Adnan İslamoğulları – Hayati Tek https://hayatitek.com Wed, 25 Aug 2021 14:47:05 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Adnan İslamoğulları – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 YUSUF KUYU’DAN ÇIKABİLECEK Mİ? https://hayatitek.com/kuyu/ Wed, 25 Aug 2021 12:44:52 +0000 http://hayatitek.com/?p=5094 HAYATİ TEK

Adnan İslamoğulları’nın “Kuyu” romanındaki Yusuf’tan söz ediyorum.

Hakkında konuşulmamak üzere adeta suskunluk yemini edilmiş bir dönemi temsilen seçilen doğru karakterleri, merak hissini sürekli canlı tutan olay örgüsü, şahane tasvirleri ve musikili üslubuyla fark oluşturan bu başarılı eserin satırlarında gezindikçe bir duygudan ötekine savrulduğumu itiraf etmeliyim.

Hüzün, tebessüm, kızgınlık, hayal kırıklığı, umut, hayıflanma ve diğerleri, yer yer yanaklarımdan süzülen gözyaşlarımın açtığı dere yataklarında usulca ilerleyerek özeleştiri ırmağında buluştular.

Sayfalar ilerledikçe debisi artan, bir “sağa” bir “sola” vurarak menderesler çizen özeleştiri ırmağının bir düşünce denizinde durulacağını daha en başından seziyordum, ancak o denizin bir anda dipsiz bir okyanusa dönüşeceğini nereden bilebilirdim?

Bir sol örgüt içine sızarak, atalarından tevarüs ettiği bir yazgıyı bütün risk ve heyecanıyla yaşayan Ülkücü Yusuf Sancaktar’ın maceralı hayatı, 1970’ler Türkiye’sini yangın yerine çeviren, etkileri hâlâ devam etmekte olan devasa bir sosyal travmanın ibretlik yansımalarıyla dolu.

Başarıyla işlenen olaylar örgüsü, yakın tarihimizin en kritik dönemlerinden birine ışık tutuyor. Kimi zaman sadece adı, kimi zamansa ne adı ne de soyadı zikredilen gerçek kişilerin ayrı bir gizem kattığı eser, yeri geldikçe bahsi geçen Ülkücü şehitlerin hatıralarıyla okuru bambaşka bir iklime sürüklüyor.

Başkarakter Yusuf ile çocukluk aşkı Defne arasında Bursa’da başlayıp İzmir’de devam eden fırtınalı gönül ilişkisi; girdiği sol örgütte tanıştığı ve çok yakınlaştığı Ender Kolcu’nun kız kardeşi Neşide’nin içten içe onu sevmesi ama bir türlü açılamaması…

Devlet umuru görmüş, nice acılar çekmiş, “memleketin selameti” ile “oğlunun canı” arasında kalmış, üstelik eşini kaybetmiş Nilüfer Hanım’ın, hayatına mal olabilecek tehlikeli bir görev üstlenen oğlu Yusuf’la olan imrenilecek ilişkileri…

Cami imamı kisvesi altında görev yapan ancak kökü yüzyıllar öncesine uzanan gizli millî yapının en önemli aktörlerinden biri olarak nice hayati meseleleri çözen Mehmet Selim Efendi’nin, Paris’te tanışıp gönlünü kaptırdığı Madam Eugenie ile zoraki ayrılığı…

Duygusal yoğunluğun zirve yaptığı bu bahisler, bir yandan Kuyu’nun derinliğine derinlik katarken, öte yandan okurun yüreğinde kâh bahar tomurcukları açtırıyor kâh hazan yaprakları döktürüyor.

Eserde fazlaca rol verilen kadın karakterlerin her birinin çok özel vasıflara sahip olmaları, özellikle Yusuf’un annesi Nilüfer Hanım ile Ender’in annesi Münevver Hanım’ın “aydın kadın” kimlikleriyle bir adım öne çıkmaları, ülkeyi iç savaşa sürükleyen terörün tahrip ettiği bağların kadın eliyle nasıl onarılabileceğini belgesel tadında anlatıyor.

Bu iki güçlü anne figürünün ailelerini toparlamada üstlendikleri roller, kalite kokan tavırları, yaşadıkları yuvayla nasıl özel bir hukuk geliştirdiklerini resmeden mekân tasvirlerine ustalıkla yerleştirilmiş detaylar, hem aile kurumunun önemine işaret ediyor hem de kültürel bir seviyenin altını çiziyor. İster sağ ister sol görüşlü olsunlar, güngörmüş ailelerin medenî ve şehirli yönlerine vurgu yapıyor.

Bu vurgu sadece “aydın kadınlar” üzerinden değil, aynı zamanda bizzat Mehmet Selim Efendi ve onun etrafında kümelenen karakterlerde de karşımıza çıkıyor: Ağabey, Antikacı Salih Efendi, Nilüfer Sancaktar, Yusuf Sancaktar, Bayan Eugenie…

Romanın başlangıç bölümlerinde sıkça karşılaştığımız “Ağabey” ile olay örgüsünde kendisine neredeyse hiç yer verilmeyen “Başkan” karakterlerinin konumları, aldıkları riskler, devlete bakışları ve fedakârlıkları, ihtişamlı bir “ahde vefa örneği” gibi parıldıyor.

Küresel bir senaryonun Türkiye’deki dehşet verici sonuçlarının aktörü durumundaki ideolojik kesimlerin, özellikle de karşıt grupları temsil eden Ülkücü ve Devrimcilerin canlarını ortaya koyarken önceledikleri amaçları, kendileri açısından vatansever olan her iki kesimi kullanmak isteyen güçlerin başvurduğu yol ve yöntemler, yer yer Emine Işınsu’nun Sancı romanını akla getiriyor. Sancı’daki profesörün yerini Kuyu’da bir istihbarat albayı, profesörün kızı Leyla’nın yerini ise albayın kızı Defne alıyor.

Galip Erdem’in ülkücüler hakkında yaptığı, “Ülkücüler, Ülkücü geçinenler, Ülkücülükten geçinenler.” tasnifi, İzmir’deki bir sol örgütte ete kemiğe bürünüyor. Roman, bir ideolojik hareketin, özellikle sol örgütlerin yüzlerce hatta binlerce genci nasıl olup da ölüme sürükleyebildiğini; kimi şahsî kaygı ve beklentilerin, uğruna can verilen bir davanın önüne nasıl geçebildiğini de örnekler üzerinden aktarıyor.

Orta alt gelir grubuna dâhil, geleneksel Anadolu insanı kimliğiyle yetişen, üniversite okumak üzere büyük şehirlere gelen gençlerin örgütlerce nasıl ikna edildiği yahut kandırıldığına dair ipuçları da veren romana ustalıkla yedirilmiş olan “evrensel insanî değerlere sahip çıkma” hassasiyeti, özellikle Yusuf’un kendisi ve davası hakkında yaptığı özeleştiri bölümlerinin hâkim rengini oluşturuyor.

“Her sol örgütün lider kadrosunda en az iki devlet görevlisi bulunduğu” vurgusu, bir yandan romandaki “devrimcilik oyunu” ve “ihtilalcilik oyunu” kavramlarına hayat verirken, öte yandan devletin bekası uğruna, binlerce genci birbirine kırdırmak dâhil, her şeyi mubah gören bir anlayışın toplumların başına ne gibi gaileler açabileceğini de gözler önüne seriyor.

Yusuf’un iç yolculuğu sırasında sıkça kendisine sorduğu, haddini aşma pahasına zaman zaman Mehmet Selim Efendi’ye de yönelttiği ve fakat pek azına cevap alabildiği sorular, eserin yazılış gayesi hakkında okura yol gösteriyor.

Sancı’daki Bulgar KGB Ajanı Bakof’a benzer bir karaktere yer verilmemiş olsa da sol örgütlerin millî görüntüsünün arka planındaki “dış mihrak” unsuru, romanda kendisine kuvvetli bir yer buluyor. Abdi İpekçi ve Gün Sazak cinayetlerine yönelik değerlendirmeler, konunun bu yönüne dikkat çekiyor.

Üzerindeki sır perdesi hâlâ aralanmamış bir trafik kazası sonucu 1972 yılında kaybettiğimiz Dündar Taşer’in “fenafiddevle” kavramıyla tanımladığı vatanseverlik anlayışı, romanın son bölümüne damgasını vuruyor.

Devlet olgusunun enine boyuna tartışıldığı bu bölümde; devletin Tanrı gücüne dayandığına inanan Oğuz Kağan’dan “Zamanı Tanrı yaşar.” diyen Bilge Kağan’a, “Allah, Vatan, Namus, İttihat” kavramlarını bayraklaştıran İttihat Terakki’den 1980’lere kadar devam eden “Devlet, Tanrı kadar ve Tanrı gibi ebedî.” anlayışının mağdur ve müftehir mümessillerinin Ülkücüler olduğu mesajı veriliyor.

Kadim Türk tarihinin kırılma noktalarının hatırlatıldığı, cumhuriyetimizin kuruluş dönemi sancıları ve demokrasiye geçiş sürecinde yaşadığımız sıkıntıların dile getirildiği bölümde; Mehmet Selim Efendi’nin dudaklarından dökülen, “Bize biçilen yazgı değişmez evladım, fenafiddevle kanla yazılır.” sözü, Ülkücülerin 70’lerdeki duruşunun ilham kaynağına işaret ediyor. Şehit Ülkücüler, “yaşatmanın destanını ölerek yazan” Kür Şad’ın 20’nci yüzyıldaki temsilcileri olarak, okurun bilinçaltına havale ediliyor. “İttihatçılar ölse de İttihatçılık ölmez.” düsturuyla özdeşleştirilen “fenafiddevle” anlayışının, Türk milliyetçilerinin temel varlık sebebi olmaya yarınlarda da devam edeceği tezi işleniyor.

Mehmet Selim Efendi ile Yusuf’un son görüşmeleri sırasında yaptıkları tahlil ve tespitler, Türk milliyetçilerinin devlete bakış açılarının kökeni ve yarınlara uzanan kadim savunma mekanizmaları hakkında sadece tarihî bilgileri aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda meseleye doktriner bir bakış açısı getiriyor.

12 Eylül darbesi ile biteceği sanılan romanın sonundaki “Birinci Cildin Sonu” ibaresi, bu değerli eserin damağımızda kalan tadının en azından bir cilt daha devam edeceği anlamını taşıyor.

İkinci ciltte en merak ettiğim husus, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecimizde İttihatçılığı doğuran, cumhuriyet tarihi boyunca başka suretlerle varlığını sürdüren, 1970’lerde yaşanan felakete rağmen ilk ciltte “temize çıkarılan” devlet algısının, son kırk yılda nasıl bir değişim geçirdiği sorusuna yazarın vereceği cevap olacak. Yusuf’un yaşayacağı heyecan dolu yeni maceralardan ziyade bu konunun nereye varacağını merak ediyorum.

Devlet-Ebed-Müddet prensibi uğruna her şeyini feda etme tavrını kutsallaştıran anlayış, Mehmet Selim Efendi’nin sükûnet ve inancıyla mı yoluna devam edecek yoksa Yusuf’un nereye varacağını henüz kestiremediğimiz sorgulamalarının neticesinde yeni bir şekil mi alacak? Bu önemli soruya verilecek cevabın, ikinci cildin temel konularından birini teşkil edeceği kanaatindeyim.

Kuyu’nun zihnimdeki izdüşümlerini paylaşmaya, kulağıma çalınan “Romanın başkarakteri epeyce abartılmış.” yönündeki eleştiriye cevap vererek devam etmek istiyorum.

Kuyu, her şeyden önce bir roman; bir Ülkücünün günlüğü, görev icabı tuttuğu bir seyir defteri yahut 12 Eylül öncesine dair akademik bir inceleme metni değil.

Edebiyatın gücü, biraz da bazı meseleleri daha görünür kılabilmek gayesiyle gerektiğinde abartıya cevaz vermesinde saklıdır. Yazar, yerine göre bazı konuları abartmalı ki okurun dikkatini ana mesaja çekebilsin.

Bu nedenle, gayet kıvamında bir “abartı” görüyorum Kuyu’da. Fatih’in Fedaisi Kara Murat yahut Rambo’dan çok daha gerçekçi bir kahraman Yusuf Sancaktar…

Üstelik üç nesil boyunca her şeyini devletin bekasına adamış “vasıflı” ve “vazifeli” bir aileye mensup her gencin, biraz gayret ve cesaretle dönüşebileceği kadar “gerçek” bir karakter…

Hatta Yusuf Sancaktar’dan daha abartılı görünen nice destansı kahramanın Ülkücü Hareket safında yer aldığı, konuya vakıf olanlarca malumdur.

Onların hikayeleri de yazılır mı bir gün?

Ketumlukta Mehmet Selim Efendi’yi aratmayan, kendilerinden bahsetmeyi ar kabul eden “ağabeyler” de yazarlar mı yaşadıklarını?

Yazmaları, uğruna kelleyi koltuğa aldıkları “davaya” ne gibi bir faydalar sağlar yahut zararlar verir?

Tarihe tanıklık etmenin yahut bir döneme ışık tutmanın ötesinde sağlam bir “yüzleşme” romanı olan Kuyu, bu yolda atılacak adımlara esin kaynağı olur mu?

Bunu zaman gösterecek.

12 Eylül sonrası Ülkücü Hareketi değerlendirme salahiyetine sahip en yetkin isimlerden biri olarak gördüğüm, musikili üslubuna bayıldığım, kadrosunda yer almakla iftihar ettiğim Bizim Ocak yıllarında kendisiyle yakın çalışma imkânı bulduğum Adnan İslamoğulları ağabeyimin Kuyu romanının ikinci cildini büyük bir merak ve sabırsızlıkla bekliyorum.

]]>
BİZİM OCAK KAPAKLARI https://hayatitek.com/bizim-ocak-kapaklari/ Sun, 21 Jun 2020 23:31:36 +0000 http://hayatitek.com/?p=2262 HAYATİ TEK – Temmuz 1987-Temmuz 1992 tarihleri arasında çıkan 60 nüshasına katkı sunmakla her zaman iftihar ettiğim Bizim Ocak’ın kadrosuna 40’ıncı sayıdan itibaren, kadim dostlarım Servet Avcı ve Hakan Sönmez ile birlikte dâhil oldum. Üçümüz de Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu öğrencisiydik. Daha sonra Basın Yayın başta olmak üzere çeşitli fakültelerden hatta liselerden arkadaşlar da katıldı bu hasbi kervana…

Dergiyi en uzun süre çıkaran kadro alarak beş yıl boyunca emek verdik Ocak’ımıza. Yüksek duygular ve samimi bir gayretle 40’ıncı sayısını 1.500 adet bastığımız Bizim Ocak’ımızı ayda 46.000 tirajına kadar yükselttik. Bu rakam, o dönem şartlarında bir dava dergisi için rekor tirajdı.

Liderimiz Suat Başaran ağabeyimizden muhabirlerimize, yazarlarımızdan çizerlerimize, tasarımcılarımızdan editörlerimize, temsilcilerimizden dağıtım ve paketleme işinde görevli arkadaşlarımıza kadar yüksek bir ideale hizmet etmenin huzur ve şerefiyle bir döneme hem tanıklık hem de müdahale ettik.

Aşağıya, 42 tanesini alabildiğim –diğerleri arşivimde bulunmuyor maalesef- dergi kapaklarından, 1987-1992 döneminin tarihi okumak mümkün. Ve tabii, her kapağın ayrı bir hikâyesi var. Fırsat buldukça o hikâyelerin bir kısmını sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Beş yıllık süre zarfında, -yanılmıyorsam bir tek ay hariç- muntazaman çıktı Bizim Ocak. Toplam 59 kapaktan 43’ünü burada sizlerle paylaşıyorum. Diğer 17 adedini de Bizim Ocak sevdalısı gönüldaşlarımın katkılarıyla tamamlayabileceğimi umut ediyorum.

]]>