İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

NİZAMÜ’L-MÜLK: “ATALAR DEMİŞLERDİR Kİ: SALTANAT KÜFÜR İLE DEVAM BULUR; AMMA ZULÜM VE GADDARLIKLA PAYİDAR KALMAZ.”

HAYATİ TEK: Efendim, sizinle Siyasetname isimli eseriniz üzerine söyleşmek istiyoruz. Öncelikle okuyucularımıza bu eseri niçin kaleme aldığınızı anlatır mısınız?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Yıl 470 (M. 1077-1078) olanda, Muhammed Yemînû Emirül-mü’mînin Alparslan oğlu pervane-i a’la şahlar şahı Sultan Mu’izzu’d-dünya ve’d-din Ebu’l-Feth Melikşah-e’izzallah ensarahu şu bendenize ve diğer kullarına şöyle emir buyurdu:

“Her biriniz memlekete dair düşünüp saltanatımız devrindeki aksaklıkları tespit ediniz. Dergâh, divan ve sarayımızda yerine getirilmesi gerekirken es geçilen yahut gözümüzden kaçan durumları gözden geçiriniz. Ayrıca evvelki padişahların icra etmiş oldukları halde bizim de yapmamız gerekirken icrasından geri kaldığımız durumları saptayınız. Üzerlerinde fikirler eyleyelim, bu fikirleri hayata geçirelim de din ve dünya işlerimiz yolunca yordamınca idame etsin diye gerek Selçukluların gerek başka padişahların töre ve âdetleri üzerinde mütalaa edip bu mütalaaları açık seçik olarak kaleme alarak bize sununuz. Bize arzı yapılan bu çalışmalardan makul olanını hayata geçirelim ki her bir iş kuralınca yapılsın. Mevla’ya ısmarlayalım işlerimizi ardından. İlahi gazaba uğramamak içün memlekette hakkıyla yapılan yahut fesada bulaşmış her ne var ise haberdar olalım. Zira Allah-ü Teâlâ bu memleketi bize ihsan buyurmuştur, ‘zira Allah-ü Teâlâ bizden dünya nimetlerini esirgememiştir. Zira Allah-ü Teâlâ düşmanlarımızı kahr-u perişan eylemiştir. Bundan ötürüdür ki memleket dâhilinde bundan böyle Allah-ü Teâlâ’nın şeriat ve emirlerine muhalif yahut mugayir bir iş ne olmalı ne süregelmelidir.” (s. 3)

HAYATİ TEK: Devrin şartları göz önünde bulundurulduğunda sizlerden kendisine kasideler yazmanızı değil ülkenin daha güvenli ve müreffeh olması için rapor hazırlamanızı istemesi, Sultan Melikşah’ın ne kadar büyük bir hükümdar olduğuna dalalet ediyor. Tabii onun bu vasıflara haiz olmasında sizin de büyük bir emeğiniz var. Sultan Melikşah henüz 18 yaşında tahta çıktığı için siz hem onun yetişmesine hem de devletin iyi yönetilmesine nezaret ettiniz. Bir rapor hazırlamak üzere yola çıktınız ancak Siyasetname gibi bir şaheser vücuda getirdiniz. Eserinizi okuyan devlet yöneticileri hangi konularda fayda sağlayabilirler?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Eser, hakkıyla okunup hayata geçirildiği takdirde iki cihanın püf noktaları dâhil nice faydaların elde edileceği türden bir eserdir. İnşallah beğenilir ve el üstünde tutulur.

Bir tek padişah ve buyruk sahibi yoktur ki bu kitabı görmezden gele. Özellikle şu devr u devran içinde kitap ne kadar sıklıkla okunsa din ve dünya işlerindeki teyakkuzları artar da artar ve dahi dostu düşmandan ayırmaktaki ustalıkları pekişir. Böylece önleri aydınlanır ve isabetli kararlar vermek için yüzleştikleri kapılar açılır. Diğer yandan padişahlık, dergâh u bargâh, divan u meydan, meclis ve emval, halkın ve ordunun halleri, vergi işleri ve bunun gibi nice meseleye vâkıf olurlar. Ülke sathında, yakın uzak, önemli önemsiz dönen ne var ise kendilerinden gizli saklı kalmaz. Allah-ü Teâlâ’nın rızasına ve iki cihanın mutluluğuna nail olurlar. (s. 4)

HAYATİ TEK: Hükümdarlık makamını önemli kılan nedir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allah-ü Teâlâ her çağda halk arasından birini seçerek onu hükümdarlara yaraşır birtakım özelliklerle donatır. Dünya işleri ve cihan ahalisinin kamu düzeninden onu sorumlu kılarak fitne ve kargaşa kapısını onun eliyle kapatır. Adaleti sayesinde hoşça zaman geçirip kendilerini güvende hissetmeleri ve idaresine duacı olmaları için insanların gönlünde ve gözünde ona dair derin bir saygı uyandırır. (s. 11)

HAYATİ TEK: Alınan tüm tedbirlere rağmen yine de kargaşa çıkarsa ne olur?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allah yazdıysa bozsun, bir başkaldırı, ilahi kuralları hafifseme yahut Allah-ü Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmekte bir gevşeme ortaya çıkması durumunda Hakk Teâlâ onları cezalandıracak ve yaptıkları çirkin işlerin karşılığını verecektir; Allah-ü Teâlâ bize böylesi günler göstermesin, böylesi talihsizlikler yaşatmasın! Ve kati surette, isyanın uğursuzluğu, Allah-ü Teâlâ’nın gazabını bu tür insanlara eriştirir. (s. 11)

HAYATİ TEK:  Âmin…

NİZAMÜ’L-MÜLK: Öyle ki aralarından basiretli idareciler çıkmaz; tefrika kılıçları çekilir ve kanlar dökülür. Bu günahkâr takımı, kargaşa ve dökülen kanlar arasında helak ve dünya onlardan pir ü pak olana değin eli güçlü, sırtı pek olanlar keyfince davranır. Tıpkı sazlığa düşen ateşin, kurunun yanında olduğundan ötürü yaşı da yakıp yandırması gibi, bu bozguncular tayfası yüzünden de birçok masumun kancağızı dökülür. (s. 12)

HAYATİ TEK: Düzeni yeniden sağlamak için neler yapmak gerekir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allah-ü Teâlâ’nın takdiri ile kullardan birisi saadet ve devlete erişir. Hakk Teâlâ bu kişinin bahtını açarak talihini ona yaver kılar, ona verdiği akıl ve fikirle eli altındakileri layıkıyla istihdam eder, onları başarılı olabilecekleri makam ve mevkie yerleştirir. Halk arasından hizmetkârlarını ve adamlarını tek tek seçerek her birine birtakım rütbeler, mertebeler verir. Din ve dünya meselelerine kifayetlerinde onlara güvenir. Sağladığı adalet sayesinde hayatlarını rahatça idame etsinler diye, itaat yolunu yol bilen ve kendi işleriyle meşgul olan tebayı sıkıntılara karşı kollar.

Ve dahi hizmetkâr ve atanmışların birinden yakışıksız bir davranış yahut bir yolsuzluk sadır olur da bu kişinin birtakım yaptırımlar, kınamalar ve öğütlerle yola gelmesi ve gaflet uykusundan uyanması durumunda görevinde devamı sağlanır; yok eğer uyanmazsa görevine derhal son verilerek, yerine o makama layık birisi tayin edilir. Ve dahi nankör olan ve huzurun kadr ü kıymetini bilmeyen, içlerinde ihanet tasarlayıp isyankârlık gösteren, haddi olmayan işlere burunlarını sokan kimseler hak ettikleri ölçüde paylanarak, hak ettikleri ölçüde cezalandırılırlar ve dahi; ola ki yaptıklarından vazgeçerler diye bağışlama kapısı her daim açık tutulur. (s. 12)

HAYATİ TEK: Düzenin sağlanması sadece idari tedbirler yeterli olur mu?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Öte yandan hükümdar cihanı bayındır kılar. Taşradan yeraltı suları için kanallar açar; ırmaklara yataklar yaptırır, büyük suların akışı için köprüler inşa eder, yerleşim birimlerini düzenler, tarlaları ekime elverişli kılar, surları yükseltir, yeni şehirler kurar, yüksek yapılar ve görkemli meskenler tesis eder, ana ve işlek yollarda konaklar bina eder; ilim taliplileri için medreselerin inşasını buyurur. Böylece bu kubbede hoş bir seda baki bırakır; kazandığı duaların sevabına da diğer cihanda nail olur. (s. 12)

HAYATİ TEK: Saltanatlarının devamı için hükümdarlar nasıl bir yol izlemelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahlara şanı yüce Hakk Teâlâ’nın rızasını gözetmek gerektir. Hakk Teâlâ rızası halka yapılan ihsan ve onlar arasında yaygınlaştırılan lütuf ile sağlanır. Tabanın hayır duası daimi olunca o memleket ayakta kalır ve her geçen gün gelişir. Ol melik, ol devr-ü devletten nimetlenir ve bu cihanda iyi bir nam, öte cihanda kurtuluşa ererek vereceği hesap pek kolay olur. Nitekim atalar demişlerdir ki: “Saltanat küfür ile devam bulur; amma zulüm ve gaddarlıkla paydâr kalmaz.”

Peygamber efendimizden şöylece nakledilir ki: “Bu cihanda halka idarecilik yapanlar, mahşer günü huzura elleri bağlı getirilirler. Şayet adil imiş ise, adalet onun ellerini çözüverir ve cennete ulaştırır; yok eğer zalim imiş ise zulmü ellerini bağlar ve elleri boynundan zincire vurulmuş bir şekilde onu cehenneme götürür.” (s.15)

HAYATİ TEK: Bu kapsamda hükümdarlara ne tavsiye edersiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Âlemin efendisi, saltanatı hep süresi şunu kesinlikle bellemelidir ki, o büyük gün, hükmettiği halka dair bizatihi kendisi hesap verecektir; bu hesabı başka birine havale etmesi söz konusu olmayacaktır. Mademki hal böyleyken böyledir, bu büyük meseleyi başkasına bırakmasa gerektir. Halkın işlerinden gafil olmasa gerektir. Elinden geldiğince, gizliden yahut açıktan halkla hemhal olması, halka kıyan elleri kırıp zalimlerin zulmünden halkı muhafaza etmesi sonucu gelecek bereket onun hükümet çağlarına dokunur inşaallâhu Teâlâ. (s.16)

HAYATİ TEK: Hükümdarların halkla münasebeti nasıl olmalıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahın haftada iki gün divan-ı mezâlime oturup, mazlumun hakkını zalimden alarak ona vermesi, konuyu aracısız bir şekilde tebaadan bizzat kendisinin dinleyip ona hükmetmesi gerektir. Nispeten önemli olanlar yazılı olarak kendisine arz edilmeli ve hükümdar bu meselelerin her birinin neticelerini de kâtiplere yazdırması lazımdır. Cihan hükümdarının haftada iki gün haksızlığa ve gadre uğrayanları huzuruna çağırıp onları bizzat kendisinin dinlediği haberi memlekette yayılınca zalimler dehşete kapılır, ayaklarını denk alırlar ve cezaya çarptırılma korkusundan ötürü hiç kimsenin haksızlık ve yolsuzluk yapmaya gözü kesmez. (s. 17)

HAYATİ TEK: Mali konular ve haksızlığa uğrayan insanların hak arama mücadelesi her devrin kritik konularından biridir. Özellikle vergi konusundaki görüşlerinizi almak isteriz.

NİZAMÜ’L-MÜLK: Görevlerini icra eden memurlara Allah’ın kullarına kibar davranmaları, aldıkları haraç ve öşürü nezaketle istemeleri, mahsullerini toplamadıkları sürece onlardan mal talep etmemeleri gerektiği salık verilmelidir. (s. 27)

HAYATİ TEK: Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Çünkü tahsildarlar vaktinden evvel mal isterler ise reaya elindekini yarı fiyatına satmak zorunda kalır; zahmete sokulur. Bu durumda o işten zarar eden halk perişan ve avare olur. Ve dahi, raiyyetten öküz ve tohuma muhtaç olacak kadar fakr u zarurete düşen olursa yerinden yurdundan cüda düşmesin, günlerini huzur içinde geçirsin diye vergi memurlarına, böylelerine ödünç vermeleri ve işini kolaylaştırmaları salık verilmelidir. Padişah sürekli tahsildarları denetlemeli, onlara nezaret etmelidir. (s.27)

HAYATİ TEK: Suistimal durumunda ne yapılmalıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Cihanın ve hazinenin dört başı mamur, kendi ömrünün uzun olması için padişah, memurlar kanunlara mugayir davrandıklarında yahut raiyyetten gerektiğinden fazla bir şeyler aldıklarında alınan şeyi sahibine iade ederek, alan kişiyi diğer memurlara ibret olsun da aynı yolsuzluğu yapmasınlar diye derhal azledip uzaklaştırmalıdır. (s. 28)

Görevlerini noksansız yerine getirip getirmediklerini görmek için padişahın vezirleri ve mutemetleri gizlice sürekli denetlemesi lazımdır. Padişahın ve memleketin esenlik yahut kargaşası onlara bağlıdır. Vezir iyi tabiatlı biriyse o memleket kalkınır, ordu ve reaya hoşnut ve huzurlu, padişah ise kaygılardan azade olur. Vezir şirret birisi ise memlekete telafi ve tedavisi imkânsız hasarlar verir ve bu sebeple padişahın gönlü daralır, zihni bulanır ve memlekette karışıklıklar zuhur eder. (s. 29)

Binaenaleyh padişah her daim memurların ne yapıp eylediklerinden haberdar olup tuttukları yolları, törelerini yörelerini iyi bellese, bir kanunsuzlukları yahut haddi aşmaları durumunda bir dem görevde tutmayıp derhal azletse ve işledikleri cürüm mesabesinde, diğerlerine gözdağı vermek için, onları cezalandırsa gerektir. Ceza korkusundan ötürü hiç kimse içinde padişaha karşı en ufak kötü bir niyet besleyemez. Padişah mühim bir iş verdiği kişiye, haberi olmaksızın, hal ve hareketlerini teftiş için bir gözcü tayin etse gerektir. (s. 38)

HAYATİ TEK: Devlet yönetiminde adalet, sizin de sıklıkla işaret ettiğiniz gibi mühim bir konu. Dönemin yargıçları olan kadılar nasıl bir tutum içerisinde bulunmalı? Ondan önce kadı olarak görevlendirilecek kişiler ne gibi özellikler taşımalıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Vazife; onlardan âlim, zahit ve halkın malında gözü olmayanlara teslim edilerek gönlünün harama meyletmemesi için ihtiyaçları olduğu miktarda maaşa bağlanmaları icap eder. (s. 53)

HAYATİ TEK: Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Zira bu, muazzam derecede hassas ve önemli bir noktadır. Çünkü onlar Müslümanların canlarından ve mallarından mesul kılınmış kişilerdir. İster cahilane ister kasten yahut tabiatları gereğince bir hüküm yahut fetva verdikleri vakit diğer kadıların verilmiş yanlış karara şerh düşüp padişaha iletmeleri, söz konusu hâkimin de azledilerek cezalandırılması gerektir. Görevli memurların kadıya hürmette kusur etmemeleri, saray içinde kadıyı muteber ve aziz tutmaları gerektir. (s. 53)

HAYATİ TEK: Kadıların itibarı niçin bu kadar önemlidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Peygamber aleyhissalatu vesselam: “Adalet dünyanın izzeti ve sultanın gücüdür.” buyurur. Adalet, ordu ve reayanın selameti, iyiliğin mihenk taşıdır. Nitekim Tanrı azze ve celle buyurur ki: “Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. (Rahman suresi; 7)”

Yani adaletten daha hayırlı bir şey yoktur.

Cenabı Hakk başka bir ayette şöyle buyurur: “Allah Kitabı hak ve ölçü ile indirmiştir. (Şura suresi; 17)”

Hükümdarlığa en çok yaraşan kişi kalbinde adaleti barındırıp; hanesinde dindarların ve âlimlerin huzur içinde kaldıkları, adamlarının Allah korkusu taşıyan Müslüman ve vicdanlı oldukları kişidir.

Hükümdarlar halkın arasında adalet ve huzuru temin için hadiseleri sıhhatli bir biçimde nakletsinler diye kötülük eylemekten şiddetle sakınan, kalbinde Allah korkusu taşıyan, gönlünde ihanet beslemeyen kişileri memleket işlerine koşmuşlardır. (s. 64)

HAYATİ TEK:  Peki hükümdarlar ülkesinde neler olup bittiğini, kadının doğru iş yapıp yapmadığını nasıl kontrol edecekler?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Yanı başında yahut uzağında kalmış ordu ve raiyyetin durumlarını araştırıp onlardan haberdar olmak padişahlığın gereklerindendir. Hükümdar böyle yapmaz ise şanına noksan gelir ve halk bunu onun gafil, ihmalkâr ve gaddar biri olduğuna yorarak; “Memlekette yolsuzluk, bozgunculuğun alıp başım gitmesi padişahın umurunda değil.” der. Şayet padişah olan bitenden haberdar da tedbir almıyorsa zulme rıza gösterip zalimlere ortak olur; yok eğer haberdar değilse ahmak, aymaz kara bir cahildir. Bu iki itham da hoş değildir. Şu halde muhakkak surette bir sahip-habere hacet vardır. (s. 85)

HAYATİ TEK: “Sahip-Haber” tabiri ile “istihbarat elemanlarını” kast ettiğiniz anlaşılıyor. Bu kişilere olan ihtiyaç neden bu kadar önemli?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Cahiliye devrinden İslam’a kadar her asır ve çağda hükümdarların her şehirde hayır olsun şer olsun her meselede malumat sahibi olan bir sahib-haberleri olagelmiştir. Bir şahıs bir tavuk yahut bir saman torbasını gasp etmişse padişah bunu 500 fersahlık mesafeden duyup, gasp edene gazaplanarak cezasını verirdi. Böylece diğerleri padişahın tetikte olduğunu, her yere adamlarını yerleştirdiğini bilirlerdi. Bu adamlar zalimlerin kanunsuz işlerine mani olur, halkın asayişini sağlayıp cihanı abad eylemeye koyulurlar. (s. 85)

HAYATİ TEK: İstihbarat konusuna niçin bu kadar önem veriyorsunuz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Üstünde büyük bir itinayla durulması gereken bu husus, memleketin selamet ve felaketi kendilerine bağlı olduğu için; büyük ölçüde şahsi menfaatleri peşinde koşmayan, hiçbir zan altında bulunmayan ellere, doğrudan padişaha karşı sorumlu dillere ve kalem erbabına tevdi edilmelidir. İşlerini gönül huzuruyla yerine getirebilmeleri için maaş ve aylıkları hazineden temin edilmelidir. Onların kanaatlerini de padişahtan gayrısı bilmemelidir. Böylece padişah vuku bulan bir hadiseden haberdar olarak ferman buyurabilecektir. Hal böyle olunca halk padişaha itaat için can atacak, padişahın gazabından da korkacaktır. Öte yandan hiç kimse padişaha karşı isyan etmeye cüret edemeyecektir. Padişahın sahib-haber ve münhi tayin etmesi onun adalet, teyakkuz ve muhakeme gücünün göstergesi olduğu gibi bu aynı zamanda memleketin bayındır olmasına vesile olur. (s. 86)

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz istihbarat sistemi nasıl yürütülmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Hiçbir şeyin hiçbir surette gizli saklı kalmaması ve vuku bulan yahut ayyuka çıkan bir meseleye anında müdahale için kulaklarına çalınan her şeyi padişaha ulaştıracak tacir, seyyah, sûfî, yoksul, sakatatçı kılığında, dört bir yana casuslar salınmalıdır. (s.101)

HAYATİ TEK: Yönetim işlerindeki kritik konulardan birinin de istişare olduğuna şüphe yoktur. Devlet yöneticileri kimlerle istişare etmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Meselelerde istişare yoluna gitmek kişinin güçlü muhakemesinden ileri gelir. Bir meseleye ilişkin herkesin malumatı olabilir; lâkin birisi konuya daha fazla vâkıf; bir başkasının mevzuyla ilgili bildikleri daha yüzeysel; bir diğeri sahip olduğu ilmi icra etmemişken bir başkası aynı ilmi tatbik ve tecrübe imkânı bulmuş olabilir. (s.  127)

HAYATİ TEK: Nasıl?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Farzı misal bütün ilaçların isimlerini ezbere bilip bir derdin devasını bir kitaptan okuyarak bulan biriyle, envai çeşit ilaçların adlarını bilmenin yanı sıra nice kez onları tecrübe ederek tedavilerde bulunan birisi hiç bir olur mu? Öte yandan dünyanın dört yanına yolculuklarda bulunarak cihanı görme fırsatına daha fazla nail olmuş, feleğin çemberinden geçerek nice işlere koyulmuş birisiyle şuradan şuraya adımını atmamış, özge iller temaşa etmemiş, işlere girişmemiş vasat biriyle kıyas kabul etmez. (s. 127)

HAYATİ TEK: Yani…

NİZAMÜ’L-MÜLK: Buradan hareketle şuna hükmedilir ki: Devlet işlerinde takip edilecek siyaset, âlimler ve cihan görmüşlerle istişare edilerek tespit edilmelidir. Zira birisi kıvrak zekâlı ve basiretli iken bir diğerinin anlayışı kıt olabilir.

Âlimler, “Yalnız başına bir kişinin devlet işleri için izlediği siyaset bir insan kuvvetinde; iki kişininki ise iki insan kudretindedir.” demişler; her halükârda on kişinin kudreti tek bir kişinin gücüne başat gelir. (s. 127)

HAYATİ TEK: Bu kıyaslamayı neye dayanarak yapıyorsunuz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Şuradan kıyas, Ademoğulları arasından Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhissalatu vesselam efendimizden daha âlim bir kişinin gelmediğini cümle âlem kabul eder. Olmuş ve olacak olanı görecek kadar kendisinde var olan o engin ilme; göklerin ve yerlerin, cennet ve cehennemin, levh ü kalemin, arş ü kürsünün ve bu ikisi arasındakilerin kapılarının kendisine açılmasına; Cebrail aleyhisselamın kendisine varıp vahiy getirmesine; olmuş ve olmakta ısrarkâr olanlardan onu haberdar kılmasına; bir böyle nice erdem ve gösterdiği mucizelere rağmen Allahü Teâlâ ona; “Yâ Muhammed, bir işi yapacağında yahut bir meseleyle karşılaştığında dostlarınla istişare eyle” diye buyurmaktadır. (Âli İmran; 153)”

İşte bunlardan ötürüdür ki Hz. Muhammed aleyhisselam istişareye ihtiyaç duyduktan sonra diğer insanların istişare etmemesi söz konusu bile olamaz.

Padişah çetin bir mesele ile karşı karşıya kaldığında bahse konu olan şey ile ilgili akıllarından geçeni belirtmeleri, fikirlerini beyan etmeleri için şeyhler, âlimler ve yârenleri ile istişare eylemeli; ileri sürülen görüşleri karşılaştırarak en doğru olanı benimsemelidir. Meselelere dair istişare eylememek kişinin muhakemeden yoksunluk ve başına buyruk olmaklık alametidir. (s. 128)

HAYATİ TEK: Efendim, dilerseniz biraz da ülkeler arası ilişkiler konusuna değinelim. Bu bağlamda elçilik müessesesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümdarlar elçilere nasıl muamele etmeli?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Elçilere yapılan iyi yahut kötü muamele onları gönderen padişaha yapılmış muamele demektir. Hükümdarlar hiçbir vakit birbirlerine hürmette kusur eylememiş ve elçiye her daim izzet ü ikramda bulunup asla zeval vermemişlerdir. (s. 133)

Eğer bir zaman padişahlar arasında husumet ve muhalefet husule gelirse elçiler her zamanki gibi gelip gitmişler ve kendilerine buyrulan elçilik vazifesini ifa etmişlerdir. Kendilerine her zaman âdet olunduğu şekilde davranılmış, rahatsızlık verecek en ufak bir harekete tevessül edilmemiştir. Nitekim Tanrı azze ve celle Kur’an-ı Mecid’inde bu hususta: “Elçiye düşen doğru haberi iletmekten başka bir şey değildir. (Nur suresi; 54)” diye buyurarak onları incitmenin çirkin bir şey olduğunu buyurmaktadır. (s. 134)

HAYATİ TEK: Elçilerin görev tanımı nasıldır? İki devlet yahut hükümdar arasında ferman taşımak mıdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahlar sanıldığı gibi yekdiğerine elçileri sırf haber ve mektupları iletsinler diye göndermemektedirler. Elçileri yollamakta irili ufaklı yüzlerce niyetleri vardır. (s. 134)

HAYATİ TEK: Nedir o niyetler? Birkaç örnek verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK:  Örneğin ordusunun aşıp aşamayacağını anlamak ve için yolların, geçitlerin ve nehirlerin vaziyetinden haberdar olmak, atların yemleyeceği yerleri tespit etmek, ilgili yere tayin edilen memurların kim olduklarını teşhis, söz konusu padişahın ordusundaki asker sayısını, levazımat ve teçhizatının miktarını, sofra ve meclisinin niteliğini, dergâhının tanzim şeklini, çevgân ve av ile arasının olup olmadığını, huyu suyunu, ihsan ve gayretini, kılık kıyafetini, davranışlarının nasıl olduğunu, zalim yahut adil, genç yahut yaşlı mı olduğunu, illerinin mamur mu bakımsız mı olduğunu, ordusunun kendisinden razı olup olmadığını, raiyyetinin zengin mi fakir mi olduğunu, cimri mi cömert mi olduğunu, işlerde ihmalkâr mı itinalı mı olduğunu, vezirinin liyakati, takvası, sipah-sâlârlarının tecrübeli ve savaş deneyimi geçirmiş olup olmadıklarını, nedimlerinin işlerinin ehli ve hoş-eda olup olmadıklarını, bu padişahın nelerden haz nelerden nefret ettiğini, şarap tesiriyle şen şakrak ve hoş sohbet olup olmadığını, işlerinde dini emirleri gözetip gözetmediğini, şefkat ve himmet sahibi olup olmadığını, şuurlu yahut ebleh olup olmadığını, nüktedan yahut resmi olup olmadığını, oğlanlara mı kadınlara mı düşkün olduğunu öğrenirler. İşte bir gün bu padişaha galebe çalmak, ona muhalefet etmek yahut kusurunu yakalamak arzu ederler ise eksiğinden gediğinden haberdar olduklarından ötürü şehid Alparslan zamanında kulunuzun başına geldiği gibi, ona karşı olan emellerine layıkıyla ulaşırlar. (s. 134)

HAYATİ TEK: Eserinizde “Ordunun katışıksız tek bir ırktan teşkil olması tehlikeler doğurur. Orduda her soydan asker bulunması için çaba sarf edilmelidir.” diyorsunuz. Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK:  Ordusunu Türk, Horasanlı, Arap, Hindû, Gûrî ve Deylemliler gibi her kavim askerden teşkil etmek sultan Mahmud’un uygulamalarından idi. Sefer esnasında her gece nöbete gidecek askerlerin sayısı tespit ve her tayfaya bir mahal tahsis edilir idi. Yekdiğerinden olan korkularından ötürü hiçbir bölük yerlerinden kımıldamaya cüret edemez, birbirlerinin kollayarak uyumazlardı. Hiç kimseye “falanca kavim savaş meydanında pek mülayim” dedirtmemek için her kavim kendi haysiyet ve şerefini korumak maksadıyla en iyisinin kendileri olduğunu ispat için cenk günü dişini tırnağına takardı. Savaşçı erlerin töresi bu minval üzere olduğundan, tamamı yiğitçe, canla başla vuruşur idi. Elleri silahlarına davrandığında düşmanı kahretmeden topukları üstüne gerisingeri dönmezler idi. (s. 143)

HAYATİ TEK: Elbette hükümdarlar hep memleket meseleleriyle uğraşacak değiller. Dinlenmeye, eğlenmeye de ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaçlarını nasıl gidermelidirler?

NİZAMÜ’L-MÜLK:  Padişahın gönlü ancak nedimler sayesinde feraha kavuşur. Padişah eğer ki nedimlerle gönlünce vakit geçirmek, şaka yollu konuşup nükteler anlatma ve mizah yapmayı arzu ederse azametine bir noksan gelmez. Zira zaten nedimler böylesi işler içindir. (s. 172)

HAYATİ TEK: Nedimler nasıl bir tavır içerisinde olmalıdırlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahın devletin ileri gelenleri, sınır muhafızları, Sipah-sâlârlar ile ziyadesiyle düşüp kalkması onları pervasız kılar; bu da onun hükümranlığına halel getirir. Bu minvalde kendisine devlet işi tevdi edilen birine nedimlik buyurmak olmaz; aynı şekilde padişah indinde gördüğü güzel muamele kendisini şımartıp birtakım kanunsuzluklara tevessül ettireceğinden ötürü şahsına nedimlik buyrulan kişiye resmi hiçbir iş tevdi etmek olmaz. Amil her daim padişahtan korkmalı; nedim de pervasız olmalıdır. Eğer ki nedim laubali olmazsa padişah ondan hiç keyif almayarak ruhu sükûn bulmaz. (s. 123)

HAYATİ TEK: Hükümdarların nedimleriyle geçirecekleri vakit konusunda bir tavsiyeniz var mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Padişahla bir araya gelecekleri vakitler belirlenmelidir. Hükümdar destur, izin verdiğinde veya devletin ileri gelenleri meclisten el etek çektiklerinde nedimlerle görüşme sırası gelmiştir. (s. 123)

HAYATİ TEK: Nedim edinmede ne gibi faydalar vardır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedim edinmede birkaç fayda mülahaza edilir. Birisi padişahın can dostu oluşu, diğeri onu gece gündüz kollayan bir muhafız oluşudur. Maazallah bir tehlike baş göstermesi durumunda nedim gözünü kırpmadan bedenini belalara cansiperane kalkan eyler. Bir diğeri, padişah nedimle havadan sudan konuşabilir; aynı zamanda kendilerine iş buyrulduğu ve işleri yapmaya memur kılındıklarından ötürü vezirleri yahut devletin ileri gelenleriyle konuşamayacağı gayri ciddi yahut ciddi birçok meseleyi nedimle paylaşabilir. Faydalı ve pek makbul bir durum olarak padişahlar, nedimlerin her konudan dem vurmalarına; hayır olsun şer olsun nice mevzularda, ayık yahut esrikken vaziyet hakkındaki nükte yollu beyanlarına kulak verirler. (s. 124)

HAYATİ TEK: Nedimler ne gibi özelliklere sahip olmalıdırlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedim asil, erdemli, güleç, itikadı saf, ketum ve giyimi kuşamı şık; kitaplardan, kıssalardan, pek az kişinin bildiği konulardan, mizahi yahut ciddi meselelerden nice şeyi hatırında tutarak onları güzel bir şekilde nakledebilmeli; her daim neşeli, kafadar olup tavla ve satrancı iyi bilmelidir. Baht ya da Rûd çalabiliyor yahut bir pusatı kullanabiliyorsa ne âlâ! (s. 124)

HAYATİ TEK: Nedimler yeri geldiğinde hükümdarlara devlet işlerinde de danışmanlık yapmalı mıdırlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedim padişaha mutabık olur ve olması da elzemdir. Padişah ne der ve eyler ise nedime “çok yaşa” ve “ bravo” demek düşer. Padişahların pek ağrına gidip hışımlarına neden olacağından ötürü nedim padişaha “bunu yap şunu yapma” gibi talimatlarda bulunmamalıdır. Bütün işler hakkıyla yürüsün diye, eğlenceye, seyrana, dostlarla çevrili meclise, şaraba, ava, çevgâna, yemeye içmeye ilişkin ne varsa, zaten bu meselelerle alakalı olduğu için nedimlere danışılarak yapılması en uygunudur. Diğer yandan imaret, harp, taarruz, siyaset, zahire, hediye, makam, sefer; ordu ve reayaya ilişkin her ne var ise böylesi konuların daha salahiyetli olduklarından ötürü vezirler; ekâbir ve devletin ileri gelenleriyle istişare edilmesi evlâdır. (s. 124)

HAYATİ TEK: En ideal nedim kimler arasından seçilmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Nedimin görmüş geçirmiş, cihanın dört yanında bulunmuş ve ululara hizmet etmiş olanları evladır. Halk, padişahın huyunu suyunu nedime kıyasla bilir. Eğer ki nedim geçimli, mülayim, sabırlı, cömert, zarif ve latif biri ise halk padişahın da huyu suyu güzel, tıyneti pir ü pak, seçkin davranışlara sahip biri olduğunu anlar. Öte yandan eğer ki nedim çehresi asık, kibirli, her şeye dudak büken, pinti, ebleh ve mütekebbir biri ise halk padişahın da sütü bozuk, huysuz, hırçın ve çirkin davranışlara sahip biri olduğunu anlar. (s. 124)

HAYATİ TEK: Cömertliğin hükümdarlığın şanından olduğu rivayet edilir. Bu konuda tarihten birkaç örnek verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Allahü Teâlâ İbrahim aleyhisselamdan bulunduğu ikramdan ve misafirperverliğinden ötürü övgüyle söz eder. Hatimi Tai’nin vücuduna cömertlik ve konukseverliğinden dolayı cehennem ateşini haram kıldı. Ayrıca dünya var oldukça onun cömertliği dillere destan olacaktır. Emirül-mü’mînin Ali bin Ebi Talib kerremallahu vechehu namaz kılar iken gelen dilenciye parmağındaki yüzüğü çıkarıp verdiği, nice açı doyurduğu için Hakk Teâlâ kitabında ondan övgüyle bahsetmiştir ve kıyamete kadar onun cömertliği, erliği, gözüpekliği dilden dile dolaşacaktır. (s. 187)

Cihanda cömert olmaktan ve ihsanda bulunmaktan daha iyi bir şey bulunmaz.

Unsûrî şöyle söyler:

Cömertlik üstündür bir nice işten

Cömertlik yadigârdır peygamberden

Bugüne değin cihana kim nam salmış ve salacaksa halka bulunduğu ihsandan ötürüdür. Cimri ve nankörler iki cihanda da kınanmıştır.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Cimriler cennete girmeyeceklerdir.”

İslam devrinde olsun küfür devrinde olsun her dönemde insanlara yardım etmekten daha güzel bir meziyet var olmamıştır. (s. 188)

HAYATİ TEK: Hükümdarların kendilerine şiar edindikleri temel ölçüleri olmalı mıdır? Daha doğrusu, iyi nam bırakmış hükümdarlar nasıl davranmışlardır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: İhtiyarlara ve tecrübeli kimselere ihtiramda bulunup her birisini bir makam ve mevkie yerleştirmek, memleketin selameti için bir kimseyi terfi ederken diğerinin rütbesini düşürmek, yüksek yapılar inşa etmek, başka hanedandan izdivaç yapmak, padişahlık meselelerini iyi kavramak, din işleriyle alakadar olmak, tüm konularda, örneğin bir düşman yahut bir savaş baş gösterdiğinde başarıya ermek için izlenecek siyasetle ilgili âlimlerin, görmüş geçirmişlerin, deneyimli kişilerin görüşlerini alıp onlarla birlik hareket etmek yahut bir harp durumunda gönderilecek savaş elçisinin nice savaşlara katılmış, harpler kazanmış, kaleler zapt etmiş adı dillere destan birisi olmasının yanı sıra, birçok kez bir memleket meselesinde acemi, toy ve çiçeği burnundakiler görevlendirildiğinden dolayı mutlak surette yanlışlıklar yapıldığı için ve daha bu hataya düşülmemesini önlemek maksadıyla onunla birlikte işin ehli birini yollamak ferasetli hükümdarların töresi olagelmiştir. Bu hususta her daim dikkatli olunmasını buyurmak daha evla ve daha güvenlidir: Vallahu a’lem. (s. 215-216)

HAYATİ TEK: Devlet yönetiminde kişiler görevlendirilirken ne gibi hususlara dikkat edilmelidir?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Her devirde feraset sahibi padişahlar ve müteyakkız vezirler işlerinin istikrarı ve uyum içinde olması için iki resmi görevi aynı kişiye; aynı işi de iki ayrı kişiye teklif etmemişlerdir. Nitekim iki ayrı iş aynı kişiye ısmarlandığında teklif edilen iki vazifeden birisi kati surette aksar ve hakkıyla yerine getirilmez. (s. 229)

HAYATİ TEK: Neden?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Çünkü bu kişi birinci vazifesine kendini olabildiğine vererek yoğunlaşacağından ötürü diğer vazifesinde aksamalar meydana gelir; yahut diğer vazifeyi halletmek için itina ile hareket etmeye kalkarsa bu defa birinci vazifesi kusurlu ve yarım yamalak olur. Esasında, dikkat buyrulursa görülecektir ki kendisine iki farklı görevi ifa etmesi buyrulan kişi hem sürekli kabahatli duruma düşerek töhmet altında kalır hem de o işten bir hayır gelmez. Öte yandan kendisine iş buyuran kişi de daima ıstırap içinde kalır.

Dahası her ne zaman aynı kişiye iki farklı görev tevdi edilirse yüksüneceklerinden ötürü işi o buna bu ona yönlendirir.

O takdirde de işten bir netice elde edilmez. Hatta bu hususta bir özdeyiş bile var:

Bir evde varsa dü zen; olmaz o evde düzen

İki avrat varsa süpürülmemiş kalır hane

Hele iki reis varsa hane mane virane

Bir âmile (görevliye) divandan birden fazla vazife buyrulması hükümdarın ihmalkârlığının ve vezirin liyakatsizliğinin göstergesidir. (s. 229)

HAYATİ TEK: “Bir koltuğa iki karpuz sığmaz” derler ama günümüzde çeşitli sebeplerle aynı anda iki hatta daha çok işi yapmak için heveslenenler var… Sizin döneminizde (1070’ler) durum nasıldı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Günümüzde işinin ehli olmadığı halde on vazifeyi birden elinde bulunduran ve hatta başka bir görev çıkarsa rüşvet vermeyi dahi göze alarak onu uhdesine almaya kalkan nice kişiler vardır. Bu kişinin yeterliliğine bakılmaz, kâtiplik, iş idaresi ve ahlakına ya da elinde bulundurduğu bunca işi başarıyla nihayetlendirip nihayetlendiremeyeceğine bakılmaz.

Öte yandan işinin ehli, gayretkeş, liyakatli, takdire şayan, tecrübeli nice kişi atıl bırakılarak bir köşeye atılmıştır. Ne idüğü belirsiz, usul erkân bilmez, kör cahiller nice vazifeyi uhdesine alıp da işinin erbabı, soylu soplu, eline beline diline sahip, özellikle devlete makbul hizmetleri geçmiş, yararlıklar göstermiş dirayetli kimselerin bir kenarda işsiz güçsüz durması akla ziyandır. (s. 230)

HAYATİ TEK:  Devlet yönetiminde uzun yıllar üst düzey hizmet görmüş biri olarak siz nasıl bir yol ve yöntem izlediniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bendeleri her zaman meşguliyeti dindaş, mezhepdaş, soyu sopu belli ve takva ehline buyurmuştur. Şayet işi tevdi ettiğim kişi görevi almakta tereddüt ya da reddederse cebren bu vazifeyi ona yüklerdim. Böylece hem mala ziyan gelmemiş hem reayanın huzuru muhafaza edilmiş; ikta sahibinin ismine halel gelmemiş, mağdur bırakılmamış ve hükümdarın da dirlik ve düzeni temin edilmiş olurdu. Bugün bu töre bozulmuştur. (s. 231)

HAYATİ TEK: Nasıl? Örnek verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Aşağılık bir çıfıtın kethüdalığa ve Türklerin ifa ettiği bir vazifeye getirilmesinde bir beis görülmüyor. Hıristiyan, Mecusî, Râfızî, Harici ve Karmatî bir şahsa vazife tevdi edilmesi gafletin ürünüdür. Demek ki bunlar dinde vurdumduymaz, malda ihmalkâr ve reayaya karşı zalimdirler. Şu bende kem gözlerden korkarak bu devlet işlerinin nereye varacağını kestirememektedir. (s. 231)

HAYATİ TEK: Geçmiş dönemlerden bu konuda göstereceğiniz olumlu örnekler var mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Sultan Mahmud, oğlu Mesud, Sultan Tuğrul ve Alparslan (Allah burhanını aydınlatsın) devirlerinde Gebr olsun, Hıristiyan yahut Râfızî olsun bu tayfadan hiçbiri ne kamuya ait meşguliyetlere bulaşmaya ne de huzura çıkmaya cüret ederlerdi. Türklere kethüdalık yapanlar, tüm mutasarrıflar ve ileri gelenlerin hepsi mezhepleri halis Hanefî ve Şafiî Horasan ahalisinden idi. Hiçbir kâtip ve gulam sapkın mezheplilerin kendilerine yanaşmasına müsaade etmez; hiçbir Türk de onlara vazife verilmesine göz yummayarak; “Bunların alayı Deylemli Râfızî veya onların yardakçılarıdır. Bunların çöreklenmesine ve palazlanmalarına göz yumulursa Türklerin hali harap ve Müslümanların durumu vahim olur. Düşmanı koynumuzda beslemeye gelmez.” derlerdi. Bu sayede huzur içinde yaşarlardı. (s. 231)

HAYATİ TEK: Bugün gelinen noktada durum nasıldır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bugün iş o raddeye varmıştır ki dergâh ve divan bunlarla tıka basa dolmuştur. Her Türk’ün peşine 10, 20 kişi takılmış ve Horasan ehlinden bir kişinin dergâh yahut divanın kapısının önünden geçmesine, oradan bir lokma ekmek yemesine bile tahammül etmemektedirler. Divanda tek bir Horasanlı debir ve mutasarrıf kalmayınca Türkler bu tayfanın şerrini anlayacak ve bendenizin bu sözlerimi hatırlayacaklardır. (s. 231)

HAYATİ TEK: Eskiden nasıldı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Eskiden bir şahıs kethüdalık, ferraşlık yahut rikâbdârlık vazifesi için bir Türk’ün huzuruna vardığında ona hangi şehir ve vilayetten olduğu, hangi mezhep ve millete mensup olduğu sorulurdu. Bu şahıs Hanefî, Şafiî mezhebinden, Horasan ve Sünnî Maveraünnehr ahalisinden ise kabul edilirdi.

Sultan Tuğrul yahut Sultan Alparslan (Allah kabrini nurlandırsın) eğer bir Türk’ün bir Râfızîyi iş için kabul eylediğini işittikleri vakit o Türk’e çıkışırlar ve gazaplanırlardı. İşte sırf bunlardan ötürü onların hükümdarlıkları intizam üzre müreffeh bir seyir takip etmekte, kazasız belasız sürmekteydi. (s. 232)

HAYATİ TEK: Bu konuda Sultan Alparslan’ın aldığı tedbirler konusunda örnek verebilir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bir gün Sultan şehit Alparslan (Allah ruhunu mukaddes kılsın) Erdem’in Hurdabe’yi kâtibi olarak atadığını haber verdiler.

Hükümdar, “Hurdabe Bâtınî mezhebine mensuptur.” sözünden gayetle rahatsız oldu.

Alparslan bir gün sarayda Erdem’e: “Sen benim düşmanım ve saltanatımın hasmı mısın?” dedi.

Erdem yerlere kapanarak: “Aman hükümdarım, bunlar nasıl sözler, ben sizin naçiz bir kulunuzum, bilmiyorum, efendimizin hanedanına hizmette bugüne değin ne kusurum görülmüştür, efendimize bendeliği ve muhabbeti terk etmemişim.” dedi.

Sultan: “O Hurdabe dedikleri, senin kâtibin olan herif Bâtınî mezhebine mensupmuş.” dedi.

Erdem: “Ey efendim o da kim oluyormuş? Hanedanınıza ne zararı dokunabilir; ateş olsa cirmi kadar yer yakar.” dedi. (s. 232)

HAYATİ TEK:  Sultan Alparslan’ın bu cevaba tepkisi ne oldu?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Sultan: “Gidin şu herifi getirin buraya!” dedi.

Gidip onu sultanın huzuruna getirdiler.

Sultan: “Sen Bâtınîsin ve Bağdat halifesinin hak olmadığını söylüyormuşsun.” dedi.

Hurdabe: “Efendim, bendeniz Bâtınî değil Şiîyim.” dedi.

Sultan; “Gidi kaltağın evladı! Sanki Rafızîlik matah bir şeymiş gibi Bâtınî değil Râfızîyim diyorsun! Her iki tayfaya da lanet olsun!” dedi.

Onu huzurdan karga tulumba kapı dışarı ettiler.

Sultan daha sonra huzurdaki büyüklere dönerek şöyle dedi:

“Suç bu herifin değil, böyle sapkınları istihdam eden Erdem’indir. Size bin kere söyledim, siz Türk’sünüz, Horasan ve Maveraünnehir ehlindensiniz. Yani buralara yabancısınız. Ben bu vilayeti kılıç çalarak, güç kullanarak zapt ettim. Irak ahalisinin kahir ekseriyetinin mezhepleri sapkın ve hak değildir; itikatları bozuk ve Deylem yandaşlarıdırlar. Türkler ve Deylemler arasındaki husumetin kökleri eskiye dayanmaktadır. Tanrı azze ve celle Türkleri Deylemlere hükmettiklerinden ötürü aziz kılmıştır. Tanrı azze ve cellenin tevfikiyle Türkler Müslüman ve itikatları pir ü paktır; lâkin onlar bir kuru heves peşinde, bidat ve sapkın mezheplere mensupturlar. Türkler karşısında bir etkinlik gösteremedikleri zaman Türkleri sever, sayar, itaatkârlık gösterirler; Türkler zayıflamaya yüz tutup onlar güç kazanmaya başladıklarında Türklerin işlerine köstek olmaya kalkarlar; işlerin aksaması için ellerinden yaparlar.”

HAYATİ TEK: Konu böylece kapandı mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Daha sonra sultan 200 miskal miktarınca at kılı getirmelerini emretti. Aralarından bir kılı çekerek Erdem’e: “Bunu kopar!” dedi. Erdem at kılını tutarak koparıverdi. Sultan ona beş at kılı daha verdi. Erdem onları da kopardı. Daha sonra on at kılı verdi erdem onları da bir hamlede koparıverdi.

Sultan daha sonra ferraşa at kıllarından üç gez miktarınca örüp getirmesini emretti. Ferraşın ördüğü bu kılları sultan Erdem’e uzatarak koparmasını istedi. Erdem her ne kadar var gücüyle koparmaya çabaladıysa da koparamadı. (s. 233)

Bunun üzerine sultan:

“İşte düşman aynen böyledir. Birer, ikişer, beşer olunca kolay görünür; lâkin sayıları artıp birbirlerine arka vermeye başladıkları zaman onları yerlerinden sökmek güç olur. Bu da Erdem’in ‘Ateş olsa cirmi kadar yer yakar’ sözüne cevap olsun. Bunlar böyle birer birer Türklerin arasına sızar, önemli makamları ele geçirerek Türklerin ne yapıp eylediklerinden haberdar olduklarında kısa bir müddet içinde Irak’ta isyanlar baş gösterir; yahut Deylemler memlekete kastederler. Bunlar da gizlice yahut alenen onlarla işbirliğine girerek Türkleri helak etmeye azmederler. Sen Türk olduğun için işlerinde bir aksama meydana gelmesin diye askerinin de Horasan’dan olması; kethüdanın, hizmetkârının cümlesinin Horasan’dan olması icap eder. Hükümdarının hasmının sana yanaşmasına müsaade edersen hem kendine hem hükümdara ihanet içindesin demektir. Gerçi kendine ne istiyorsan yaparsın; lâkin hükümdara ihanet etmeniz yakışık almaz. Sizin değil, benim sizin üzerinize titremem gerek. Allah-ü Teâlâ sizi benim üzerime değil, beni sizin üzerinize serdar kılmıştır. Şunu iyi belleyin ki padişahın düşmanlarına muhabbet besleyen, padişahın düşmanlarına dâhil olur ve bozguncular ve çapulcularla dostluk kuran onlardandır.”

Sultan bu sözleri sarf ettiği esnada İmam Muşattab ve Kadı Levker de huzurda bulunmaktaydılar.

Sultan yüzünü onlara dönerek: “Bahse konu eylediğim husus hakkında sizin kanaatiniz nedir?” dedi.

Onlar: “Cihan sultanı, Tanrı ve elçisinin Râfızîler, Mübtedi’ler, Bâtınîler ve ehl-i zimmete ilişkin söylediklerinin aynını söyler.” (s. 234)

HAYATİ TEK: Meseleyi toparlamak gerekirse özetle ne tavsiye edersiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Demek ki ne idüğü belirsizlere, soysuzlara, faziletsizlere görev tevdi ederken namlılar, fazilet sahipleri ve üstün vasıflı kişileri bir kenara atıp zayi etmek yahut aynı şahsı beş altı vazifeyle birden görevlendirirken nitelikli birisine bir meşguliyet bile ısmarlanmamak cehalet ve liyakatsizlik göstergesidir. Vezirin kifayetli ve âlim olduğu mülk ve devlete zeval gelmemesinden, hükümdarın işlerinin fesada uğramasını arzu etmemesine düşkünlüğünden anlaşılır. Bir kişiye on vazife verip geri kalan dokuz kişiyi işsiz güçsüz bıraktıklarından memlekette işsiz güçsüz atıl insanların sayısı, çalışanların ve varlıklı insanların sayısından fazla olur. (s. 238)

Öte yandan ilim irfan ehli, mürüvvet sahiplerinin evlatları ve şerefli birtakım kimselerin ihtiyaçlarını, beytülmalden hak ettiklerini devamlı şekilde teslim etmek gerekir. (s. 240)

HAYATİ TEK: Onlar ihmal mi ediliyorlar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Onlara ne görev teklif edilmekte ne de sürekli biçimde hakkıyla onlarla ilgilenilmektedir. Onlar mahrum bırakılıp ve devletten paylarına düşeni alamadıklarında, hükümdarın hizmetkârlarının gafil oldukları bir zaman çatar ve bu kişilerin haklarının teslim edilmediğinden padişah haberdar kılınmaz, bunlara bir meşguliyet verilmez, âlimlere ve ulu kimselere maaş ve maişetleri ulaştırılmaz, bu cemaat devlette bütün umutlarını keser ve devlet hakkında kötü emeller beslerler; sonra zaruret halinde âmil, kâtip ve padişahın yakın çevresinde gördükleri kusurları ifşa ederler, bunları padişahın kulağına eriştirirler, padişahın eseflenmesine neden olurlar. İçlerinde kerli ferli olan varsa kargaşa çıkararak padişahın hiddetlenmesine ve böylelikle memleketin fitne ortamına sürüklenmesine sebep olur.” (s. 240)

HAYATİ TEK: Bu olumsuz sonuçlar için göstereceğiniz bir örnek var mı tarihten?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Fahru’devle devrinde kâtipler işsiz güçsüz kaldıkları zaman benzer bir durum oluşmuştu.” (s. 240)

HAYATİ TEK: Anladım. Peki, devlette görev almamalarını tavsiye ettiğiniz bu isyankâr tabiatlı kişilerle nasıl mücadele edilmeli?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Âdem-i safî aleyhissalatu vesselamdan bu yana her asır ve çağda dünyanın her yöresinde Hariciler (isyancılar) olagelmiştir. Hükümdarlar ve peygamberlere onlardan daha uğursuz, daha habis, daha sapık bir güruh musallat olmamıştır. Karanlık mahfillerde memleketin yıkımı için çirkin şeyler tasarlayarak din ve devletin yıkılması için gayret ederler. Allah yazdıysa bozsun, bu muazzam devlete göklerden bir bela çatacak olsa bu köpekler inlerinden çıkıp isyan etmek, Şiîlik davası gütmek için kulaklarını fitneye, gözlerini orduya dikmişlerdir. Bunların kahir çoğunluğu Râfızîlerden ve Hurreme-din taraftarlarından güç ve destek alarak ellerinden gelen şer, fesat, katliam, sapıklığı artlarına koymazlar. Bunlar sözde Müslüman, özde kâfirdirler. İçleriyle dış görünüşleri, hâlleriyle kâlleri birbirine taban tabana zıt olan bu tayfadan Muhammed Mustafa aleyhisselamın dinine daha beter düşman yoktur. (S. 267)

HAYATİ TEK: Siz bu konularda Sultan Melikşah’ı elbette uyarmışsınızdır?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bendeniz birtakım şeyleri faş etmeye kalksa yer yerinden oynar! Lâkin onların beyanları yüzünden cihanın efendisi (mülkü daim olsun) şu bendeden rahatsızlık hissetmişlerdir. Öte yandan benim hakkımda ileri geri konuşup beni kötüledikleri için bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim. (s. 268)

HAYATİ TEK: Ne gibi propagandalar yaptılar?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Hükümdarı mala düşkün, hırs sahibi, beni de art niyetli olarak ilan ettiler. (s. 268)

HAYATİ TEK: Siz yine de ikaz etseniz…

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bu şartlarda bendenizin öğütleri çok makul görünmeyecektir. Bendenizin ebedi âleme göç etmesinin ardından cihan sultanı onların desise, ihanet ve çirkin işlerinin farkına varacaktır. İşte o zaman şu bendenizin size olan muhabbet ve şefkatini; bu güruhun devlet hakkındaki emel ve karanlık düşüncelerinden bendenin bihaber olmayıp, bunları ifşa ederek haşmetmeaplarının yüksek görüşlerine sunduğunu anlayacaklar. (s. 269)

HAYATİ TEK:  Önerilerinizin kabul görmediği anlaşılıyor.  Neden tekrar ikaz etmediniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Bendenin bu husustaki sözlerine itibar edilmeyip inanılmadığı görülünce bendeniz bunları tekrar etmekte bir fayda görmedi. (s. 268)

HAYATİ TEK: Anladım. Lakin siz yine de sonraki nesilleri ikaz babında “uğursuz, habis, sapık bir güruh” olarak nitelendirdiğiniz kişilerin nerelerde toplandıklarına dair kısaca bilgi verir misiniz?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Halep ve Mısır’da İsmailî; Kum, Kâşân, Taberistan ve Zebzvâr’da Şiî; Bağdat, Maveraünnehr, Gazne’de Karmatî; Kûfe’de Mübârekî; Basra’da Revendî ve Burkaî; Gürgan’da Muhammiri; Şam’da Mubayza; Mağrib’de Saîdî; Lahsa ve Bahreyn’de Cinânî; İsfahan’da Bâtınî (kendilerine de Talîmî derler) olarak adlandırılmışlardır. Bunların mevzusu epey uzundur; onların tek davası Müslümanlığın köklerini nasıl kuruturuz ve halkı ne şekilde saptırabilir ve doğru yoldan çıkarabilirizden başka bir şey değildir. Vallahu a’lem! (s. 325)

HAYATİ TEK: Efendim, böylece söyleşimizi tamamlamış olduk. Son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

NİZAMÜ’L-MÜLK: Muhammed sallallahu aleyhissalatu vesselam şöyle buyuruyor:

“Allah’ın kullarını incitmesin ve dertleriyle dertlensinler diye salihlere, takva sahiplerine ve doğru işlerde bulunan insanlara vazife teklif edilmelidir; gönlünde Allah’a ve resulüne garez besleyen birisinin Müslümanların başına getirilmesi hıyanet etmek demektir.”

Bu cihan iyi olanın iyi, kötü olanın kötü anıldığı bir garip şahlar defteridir. (s. 342)

Cihanın halini sorar idim âlimden

Dedi ya uykudur ya yeldir ya efsane

Dedim o huzura ne vakit erer gönül söyle

Dedi ya hayal ya sarhoş ya çılgındır. (s. 346)

KAYNAK: Nizamü’l-Mülk; Siyasetname, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2009.