasında saklanırlarsa saklansınlar, bu hareketi istedikleri kadar yok etmeye ve bu bölgeleri sıradan Rus eyaletleri durumuna sokmaya ve zayıflatmaya çalışsalar da, şimdilere kadar bu arzularını gerçekleştirememişlerdir. Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık için mücadele veren ulusların artmakta olan aktifliği karşısında, ne tür cambazlıklara başvursalar da, yine de yapamayacaklardır. Bugüne kadar her ne yapmışlar ise her şey, onların istediklerinin tamamen tersine sonuçlar vermiştir.

Pan-Rusistler, SSCB’nin kurulması ile fiilen tek ve bölünmez Rusya’yı yeniden ihya etmek, diğer halkların üzerinde Velikorus egemenliğini yeniden temin etmek istediler. Aradan bir yıl bile geçmemişti ki, tüm halklar, Moskova’nın Pan-Rusist merkeziyetçi eğilimleri karşısında itiraz seslerini yükselttiler. (Sovyetler Birliği Merkez İdare Kurulu’nun son genel kurulunda Milletler Sovyeti toplantısında olduğu gibi(60).

HAYATİ TEK: Türkistan Türkleri Rus sömürüsüne karşı başarıya ulaşabilecekler mi?

SULTAN GALİYEV: Moskova, Türkistan’ı ekonomik ve siyasi yönden zayıflatmak için, Turan halklarını muhtelif küçük kabilelere bölmektedir. Fakat en geç iki yıl içerisinde, Turan’ın bu bölünmüş parçaları, yeniden bütünleşme konusunu gündeme getirecek; daha güçlü, kudretli ve düzenli bir devlet kuracaklardır.

Rusya, bugün Moğolistan’ı Çin’den ayırmakta ve bu ülkeyi de kendi elinde ‘ehlileştirmek’ istemektedir. Moğolistan da, Moskova’nın kucağına oturmanın pek aleyhinde değilmiş gibi gözüküyor. Fakat bu Moğolistan yarın kendi ayaklarının üzerinde doğrulmayı başarır da kendi Kuruldan’ını (kurultay) sağlamlaştırırsa, bu duruma ne der, orası belli değildir(61).

HAYATİ TEK: Bu son sözleriniz Moskova’nın pek hoşuna gedecek cinsten değil doğrusu…

SULTAN GALİYEV: Rusya’da iktidara hangi sınıf gelir ise gelsin, bu ülkenin eski ‘ihtişam’ ve ‘gücü’nü hiç kimse yeniden geriye getiremez. Rusya, çok uluslu bir devlet ve bir Rus Devleti olarak kaçınılmaz olarak parçalanmaya ve bölünmeye doğru gitmektedir. Sonuçta iki şeyden biri olacaktır: Ya Rusya ulusal parçalarına ayrılarak birkaç yeni ve ulusal devlet oluşacak. Ya da Rusya’daki Rus hâkimiyetinin yerine ulusların ortak hâkimiyeti gelecektir. Diğer bir deyişle, Rus halkının tüm diğer halklar üzerindeki diktatoryasının yerine, bu halkların Rus halkı üzerinde diktatoryası gerçekleşecektir(62).

HAYATİ TEK: Bu iki ihtimalden hangisini daha güçlü buluyorsunuz?

SULTAN GALİYEV: Bu ikilem, koşulların oluşturduğu tarihsel bir zarurettir. İhtimaldir ki, birinci şık gerçekleşecektir. İkincisinin gerçekleşmesi halinde ise bu durum, birinciye geçiş için yalnızca bir basamak teşkil edecektir. Bugün SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici ve muvakkat bir şeydir.

Bu durum, ölmekte olan birinin son nefesi, son çırpıntılarıdır. Rusya’nın dağılması fonunda, şu sıraladığımız ulusal devletlerin görüntüleri açık ve net biçimde belirmektedir: Ukrayna (Kırım ve Belarusya ile birlikte), Kafkasya (Kuzey Kafkasya’nın diğer Kafkas bölümleri ile ittifakı şeklinde varolabilir), Turan (Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan ittifakı ve Türkistan Cumhuriyetleri Federasyonu olarak), Sibirya ve Velikorusya… Artık Rusya’dan kopmuş bulunan Finlandiya, Polonya ve küçük Baltık devletlerini burada saymıyoruz(63).

HAYATİ TEK: O halde son sözünüz…

SULTAN GALİYEV: Sömürge ve yarı-sömürgelerin kurtuluş hareketlerinin gerçekleri bu şekilde ortadadır. Bu kurtuluş hareketleri vardır… Gerçektir… İlerleyecek ve gelişecektir(64)!

DİPNOTLAR

1) Bennigsen, Alexandre; Quelquejay, Chantal-; Sultan Galiyev ve Rusya Müslümanları, Çev: Nezih Uzel, Hür Yayın, İstanbul 1981, 1. Baskı, s. 188.

2) a.g.e., s. 188.

3) a.g.e., s. 189

4) a.g.e., s. 189

5) a.g.e., s. 189

6) a.g.e., s. 190

7) a.g.e., s. 190

8) a.g.e., s. 190

9) a.g.e., s. 191

10) a.g.e., s. 190

11) a.g.e., s. 191

12) a.g.e., s. 192

13) a.g.e., s. 192

14) a.g.e., s. 192

15) a.g.e., s. 192

16) a.g.e., s. 192

17) a.g.e., s. 193

18) a.g.e., s. 193

19) a.g.e., s. 193

20) a.g.e., s. 193

21) a.g.e., s. 194

22) a.g.e., s. 194

23) a.g.e., s. 195

24) a.g.e., s. 195

25) a.g.e., s. 196

26) a.g.e., s. 196

27) a.g.e., s. 196

28) a.g.e., s. 197

29) a.g.e., s. 197

30) a.g.e., s. 197

31) a.g.e., s. 197

32) a.g.e., s. 198

33) a.g.e., s. 198

34) a.g.e., s. 199

35) a.g.e., s. 199

36) a.g.e., s. 82

37) a.g.e., s. 82-83

38) a.g.e., s. 83

39) a.g.e., s. 83-84

40) a.g.e., s. 86

41) a.g.e., s. 87

42) a.g.e., s. 110

43) a.g.e., s. 144-145

44) a.g.e., s. 145

45) Galiyev, Sultan-; “Doğu Halkları Komünist Teşkilatları II. Umum Rusya Kurultayında Sultan Galiyev’in Şark Meselesine ilişkin konuşması (26 Kasım 1919)”, Parti Merkez Arşivi, Fon 583, Liste 1, Dosya 4, Varak 140-148, Stenografi.

46) a.g.m.

47) a.g.m.

48) a.g.m.

49) a.g.m.

50) Kakınç, Halit-; “Sultan Galiyev: Görüşlerim”, Toplumsal Tarih Dergisi ve KGB Arşivi, 4. numaralı sandık, 2 numaralı cilt, 1 numaralı liste (Eser, Tataristan’da 1995 yılında ikinci kez basılmıştır).

51) a.g.m.

52) a.g.m.

53) a.g.m.

54) a.g.m.

55) a.g.m.

56) a.g.m.

57) a.g.m.

58) a.g.m.

59) a.g.m.

60) a.g.m.

61) a.g.m.

62) a.g.m.

63) a.g.m.

64) a.g.m.

]]>
SANAL RÖPORTAJ / NURETTİN TOPÇU: “ANADOLU’NUN KURTULUŞ SAVAŞI, RUH CEPHESİNDE HENÜZ YAPILMADI” http://hayatitek.com/nurettin-topcu-anadolunun-kurtulus-savasi/ Tue, 14 Jul 2020 19:58:53 +0000 http://hayatitek.com/?p=2838 HAYATİ TEK: Siz, ömrünü fikri mücadeleye adayan bir dava ve aksiyon insanısınız. Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Derneği, Milliyetçiler Derneği ve Anadolu Fikir Derneği gibi yapılarda önemli görevler üstlendiniz. Büyük destek verdiğiniz Türk Milliyetçiler Derneği’ne yönelik çeşitli eleştiriler var. Bu eleştirileri yöneltenlerin amacı nedir?

NURETTİN TOPÇU: Bunlar, saltanatlarını sürdürdükleri devirlerde fütursuz ve kayıtsızdırlar, zira millet muzdaripken onları mesut idi. Ancak millet istiklal zaferini vatan sınırları içerisinde kazandığı gün bunları telaş aldı. Bu ana kadar huzur içinde barındıkları pusulardan dışarı fırladılar. Yedi yüz yıllık haçlı ordusunun ruh ve zihniyetinin damgasını taşıyan silahlarla Türklerin mukaddesatına zalimce saldırdılar. Biz millet hayatının temellerine ait neyi muhafaza etmek istedikse, hareketimize “irtica” damgasını vuran, benliğimizin her parçasını ondan koparıp atmaya azmetmiş, anarşist ve komünist bir hortlak zihniyet karşımıza çıktı(S.17).

HAYATİ TEK: Biraz daha açar mısınız, kimlerdir bunlar?

NURETTİN TOPÇU: Hakikatlerin düşmanı olan bu kafilenin arkasında pusu kuran ruh ise anarşist ruhudur. Hakikat aranırsa bu topraklarda yatan şehitlerin kemikleri üstünde kin ve gayz kusan haçlı ruhu bizi tehdit ediyor. Lakin Türk milleti bu gaddar tehdidin gerçek çehresini tanımaktadır. Bunlar vaktiyle, insanlığın tarihinde ilk defa görülmüş bir hadise olarak mabetsiz şehir kurmuş olmalarıyla öğünenlerdir(S.17).

HAYATİ TEK: Derneğinizin amacı nedir?

NURETTİN TOPÇU: Biz sade bir dernek değil, onun hayat ve kuvvet kaynağı olan Türk milletiyiz(S.17).

HAYATİ TEK: Bu tanımla güzel. Ancak sizi farklı kılan ne?

NURETTİN TOPÇU: İstiklal Savaşını unuttunuz mu? İzleri üzerinde yürüdüğünüz ellerin ganimetlerini paylaştığı istiklal cihadımız yapılırken her köy, her kağnı, her minare cephelere nasıl uzanmıştı? İşte biz de öyleyiz; o köylerin çocuklarıyız; o kağnıların yetimleri, o minarelerin müminleriyiz. O zamanki düşman da diller ve eller kesmiş, köyler yakarak minareler yıkmıştı. Bugün de aynı şerefsiz, merhametsiz ve seciyesiz harp tekrarlanıyor(S.18).

HAYATİ TEK: Nasıl?

NURETTİN TOPÇU: Bugün bu har vicdanların üstünde, beyinlerin ateşinde tekrarlanıyor. Biz bu haksız tecavüzlere fikir kılıçlarıyla çarpışarak şeref, haysiyet, ilim, ahlak cihadı yapmak suretiyle karşı koymaya karar verdik(S.18).

HAYATİ TEK: Sizi takip ettiğiniz yolu farklı kılan nedir?

NURETTİN TOPÇU: Biz, kendisine halkın emaneti olan mukaddes davadan “vazgeç” diyenlere gözyaşları ve içinde isyan yıldırımlarıyla dönüp de “Güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar yine de bu işten vazgeçmem!” diyen büyük peygamberimizin izinden yürüyoruz. Millete söz verdik! Allah’a söz verdik! Eğilmeyiz, dönmeyiz ve dimağımızdaki son hücresinin hayatı baki kaldıkça bu mukaddes davadan vazgeçmeyeceğiz(S.18).

HAYATİ TEK: Sizin fikir dünyanızda Anadolu kavramının önemli bir yeri olduğunu biliyoruz. Anadolu’yu anlatır mısınız bize?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu’nun kurtuluş savaşı, ruh cephesinde henüz yapılmadı. Asya’nın ilk çağından arta kalan sefaletine varis çocukları, bu topraklarda kurdukları devletin ruhuna sahip olamadılar. Henüz, yerlerde sürünen Türk-İslam ruhunu tutup da kaldıracak olan irade, hayatımızdan davacı oluncaya kadar bu toprağın insanı, eşyadan farksız bir varlıktır, değersizdir, itibarsızdır, hürmet görmez, onun Allah’tan bir emanet olduğu bilinmez. Kuvvetlinin elinde her zaman esirdir. Kuvvet kazanınca da başka insanları esir edicidir(S.29).

HAYATİ TEK: Konuyu biraz daha somutlaştırabilir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Bir buçuk asırdan beri Garp taklidine özeniyoruz. Memleketimizde genç ruhlara sunulan her şey, program, kitap, metot, hepsi, hepsi garbın aktarma malı. Hükümdarlık rejimimiz Divaniyle, Kanunname-i Muhammedi’siyle bizim eserimizdir. Bizim tarafımızdan yaratılan, bizim olan özelliklerine sahipti. Yirminci asırda, demokrasiyi benimsedikten sonra, ona kendi hususiyetlerimizi veremedik(S.30).

Hukukumuz da henüz melezdir. İsviçre ve Alman hukuk zihniyetlerinin melezi. Türk hukukunu yaratmak iradesiyle, on üçüncü asra kadar olan İslam dünyasında, birer zirve olan Türk hukukçularının eserlerine uzanan bir el henüz görülmedi. Millet fikri bile, parti kavgalarıyla birbirini boğmak isteyen bu kütle, bugün bir yığın tasavvurundan ibaret(S.31).

HAYATİ TEK: O halde ne yapmalı?

NURETTİN TOPÇU: Rönesans’ımızı yapmak için, kültürümüzün kaynaklarına inmek lazım gelecek. Bu millet, büyük bir hayat aşkına yeniden kavuşmak için bir romantizm devrini her halde yaşatmalıdır. Yeni bir vecd, yeni bir neşe hayatımıza hız vermelidir. Dini de, sanatı da, ahlakı da gerçekten anlamak için, şu fani hayatımıza sonsuzluğun sahnesini getirmeliyiz(S.31).

HAYATİ TEK: Nasıl?

NURETTİN TOPÇU: Genç ruhları büyük ve yaratıcı yapacak olan, hayatın kurnazlığı ve siyaset hüneri değildir. Boşlukta bir büyük kalp çırpıntısı yaşatmalarıdır. Gençliğe en çok yakışan ahlak ve alicenaplık duyguları ise bugün bir seraba benziyor. Vaktiyle, ahlak hamurumuzun mayası olan din, dindar halkta bir kabuktan ibaret kaldı; yığın yığın kaidelerin bütünü, içi boşalmış bir kabuk. Mutlak adalet ve âlemşümul merhamet duyguları yerini, mayası menfaat cinsinden, dini bir benlik ve disiplin cihazına terk etti. Din artık bu insanlara hakikat ve insan sevgisi veremiyor. Bu durumda bulunan Anadolu’nun insanıyla sözde münevver arasında geniş bir uçurum açılmış bulunuyor(S.31).

HAYATİ TEK: Bu uçurum nasıl kapatılacak? Siyasi kadroları değiştirerek mi?

NURETTİN TOPÇU: Yapacağımız mukaddes cihadın siyaset cephesinde yapılacağını zannedenler, yakın tarihimizde birkaç kere yanıldıklarını gördüler(S.34).

HAYATİ TEK: O halde hangi alanda olacak?

NURETTİN TOPÇU: Cihadımız fikir ve ruh cephesinde, ahlak ve iman cephesinde yapılacaktır. Bunu yapacak olanlar, bütün memleket gençliği değil, neslin hassa askerleridir. Mektebimiz ve devletimizle, hukukuz ve ahlakımızla, ilmimiz ve sanatımızla bizim benliğimizin mimarı olacak güzide bir fedakâr zümrenin mektepleşmesi zamanı gelmiştir(S.34).

HAYATİ TEK: Bu mektepleşme nasıl bir anlayışla gerçekleşecek?

NURETTİN TOPÇU: Biz bugün, yirminci asrın bütün yaratıcı kuvvetlerine sahip olarak, aynı kaynaklardan hayat almak mecburiyetindeyiz. Yarınki Türkiye’nin kurucuları “yaşama” zevkini bırakıp “yaşatma” aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir(S.34).

HAYATİ TEK: Bu konuda rol model kabul edilebilecek kişi ve akımlar var mı?

NURETTİN TOPÇU: Tarihte Ispartalı Leonidas, Hindli Gandi ve havari Sen Paul, her bir içtimai sınıfın mümessili olarak büyük fedakârlık örneği verdiler. Yarınki Türkiye’nin kurcuları, millet ve cemaat uğrunda fedakârlıklar kabullenenlerin artık bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif simalarda insanları şahıslarında birleştireceklerdir(S.34).

HAYATİ TEK: Hangi şahısların?

NURETTİN TOPÇU: Onlarda Yunus Yavuz’la birleşecek; Sinan Akif’e uzanacak, Ebu Hanife Hüseyin Avni’yi tebrik edecektir. Ve onların eseri olacak yarınki Türkiye, şu temellerin üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh(S.34).

HAYATİ TEK: “Anadolu’nun toprağından kaynayan kan” tanımlamasıyla neyi kastediyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu’nun, derin bir ruhi hayat sahibi olan insanını idare eden hangi kuvvetlerdir? Yakın zamana kadar, onu idare eden bütün kuvvet dinden geliyordu; ruhi hayatının bütün kaynağı dindi. Her sahada kemal sahibi insan yetiştirmenin mektebi olan din, tarihimizde bu kemalin binlerce misalini verdi. Alparslan’ın Romen Diyojen’e karşı alicenaplığı, kibirle debdebeden başka Kâbe bilmeyen Bizans İmparatorunu hüngür hüngür ağlatmıştı. Kudüs’ü tekrar aldığı zaman, tek Hıristiyan ferdini incitmeyen Selahaddin Eyyubi’nin bu hareketi Aslan Yürekli Rişar’ı hayretlere düşürmedi mi(S.51)?

Fatih’in İstanbul kapılarında sahip olduğu maddi kuvvet, muazzam ve o devrin en modern ordusu ise, buna üstün olan ruhi kuvveti, Akşemseddin’de timsalini bulan imanı idi. Mısır’ı fetheden, yeryüzünün halifesi unvan ve kudretini elde eden Yavuz Sultan Selim bu zaferinde dönüşte, halkın nümayişi önünde nefsine gurur gelmesin diye, ordusu ile birlikte Üsküdar’ın gerisinde geceyi geçirmiş, ertesi sabah güneş doğmadan ve bu şehrin halkı daha uyanmadan, sessizce İstanbul’a girmişti. Onu, ruhlar karşıladı. Onlar, ebediyet tarihine nakloşundular. Onlarla ve onların sayesinde, bir zerresini bile feda etmeyeceğimiz İslam ruhu, damarlarımıza nüfuz etti(S.52).

HAYATİ TEK: Bu ruha ne oldu?

NURETTİN TOPÇU: Biliyoruz ki din, maddi varlığımızın ruhi varlığımıza teslim oluşudur. Böyle bir anlaşmada beden bütün kuvvetlerini ve bütün hareketlerini, teslim olduğu ruhun hizmetine sokar; onun emrettiği disiplin kaidelerini kabul eder. Bir dinin cemaati arasında müşterek olan bu kaidelere şeriat denir. Bu müşterek yoldan, müşterek olan hedef varılır. Ana yolun etrafında birçok küçük yollar da vardır. Bu yollar, mezheplerdir. Beden dediğimiz madde, zamanın ve cemiyetin ihtiyaçlarına göre değişeceği gibi, dine götüren şeriat yolları da, hedefine götürmek şartıyla, daima değişebilir. Ancak o ana yolun hüviyetini muhafaza etmek şarttır(S.52).

HAYATİ TEK: Buradan nereye varmak istiyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Bununla şunu belirtmek istiyoruz: Şeriat din değildir; ancak ruhun emrinde olan bedeni dine götürücü yoldur. Şeriatı yalnız ve kendine yeter olarak ele aldığımız zaman, ruhsuz bir iskelet kalır. Ona taassupla ve gaye olarak bağlandığımızda ise, bedeni ve beden hareketlerini kutsallaştırmaya, yani putperestliğe gidilir. Böylece ruhtan kopup ayrılmış beden gururların, gayzların ve galeyanların kaynağı olabilir. Gurur, gayz ve bunlarla galeyan ise, Allah’ın bizdeki düşmanlarıdır. En az üç yüz senelik din ve vicdan hayatımızdaki facianın içyüzü bundan başka bir şey değildir(S.53).

HAYATİ TEK: Biraz daha detaylandırır mısınız?

NURETTİN TOPÇU: Din, devlete götüren yol olduğu için, tarihimizin son asırlarında bütün süfli ihtiraslar, yükselme ümidini dindar gözükmede aradılar. Milletimiz yükselmede iken devlet, din yolu idi. Yıkılışla beraber din, devlet yolu oldu ve işte bu gaye ile vasıta arasındaki yer değiştirmeleri, izmihlalimizin sebebi olmuştur. Yine dini devlet yolu yapınız, dine saldıran bütün süfli ihtiraslar, ulema-yı İslam kesilecektir. Mesela anlaşıldı; ortada bir ihanet var(S.54).

HAYATİ TEK: Nedir o ihanet?

NURETTİN TOPÇU: Bu, din adamlarının ihanetidir(S.54).

HAYATİ TEK: Ama bu bir felaket! İşler, bu noktaya gelmeden engellenemez miydi?

NURETTİN TOPÇU: Bütün bunlar olacaktı(S.55).

HAYATİ TEK: Neden?

NURETTİN TOPÇU: Zira Garp’ta Rönesans yapılırken ve onun felsefe âlemindeki mümessili Dekart, “hür olmayan düşünce, düşünce değildir” derken, bir Hırvat devşirmesi Kuyucu Murat Paşa, yüz bin Türk’ün kafasını keserek kuyulara dolduruyordu. Luther, Wittenberk kilisesinin kapısına doksan beş maddelik beyannamesini astığı zaman biz bab-ı içtihadı (içtihat kapısını) kapatıyorduk. Jan Jack Rousseau, tabiatın aşkında Allah’a götüren yolu ararken, biz inkılap diye Lale Devrini yaşıyorduk. Nihayet bunlar mutlaka olacaktı. Çünkü Anadolu, yirminci asırda yeniden istiklaline kazandıktan sonra İstanbul’a giren müfrezenin genç kumandanı, kendisine hazırlanan zafer tanklarının üstüne gecenin inmesini beklemeden koşarak, güneşle parıldayan şehrin alkışlarında neşe aramıştı. O zaman Yavuz Sultan Selim unutulmuş, Sezar tebcil edilmişti(S.55).

HAYATİ TEK: Sorunu teşhis ederken felsefi bir bakış açısı ortaya koydunuz. Sizce bütün bunları sebebi felsefeye gereken önemin verilmemesi mi?

NURETTİN TOPÇU: İnsanların bir kısmı düşünür, bir kısmı yaşar. Çoğunluğu teşkil eden düşünmeden yaşayanlar, hayat yolunda daha önceden hazırlanmış rayların üzerinde yürürler. Onları, örfleri ve alışkanlıkları idare eder; hazları ve hayati duygularıyla yaşarlar. Kısa ömrün verebileceği şeyleri mutlaka harcamaktan hoşlanırlar(S.70).

HAYATİ TEK: Ya düşünenler… Onlar nasıl yaşarlar?

NURETTİN TOPÇU: Onlar, hayatın faniliğinden kaçarak barınacak bir ebedilik aramış ve düşüncelerine sığınmışlardır. Yaşanan bir ebedilik, dünyamızda bulunmasa bile, düşünen varlığın kavradığı bir ebedilik vardır. Ona “düşünen ebedilik” de diyebiliriz. O yüksekliğe ulaşanların düşüncelerinde kurdukları hakikat binasına felsefe deniyor. Felsefe bize, üstümüzde ve yükseklerde bulunan hedeflere doğru ilerlemesini öğretir(S.70).

HAYATİ TEK: Bu kapsamda ilk felsefi hareketler ne zaman ortaya çıktı?

NURETTİN TOPÇU: İnsan, düşünen varlık olduğu için filozoftur. İlk insan kendi felsefesini yapmıştı. İlk çağın felsefesini Yunan’a kadar dinlerde görüyoruz. Hind’in, Çin’in, İran’ın ve Mısır’ın felsefeleri dinlerinde yaşatılmıştı. Tao, Konfüçyüs, Zerdüşt, Buda, Brahma ve Mısır dinleri birer felsefi sistem ortaya koydular.

İlk çağ kavimlerinin felsefe ve hikmetleri dinlerinde barındığı gibi, Yunan ve Roma’nın büyük felsefi sistemleri ve her birinin kendine özel felsefi düşünüşleri vardı. Orta çağ, muhteşem bir Hıristiyan felsefesini yaşattı ve geliştirdi. Batıda Rönesans felsefesi metot sahasına kapılarını açtı. Sonra milletler kendi felsefelerini kendi ruh bölgelerinde işlediler. Bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz felsefesi doğdu(S.71).

HAYATİ TEK: Bizim felsefemiz nedir?

NURETTİN TOPÇU: Bu soruya, Batı taklitçiliğine teslim olan iradesizlerimiz: “Batının felsefesi var ya! Batılılaştığımıza göre onlardan birini benimsemeliyiz” diye cevap veriyorlar. İnsan ruhuyla yaşamaktan korkan bu papağanlar, filhakika her siyasi mevsimde bir başka felsefenin reklamına koyuldukları halde, bunların hiç biri bizim olmuyor ve münevverlerinin takdim ettiği, onların alkışladığı felsefenin bir siyasi mevsimden fazla ömrü olamıyor(S.72).

HAYATİ TEK: Bu konuyu örneklendirir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Fransız’ınki gidiyor, Alman’ınki geliyor. Derken o gidiyor, İngiliz’inki, nihayet Amerika’nınki geliyor Ve millet, asıl tabaka bunların, bu yabancı elbiselerin hiç birini benimsemiyor, kendine mal etmiyor. O, kendi ruhuna kendinden aşı yapmak ihtiyacıyla hâlâ kıvranmaktadır.

Büyük millet kütlesinin tarafından ses veren muhafazakâr zihniyet ise, “Kur’an’ın varlığı kâfidir; felsefe lazım değil” diye cevap veriyor(S.72).

HAYATİ TEK: Bu bakış açısı hakkındaki düşünceniz nedir?

NURETTİN TOPÇU: Bu ifade de evvelkisi kadar tatminsizdir. Kur’an, Allah’ın kitabıdır. Felsefe ise, bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür. Bizim düşünüş tarzımızdır(S.72).

HAYATİ TEK: Yani…

NURETTİN TOPÇU: Felsefi görüşümüz olmazsa bu büyük Kitabı hakkıyla anlayamayız, sadece ezberleriz ve ezber okuya okuya, doktorun reçete kâğıdını batırdığı bardağın suyunu içmekle tedavisini uman hastanın haline benzeriz.

İşte bu, felsefi olmayanların Kur’an anlayışıdır. Kâinatın muammasını çözebilen felsefe, kalbimizin mantığı, hükümlerimizin mektebidir. Felsefesiz yaşamakla kalbimiz yabancı inançlarla harap olur. Hükümlerimiz akla karşı isyan aline gelebilir. Kültürümüzün köklerini teşkil eden İslam dünyasında kendi felsefemiz olmayışı İslam âleminin hâlâ yerlerde sürünen perişan halini doğurmuştur(S.73).

HAYATİ TEK: Türk-İslam tarihinde de pek çok filozof görüyoruz ama…

NURETTİN TOPÇU: Öteden beri yanlış olarak İslam felsefesi denen felsefenin yapıcıları Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi filozoflar, Aristo’nun felsefesini İslam’ın esaslarına tatbik ettiler. İslam dininin hakikatlerini Aristoculukla ispata çalıştılar. Netice hüsran oldu ve bundan Gazali’nin açtığı “Tehafüt” (felsefenin yetersizliği, sürçmesi) münakaşası doğdu. Aristo felsefesi İslam’ın değildi. Yunan’ındı. Şu halde İslam felsefesi denen felsefe, İslam’ın ufuklarında Yunan felsefesinin hüküm sürmesi veya dalgalanması gibi bir hadiseden ibaret oldu(S.73).

HAYATİ TEK: Yani İslam felsefesi diye bir şey olmadı mı bugüne kadar?

NURETTİN TOPÇU: İslam’ın felsefesi hiç bir zaman yapılmamıştır ve para karşılığında Kur’an’ı bağıra bağıra tekrarlayan adamların kafalarını tedavi etmenin lüzumu anlaşılmadan, İslam Rönesans’ını açacak olan bu büyük eser yapılamayacaktır(S.73).

HAYATİ TEK: Ya tasavvuf… Odağına insan davranışlarını iyileştirme fikrini yerleştiren bu yaklaşım felsefi olarak nitelendirilebilir mi?

NURETTİN TOPÇU: Tasavvuf, Kur’an’da esaslarını bulduğu derin bir insan felsefesini ele almıştır. Bilahare Türk-İslam medeniyeti içerisinde de pek çok felsefi meselelerin münakaşası yapıldı. Anadolu devletini kuran Müslüman Türkler, tasavvuf sahasında yani insan felsefesinde deha gösterdikleri gibi, sırf akla dayanan felsefe zemininde hiç değilse görüşler ortaya koydular(S.73-74).

HAYATİ TEK: Birkaç örnek verir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Bunların sonuncusu 15. asırda İstanbul’u alarak yeni çağı açan padişah Fatih Sultan Mehmed’in Molla Zeyrek’le Hocazade arasında yaptırdığı “Tehafüt” münakaşası oldu. Bu münakaşada Farabi ve İbni Sina gibi filozofları savunan İbn Rüşd ile onları tenkit ve bazı noktalarda tekfir eden İmam Gazali arasındaki görüş ayrılıkları karşılaştırılıyordu. Molla Zeyrek filozofları, Hocazade Gazali’yi müdafaa etti. Padişahın bizzat takip ettiği ve hakemlik yaptığı bu münakaşa tam yedi gün sürdü. Sonunda Gazali’nin görüşünü müdafaa eden Hocazade münakaşayı kazandı. Fatih, Hocazade’yi takdir ederek bu fikirlerini bir eser halinde yazmasını söyledi.

Bu, bizde sonuncu felsefe hareketidir ve o günden beri kendi âlemimizin sınırları içinde ne bir dünya görüşüne ne de ciddi bir felsefe inancına rastlanmamıştır(S.74).

HAYATİ TEK: Neden yapılamadı?

NURETTİN TOPÇU: Tanzimat hareketini idare eden zihniyet hiç bir felsefi esasa dayanmadığı gibi daha sonra Ziya Gökalp’ın derme çatma parçalar halinde Durkheim gibi bir Yahudi mütefekkirinden adapte ettiği fikirlerle bizim felsefemiz yapılamazdı. Zira onda bizim ne imanımız, ne ahlakımız barınıyor, ne de mukadderatımızın tohumları bulunuyordu(S.74).

HAYATİ TEK: O halde tekrar başa dönelim ve soralım: felsefe niçin lazımdır?

NURETTİN TOPÇU: Bu sorunun cevabı pek geniş, pek şümullüdür(S.74).

HAYATİ TEK: Yine de sizden kısa bir değerlendirme rica ediyoruz…

NURETTİN TOPÇU: Felsefe her şeyden önce biricik kılavuzumuz olan aklın kullanılmasını öğretir. Elimizde fotoğraf makinesi var. Lakin onu nereye yerleştireceğiz? Manzaranın resmini hangi taraftan çekeceğiz? Eşyayı görüş açılarımız pek çok, belki sonsuzdur. Bizim eşyayı hangi açıdan görmemiz gerektiğini tayin eden felsefemizdir. Felsefemiz yoksa görüşlerimiz eşya ve olaylar hakkındaki hükümlerimiz başka başka olacak ve birbirleriyle çelişecektir. Eğer felsefesi varsa Türk çocuğunun bir dünya görüşü olacak ve bütün vatandaşlar bu görüşte birleşeceklerdir. Böyle bir görüş birliğini doğuracak felsefemiz yoksa, milli birliğimizden de bahsedilemez(S.75).

HAYATİ TEK: Bütün milletler milli birliklerini felsefe ile mi kurdular?

NURETTİN TOPÇU: Alman milletine mesut bir hayatın vadini getiren kuvvetin kaynağı Fichte’nin Alman milli birliğini kurmuş olan “benlik” felsefesi oldu. Sokrat’ın katili olan eski Atina, onunla birlikte milli birliğin istikbalini de gömdü. Çok geçmeden eski Yunan dünyası, parça parça olan milli birliğinin enkazı altında can verdi(S.76).

HAYATİ TEK: Felsefe sosyal hayatımızın hangi alanlarında kendini gösterir?

NURETTİN TOPÇU: Aklımızın âlemi bütün halinde kavrayışı demek olan felsefe, ahlakımızın da sanatkârıdır. Âlemi bütün halinde görüş ve anlayış sayesinde ahlakımızın rotasını çizebiliyoruz. Eğer dünyanın bütün halinde görüşüne, yani felsefi görüşe sahip değilsek, etrafta klişe halinde ahlak çerçeveleri araştırır, yabancı veya hurda haline gelmiş örfleri, hiç tenkit etmeden yani aklın potasından geçirmeden ahlak diye benimseriz ve her birimizin hurda çarşısından tedarik ettikleri örflerin kırıntısıyla birbirimize çarparız, deviririz. Felsefesi olmayan cemiyet, ahlak nizamı denen, vicdanlarımız denkleştirici selamete ulaştıramaz(S.76).

Eski Yunan’da madde dünyasının tanınmasından yani fizikten ahlaka yükselen felsefe büyük Yunan medeniyetinin kurucusu olmuştu. Bugün bizim de medeniyet semalarında yükseklere tırmanabilmemiz, maddenin ilgisinin üstünde bir ahlak ideali, bir ahlak felsefesi yaratmamızla kabil olacaktır(S.77).

HAYATİ TEK: O halde felsefenin siyasi yapıyla da direkt bir ilgisi vardır?

NURETTİN TOPÇU: Felsefe, siyasi nizamın da yapıcısıdır. Bir millet rejiminin hususiyetlerini, o milletin felsefesi tayin eder. Demokrasi asrın hâkim rejimi olmakla beraber her millet onu kendine has, kendi bünyesine uygun şekilde kullanıyor. Ayrı ayrı bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz ve Amerikan demokrasisi bulunmaktadır. Bu rejimlerin kabul ettiği otoritelerin sınırları gibi, benimsedikleri liberal veya sosyalist prensipler de milletin kabiliyetinin ölçüsünü veren felsefeleriyle tayin edilmiştir(S.77).

HAYATİ TEK: Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki demokrasi ne durumda?

NURETTİN TOPÇU: Bizim demokrasimizin bütün kuvvet kaynakları gibi, otorite mihrakları ve dayanması lazım gelen temeller, içtimai ve iktisadi prensipler, bizim kendi milli bünyemizden doğmuş olmalıdır. Osmanlıların devlet olarak azameti, diğer sebepleri yanında bu devletin rejiminin, tarihinin seyri içinde kendi kendini yapmış ve kendi milli tekâmülü içinde olgunlaşarak kendini bulmuş bir rejim olmasından ileri geliyordu(S.78).

HAYATİ TEK: Sohbetimizin başında ilk çağ felsefelerinin dini karakter taşıdığını, orta çağda da benzer bir durum olduğunu söylediniz. Felsefe ile din arasında nasıl bir ilişki vardır?

NURETTİN TOPÇU: Felsefe dini inanışlarımızın üstadıdır. O olmazsa din adı altında halka sunulan her efsaneyi dini inanış yaparız. İbadet hareketleri yapan herkesin din adamı diye arkasından gideriz. Daha mabetlerini bir gulgule ticarethanesi olmaktan kurtaramayan adamların telkinlerine kıymet veririz. Ancak üstadımız felsefe sayesinde kalbimiz yaşadığı dini aklımıza telkin eder; kalp inanır, ona itimadı olan akıl da onu takip eder; beğenir ve takdir eder. Hayran olur; hareketlerin taklidi ile değil de kendi iç dünyasında derinleşme yoluyla Allah’a kavuşabileceğini anlar. İbadet hareketlerinin ise kendi içimizde derinleşmesinin vasıtası olduğunu tecrübeleriyle öğrenir(S.79).

HAYATİ TEK: Ya felsefe olmazsa…

NURETTİN TOPÇU: Felsefe olmazsa, dindarlık bir uyanık rüya, bir vehim, bir hastalık sanılır. Din, yaşamak korkusunun yarattığı bir vehim veya ahiret simsarlığı, bir cimrilik veya bir sersemlik sayılır. Dünya vehimlerinden bizi kurtararak duyularımızın bulanık rüyasının üstüne çıkaracak ve hakikatler zeminini, zekâmızı doyuran bir temaşaya yükseltecek olan felsefemizdir. Mezheplerin her biri, dini bir cemaat tarafından kabullenilen felsefi anlayış tarzsıdır. Her biri bir din felsefesidir. İslam’daki mezheplerin bir kısmı bizzat İslam dininin hukuki ve içtimai yönünden felsefi görünüşüdür. Bazıları ise İslam’ın ortadan kaldırdığı cemaatlerin, tarihi dinlerinin İslam kıyafetine bürünmüş felsefesidir(S.80).

HAYATİ TEK: Bunu örnekler misiniz?

NURETTİN TOPÇU:  Mesela Alevilik, İslami dekor ve İslami klişeler içinde barınan Zerdüşt dininin felsefesidir. Bektaşilik Şaman dininin felsefesidir. Tasavvuf ise, İslam’ın ahlaki özünü mistik tecrübenin konusu yapan derin bir felsefi yaşayıştır. Tasavvuf içinde de çeşit çeşit felsefi görüşler doğmuştur. Tasavvuf milletimizin ruhunu derinden derine işledi. Öyle ki, Yavuz’da Mevlana’dan cezbeler bulmak, Mehmet Akif’te Yunus’un çilsini tatmak kabildir. Ancak büyük milletin başardığı İstiklal Harbi ise Anadolu’nun ruhuna sinmiş bulunan bu cezbe ile bu sonu gelmeyen çilenin bir meyvesidir(S.80).

HAYATİ TEK: Bu bağlamda İslam dünyasının manzarasını tanımlar mısınız?

NURETTİN TOPÇU: İslam dünyası bir şaşkınlık içinde sarhoştur. Kur’an’ı çok okuyor ve az düşünüyoruz. Büyük Kitap bir musıki güftesi midir? Ne münasebet! Onu karşılayacak kalbimiz mi yok? Buna da inanılmaz(S.80).

HAYATİ TEK: O halde bizi şaşkına çeviren, sarhoş eden nedir?

NURETTİN TOPÇU: Örfler ve adetler, her akşam birkaç kadeh içenler gibi bizi şaşkına çevirmiştir. Neden Türk çocuğu düşünen dünyanın ortasında ve muazzam bir hikmet hazinesinin başında manayı bırakır da iskelete bağlanır(S.81)?

HAYATİ TEK: Sahi neden?

NURETTİN TOPÇU: Bu şuursuzluk, hayır bu duygusuzluk anlaşılır gibi değildir(S.81).

HAYATİ TEK: Peki, hiç mi umut yok?

NURETTİN TOPÇU: Her halde İslam’ın felsefesi yirminci asırda başlayacaktır(S.81).

HAYATİ TEK: “İnşallah” diyerek bir belki de felsefenin temelini oluşturacak bir konu hakkındaki görüşünüzü almak istiyoruz: Hürriyet…

NURETTİN TOPÇU: Felsefe, hürriyetimizin de hayat kaynağıdır. Düşünen adam hürriyetini anlar, hareketini doğurmuş olan sebepleri bilen insan, o sebeplerin idaresini kendi eline alabilmekle hürriyetini gerçekleştirir. Bizi hayat yolunda durdurup düşündüren felsefe, her adımda hürriyet sunmaktadır. Biz gördükçe düşünüyoruz, düşündükçe görüyoruz. Ve her an görüşümüzün ufukları genişledikçe insanlığın her derdine deva olmak isteğiyle doluyoruz. Kendi kendimize hem teklif hem de kabul ettiğimiz mesuliyetimizin sahası genişliyor. Çok tahammül edilmeyecek kadar genişlediği zaman, sonsuzluğu temaşa ettiren vicdan kucağında selametle huzuru buluyoruz. Dünyamızda bulunmayanı sonsuzluğun vecdinde arıyoruz(S.81).

HAYATİ TEK: Nasıl?

NURETTİN TOPÇU: Bakınız Mevlana ruhundaki, dünyada mükemmel insanı yaşatmak idealini sonsuzluğun vecdinde nasıl huzura kavuşturuyor:

“Şehrin dışında dolaşıyorum. Bir adam gördüm; elinde fenerle bir şey arıyor gibiydi. Yaklaştım; ne arıyorsun dedim. Bir şey mi yitirdin? Adam cevap verdi: hayır. Vahşi hayvanlar arasında yaşamaktan usandım; insan arıyorum. Zavallı, dedim, beyhude yoruluyorsun. Onu asla bulamazsın. Ben diyarımı terk ettim de yine bulamadım. Evine git! Rahatına bak… Adam cevap verdi: Bulamayacağımı ben de biliyorum. Lakin ben onu aramakta vecd buldum. Bana dokunma. Bulmasam da arayacağım.”

İşte hürriyetimizin içimizdeki çerağı, sönmeyen nuru, bu vecdimizdir. O yoksa hürriyetimiz bir vehim, bir kibir, bir benlik ifadesidir, o kadar. Onsuz insan, hem nefsinin, hem arzın, hem gayrın, hem de her şeyin esiridir(S.82).

HAYATİ TEK: Bu arayış hem insanın kendi içine doğru derinleşiyor hem de tüm kâinata doğru genişliyor gibi…

NURETTİN TOPÇU: İnsan anlaşılmadan insanlık âleminde inkılap yapılmaz. Nedir bu insan ki hayvanların hepsi ondadır; öyle iken Allah’a götüren yol da ondadır. Varlığımızın Allah’la münasebetinin sırrına ermesek bile, kendimizi bilmeden Allah’ı anlamıyoruz. İnsanı tanıtan felsefe olduğuna göre inkılaplarımızın hepsi ona muhtaçtır. Hangi inkılap felsefesiz yapıldı? İslam’ın nuru Kur’an’ın felsefesinden çıkarak âleme yayıldı(S.83).

HAYATİ TEK: Diğer büyük inkılaplar da böyle midir?

NURETTİN TOPÇU: Avrupa, Rönesans’ını ve romantizmini felsefe sistemleri içerisinde hazırladı. Fransız ihtilali bir felsefenin meyvesi oldu(S.83).

HAYATİ TEK: Gelecekte de böyle mi olacak?

NURETTİN TOPÇU: Akıbetimizin düşüncesi de bir felsefeye bağlanacaktır. “Yarınımız ne olacak? Nereye gidiyoruz?” sorusu şuurda önceden açılmış yollar arar. Nereye gitmede olduğumuzu takdir için, cemiyetimizin temayüllerini, ideallerini, kabiliyetlerini, yani bütün hayati kuvvetlerini yüksekten bakışla görebilmemiz lazımdır. Hayat tecrübesinin yaşandıktan sonra vereceğini, o yaşanmadan önce felsefe tanıtır, sezdirir, hem de zaruretler halinde ortaya koyar(S.83).

HAYATİ TEK: O halde insan toplumlarının felsefesiz yaşamadığını ve yaşayamayacağını söyleyebilir miyiz?

NURETTİN TOPÇU: Hikmetsiz hayat olmaz. Mesele, yaşatan felsefenin sistem halinde ifadesini ortaya koymaktır; bütün bir cemiyeti bir hikmet sofrasının etrafında toplamaktır(S.83).

HAYATİ TEK: Artık asıl sorumuzu sorabiliriz: Yirminci yüzyılda doğacağını söylediğiniz Türk felsefesinin kimliği hakkındaki öngörünüz nedir?

NURETTİN TOPÇU: Felsefe, bizdeki can denilen nesne cinsinden en çok bizim olan şey olduğundan başkalarından iğreti alınmayacak, mutlaka bizim eserimiz olacaktır. O halde felsefemizi meydana getirecek unsurları, binamızın malzemesini bir bir araştıralım(S.84).

HAYATİ TEK: Lütfen…

NURETTİN TOPÇU: Felsefenin eşiğindeki ilk endişemiz şu olmalıdır: Asrımıza asırların hediye ettiği fikir dünyasının şu iki altın anahtarını ele geçirmeden binamızın kapısını zorlamayalım(S.84).

HAYATİ TEK: Nelerdir o iki anahtar?

NURETTİN TOPÇU: Biri dünyamızı idare eden “tekâmül” prensibi, öbürü aklın mükemmel işleyişini düzenleyen “metotlu düşünme” prensibi.

İkinci prensip, aradığımız cemiyet nizamını kuracak: Çoğunluğu çiftçi olan Anadolu’nun, kendi içinden gelen evrimi takip eden toprağa bağlı insanını, toprağın sahibi, hâkimi yapacak ve altın terinin meyvesi olan mülke hürmet ederek sade üretimi sosyalleştirici bir çalışma nizamı. Bu Anadolu’nun sosyalizmidir(S.84).

HAYATİ TEK: Sosyalizm mi? Sosyalizmin, sizin çok önemsediğiniz dinle pek de ilgili olduğu söylenemez. İnsanın iç yapısını neyle yoğuracağız?

NURETTİN TOPÇU: Kur’an’ın, zulmün karşısına sabrı, kinin karşısına affı koyan, ölümü ümit ile karşılayan, sonu olan varlığımızı sonsuzluğun yolcusu yapan ve Allah’ı insanda tanıyan, insan anlayışı. Bu ahlakımızın temelini teşkil eden İslam ruhçuluğudur(S.84).

HAYATİ TEK: Metotlu düşünme, Anadolu sosyalizmi ve İslam ruhçuluğunun nasıl hamur haline getirileceğini merak etmiyor değilim. Ancak sohbetimizin insicamını bozmamak adına çizdiğiniz yoldaki bu üç prensipten başka bir temel prensip olup olmadığını da sormak istiyorum.

NURETTİN TOPÇU: Dördüncü ve sonuncu prensip, şahsiyetçiliği esas olarak kabul eden idealizmimiz olacaktır(S.85).

HAYATİ TEK: Metotlu düşünme, Sosyalizm, İslam ve İdealizm… Gerçekten enteresan bir yaklaşım oldu. İdealizm her ideoloji ve düşünce sistemi için kendine özgü bir şekilde mümkün olabilir. Sizin önerdiğiniz sistemde idealizmin yerini biraz somutlaştırabilir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Cemiyet için nefsini feda etmek en aşırı ferdiyetçi idealizmin davasıdır. Hz. İsa’dan sonra Hallac-ı Mansur ve nihayet asrımızda Gandi bu davanın kahramanı oldular. Anadolu’nun mukaddes kurbanları olmadığını kim söyleyebilir? Anadolu’da da sefil ve perişan kalabalıklar, aç ve çıplak çocuklar, göğüsleri kurumuş anneler vardır. Ancak bugüne kadar Dostoyevski gibi bir sanatkârını bulamamıştır(S.87).

HAYATİ TEK: Sahi, neden bir Dostoyevski çıkaramıyor Türkiye?

NURETTİN TOPÇU: Zira sanat kendi kendine var olmaz. Cemiyet örflerini, ahlakını, din duygusunu ve dünya anlayışını kendinde birleştiren felsefesinden kuvvet ve ilham alır. Felsefe ise doğabilmek için cemiyette hazırlanmış bir tarih, çekilmiş ıstıraplar, devrilmiş iradeler, birlikte benimsenen inanışların asırlarca yaşanmış saltanatı gibi hayati unsurlar arar. Biz bunların hepsini yaşadık. Tarihin mutlak emirlerinin önünde eğilmeye mecburuz. İnsan anlayışımız bütün bir sistem halinde ifadesini istiyor. Her tarafta onu arıyoruz(S.88).

HAYATİ TEK: O halde kendi felsefemizi kurmak noktasında hayli iyimser olabilir miyiz?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu, bin yıllık tarihinin muzdarip macerası içinde, felsefesinin bütün unsurlarını ortaya koymuş bulunuyor. Kendi felsefesini yapacak çocuklarını da yine kendi bağrından çıkaracaktır(S.88).

HAYATİ TEK: Son üç yüz yıldır yönünü Batı’ya çeviren bu millet olarak bunu nasıl başaracağız?

NURETTİN TOPÇU: İnsanlığın her yeni doğuşu, yani her Rönesans kendi dışından tedarik edilen yaşatıcı kuvvetlerle kendi benliğine doğuştur. Bu sebepten Rönesans hareketi, büyük zekâ eserlerinin tanınmasıyla başlıyor. Bir Rönesans’ı hazırlayanlar, bu ilk devrede, başka medeniyetlerin zekâ eserlerini tekrarlıyorlar, onların esaslı vasfını değiştirecek yeni tertipler arıyorlar. Bu hazırlık dış âlemde, fizik ve madde sahasında oluyor. Sonradan beliren Rönesans dış âlemin bütün dağınık izahlarını insan ruhunda birleştiriyor. Şarkın eski Yunanistan’da Rönesans’ı demek olan Yunan medeniyeti, fizikten ahlaka doğru bir yürüyüştür(S.89).

HAYATİ TEK: Nasıl bir yürüyüştü bu?

NURETTİN TOPÇU: Sofistlerden önceki ilk Yunan filozofları, şark kavimlerinden aldıkları fikri unsurlarla madde olan kâinatın izahına çalışıyorlardı. Sofistlerden sonra Sokrat, Eflatun ve Aristo’da felsefenin mihverini ruh ve ahlak meseleleri teşkil ediyordu. “Kendini tanımak” düsturunun Sokrat tarafından ortaya atılması Yunan Rönesans’ının ilk müjdesi olmuştur, denebilir(S.90).

Onuncu asırda Harran’da doğan İslam Rönesans’ı, ahlaki feyzini, İslam’ın özü halinde Hz. Muhammed’in samimi tarikatı olan tasavvufta verdi ve bu hareket ilk hamlesiyle İslam dinine giren Türkmen’den, o asırlarda Anadolu’da bir millet yarattı. Biz bu Rönesans’ın yarattığı milletiz. Bu Rönesans ahlaki değerlerini, her yerde olduğundan fazla 11. asırda başlayan milli tarihimiz içinde, bu tarihin 15. asırda Bizans’ın alınmasına kadar, milli varlığımızı temsil eden asırlarında yaşattı. İtalya’da 15. asırda başlayan garp Rönesans’ı, haçlı seferlerinden sonra İtalya’ya götürülen Şark ve İslam metinlerinin Latince’ye tercümesiyle ve bütün orta zaman Hıristiyan âlemi içinde hazırlanan ilim eserlerinin girdikleri yeni terkipler arasında doğdu. Fizik, âlemin izahı olan ilimlerden ve bu âlemin tasavvuru olan şekil sanatlarından felsefe ve ahlaka doğru yükseldi. Descartes ve Pascal’da kemalini buldu(S.90).

HAYATİ TEK: Türkiye’nin mevcut durumunu bu çerçevede nasıl değerlendiriyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Türk milliyetçiliği içinde Rönesans yapmanın zamanı gelmiştir(S.95).

HAYATİ TEK: Türk gençliğinin gidişatından memnun olmayanlar da az değil…

NURETTİN TOPÇU: Bu hareketi bugünkü neslin başaracağına inanmayanlar, gençliği iyi tanımıyorlar. Eğer bugünkü neslin zaafları varsa, bunlar neslin mürebbilerine aittir. En büyük hata, gençliğe değer vermemekten doğuyor. Bu nesil bir Rönesans yapabilir(S.95).

HAYATİ TEK: Bu nesle bu kadar güvenmenizin sebebi nedir?

NURETTİN TOPÇU: Çünkü bir Rönesans için önceden lazım olar şartlar meydana çıkmış ve yaşanmıştır. Her yerde Rönesans’ın doğuşu, yeni medeniyetin kendine özel içtimai ve insani değerlerini, din, ahlak, sanat mefkûrelerini meydana getirmektedir. Bu işi, bir cemiyet yapar, o da insanlığın medeniyet yaşatmaya kabiliyetli zümrelerine örnek olur. Biz yarım asırdan fazla zamandır, temasında yaşadığımız Avrupa medeniyetinden zaman zaman birçok maddi malzeme, parça parça fikirler ve teknik araçlar aldık. Bugün bu medeniyetin tesir sahasına çok yaklaşmış bulunuyoruz. Şimdiye kadar yaptığımız garp taklitçiliği yolunda daha asırlar da geçse kendimize özel bir medeniyet yaratamayacağımızı nihayet anladık. Garptan neyi almamak lazım geldiğini idrak için bile şimdiye kadar öğrendiklerimizin yardımıyla benliğimize dönmezi ve seçim hakkını bizi idare eden içtimai zaruretlere vermemiz lazım geldiğini zannediyoruz. Ancak böyle bir kendimize geliş sayesinde, insanlığa örnek olacak bir Rönesans yapabileceğiz(S.96).

HAYATİ TEK: Bu nasıl olacak?

NURETTİN TOPÇU: Vakıa, Rönesans ferdi dehaların eseridir, onları mektep yetiştirmez. Ancak, kitap yakanlar zihniyetinin nihayet bularak kitap yapanlar zihniyetinin doğmasına elverişli muhit hazırlamak, bir Rönesans’ın kurucu ve yaşatıcılarına hayat verecek zemin üstünde bir mektep açmamız lazımdır. Bugünkü mektep, yirminci asır skolastiğini yaşatıyor. İlk ve orta öğretim on bir sene aynı fabrikadan çıkan klişeleri her zihinde tekrarlatan cihazlardır. Yüksek öğretim, bu ezberciliği ve düşünme hürriyetine savuşturmayan, yaratıcılıktan mahrum metotları mahdut bir sahaya tatbik ediyor. Üniversiteye kadar küçük memur hazırlayan öğretim, fakültelerde esnaf ve memur yetiştirici iki büyük kola ayrılıyor. Psikoloji kültürü olmadan edebiyat okutmanın neticesi, gazete ile sinemayı Fuzuli’nin ve Goethe’nin okunmasına tercih eden halk adamları yetiştiriyor. Tarih kitaplarının vitrinlerinde büyük adamlar diye sıralanan, yüzlerce devlet adamının körü körüne değerlendirilmesi, millet hayatında mücadeleden aciz Enderunlar yetiştiriyor(S.131).

HAYATİ TEK: Eğitim ve öğretim hayatımız böyle. Ya dini sosyal hayatımız? Onun da eğitim hayatımızdan farkı yok gibi…

NURETTİN TOPÇU: Felsefesiz, din öğretiminin verdiği acı neticelerin hepimiz şahidiyiz. En sonunda, ruh ve imandan şüpheli bir cemaat, hep yabancı medeniyetlerin eteğine yapışıyor. Hayat sahnemiz sıskadır, günümüz ruhları doyurucu değildir. Sebebi şu ki, bizim olmayan bir vücut, bizim olan bir ruhun yerine geçti ve bizim ruhumuzu, bize düşman bir vücut kemirdi. Kendimizi yine kendimizde aradığımız şu anda ruh dünyamızda bir Rönesans yapmak, devletimizin Anadolu’da kurulduğu günden bu yana kazanılmış en büyük zafer olacaktır(S.132).

HAYATİ TEK: Biz de bunun nasıl gerçekleşeceğini merak ediyoruz. Az önce “Rönesanslar ferdi dehaların eseridir” dediniz. Bu dehalara sahip miyiz? Ayrıca bu dehaların fikirlerini aksiyona geçirecek insanlarımız var mı? Bu tip insanlar ne gibi özellikler taşımalı?

 NURETTİN TOPÇU: Hareket adamının türlü görünüşleri vardır. O bazen vatanperver olur, bazen âlim, bazen sanatkârdır. Bazı kere devlet adamı vaziyetinde görünür. O her zaman ahlak adamıdır, kâmil insandır(S.158).

HAYATİ TEK: O kâmil insanların ahlakını nasıl kuracağız? Piyasadaki ahlak kitaplarıyla mı?

NURETTİN TOPÇU: Evet, kitaplardan her şeyi öğreniyoruz. Ancak, kitapların kendisinde birleştiği bir hakikati aramak, aklın daha üstün bir vazifesidir. Ahlak sistemlerinin, vazife ahlakının olsun, merhamet ahlakının olsun, aşk ahlakının olsun, hepsinin birleştikleri nokta, bizim yalnız varlığımıza, bize hâkim bir kuvvetin iştirakinin aranmasıdır(S.158).

HAYATİ TEK: Nedir o kuvvet?

NURETTİN TOPÇU: Bu kuvvet, yalnız kaldığı müddetçe anarşist rolünü yapan bizde kendi içinde kapanmış dar benliğimizi namütenahiye götüren kuvvettir(S.159).

HAYATİ TEK: Bir çeşit manevi dönüşümden mi bahsediyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Ruhi hayatımızın zirvesi, dini tasavvurların dünyasıdır. İslam dininin, milletimizin kuruluşunda en büyük rolü oynadığını biliyoruz. Türk’ün Müslüman olması, maddi hayattan ruhi hayata geçiş diye vasıflandırılabilir. Böyle bir gidiş, insanın tabii ilerleyişidir. Gayesi ruha kavuşmak olan dini hareket, yalnız ibadetler halinde görülen disiplinli bazı hareketlere münhasır değildir. O müminin bütün hayatına yayılmıştır. Gerçek dindarın hareketi ibadet, sözü dua, bakışı rahmet, beraberliği kuvvettir. Bu hale ulaşabilme, duyulardan akla, akıldan kalbe ve ilhama yükselme sayesinde mümkün oluyor(S.133).

HAYATİ TEK: Günümüz şartlarına bakınca, sözünü ettiğiniz hamlenin başlaması pek de kolay görünmüyor…

NURETTİN TOPÇU: Bugün bizim işimiz güçleşmiştir. Yeni neslin bazı mütalaaları var; dindar nesil onu reddediyor ve bu mütalaaları sebebiyle yeni nesle dinin kapılarını sımsıkı kapatıyor. Düşünmüyorlar ki, biz hangi şekil ve kabul içinde dövüşürsek dövüşelim, zafer yine Allah’ındır.

O halde bir ıslah hareketi zaruridir ve bu ıslah hareketi ebedi olan dinin ruhunu her mevsime göre değişen şekiller ve renklerle muhafaza etmenin sırının bize öğretecektir(S.134).

HAYATİ TEK: Bu ıslah hareketinin kapsamı ve şekli nasıl olacak?

NURETTİN TOPÇU: Bugün yapılması gereken ıslahat, dinin ruhu demek olan tasavvufla ona uygun şekiller arayan şeriatın uzlaştırılması olmalıdır. Bu, ruhlar âleminde yapılacak bir müdahale olacaktır. Buna muvaffak olmak için şiddete, ithama, gayza, galeyana veda etmeliyiz. İbadetlerimizde kemiyetin bize, keyfiyetin Allah’a ait olduğunu bilerek sayı sayma heveslerini çocuklarımıza bırakalım(S.135).

HAYATİ TEK: Bu sözlerinizin günümüzdeki cari tasavvuf yaklaşımlarına pek de uygun olmadığı aşikâr… Konuyu biraz daha açar mısınız?

NURETTİN TOPÇU: Dualarımızda, dağın ardındaki sağırlara haykırmak değil de, bize bizden yakın olan Allah’a çevrilmek ve ona sığınmak lazım geldiğini unutmayalım. Allah’ı bırakıp halka yaranmak için haykıran mabet artistlerine haddini bildirelim.

Haccın, bir şehre gidip gelmek ve bir şehrin halkını sevindirmek olmadığını, ruhtaki beşaretle beraber bir İslam kongresi olduğunu anlamakta daha geç kalmayalım. Mübarek beldeye şuurumuz ve ideallerimizle koşmasını bilelim(S.135).

HAYATİ TEK: Bu çapta bir ıslahatı kimlerle başarmayı düşünüyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Beşeri sefaletlerimizi tedaviye muktedir ruh doktorlarından meydana gelecek bir sınıfın yetiştirilmesi, bu davanın halline ulaştırabilir. Bu sınıfın gönülleri, matematikten metafiziğe, güzel sanatlardan iktisat ve siyasete kadar bütün zekâ ve irfan sahalarında ihtisas sahibi olmalarıdır. Bunları yetiştirecek okullara ve üniversiteler ihtiyacımız vardır. Bu müesseselerin yetiştireceği imanlı ve aydınlık gençlik, cemiyette sarsılan iman birliğini yeniden kuracaktır. Biz aynı zamanda Rönesans’ımızı da yapacağız. Bunu hazırlayacak üniversiteleri açacağız(S.135).

HAYATİ TEK: Zaten üniversitelerimiz var? Sizin düşlediğiniz nasıl bir üniversite?

NURETTİN TOPÇU: Kendi kabuğuna çekilmiş, tahsisat paylaşmakla meşgul, saray cüsseli üniversiteler değil, hukuk doktrini, dünya görüşü, millet anlayışı, sanat sistemi ortaya koyan, bir kelime ile milletimizin kültürünü yoğuran üniversiteler(S.135).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz Rönesans’ın hayli zaman alacağı ve pek de kolay olmayacağı ortada. Hâlihazırdaki nesil bunun ancak altyapısını kurabilecek gibi görünüyor. Önce öğretici idealistler yetişecek; sonra da onların gayretiyle sözünü ettiğiniz hasletler milletin yükseltici gücü olacak…

NURETTİN TOPÇU: Vatanın atisi, ilimle faziletin yayıcısı olacak zümrenin, öğretmenlerin elinde bulunuyor. Kaybettiğimiz bütün değerleri bize yeniden kazandıracak olan onlardır. Bizim kurtuluşumuz ne kaba kuvvetin, ne ağır sanayinin ve Batı tekniğinin daima artan gücüne teslim olmanın eseri olacaktır. Teknikte ilerleyiş, planlı iktisat, demokrasi denemeleri, Anadolu’nun hayati gücünü harcamaktan başka bir şey yapmayacaktır(S.204).

HAYATİ TEK: Bu saydıklarınız çağımızın gerçeği değil mi? Nasıl milletimizin zararına işleyebilirler?

NURETTİN TOPÇU: Bunlar, her köşe başında birkaç milyoner yaratan ve halkın serbest seçim hevesini kullanma yolunda ruhundaki millet sevgisini eriten tedbirlerdir. Milli iradenin tam şuurlanıp dışındaki ağırlıkları atamadığı bir ülkede bunlar, binlerce sefil insanla particilik adına kardeşi kardeşe düşman olan bir cemiyet yaratır. Bizi düşündürecek, bizi kendi ruhumuza çevirecek ve ruhlarımızı da yükseltecek mürşitlere muhtacız(S.204).

HAYATİ TEK: Kimlerdir o mürşitler?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu’nun beklenen kurtarıcısı silahsız, servetsiz, hem de partisiz ve garazsız, yalnız faziletle ilim havarisi olacak öğretmenlerdir. Öğretmenine teslim olmayan millet, esir millettir(S.204).

HAYATİ TEK: Buna bir itirazımız tabii ki olamaz. Peki, ortaya çıkan her idealist fikir, her idealist hareket başarıya ulaşmış mıdır ki, bu kadar emin konuşuyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: İdealizm, gerçek idealistin elinde, her zaman zafere ulaşır. Eğer onu yükseltecek kahraman tam bir idealist değilse, tehlike o zaman gözükür(S.206).

HAYATİ TEK: O halde gerçek idealist hangi özelliklere sahip olmalıdır?

NURETTİN TOPÇU: Evvela onun; vatanı aşk ile sevmesi lazımdır. Aynı zamanda gerçek idealistin hikmet sahibi olması şarttır. O, yürüdüğü yolda içgüdüsüyle değil, aklın bütüne çevrik ve tek taraflı hikmetine bağlanmalıdır. Aşkın çizdiği hikmet yolu, Pascal’ın sözüyle; “Kalbin ortaya koyduğu ve aklın asla bilemediği” sebeplerin çizdiği yoldur. Ondan başka bir türlüsü düşünülemez. O tek yoldur.

Hem de büyük idealist, cemaatin mesuliyetini yüklenmiş olandır. O, başına gelen felaketten korkmaz, kelle düşünmez; aklı fikri davadadır. İdealizmin en fazla tiksindiği şey, hesapçılıktır.

Büyük idealist fedakârlığı vecd ve ibadet haline getirmiş “hizmet ehli”dir. Dava uğrunda, hizmet sevgisinde servetini, şöhretini, evini, atisini, varlığını bile fedadan çekinmez(S.206).

HAYATİ TEK: İdealist, bunca fedakârlığı yaparken neye güvenir?

NURETTİN TOPÇU: Her büyük hareketi başarabileceğini düşünür. Onun cesareti, çok kere akıllara hayret vericidir ve hesapçı akıllar onu anlayamazlar.

Bugün bizim de dertlerimize çare getirecek olan, bu karakterleri ile harekete geçecek bir büyük idealizmdir(S.206).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz idealin, Türk milletini yoğuracak olan ruhun ne gibi ayırt edici özellikleri vardır?

NURETTİN TOPÇU: Cemiyeti yoğuracak ruh, ne bir sihirbazın ruhudur, ne de Gordiyon’daki düğümün üzerine kılıcını indiren kahramanın ruhudur. O bir halaskarın zafer neşesiyle sarhoş ruhu olmadığı gibi, kara kaplı, kaba cüsseli kitapların üzerine eğilen bilgiçlerin ruhu da değildir. Taklit mayası onu yoğuramayacağı gibi, itham ve inkâr mayası da onu yoğuramaz.

Cemiyeti yoğuracak ruh, eski Asya’nın hikmetiyle Kur’an’daki ilhamı kendinde birleştirmiş, ilme hayran, Anadolu dervişinin ruhudur(S.217).

Bizi kurtaracak ruh bize Hira dağında bırakılan mukaddes mirastır. O ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri bin şevk ile açacak. Mantıkla ilhamı yan yana yaşatacak. Kalp ile Kur’an’ı birleştirecek. Hayatın süreksiz ve kesiksiz bir ibadet aşkı olduğunu, hareketlerimizin bir iman ve heyecan yarışı olduğunu, asrın soluk benizli, ümitsiz ve inanmaya takatsiz çocuğuna öğretecek(S.218).

Bizi kurtaracak ruh, sonsuzluğun sevgisine susamış olan ruhtur. Sonsuzluğa, sonu olan varlıklara irca eden değil, fanileri sonsuzluğa yüceltendir. İlhamdan akla geçiren, ilhamı akla irca eden değil, aklı ilhama yükseltendir. Bir ilhamın huzurunda secdelere kapanarak bin ilham müjdesini elde edendir. Bizi fena içinde fanilikten kurtarıp bekaya kavuşturandır(S.219).

HAYATİ TEK: Nerede bulacağız o ruhu? Kimden bekleyeceğiz?

NURETTİN TOPÇU: Yeni nizamı hayatımızın her sahasına getirecek kuvvet, Anadolu’nun toprağından, İslam’ın nurundan, insanlığın beş bin yıllık hikmet ve ilminden ilham ve hayat alacak, Anadolu’da yeni bir kültür ve medeniyetin doğuşunu müjdeleyecektir(S.249).

HAYATİ TEK: Bu müjdeye nasıl ulaşılacak?

NURETTİN TOPÇU: Siz zafer arıyorsunuz değil mi(253)?

HAYATİ TEK: Zafer aramaktan ziyade, bu zafere nasıl ulaşılacağını anlamaya çalışıyoruz…

NURETTİN TOPÇU: Her şeyden vazgeçmelisiniz. Karı, kardeş ve akrabanızdan, ikbalinizden, istikbalinizden, servet ve şöhret heveslerinizden. Bu olmayan şeylerin hepsi size düşmandır. Bunların iğreti olduğunu bildiniz mi, ruhunuzu kendi kendine zulümden kurtardınız, demektir.

Zaferin ikinci şartı da sabretmektir. Sabrın erkânı üçtür: Sonu olmamak, yanıp yakılmamak, mükâfat ummamak. Buna da tahammülün yoksa yanıp kül olursun. Ruh sahibi olanlar böyle oldular: Eyüp Peygamber, Rabbinin verdiği bütün hastalıklardan bir kere şikâyet etmedi. Gandi düşmanı olan İngilizlere bile garazkârlık gütmedi, kendi katiline karşı zalim olmadı. Erzurumlu Hüseyin Avni (Ulaş) yirmi beş yıllık hüsranın içinde bir kere ye’se kapılmadı. Istırabı tattıkça seveceksiniz. Hâlbuki ruhun düşmanı olan saadete siz hemen teslim oluyorsunuz(S.253).

Zaferin üçüncü şartı af ve şükürdür. Şahsınıza yapılan zulümleri affediniz ki zalim olmayasınız. Elinizden kapanı affediniz ki hain olmayasınız. Yoksa dost, kardeş, akraba ve ortak olduğunuz halde hep bir birinize düşman olursunuz.

Hallac’a göre: “Ruh, nefis ve şehvet bağlarından sıyrıldı mı, insan Allah’a yaklaşır ve kendisinden insanın doğduğu ilahi ruh o adama girer. Ondan sonra o adamın her hareketi Allah’ın hareketidir ve onun her emri Allah’ın emridir.”

Beşerin sefil ihtirasları ile meydana getirilen hareketlerin kâbusundan ilahi iradenin saltanatına doğru yol aramak: İşte bizim için asıl zafer budur(S.254).

KAYNAK: Nurettin Topçu; Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1978.

]]>
SANAL RÖPORTAJ / MAO ZEDUNG: “KARŞI DEVRİMCİ SAVAŞLAR HAKSIZDIR, BÜTÜN DEVRİMCİ SAVAŞLAR HAKLIDIR!” http://hayatitek.com/sanal-roportaj-mao-zedung-karsi-devrimci-savaslar-haksizdir-butun-devrimci-savaslar-haklidir/ Sun, 28 Jun 2020 22:23:02 +0000 http://hayatitek.com/?p=2603 HAYATİ TEK – Kırmızı Çizgi Dergisi’nin Aralık 2005 nüshası için hazırladığım Mao Zedung sanal röportajı…

]]>
SANAL RÖPORTAJ / KONFÜÇYÜS: “Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatını düşünür.” http://hayatitek.com/sanal-roportaj-konfucyus-buyuk-ve-ustun-insan-erdemi-kucuk-insan-ise-rahatini-dusunur/ Sun, 21 Jun 2020 21:50:04 +0000 http://hayatitek.com/?p=2246 HAYATİ TEK: Hem bilge hem reformcu hem de öğretmensiniz. Hakkınızda, “öğretmenliği meslek haline getiren kişi” tanımlaması da yapılıyor. Siz kendinizi ne olarak görüyorsunuz?

KONFÜÇYÜS: 15 yaşında kendimi öğrenmeye verdim. 30 yaşında irademe sahip olabildim. 40 yaşında şüphelerden uzaklaştım. 50 yaşında göğün emrini öğrendim. 60 yaşında seziş yoluyla her şeyi kavradım. 70 yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden kalbimin isteklerini yerine getirebildim(S.21).

HAYATİ TEK: Güzel bir özet oldu. Ancak ben, sizin kendinizi nasıl tanımladığınızı öğrenmek istemiştim? Yenilikçi misiniz, muhafazakâr mı? Ya da şöyle sorayım: nakilci misiniz yoksa sürekli arayan bir kâşif mi?

KONFÜÇYÜS: Ben yaratıcı olmaktan ziyade naklediciyim(S.45). Ben doğuştan bilgi sahibi bir insan değilim. Eskiyi seven ve onu aramaya zevk edinen bir insanım(S.48).

HAYATİ TEK: Adeta bir arkeolog gibi tarihin derinliklerinde kaybolan güzellikleri gün yüzüne çıkardığınız, ulaştığınız her yeni bilgiden büyük keyif aldığınız anlaşılıyor. Bilgiye ulaşma yönteminiz nedir?

KONFÜÇYÜS: Sana bilginin ne olduğunu öğreteyim mi? (S.23)

HAYATİ TEK: Bu daha iyi olur tabii… Size müteşekkir kalırım.

KONFÜÇYÜS: Bir şey bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şey bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir. Bir kimse devamlı olarak yeni bilgiler elde etmek suretiyle eski bilgisini geliştirmeye çalışırsa, o kimse başkalarının öğretmeni olabilir(S.23).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz bilgilenme sürecinde nelere dikkat etmemiz gerekir?

KONFÜÇYÜS: Çok dinle ve şüphelendiğin noktaları bir tarafa bırak ve ihtiyatlı konuş, o zaman pek az yanlışın olur. Çok gör ve tehlikeli şeylerden uzaklaş ve davranışlarında ihtiyatlı ol. O zaman pişman olmazsın. Bir kimse konuşmalarında ve davranışlarında az yanlış yaparsa, bu kimse kazanç yolundadır demektir(S.23). Hedefine erişemeyecekmiş gibi öğrenmeye çalış. Sanki onu kaybedecekmiş gibi korku içinde ol(S.55).

HAYATİ TEK: Her insan bilgi edinmeye hevesli olmayabilir. Bu durumdaki kişilerin eğitimi nasıl olmalı?

KONFÜÇYÜS: Bilgi edinmeye istekli olmayanlara bir şey anlatamam. Kendisini göstermeye aciz kimselere yardım edemem. Bir kimseye bilgimin bir kısmını öğrettiğim zaman, o kimse bunun diğer üç bölümünü öğrenmezse, dersimi bir kere daha tekrar etmem(S.46).

HAYATİ TEK: Yeni bilgiler edinmek isteyenler, yanlış yapmama konusunda titiz olacaklar. Bu tamam. Başka neler tavsiye edersiniz?

KONFÜÇYÜS: Fazlaca duymak, iyi olanı seçmek ve daima onu takip etmek… Fazla görmek, onu saklamak… İşte bunlar bilgi kazanmanın ikinci tarzıdır(S.50).

HAYATİ TEK: Sizce bilgiye niçin ihtiyaç duymalı insan?

KONFÜÇYÜS: Eski zamanlarda insanlar bilgiyi kendilerini yetiştirmek için edinirlerdi. Bu zamanda ise insanlar bilgiyi başkalarını mat etmek için elde etmeye çalışıyorlar(S.96).

HAYATİ TEK: Söylediklerinize bakılırsa, yaşadığınız dönemde (M.Ö. 551-479) insanlar öğrenme işini pek de aşkla yapmıyorlar gibi… Bu durum ne gibi sonuçlar doğurur?

KONFÜÇYÜS: Öğrenmeye karşı bir sevgi beslemeden iyilik yapmaktan hoşlanmak, insanı basitliğe götürür. Öğrenme sevgisi olmadan bir şeyi anlamaya çalışma, insanı karışıklığa götürür. Öğrenme sevgisi olmadan samimiyeti istemek, insanı zararlı sonuca götürür. Öğrenme sevgisi olmadan doğruluğu istemek, insanı serkeşliğe götürür. Öğrenme sevgisi olmadan metin olmayı istemek, insanın lüzumsuz hareketler yapmasına sebebiyet verir(S.116). Bir insan uzağı düşünmezse, yakın bir zamanda mutlaka üzüntü ile karşılaşacaktır(S.104).

HAYATİ TEK: Konuya hep öğrenen açısından baktık. Bilginler ne gibi özelliklere sahip olmalı? Bilgiyi kimden öğrenmeli?

KONFÜÇYÜS: Eğer bir bilgin ağırbaşlı değilse ona karşı saygı gösterilmez. Onun bilgisi sağlam değildir(S.18). O kimse kendi davranışlarından utanç duyarsa ve bir yere gönderildiği zaman, etrafındakileri küçük düşürmezse, bu kimseye bilgin denir(S.88). Bir kimse ciddi, çevik ve yumuşak olursa ona bilgin denir(S.90).

HAYATİ TEK: Bunu tam anlayamadım. Kime karşı ciddi, kime karşı yumuşak olmalı?

KONFÜÇYÜS: Arkadaşları arasında ciddi ve çevik, kardeşleri arasında da yumuşak olmalıdır(S.90). Rahatını düşünen bir bilgin, bilgin olarak düşünülemez(S.91).

HAYATİ TEK: Sohbetleriniz sırasında ve eserlerinizde sık sık “üstün insan” kavramını kullanıyorsunuz. Sizce kimdir üstün insan?

KONFÜÇYÜS: Bu kimse için öğrenmeyi seven bir kimse, denebilir(S.20). Büyük ve üstün insan özgür fikirlidir ve partizan değildir. Ancak küçük bir insan partizandır ve özgür fikirli değildir(S.23).

Büyük ve üstün insan, kavga etmez. Fakat icap ederse okla dövüşemez mi? Fakat o yine düşmanını selamlar ve şerefe içki içer. O savaşında bile yine üstün bir insandır(S.26).

Büyük ve üstün insan sözlerinde dikkatli, davranışlarında ağırbaşlı olmalıdır(S.33).

HAYATİ TEK: İnsanları yanlışa düşüren nedir?

KONFÜÇYÜS: İnsanların yanlışları, mensup oldukları sınıfın karakteristik vasıflarıdır. Büyük ve üstün insan dünyada bir şeye karşı ne düşkünlük gösterir, ne de onu küçümser. O, doğru olan şeyi takip eder(S.32). Büyük ve üstün insan, daima memnun ve rahattır. Küçük bir insan ise daima üzüntü ve telaş içindedir(S.52). Üstün erdeme sahip insan, konuşmalarında ihtiyatlı ve yavaştır. Üstün insanın ne endişesi, ne de korkusu vardır(S.77). 

HAYATİ TEK: Endişesi ve korkusu olmamak bir insanı üstün insan yapar mı?

KONFÜÇYÜS: Eğer bir insan vicdanen yanlış bir şey yapmadığına kani ise, neden endişe etsin? Neden korku duysun(S.77)?

HAYATİ TEK: Bu kapsamda sizi üzen tutum ve davranışlar nelerdir?

KONFÜÇYÜS: Erdemi iyi bir şekilde işlememek, öğrenilen şey üzerinde yeter derecede durmamak, doğruluğa karşı ilgisiz kalmak, fena olan şeyleri de işitmeye muktedir olamamak. İşte, bunlar beni üzen şeylerdir. İradeni gerçek prensipler için kullan. Erdemli olan şeyleri kazanmaya çalış. Kendini iyiliğe ver. Eğlencelerin sanat için olsun(S.46).

HAYATİ TEK: Bu faziletlere nasıl ulaşabilir insan? Neyin kötü olduğunu nasıl karar verebilir?

KONFÜÇYÜS: Sadakati ve samimiyeti birinci prensip olarak ele al, doğruluktan ayrılma. İşte bu fazileti yükseltmektir. Bir insanı severseniz ve onun yaşamasını isterseniz. Ondan nefret ettiğiniz zaman onun ölmesini istersiniz. İşte bu bir kuruntu halidir(S.79). Üstün insan başkalarının iyi taraflarını geliştirmelerini ister. Kötü taraflarının gelişmesini istemez. Düşük bir insan ise bunun tam aksini yapar(S.80).

HAYATİ TEK: Topluma karıştığınızda hemen fark ediliyor musunuz? İnsanlar sizi hemen tanıyor mu? Tanımadıklarında ne hissediyorsunuz?

KONFÜÇYÜS: İnsanların beni tanımamış olmalarından dolayı müteessir olmam. Ben onları tanımadığım için üzülürüm(S.20).

HAYATİ TEK: Kimleri tanımak istersiniz? Mesela devlet ve yöneticileri ve kutsal insanlar ilk sırada mı yer alır?

KONFÜÇYÜS: Kutsal insanlar, benim görmeği arzu ettiğim kimseler değillerdir. Görmek istediklerim ancak büyük ve üstün insanlardır. İlgi duyduğum kimseler ebediliği kazanmış insanlardır(S.49).

HAYATİ TEK: Üstün bir insan herkesçe tanınmalı değil mi?

KONFÜÇYÜS: Üstünlükten ne kastediyorsunuz(S.81)?

HAYATİ TEK: Mesela, bütün ülke tarafından tanınan bir insan…

KONFÜÇYÜS: Bu ünlülüktür, üstünlük değildir. Üstün bir insan, sağlam karakterli, dürüst ve doğruluğu seven bir kimsedir. O insanların sözlerini ölçer, kişiliğini inceler ve başkalarına karşı alçak gönüllü olmaya çalışır. Böyle bir adam, memleketi ve klanı içinde tanınır. Ünlü bir insana gelince, görünüşte erdemlidir. Fakat bunun aksini yapar ve kendinden hiç şüphelenmez. Böyle bir insan da memleket ve klanı içinde bilinir(S.81). Üstün insan düşkünlere yardım eder, zenginlerin servetini artırmaz(S.41).

HAYATİ TEK: Yani büyük ve üstün insanda hiç mi nefret duyusu olmaz?

KONFÜÇYÜS: Nefret eder. O, başkalarının kötülüğünden bahsedenlerden nefret eder. Küçük mevkide olup da büyüklerine karşı iftiralarda bulunanları sevmez. Sonra, cesur olup da, törenlere önem vermeyenlerden hoşlanmaz. Ve küstah olanlardan, pazarlıklı anlaşma yapanlardan nefret eder(S.120).

HAYATİ TEK: Neden üstün vasıflara sahip olmalı insan? Üstün insanın nihai hedefi nedir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insanın hedefi gerçekliktir. Yemek onun hedefi olamaz. Kıtlık olduğu zaman bile çift sürülebilir, böylece, bilgi ile kazanç elde edilebilir. Üstün insan gerçeği elde edemeyeceğinden endişelenir. Fakir kalacağından endişe duymaz(S.106).

HAYATİ TEK: Toparlamak gerekirse, üstün insanın temel vasıfları nelerdir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insanın 9 düşünce konusu vardır. Gözlerinin iyi görmesi, kulaklarının iyi duyması, yüzünün yumuşak, davranışlarının saygılı, konuşmalarının samimi ve yaptığı işte dikkatli olması ve şüphe içinde olduğu zaman başkanlarını sorguya çekme, kızdığı zaman güçlükleri, kazanç gördüğü zaman doğruluk düşüncesidir(S.112)

HAYATİ TEK: Üstün insanlar arasında mertebe farkı var mıdır?

KONFÜÇYÜS: Doğuştan bilgili olanlar, en üstün sınıfa mensupturlar. Öğrenmek yoluyla bilgi edinenler, bundan sonraki sınıfa dâhildirler. Budala ve bilgisiz olanlar ise en aşağı sınıfa dâhildirler(S.112).

HAYATİ TEK: Büyük insanla, “aşağı sınıf” olarak gördüğünüz insan arasındaki temel farklılıklar nelerdir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insan ölümünden sonra adının unutulacağından dolayı endişe etmez. Büyük ve üstün insan kendi kendini bulmaya çalışır. Düşük insan ise başkalarını aramaya çalışır. Büyük ve üstün insan, gururludur, fakat kavga etmez. O, bir toplum adamıdır, partizan değil. Büyük ve üstün insan bir kimseyi sözlerinden dolayı yükseltmez, ne de o insan için güzel sözlerden vazgeçer(S.105).

Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatını düşünür. Üstün insan kanunlar üzerinde kafasını çalıştırır, küçük insan ise kendi faydasını aramaya bakar. Daima kendi faydasını göz önünde tutmaya çalışan kimse pek çabuk düşman kazanır. Büyük ve üstün insan yalnız doğruluğu, küçük insan yalnız faydayı düşünür(S.32).

Büyük ve üstün insan doğruluğu en yüksek bir şey kabul eder. Üstün insan doğru olmayıp cesur olursa, o asi demektir. Küçük insan dürüst olmayıp cesur ise, o hırsız olur(S.120).

HAYATİ TEK: Üstün insan hangi konularda çok dikkatlidir? Ya da şöyle sorayım: Nelere mesafelidir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insanın korktuğu üç şey vardır. Göğün emrinden, büyük adamlardan ve kutsal insanların sözlerinden… Küçük insanlar, göğün emrini bilmezler, bunun için korkmazlar. Büyük adamlara saygıları yoktur. Kutsal insanların sözleriyle aday ederler(S.111-112).

HAYATİ TEK: Üstün insanların başkalarıyla münasebetleri nasıldır?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insan naziktir, fakat yaltaklanmaz. Küçük insan yaltaklanır, fakat nazik değildir. Büyük ve üstün insana hizmet etmek kolay, fakat onu memnun etmek güçtür. Eğer onu doğrulukla bağdaşmayan şeyler üzerinde memnun etmeye çalışırsak, o, bundan hoşlanmayacaktır. Fakat o, emrinde bulunan insanları, kabiliyetlerine göre çalıştırır. Küçük insan hizmet etmek güçtür, memnun etmek kolaydır. Eğer onu doğrulukla bağdaşmayan şeyler üzerinde memnun etmeye çalışsan bile o yine bundan hoşlanacaktır. Emrinde bulundurduğu insanları ayni şekilde çalıştırır(S.89-90).

HAYATİ TEK: Yeni tanıştığımız biriyle yol yürüyüp yürüyemeyeceğimize nasıl karar vermeliyiz?

KONFÜÇYÜS: Değerli bir insan gördüğünüz zaman onun gibi olmayı düşünmeliyiz. Değersiz bir kimseye rastladığımız zaman geri dönmeli ve kendimizi incelemeliyiz(S.33).

HAYATİ TEK: Her üstün insan erdemli midir; ya da her erdemli kişi üstün insan mıdır?

KONFÜÇYÜS: Erdemli insanlar muhakkak ki doğru konuşur. Fakat doğru konuşanlar erdemli olmayabilir. Prensip sahibi olmazlar(S.91). Üstün insan olup da erdemi olmayan insanlar bulunabiliyor! Fakat düşük insanlar asla erdemli olamaz(S.92).

HAYATİ TEK: Üstün insanlar erdemden hiç mi uzaklaşmazlar?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insan, iki yemek arasında bile erdeme aykırı hareket etmez. Acele anlarında dahi ondan ayrılmaz ve tehlikeli zamanlarında da onu bırakmaz. Erdemli bir kimse, bundan başka şeye değer vermez(S.31).

HAYATİ TEK: Erdemli olmak çok mu zor?

KONFÜÇYÜS: Erdemli olmak istersen, ona kolayca erişebilirsin(S.50).

HAYATİ TEK: Nasıl?

KONFÜÇYÜS: Eğer irade erdemin üzerine kurulursa nefret uyandırıcı davranışlar olmaz. Gerçekten erdemli olan bir kimse başkalarını sevebilir veya onlardan nefret edebilir. Zenginlik ve şeref, herkesin istediği şeylerdir. Eğer bunlar doğru bir yolda kazanılmazsa, pek çabuk kaybedilir. Fakirlik ve düşkünlük insanların nefret ettiği şeylerdir. Eğer insanlar dürüst davranmazlarsa, bunlardan kendilerini sıyırmalarının imkânı yoktur(S.31).

HAYATİ TEK: “Erdem yaygınlaşmalı” diyorsunuz yani…

KONFÜÇYÜS: Erdem olduğu yerde kalmamalı, komşulara da tesir etmeli. İhtiyatlı davranışlarda nadiren hata olur(S.34).

HAYATİ TEK: Kişisinin özel hayatı ve huzurlu bir toplum yapısı için erdeme büyük önem veriyorsunuz. Bu kural devlet yöneticileri için de geçerli midir?

KONFÜÇYÜS: Memleketini erdemi ile yöneten bir kimse, yerini daima koruyabilen ve bütün yıldızların kendisine tabi olduğu kutup yıldızı ile mukayese edilebilir(S.20).

HAYATİ TEK: Bu çok çarpıcı, hatta iddialı bir tanımlama oldu ama aynı zamanda halkın ulaşamadığı bir yönetici portresi çıkmadı mı ortaya?

KONFÜÇYÜS: Halkın adaleti için çalışan ve ruhlara saygılı olan, fakat yine onlardan uzak kalan bir kimseye akıllı denir. Güçlükleri yenmeyi birinci ödevi olarak kabul eden ve mükâfatı sonraya bırakan bir kimseye erdemli denir(S.44).

HAYATİ TEK: İnsan vasıflarına sahip bir devlet başkanı, yönetim kademelerini nasıl oluşturmalıdır?

KONFÜÇYÜS: Bir hükümet için lüzumlu olan şeyler, yeter derecede gıda, askeri malzeme ve halkın hükümdarına itimadı olmasıdır(S.78).

HAYATİ TEK: Bunlardan birini çıkarmak gerekse, hangisinden vazgeçilebilir?

KONFÜÇYÜS: Askeri malzeme(S.78).

HAYATİ TEK: Daha da ileri giderek sormak istiyorum: Yiyecek mi itimat mı? Hangisi başarılı bir devlet yönetimi için vazgeçilmezdir?

KONFÜÇYÜS: Yiyecekten vazgeçilebilir. Eskiden beri insanlar ölmeye mahkûmdurlar. Fakat halkın hükümdarına itimadı yoksa o devlet ayakta duramaz(S.78). Bir memlekette prens prens olarak, baba baba olarak, oğul oğul olarak davranırsa, orada bir hükümet vardır(S.79). Hükümeti yönetme sanatı, yorgunluk duymadan hükümet işlerini yapmak ve onları yanılmadan uygulamaktır(S.80).

HAYATİ TEK: Halk ile yöneticiler arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

KONFÜÇYÜS: Memleketi yönetmek demek, halkı doğru yola götürmek demektir. Eğer halkı doğrulukla yönetirsen, doğru davranmamaya kim cesaret edebilir? İyi olan şeyler için isteklerde bulunursanız, halk da iyi olur. Büyüklerle küçükler arasındaki münasebet, rüzgârla otlar arasındaki münasebete benzer. Rüzgâr esince otlar eğilir(S.80-81).

HAYATİ TEK: Ülke yönetiminde kanunlar mı daha ön plandadır, kadrolar mı?

KONFÜÇYÜS: Bir prensin kendi davranışları doğru ise, buyruklar çıkarmadan da hükümet işleri yapılabilir. Eğer kendisi dürüst davranmazsa, her ne kadar buyruklar çıkarırsa da, bunlara kimse riayet etmez. Eğer kendisi doğru yolda gitmezse, başkalarının hareketlerini düzeltmekte ne mana var(S.85-86)?

Memleketi, toplum düzenlerine göre ve samimiyetle idare edilirse, bir karışıklık çıkabilir mi? Memleket samimiyetle yönetilirse toplum kurallarına lüzum kalır mı? Yüksek bir mevkie sahip olmadığından dolayı telaşlanma. Asıl o mevkie layık olup olmayacağından dolayı endişe et(S.32).

HAYATİ TEK: Liyakatli kadrolar elbette önemli… Ancak kanun koymak da gerekli değil mi?

KONFÜÇYÜS: Eğer halk kanunlarla yönetilir ve cezalarla yola getirilmek istenirse, onlar kendilerini cezalardan kurtarmaya çalışacaklar, fakat hiç utanç duymayacaklardır. Eğer onlar erdemle yönetilir ve terbiye icaplarıyla yola getirmek istenirse, utanç duyacaklar ve böylece iyi olmaya çalışacaklardır(S.21). Halk bir sistemi takip etmeye zorlanır. Fakat onu anlamaya asla mecbur edilemez(S.54).

HAYATİ TEK: Diyelim ki bir ülke kötü durumda. Ahlaksızlık, kanunsuzluk almış başını gidiyor. Böyle bir ülkenin başına erdemli bir yönetici geçerse, ülke derhal düzelir mi?

KONFÜÇYÜS: Eğer gerçek bir hükümdar gelse bile yine bir neslin geçmesi gerekir. Ancak bundan sonra erdem hâkim olur(S.86).

HAYATİ TEK: Bir ülkenin başarıyla yönetilip yönetilmediğin nasıl anlayabiliriz?

KONFÜÇYÜS: İyi hükümet, yanında olanları mutlu kılar. Uzakta olanları kendine çeker(S.87). Bir memlekette iyi bir hükümet olduğu zaman, sözler ve davranışlar en yüksek derecesine kadar serbesttir. Kötü bir hükümet iş başında iken davranışlar belki en yüksek derecede serbesttir, fakat konuşmalarda ihtiyatlı olmak gerekir(S.91).

HAYATİ TEK: Ya devlet memurlarının durumu?

KONFÜÇYÜS: Memlekette iyi bir hükümet idare başında olduğu zaman, düşünülen şey sadece maaş ise ve kötü hükümet iş başında iken düşünülen şey yine maaş ise, işte bu utançtır(S.91).

HAYATİ TEK: Bazı yöneticiler halk tarafından çok sevilirken bazıları nedense pek sevilmiyor. Sizce nedir bunun sebebi?

KONFÜÇYÜS: Halk bir kimseden nefret ettiği zaman, bunu incelemek gerekir. Halk bir kimseyi seviyorsa, yine bunu incelemek gerekir(S.106).

HAYATİ TEK: Bu incelemeyi hangi ölçüye göre yapacağız? Başarılı bir yöneticiyi nasıl anlayacağız?

KONFÜÇYÜS: Beş üstün şeye değer verirse ve dört kötü şeyi uzaklaştırırsa, o kimse memleketi iyi bir şekilde yönetir(S.133).

HAYATİ TEK: Nedir o beş üstün konu?

KONFÜÇYÜS: İktidarda olan bir kimse aşırı derecede israf yapmadan faydalı olabilse, halkına pişmanlık getirmeyecek ödevler verirse, aç gözlülük etmeden istediği şeyi alabilirse, gururlu olmadan itibar kazanırsa, korkunç olmadan yüce olabilirse(S.133).

HAYATİ TEK: Aşırı derecede israf yapmadan faydalı olmaktan neyi kastediyorsunuz?

KONFÜÇYÜS: İktidarda olan bir kimse halkı için faydalı işler yapar ve halk bundan faydalanırsa, bu, aşırı derecede israf yapmadan faydalı olmak değil midir? İyi işçiler seçer ve onları çalıştırırsa, bundan kim şikâyet eder? İstekleri hükümetin iyiliği için olursa, onu açgözlü olmakla kim itham eder? Halkı az olsun, çok olsun, ona hiç kimse saygısızlık göstermeye cesaret edemez. Bu gururlu olmaksızın itibar kazanmak değil midir? Elbise ve şapkalarını kendine uygun şekilde seçerse ve bakışları da ciddi olursa, o bu şekilde de saygı görür. Bu, korkunç olmadan yüce olmak değil midir(S.133)?

HAYATİ TEK: Güzel öğütler… Peki, yöneticinin uzak durması gereken dört konu nedir?

KONFÜÇYÜS: Halkı öğretmeden onları ölüme sürüklemek, buna zulüm denir. Onları haberdar etmeden ani olarak iş yüklemek buna baskı denir(S.133). Acele olmayan buyruklar çıkarıp, sonra bunların hemen uygulanmasını istemek. Buna gaddarlık denir. Genel olarak, insanlara bir şey verirken veyahut onları mükâfatlandırırken, hasis davranmak. Buna yersiz davranış denir(S.134).

HAYATİ TEK: Bu şahane öğütler ışığında sormak istiyorum, kimdir büyük devlet adamı?

KONFÜÇYÜS: Büyük devlet adamı, Prensine doğru yolda hizmet edendir. Bunun yapamayacağını anladığı anda devlet hizmetinden çekilen kimsedir(S.73).

HAYATİ TEK: Ülke yönetimiyle ilgili son bir değerlendirme yapmanızı istesek, ne söylersiniz?

KONFÜÇYÜS: Bir memleket iyi bir şekilde yönetiliyorsa, fakirlik ve düşkünlüğün varlığı utanç verici bir şeydir. Bir memleket fena bir şekilde yönetiliyorsa, zenginlik ve şeref gibi şeylerin varlığından utanç duyulmalıdır(S.54).

HAYATİ TEK: Bu kadar üzerinde durduğunuz erdemli olmanın en üst ya da ideal sınırı nedir?

KONFÜÇYÜS: İradeli bilginler ve erdemli insanlar, erdemlerine zarar verecek bir şekilde yaşama yolunu aramazlar. Hatta erdemlerini daha mükemmelleştirmek için hayatlarını feda ederler(S.103). Bir insanın bilgisi yeter ise de, onu tutacak erdemi yoksa neyi kazanırsa kazansın, sonunda her şeyi kaybeder(S.106). Erdem bir insan için su ve ateşten de önemlidir. Ben ateş ve su içinde ölen insanlar gördüm. Amma fazilet içinde ölenleri görmedim(S.107).

HAYATİ TEK: Erdemde mükemmelliğe nasıl ulaşılabilir?

KONFÜÇYÜS: Önce, gereken şeyi yapmak ve başarıyı sonra düşünmek… Bu erdemi yükseltme yolu değil midir? Kendisinin zayıf taraflarını anlatmak ve fakat başkalarının kötülüklerini söylememek… İşte bu kötülüğü düzeltmek değil midir? Ufak bir hiddetle hayatına kıymak ve ailesini derde sokmak… Bu bir hata değil midir(S.82)?

HAYATİ TEK: Haklısınız da, “mükemmel erdem” deyince ne anlamalıyız? Asıl merak ettiğim o…

KONFÜÇYÜS: Dünyada beş şeyi, her şeye uygulayabilmek kabiliyetine mükemmel erdem denir(S.115).

HAYATİ TEK: Nedir bunlar?

KONFÜÇYÜS:  Ağır başlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk, nezaket(S.115)…

HAYATİ TEK: Bunların hayatımıza katkısı ne olacak?

KONFÜÇYÜS: Ağır başlı isen saygısızlık görmezsin. Cömert isen, her şeyi elde edersin. Samimi isen, halk sana itimat eder. Doğru isen, çok şey başarırsın. Nazik isen, başkalarını hizmetinde kullanabilirsin(S.115).

HAYATİ TEK: Herkes mükemmel bir yaşam süremez. Zor durumda bulunanlara ne tavsiye edersiniz?

KONFÜÇYÜS: Dayanıklılık, katlanma, sadelik ve alçak gönüllülük erdeme yakındır(S.90). Şikâyet etmeksizin fakirliğe katlanmak güçtür. Gururu olmayanın zengin olması kolaydır(S.93). Erdemli olmayan kimseler, uzun zaman yoksulluğa, sıkıntıya ve eğlenceye karşı koyamazlar. Erdem, erdem içinde yer alır. Akıllı olanlar bunu ararlar(S.30).

HAYATİ TEK: Doğru ve mutlu bir yaşam sürmeleri için okuyucularımıza ne tavsiye edersiniz?

KONFÜÇYÜS: Sadakati ve samimiyeti birinci planda tut. Kendine uygun olmayan kimselerle arkadaşlık etme. Yanlışlarını düzeltmekten korkma(S.18). Doğru olan şeyi görmek, fakat bunu yapmamak cesaretsizliktir(S.25). Büyük ve üstün insan kuyu içine atılmış olabilir. Fakat o, başkalarını oraya göndermez. O, aldatılabilir, fakat başkalarını tuzağa düşürmez(S.44). Büyük ve üstün insan, akrabalarına iyi muamele eder, halkını fazilete yükseltir. O, arkadaşlarını ihmal etmezse, halk da doğru yoldan gider(S.52). Şiirle zekâ gelişir. Terbiye ve toplum kurallarıyla insanın karakteri yapılır ve müzikle mükemmel hale gelir(S.54).

HAYATİ TEK: Öğütleriniz, toplumsal barış ve huzurun da yolunu aydınlatıyor. Lütfen devam eder misiniz?

KONFÜÇYÜS: Bir kimse nefsine hâkim olursa ve toplum kurallarına bağlı kalırsa, o kimseye üstün erdemli kimse denir(S.76)? İnsan yalnız yaşarken ağırbaşlı olmalı. Görevi başında iken dikkatli olmalı. Başkalarıyla arkadaşlık ederken samimi olmalı. Vahşi kabileler içinde yaşasa bile, yine bunları bırakmamalı(S.88).

HAYATİ TEK: İlişkiye gireceğimiz insanların iyi bir insan olduğunu nasıl anlayacağız?

KONFÜÇYÜS: Temasta bulunduğum insanların hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu nasıl bileyim(S.105)?

HAYATİ TEK: Yine de hayatınıza dâhil ettiğiniz güzel insanlar vardır. Siz de illaki birilerini beğenirsiniz? Bunun ölçüsünü merak ediyorum.

KONFÜÇYÜS: Bir insanın yapacağı işlere bak: onun davranışlarına dikkat et. Dinlendiği şeylere bak. Bir insan kişiliğini nasıl gizleyebilir(S.22)?

Bazı insanlarla beraberce çalışabiliriz. Fakat esas meselelerde beraber olmadığımızı anlarız. Esas prensiplerde beraber olabiliriz. Fakat bunları uygulamak hususunda anlaşmaya varamayız. Bunları uygulama hususunda anlaşsak dahi olaylar hakkında bir hüküm vermekte ayrılabiliriz(S.62). Kabiliyeti ortanın üstünde olan insanlarla yüksek konular konuşmak mümkündür. Fakat ortanın altında kimselerle bu konular üzerinde konuşulamaz(S.44). İkiyüzlü konuşmalar, erdemi sarsar. Küçük şeylere karşı sabırsız olmak, büyük planları bozar. Bir insan, yanlışları olup da bunları düzeltmezse bu hataları benimsemiş demektir(S.106).

HAYATİ TEK: O halde, erdemli bir insan, erdemli olmak üzere yola çıkan bir genç, kimlerle arkadaş olmalıdır?

KONFÜÇYÜS: Yolları ayrı olan insanlar birbirlerine yardım edemezler. Faydalı olan üç çeşit arkadaşlık ve zararlı olan üç çeşit arkadaşlık vardır. Dürüst, samimi ve anlayışlı arkadaş faydalıdır. İkiyüzlü, kurnaz ve çok konuşan bir arkadaş ise zararlıdır. İnsanların faydalandığı üç türlü eğlence ve zarar gördüğü üç çeşit eğlence vardır(S.107).

HAYATİ TEK: Nelerdir bunlar?

KONFÜÇYÜS: Müzik ve törenler üzerinde çalışma, başkalarının iyiliğinden bahsetme ve arkadaşlara sahip olma zevki: İşte bunlar faydalıdır. Aşırı eğlence, boş vakit geçirme ve ziyafetlerden hoşlanma: İşte, bunlar zararlıdır(S.111).

HAYATİ TEK: Efendim, doyumsuz sohbetimizin sonuna geldik. Okuyucularımıza vermek istediğiniz son bir mesajınız var mı?

KONFÜÇYÜS: Yiyecek pirincim, içecek suyum ve kolumu dayayacak bir yastığım var. Bunlarla ben mesudum. Zenginlik, unvan doğru olmayan bir yolda elde edilirse, bunlar benim için uçan bulutlar gibidir(S.48).

Göğün buyruklarını bilmeden büyük ve üstün insan olmak mümkün değildir. Toplum kurallarını bilmeden karakter sahibi olunamaz. Konuşmasını bilmeden, insanları tanımak imkânsızdır(S.134).

KAYNAK: Konfüçyüs; Konuşmalar, Çev: Muhaddere Özerdim, Dünya Edebiyatından Seçmeler, MEB Yayını, İstanbul 1990.

]]>
MBK ÜYESİ AHMET ER: “Türkeş, idamlara kesinlikle karşıydı.” http://hayatitek.com/mbk-uyesi-ahmet-er-turkes-idamlara-kesinlikle-karsiydi/ Thu, 18 Jun 2020 14:45:13 +0000 http://hayatitek.com/?p=1910 HAYATİ TEK – 27 Mayıs 1960 İhtilali üzerine, darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin üyelerinden Ahmet Er ile yaptığım ve Necati Eren müstearıyla yayınladığım röportaj. Millet Dergisi, 26 Mayıs 2003, Salı: 32.

]]>
ABDURRAHİM KARAKOÇ: “Ben sarp ve hırçın tabiatın kucağında büyüdüm.” http://hayatitek.com/abdurrahim-karakoc-bizim-ocak/ Sun, 07 Jun 2020 09:37:16 +0000 http://hayatitek.com/?p=831 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Mart 1991’de yayınlanan 84. sayısında “Gökçekimi” kitabı yeni çıkan Abdurrahim Karakoç ile yaptığım röportaj.

]]>