Alanya – Hayati Tek https://hayatitek.com Wed, 23 Dec 2020 23:48:05 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Alanya – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 MASAL GİBİ… https://hayatitek.com/masal-gibi/ Sun, 31 May 2020 19:42:06 +0000 http://hayatitek.com/?p=425 HAYATİ TEK –

Oteldeki gösterişli açık büfe yerine Ravza’nın mütevazı çıtır pidelerini tercih ettiği için pişman değildi. Damağını çatlatan lezzetin keyfini çıkara çıkara iskeleye doğru yollandı. Yolun sağını işgal eden kulüp ve barlardan kopan rock ve metal ağırlıklı müzik, rıhtım boyunca sıralanmış gezi teknelerinden yükselen arabesk nağmelere karışıyor, ortaya çıkan kakofoni kafa ütülemekten başka bir işe yaramıyordu. Adımlarını sıklaştırdı.

Gürültüyle arasında kalın bir hayal perdesi çeken kafeteryanın ahşap masasına huzurla oturdu. Tavşankanı çayını usulca yudumlarken derinlere daldığını fark etmedi bile. Nazlı nazlı salınan tekneler arasında bir görünüp bir kaybolan yakamozları izlerken hipnotize olmuştu.

Ailecek Alanya aşığıydılar. Okullar paydos olur olmaz soluğu burada alır, iskelenin arka sokağındaki pansiyona yerleşir, yaz boyunca biriktirdikleri unutulmaz anılarla dönerlerdi Ankara’ya. Şatafatlı Rıhtım Caddesi kayalık sahildi o zamanlar. Kardeşiyle birlikte dans edercesine hoplayıp zıpladıkları kayaların arasından yengeç ve karides toplar, iskeleden çivileme atlar, yüzme yarışı yaparlardı. Turistlerin yeni yeni keşfettiği Alanya’nın nabzı her daim iskelede atsa da belli bir saatten sonra el ayak çekilir, in cin top oynardı. Lokantacılar geceden attıkları oltalara takılan balıkları toplamaya gelirlerdi erkenden.

“Masal gibi” dedi içinden, “Nasıl da güzeldi o günler.”

Kızılkule ile Tersane arasındaki minik kumsal, gizli plajlarıydı. Annelerinin hazırladığı leziz sandviçleri aldıkları gibi buraya koşar, saatlerce çıkmazlardı denizden. Başka yer yokmuş gibi el kadar koya doluşan, yüzenlerin bir altından bir üstünden geçen balıklar haylaz çocuklara özenirlerdi. Üstleri başları buram buram balık tüterdi oraya her gittiklerinde. Pansiyona döndüklerinde kokuyu alan anneleri zümrüt yeşili gözleriyle tatlı sert bakar, hep aynı tepkiyi verirdi: “Doğru banyoya!”

Kayalıklardan topladıkları denizkestanelerini dikkatle temizleyen çocuklar, dikenlerinden kurtulan büyüleyici deniz kabuğunu satabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Ha, bir de deveci vardı. Binenin önce ürktüğü sonra padişah gibi kurulduğu mahfeden etrafı seyre dalmak ne büyük keyifti. Devasa hayvanın üzerine tırmananların gözünde birden küçülürdü her şey. Bazı sokak satıcıları kaktüs yemişlerinin dikenli kabuğunu şaşılacak bir hızla ustaca soyup buza yatırırlardı. Mevsimine göre buzlu badem, dilimlenmiş karpuz, haşlanmış ya da közlenmiş mısır satanlar eksik olmazdı iskelede.

Belediyeden sonrası halk plajıydı. Anneleri, tersanedeki ıssız koy yerine cıvıl cıvıl halk plajına gitmelerini tembihlerdi hep. Biraz daha ileride Oba Çayının Akdeniz’le buluştuğu Alantur mevkiinin masalsı bir havası vardı. Kıyı boyu sazlıkla dolu çayın kenarındaki portakal bahçelerine dalarlardı bazen; saklambaç oynamak ya da balık tutmak için. Ama ille de o portakalların kokusu. Kabuğunu soyarken zerre zerre gökyüzüne kanatlanan o benzersiz kokuyu duydu birden. Hâlâ var mıydı onlardan? Washington şurada dursun bir başkaydı Yafa; tadına, rayihasına doyum olmazdı turunç, kan portakalı ve King mandalinanın. Bir de narenciye bahçelerinin vazgeçilmezi ekşimekler tabii. Sapsarı çiçekleri baharı müjdeler, yiyenin dişini kamaştıran sulu ince gövdeleri iştah açardı.

Pansiyonun biraz yukarısında çınarların arasından tevazu ile yükselen Kuyularönü Camii’nin altındaki bakkaldan kese kâğıdında gramla alınan kaymaklı bisküvilerin lezzeti unutulur mu hiç? Hemen yan dükkândaki Manav Hasan, dalından yenice koparılmış tazecik portakalları oracıkta sıkıp sunardı müşterilerine. Sağır ve dilsiz hediyelik eşya imalatçısı geldi gözlerinin önüne. Su kabaklarını işler, boncuklarla süsler, ışığını takar, gece lambası olarak satardı. Akşamüstleri ailecek yürüyüşe çıktıklarında, kabaktan gece lambalarını görünce Sindirella masalı gelirdi aklına, heyecanlanırdı.

Bugünün aksine gürültüsü patırtısı az, konuşanı çoktu eski Alanya’nın; dile gelirdi dağ, taş, kale, deniz ve balık… Hatta su kabağı bile kendi lisanınca masallar anlatırdı.

]]>
GECENİN SESİ… https://hayatitek.com/gecenin-sesi/ Sun, 31 May 2020 19:01:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=419 HAYATİ TEK –

Yorgun bedeni, mağlup oldu endişelerine… Kaç dakika uyuyabilmişti, onu bile hatırlamıyordu… Saate bakmak yerine, balkona çıkıp yıldızlara sormayı tercih etti…

İşte oradaydılar… Işıl ışıl parlıyorlardı. Solda Kale’nin o muhteşem silueti vardı belli belirsiz; tam karşısında deniz…

Sesler o kadar yakından geliyordu ki, sanki otelin balkonuna vuruyordu dalgalar…

Aman yarabbi! Tam bir resital…

Pırıl pırıl gökyüzü, muhteşem Kale, çeşit çeşit çiçeklerin harmanlandığı nefis mi nefis, temiz mi temiz bir hava ve aşka çağıran dalgalar…

Geceyi düşündü… Sonra kumsalı…

Kendini sahile atmak geldi içinden… Paçalarını sıvayıp, sahile vuran dalgalarla “elim sende” oynamak… Yoruluncaya kadar koştuktan sonra kumsala oturmak, dalga seslerinin ritmik büyüsüne bırakmak kendini…

Dingin gecelerde ne güzel olurdu kumsal… Kumsal ve gece birlikte muhteşemdiler ama güzellik için yeterdi gece… Siyahtı her şeyden önce… Geceleri, simsiyah geceleri severdi öteden beri. Gündüzü daha parlak olurdu… Ya da ona öyle geliyordu… Belki de sadece ona has bir inançtı bu… Parlak gündüzler için gecelerin zifiri karanlık olması temel kuraldı! Her güzelliğin bir bedeli vardı. Aydınlık, daha aydınlık, en aydınlık gündüzlerin bedeli de zifiri karanlık olmalıydı!

Gece miydi asıl sevdiği, yoksa gündüz mü? Gündüzler daha aydınlık olsun diye mi seviyordu en karanlık geceleri? Bir an tereddütte kaldı. Geceyi seçti…

Yıldızlara kaydı gözleri. Dipsiz bir derinliğin içinde nasıl da parlıyorlardı.

Parlak yıldızlara inat sessizliğe bürünen geceyi düşündü; gecenin sessizliğini…

Geceler suspus oturur da, gündüzler haykırır mı hep?

Oysa genellikle gecelerde yaşanmaz mı en acıtıcı, ıstırap verici olaylar? Cinayetler, tecavüzler, ihanetler, hırsızlıklar… Bütün bunlar olur da nasıl sessiz kalır geceler?

Ya kış güneşlerine ne demeli? Pırıl pırıl parlar da gıdım ısıtmaz insanı; sesi soluğu kesilir adeta…

Gökyüzü sadece karla, doluyla, yağmurlarla mı ağlar? Ya kayan yıldızlar… Ne farkları var, dolulardan? Yoksa küçük yıldızlar, büyüklerin gözyaşları mı? Yıldızlar da ağlar mı? Kayan yıldız, sevincinden mi sörf yapar gökyüzünde; yoksa bir kaçış ânı mıdır bu, tüm gerçeklerden? Ve daha önemlisi, neden ara sıra kayarlar? İnsanlara sürpriz yapmak için mi? Neden dilek tutarız o anlarda? Yıldızın niyetini bilmeden niyet tutulur mu hiç? Sevinçten yerinde duramadığından kayıyorsa ne âlâ, mutlaka tutar dileğimiz! Ya kaçmaksa niyeti, bulunduğu yerden… Onca umut ve dilek bir yıldızla birlikte kayıp gidecek mi kara deliğe?

O kahve cezvesi gibi duran var ya… Büyük Ayı mıydı, Küçük Ayı mıydı, neydi adı? Neyin, kimin kahvesini pişiriyor şimdi? Kim için? Söz kahvesi mi yoksa pişirdiği? Belki de keyfinden kaynıyor sadece… Ya da işkembesini tıka basa dolduran biri, sindirsin yediklerini diye… Ya da yediği kazıkları…

Ya Demirkazık yıldızı… Ona laf yok… En harbi yıldız o. Milim şaşmaz bildiği yoldan. Hep doğru yönü gösterir.

Ama o cezve yok mu, o cezve! Kim bilir neler kaynatıyor içinde…

Sahi o da kayar mı ara sıra?

Neyse ne…

Kayan tüm yıldızlar can havliyle haykırırlar…

Ve sessizlik libasını giyinen her gece, gündüzden çok daha gürültülü bence…

]]>