HAYATİ TEK –
“Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” eserinin yazarı Prof. Dr. Osman Turan’ın, “Bizim için tarihî ve kutsî emellerin mihrakı, millî kültür ve mefkûrenin şahane bir abidesi, cihan tarihi için insanlık idealinin de bir sembolüdür.” diyerek hakkını teslim ettiği İstanbul’un fethi hakkında Peyami Safa şu tespiti yapar:
“Fatih’in İstanbul’u alarak açtığı büyük devrin kapısından içeriye Avrupa girdi, fakat kendisi giremedi. Biz yeni zamanın kapısı halinde kaldık.”
Yani diyor ki üstad; Ortaçağ’ı kapatıp Yeniçağ’ın kapısını açtık, ancak açtığımız yeni devri idrak edemedik; insanlığın önünde yeni ufuklar açmanın şerefiyle yetindik.
Ulaştığımız başarıyı sürdürmek uğruna özellikle Fatih Sultan Mehmet eliyle önemli adımlar atmadık değil.
Bu adımların en ihtişamlı meyvelerini, dünya tarihine “muhteşem yüzyıl” olarak geçecek olan Kanuni Sultan Süleyman devrinde topladık.
Ancak “Fatih’in vizyonunu” yaşatamadık.
Rönesans Avrupa’sı kadar sürdürülebilir bir başarı yakalayamadık.
Fatih’in 3 Mayıs 1481’de vefatından iki asır sonra 1683 yılında çıktığımız İkinci Viyana Seferi’nden eli boş dönmekle kalmadık; ihtişamlı günlerimize de veda ettik.
Bu talihsiz bozgunun ardından gelen mağlubiyetler sonunda imzaladığımız 1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra gerilemeye başladık ve belimizi bir türlü doğrultamadık.
Oysa…
Pek çok tarih araştırmacısı tarafından “Rönesans Hükümdarı” olarak nitelendirilen; hocası Akşemseddin nezaretinde Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, İtalyanca, İbranice, Keldanice, Slavca öğrenen; Ali Kuşçu önderliğinde döneminin en büyük bilim yuvalarından biri olan Sahn-ı Seman Medreselerini kuran Fatih, çağın ruhunu da fethetmiş büyük bir devlet adamı idi.
Osmanlı’yı “cihan devleti” hüviyetine kavuşturmakla kalmayıp, bu yeni devlet formunun çağlar ötesine uzanacak temellerini “Fatih Kanunnamesi” ile attı.
Pek çoğu Tanzimat dönemine kadar yürürlükte kalan temel devlet kaideleri, Türk’ün devlet kuruculuktaki en büyük eseri olan Osmanlı Cihan Devleti’nin altı asır yaşamasını sağladı.
Mühendislik eğitimi de alan bu büyük padişahın, fetih öncesindeki stratejik adımlarını, dönemin en güçlü vurucu güçleri olan “Şahi” ve “Havan ” toplarının projelerini bizzat çizdiğini zaten biliyoruz.
Bütün bu gerçekler bize şu mesajı veriyor:
Olayları tek bir sebebe bağlamak ve her büyük başarıyı hamaset ile izah etmek kolaycılığını bir an önce terk etmeliyiz.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed‘in “Konstantiniyye elbet fetholunacaktır. Onu fethedecek komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” hadisine nail olma iştiyakının fetih sırasındaki ilham verici gücünü tartışmak bile lüzumsuz.
Aynı hüküm, İstanbul’u “dönemin yüksek teknolojisi” ile fethettiğimiz gerçeği için de geçerlidir.
Fethin 568’inci yılını idrak ettiğimiz bugün, Nurettin Topçu’nun şu tespiti üzerinde ciddiyetle düşünmek, yarınları doğru okumamız noktasında bizlere yol gösterebilir:
“Biz bugün İstanbul’da sadece yaşıyoruz, duymuyor ve düşünmüyoruz.”
Duyma ve düşünme hassalarımızı harekete geçirdiğimizde; sadece İstanbul’un fethini değil, Anadolu’daki bin yıllık varlığımızın dayandığı temelleri ve bizi vatanımızdan atmak için çabalayanların asırlar öncesinden bugünlere kadar uzanan saldırılarının gerekçelerini de daha sağlıklı bir şekilde değerlendirebileceğiz.
Ne Fukuyama’nın iddia ettiği gibi “son noktasıyız tarihin”, ne de en müsterih çağın insanlarıyız.
Rönesans’tan bu yana kurulan madde tahakkümüne dayalı, güçlü olanın haklı kabul edildiği bir dünyanın mağlupları olarak, eski zaferlerle övünmekten başka şeyler yapmalıyız.
Bir âmâ gibi yokluyoruz zamanı…
Oysa her şey ne kadar da berrak!
674 yılında İstanbul’u kuşatıp alamayan Emevi ordusundaki sahabe Ebu Eyyub El Ensari’nin, yani bugünkü Eyüp semtine adını veren Eyüp Sultan’ın imanı, kendisinden 779 yıl sonra Peygamber müjdesine nail olan Fatih Sultan Mehmet’ten daha mı zayıftı?
Evet, İstanbul surlarına dayandığımızda bileğimiz katı, yüreğimiz kavi, imanımız tamdı.
Ancak İstanbul’u sadece bunlarla değil, aynı zamanda “devrin en ileri teknolojisi” ile fethettik.
Keşke bu kutlu fetih gününü, Covid-19 için geliştirdiğimiz “yerli aşı” müjdesi ile kutlayabilseydik.