Cumhuriyet – Hayati Tek https://hayatitek.com Mon, 27 Sep 2021 15:08:13 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Cumhuriyet – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 “YENİ OSMANLI” MI DEDİNİZ? https://hayatitek.com/yeni-osmanli/ Mon, 27 Sep 2021 15:05:16 +0000 http://hayatitek.com/?p=5102 HAYATİ TEK –

Hafıza, maziden dersler çıkarmak, günümüzde ölümcül hatalar yapmamak, gelecekte karşılaşılacak muhtemel sıkıntıları kolayca çözebilmek, eh, biraz da hamasi hisleri dirilterek özgüven tazelemek için lazımdır milletlere.

Yoksa mazisini tarafsız bir gözle hatırlayan her millet, geçen zamanın bir daha asla aynı şekilde gelmeyeceğini bilir.

Yeni bir form, yeni bir anlayış, bambaşka bir çehre ile zuhur eder kadim hedefler; biz, maziyi aynıyla dirilttiğimizi sanırken bile…

“Geçmişi aynıyla diriltmek”, Kuyruklu Yıldız kadar gösterişli, lakin onun kadar kof bir söylemden ibarettir. Kutup Yıldızını, Kızılelma’yı, bir yüksek ideali tanımlamaktan çok uzaktır.

Sadece Heraklitos, “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” dediği için değil…

“İkinci Roma” namıyla maruf Bizans’ın sahneden çekilirken sergilediği hazin tablonun soluk tonları; Kostantiniyye “İstanbul” olduktan on dokuz yıl sonra XI. Konstantin’in yeğeni Sofia ile evlenen III. İvan’dan beri “Üçüncü Roma” hayaline kilitlenen Rusların boşa çektiği küreklerden yükselen su sesleri de aynı gerçeği terennüm ediyor.

Geçmişi aynıyla diriltilemez.

“Dünya tarihinin en güçlü devleti” unvanını Roma ile paylaşan, sonraları İngiltere, şimdilerse ise ABD’nin ulaşmaya çalıştığı “o yüksek yönetim çıtasının” standardını belirleyen Osmanlı’yı diriltmek de aynı hükme tabidir.

Bizden olunca, süfli sular birden berraklaşmaz, puslu havalar bir anda dağılmazlar.

Ezeli ve ebedi kaideler bütün toplumlar için geçerlidir.

Devletler değil, milletler; kurumlar değil, yüksek idealler dirilir.

Dirilen ideallerin tezahür şekilleri de daima birbirinden farklı olur.

Sinan’ın, asırlara meydan okuma konusunda Roma eserleriyle yarışan muhteşem yapılarının kötü birer kopyasını inşa etmekle nasıl Osmanlı’yı diriltmiş olmuyorsak; Osmanlı’nın kurumsal yapısını taklit ederek de “muhteşem mazimizi diriltmiş” olmayacağız.

Ne o kusursuz heykeller ve muhteşem anıt yapılar ölümsüz kılar Roma’yı, ne de Sinan’ın eserleri Osmanlı’yı…

Roma bir ruhtur, tıpkı Osmanlı gibi…

Bugün için Roma’yı ihya etmenin yolu nasıl ki heykel yontmaktan geçmiyorsa, Osmanlı’yı diriltmenin yolu da onun alfabesini, kurumlarını, devlet formunu bugüne taşımaya çalışmaktan geçmiyor.

Ruhlar yaşar, cesetler ölür.

Devletler, kurumlar, büyük liderler hatta peygamberler bile ölür iken; temsil ettikleri davalar, yeniden zuhur etmek için kendilerini temsil edebilecek güçlü bedenler arayan yüce ruhlar gibi göklerde dolanırlar.

Lakin gelen yeni bedenin ismi de cismi de öncekilerden bambaşkadır.

Kendisine kitap indirilen semavi din kurucuları başta olmak üzere, nice peygamberler gelip geçti dünyadan. Aynı gayeyi gütseler de her biri, yaşadıkları zamanın ruh ve idrakine uygun farklı bir yol ve yöntemle sahne aldılar.

Maziye ara ara bakmak gereklidir, amenna; lakin gözümüzü gelecekten ayırdığımız an, mahvolduk demektir.

Türkiye’nin dev hamlelere girişilebilmesi için yeni bir “Ulu Hakan” yahut “mavi gözlü sarışın dev” beklemek, geçmişi yâd etmek için sempatik bir söylem olsa da; bu yeni dev, karakaşlı ela gözlü çıkarsa, onu estetik cerrahına mı göndereceğiz?

Üzgünüm, Osmanlı yok artık.

Cumhuriyet’imizi kurduğumuz gün buharlaşmadı Osmanlı, son yüz yıl içinde varlığını sürdürse de zamana ayak uyduramayan nice kurumlarıyla hızla sahneden çekiliyor.

Biz artık Osmanlı’yı değil, onun da muharrik gücü olan ruhu diriltecek yeni ve çağdaş bir hamleyi, zamanın ruh ve idrakine uygun şekilde yapmak durumundayız.

Tedavülden kalkmış yahut can çekişen kurumları cilalayıp; yeni, süper, ultra, mega gibi sıfatlarla piyasaya sürmeye kalkışmanın kimseye, hele de Gökalp’in “Türkler her asrın yeni insanlarıdır. Bundan dolayıdır ki, yeni hayat bütün gençliklerin anası olan Türklerden doğacaktır.” diyerek yücelttiği aziz ve asil milletimize hiç bir faydası yoktur.

Eskiyi yeniymiş gibi göstermeye çalışarak kaybedecek ne vaktimiz kaldı ne de enerjimiz.

Üzgünüm, Osmanlı’nın son kalıntıları da can çekişiyor.

Onu “büyük devlet” yapan ruh ise, “Söğüt’te eğleşen dört yüz çadır” ahalisinden ibaretmiş gibi gösterilmeye çalışılan şanlı ecdadımızdan çok önceleri nice büyük devletimize ilham kaynağı olmuştu.

Diriltilmemiz gereken o ruhtur, kurumlar değil…

Diriltmemiz gereken o fikirdir, figürler değil…

Şekle, gerektiğinden fazla itibar etmeyelim.

Dem, kadim olan ruhu, çağın şartlarına uygun yeni bir formda ihya etme, koca Yunus’un hak söyleyen dilinden dökülen şu ebedi ikaza kulak verme demidir.

“Yunus öldü diye salâ verirler,

Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”

]]>
ATATÜRK, BİR SİYASİ PARTİNİN TESCİLLİ MARKASI DEĞİL AZİZ MİLLETİMİZİN ORTAK DEĞERİDİR https://hayatitek.com/ataturk/ https://hayatitek.com/ataturk/#comments Tue, 10 Nov 2020 06:30:57 +0000 http://hayatitek.com/?p=3545 HAYATİ TEK –

Tek Adam (Ş. Süreyya Aydemir), Atatürk (Y. Kadri Karaosmanoğlu), Çankaya (F. Rıfkı Atay), Güneşi Özledik (R. Eşref Ünaydın), Gazi Paşa (Attila İlhan), Hangi Atatürk (Attila İlhan), Ama Hangi Atatürk (Taha Akyol), Atatürk ve Demokratik Türkiye (Halil İnalcık), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (İlber Ortaylı)…

Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu (Lord Kinross), Bozkurt (H. C. Armstrong), Atatürk (Klaus Kreiser), Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu (Andrew Mango)…

Atatürk hakkında bugüne kadar yüzlerce kitap, binlerce makale yayınlandı. Birkaçının ismini vermekle yetindiğimiz temel eserler ve Büyük Nutuk okunmadan Atatürk hakkında kalem oynatmak hariçten gazel okumaktan öteye geçmeyecektir. Bırakın Atatürk gibi büyük bir lideri, herhangi bir konu hakkında fikir yürütebilmek için önce fikir sahibi olmak gerekir.

Ne yazık ki son dönemde Atatürk’ü konu edinen kitap ve makalelerin çoğunda slogandan ibaret ifadelerin ötesine geçilemiyor olması, meseleyi siyasi hesaplaşmalardan galip çıkmak yahut alkış devşirmek amacıyla kullanma alışkanlığını henüz terk etmediğimizi gösteriyor.

Ne söylediğinizden çok nasıl söylediğinizin ön plana çıktığı, fikirleriniz değil tarafgir ifadeleriniz kadar önemli kabul edildiğiniz günümüzde, kurmay kafalardan çok makineli tüfek hızıyla söz söyleyebilen pratik zekâya sahip silahşorlar revaç buluyor.

Mertçe ve medenice tartışmak yerine sahte veya gerçek sosyal medya hesapları üzerinden karşı cepheye güdümlü mesaj yağdırmak, pusu kurmak, çamur atmak ve karşılıklı hırlaşmak popüler olmaya fazlasıyla yetiyor. Popüler kişilerin doğruyu yazıp söyledikleri varsayılınca da asıl gerçekler kimsenin umurunda olmuyor.

Birini alkışlamak yahut suçlamak dışında kurulan cümlelerin pek hesaba alınmadığı, kafa yorarak doğruya ulaşmak yerine gerdan kırarak medya mecralarında arz-ı endam etmenin geçer akçe olduğu bir toplum yapısında bîtaraf olanın bertaraf olacağı açıktır.

Fakat biz yine de umutluyuz. Su, yolunu bulur. Doğru fikir eninde sonunda ellerindeki kelepçeleri, ayaklarındaki prangaları parçalayıp aziz milletimizin akıl ve ruh ikliminde hak ettiği yerini mutlaka alır. Doğru fikir, duruş ve ideal er ya da geç kazanır.

Atatürk’ün uçmağa vardığı 10 Kasım 1938’in seksen ikinci yıldönümü olan bu hüzünlü günde bertaraf olmayı göze alarak bîtaraf kalmaya gayret edeceğiz. Atatürk’e dair değerlendirmeler kapsamında ihmal edildiğini düşündüğümüz bazı noktalara dikkatleri çekmeye çalışacağız.

***

19 Mayıs 1919’dan 10 Kasım 1938’e kadar geçen on dokuz senede Türkiye’de olup bitenler hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bizim özetimiz şöyle:

1911’de Trablusgarp ile başlayıp 1912 Balkan faciası ve 1914 Birinci Dünya Savaşı’yla devam eden felaket yıllarının açtığı yaraları Milli Mücadele ile sarmaya çalışan aziz milletimizin o dönemdeki öncelikli hedefi bağımsızlığını korumak, kurduğu yeni devletini istikrarlı bir kurumsal altyapıya kavuşturmak ve hızlı bir şekilde kalkındırmaktı. 1921 ve 1924 Anayasaları bu öncelikler göz önünde bulundurularak şekillendirildi. Cumhuriyet formunda yenilediğimiz devletimizin, “yönetimde istikrarı” temin etmeden “temsilde adaleti” sağlaması zaten mümkün olamazdı.

Rahat koltuklarımıza oturup yüz yıl öncesinde olup bitenler hakkında ahkâm kesmekten, “1923-38 döneminde niçin temsilde adalet ve demokrasi yoktu?” diye hesap sormaktan, dönemin liderini despotlukla suçlamaktan çok daha sağduyulu yaklaşımlara ihtiyacımız var bugün.

Bir şeyin iyiliği ya da kötülüğünden söz edebilmek için o şeyin her şeyden önce var olması gerekir.

1815 Viyana Kongresi’nde adı konulan “Şark Meselesi” uyarınca dönemin güçlü devletleri tarafından adım adım geriletilen, eli kolu bağlanan, ayaklarına prangalar vurulan, “cihan devleti” vasfını büyük ölçüde kaybetmiş olan Osmanlı’nın bakiyesinden yeni bir devlet çıkaran kadronun ilk icraatı, hayatta kalmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktı.

Elbette bunun hiç istenmeyen acı sonuçları da oldu. Kemiğe kadar inen derin yaralar açıldı toplum yapımızda. Bilhassa hassas dönemlerde sızlayan o yaralarımızı hâlâ tedavi edebilmiş değiliz.

Ancak varız işte, buradayız. Yaralarımız olsa da yaşıyoruz. Atamadılar bizi bin yıllık yurdumuzdan. Sonsuza kadar da atamayacaklar. Yüz yıl öncesinden çok daha güçlü bir şekilde var olmaya devam edeceğiz bu topraklarda.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’ten 1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen çeyrek asırda Misak-ı Millimizin önemli parçalarından biri olan Hatay’ımızı vatan topraklarımıza dâhil etmek başta olmak üzere pek çok alanda büyük başarılar elde ettik.

Başarılarımızın arkasında asil bir evladının liderliği etrafında sıkı sıkıya kenetlenen aziz milletimizin bilhassa zor günlerde imdada yetişen sarsılmaz millî şuuru ve yirmi üç asırlık devlet tecrübesi vardı.

Bu güçlü şuuru muharrik enerji, kadim devlet geleneğimizi ise sağlam bir manivela olarak kullanan Atatürk, milletimize mal olmuş yüksek değerleri temsil eden “kurucu lider” vasfıyla birçok riskleri göze alarak bir adım öne çıktı. Son birkaç asırda örneğini çok az gördüğümüz cesurane adımları birbiri peşi sıra atmaktan çekinmedi. Bir yıldız gibi parladığı Çanakkale’de göğsüne taktığı “Anafartalar Kahramanı” rozetiyle girdiği her savaştan biraz daha parıldayarak çıktı. Sakarya’da “Gazilik” şerefini ekledi taşıdığı unvanlar listesine. Milletimizin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilen Milli Mücadelemizi, “Meclis Başkanı ve Başkomutan” sıfatıyla başarıya ulaştırarak dünyanın saygısını kazandı. 10 Kasım 1938 günü, aziz ve asil Türk milletinin sinesinden göklere kanatlandı.

Dualar günahlara kefaret oluyorsa eğer, O’nun her fanide bulunabilecek zaafları dolayısıyla işlediği hataların binlerce hatta milyonlarca kez affolunduğu kanaatindeyiz. Zaman zaman dile getirilen “kul hakkı” ve “adaletsiz uygulamalar” konularındaki hüküm ise, doksan dokuz isminin rahmet ve kudretiyle Cenabı Allah’a aittir. Nasıl olsa o dehşetli hesap günü gelip çattığında hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın her birimiz ayrı ayrı sigaya çekiliyor olacağız aynı konulardan. Bunun farkında olduğumuzu varsayarak asıl konumuza geçmek istiyoruz.

***

Aziz Türk milletinin asil bir evladı olan Atatürk, hem çok şanslıydı hem de çok şanssız.

Şansı, yirmi dört asırlık Türk devlet geleneğinin son merhalesini temsil eden “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri” sıfatıyla şanlı tarihimizdeki yerini alması; “Yaratılışımdaki tek fevkalâdelik Türk olarak dünyaya gelmemdir. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.” diyerek mensubu olmakla iftihar ettiği aziz milletimizin kahhar ekseriyeti tarafından sevilip sayılmasıdır. Metehan, Attila, Bumin Kağan, İlteriş Kağan, Bilge Kül Kadir Han, Selçuk Bey, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Osman Bey gibi seçilmişlerin arasına katılıp “kurucu lider” sıfatını taşımak şerefi kaç faniye nasip olur?

Şanssızlığına gelince…

Necip Fazıl Kısakürek şöyle diyor:

“Dava ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi onun üstüne çıktığı anda yıkılır(Çerçeve, Cilt 1, S. 56).”

Atatürk’ün davası; vatanımızı, milletimizi, devletimizi ve bunlara anlam katan değerlerimizi korumak, kollamak ve çağın şartlarına uygun şekilde geliştirerek sonsuza kadar yaşatmaktı.

10 Kasım 1938’den sonra durum değişti. Atatürk ilkeleri arasında yer alan milliyetçiliği kâfi görmeyen birileri yenisini icat etti: Atatürk Milliyetçiliği! Atatürk neyin, kimin milliyetçisiydi? Soyadında şerefle taşıdığı Türk milletinin değil mi?

Bu icat ile birlikte Atatürk’ün izinden gittiklerini öne sürenlerin bazıları, Atatürk’ün “muhkem davası” üzerinde kafalarına göre at koşturmaya başladılar. Üstelik bunu “Atatürkçülük” adına yaptıklarını söyleme cüretini bile gösterdiler. Yaptıkları hatalarla, savunduklarını iddia ettikleri kişiye ve davasına en büyük zararı verdiler.

Nasıl mı?

Şöyle: Atatürk’ün davasına sahip çıkmak demek; bıraktığı eseri belli bir siyasi parti yahut toplum kesimine mal etmeye çalışmak yerine aziz milletimizin tamamını bu mirasa ortak etmeye çabalamaktır. Devletimizin kurucu liderinin hatıralarının bütün toplum kesimleri tarafından benimsenmesini ve sahiplenilmesini sağlamaktır.

Atatürk’ün oturduğu koltukta oturmak kolay, o koltuğun hakkını vermek zordur.

Atatürk gibi Harp Okulu’ndan mezun olmak kolay, askeri deha olmak zordur.

Atatürk olmaya öykünmek kolay, O’nun gibi olmak zordur.

O’nun gibi olmayı istemek hatta bunun için çabalamak bile yetmez Atatürk olmak için. Aslında buna gerek de yoktur. Hiçbir Türk evladı yeni bir Atatürk olmak zorunda değil.

Ancak her birimiz O’nu her yönüyle tanımak, anlamak ve uçmağa vardığı gökyüzündeki son Kutup Yıldızımız olarak gösterdiği doğru yön ve yolda ilerlemek durumundayız.

Maalesef Atatürk’ün izinden gittiklerini iddia edenler böyle yapmak yerine hatalı bir yol ve yöntemi tercih ettiler. O’nu anlamaya çalışmak yerine taklit etmeye kalkıştılar.

Oysa taklidin freni yoktur. Dilediği kadar hız yapabilen hevesli taklitçi nerede duracağını, hangi sapaktan döneceğini bilemez. Ne donanımı ne ufku ne liyakati ne de ehliyeti uygundur böylesi mühim kararları almaya. Tank ehliyetiyle otobüs kullanırsanız, yolcularınızla birlikte ilk uçurumdan yuvarlanacağınız muhakkaktır.

Öyle de oldu. Atatürk’ü anlamak yerine O’nu taklit etmeye yeltenenler sık sık yol kazaları yaptılar. Milli varlığımızı defalarca felaketin eşiğine getirdiler.

Hamdolsun binlerce yıllık millet şuuru ve devlet tecrübemizle savuşturduk o badireleri. Ancak son devletimizin kurucu liderinin hatıralarının yara üstüne yara almasına bir türlü mani olmadık.

O yaraları açmak için Sakarya’daki gibi şarapnel parçasına ihtiyaç yoktu. Biz kendi ellerimizle, dillerimizle, kalemlerimizle açtık onları. İktidar olmak yahut iktidarda kalmak için açtık. Atatürk’ün kurduğu partinin lideri, üyesi, sempatizanı olarak yahut o partiye muhalefet edenler olarak açtık o olmaz olası yaraları…

27 Mayısları, 12 Martları, 12 Eylülleri, 28 Şubatları yapanlar; cumhuriyetimizi “tam demokrasi” hedefine taşımak yerine ara dönem karanlıklarına sürükleyenler bizlerdik.

Yeni bir seçim kazanmak uğruna Atatürk’ün ismini, resmini, temsil ettiği değerleri bir siyasi partiye mal etmeye çalışanlar bizlerdik.

Günlük basit politik manevralardan galip çıkmak yahut siyasi başarısızlıklarımızı örtmek için O’nun hatıralarını bir şal gibi kullanmaktan imtina etmeyenler bizlerdik.

Bir yandan “tam bağımsızlık” sloganları atıp öte yandan vatanımızı Sovyetlerin peyki haline getirmeye çabalayanlar bizlerdik.

Şehir gerillası olup banka soyan, kır gerillası olup dağlara çıkan; askere, polise, memura silah doğrultanlar bizlerdik.

Milletimizi bir arada tutacak en zayıf halkayı bile güçlendirmemiz gerekirken, Cumhuriyetimizi silsile halinde Büyük Hun İmparatorluğu’na bağlayan en güçlü bağımızı yıpratmaktan çekinmeyenler bizlerdik.

Bırakın birinci hatta ikinci eli, beşinci el kitaplar ve kulaktan dolma malumatlar üzerinden Atatürk hakkında hüküm verip pozisyon belirleyenler, ahkâm kesenler bizlerdik.

Evet, bütün bunları biz yaptık. Kendimizi nasıl tarif edersek edelim, hangi toplum kesimine yahut siyasi yapıya mensup olursak olalım, biz hep birlikte Türk milletiyiz.

Şanımızla, şerefimizle olduğu kadar gafletimiz, vurdumduymazlığımız ve hatalarımızla da aynı milletin mensuplarıyız.

Sayıp döktüğümüz bütün bu haksızlıkları Cumhuriyetimizin kurucu liderine, devletimize, mukaddeslerimize bilerek yahut bilmeyerek biz yaptık.

İyi niyetli olsak da masum değiliz hiç birimiz.

Tabii bazılarımızın sorumluluğu çok daha fazla…

***

Atatürk’ün en büyük talihsizliği, bizzat kurduğu siyasi parti tarafından milletimizin ortak değeri olarak değil yalnızca o partinin marka değeriymiş gibi görülmesi ve gösterilmesi oldu.

Bu siyasi partinin mensup ve yöneticileri Atatürk’ü sevmeyi sadece kendilerine layık gördükleri; O’nun isim, sıfat ve eserlerine bir çeşit ambargo koydukları için, yaptıkları hatalarla sadece kendilerini değil Atatürk’ü de yıprattılar. Hem de doğru yaptıklarından zerre tereddüt etmeden.

Atatürk’ün kurduğu partiyi yönetenlerin 10 Kasım 1938’den, bilhassa 1946’dan sonraki tavırları, muhkem bir davanın nasıl zaafa sürüklenebileceğini trajik bir şekilde gösterdi.

1950-60 arası dönemde pek çok şeyi başaran Demokratlar’ın başarısız olduğu kritik bir alan, karşı karşıya kaldığımız zorluklara yenilerini ekledi. O alan ötekileştirmeydi. Daha önce ötekileştirilenlerin iktidar gücünü ellerine alır almaz yaptıkları ötekileştirme, Türkiye’yi önlenemez bir partizanlığın kucağına itti.

Parti, ideoloji, mezhep, cemaat hatta tarikat kaynaklı ötekileştirme illetinin başımıza açtığı gaileler azalmak şöyle dursun her geçen gün daha da artıyor. Gücü eline geçiren herhangi bir kadro nefsine gem vurarak bu fasit daireyi sadece bir kez kırabilse, önümüzde muhteşem ufuklar açılacak ama nafile… Sebebini anlayamadığım bir şekilde halimizden memnun görünüyoruz.

Milletçe yakamızı bırakmayan bu olumsuz tablonun oluşmasında kimin daha suçlu olduğunu tartışacak değiliz. Sorunun değil çözümün parçası olmak, rövanşist yaklaşımları bir kenara koymak durumundayız.

Güç ve iktidar cazip ve konforlu görünür. Ancak bu, sorumluluğu ve riski hayli yüksek bir konfordur. Gücün tabiatı tehlikelidir. Güç sahiplerinin omuzlarındaki sorumluluk yükü, ellerindeki yetkiden de sahip oldukları konfordan da fazladır.  Bazı değerleri temsil ettikleri varsayıldığı için iktidara gelenlerin başarısızlıklarının faturası bu nedenle kendilerinden önce temsil ettikleri değerlere kesilir. Sorumluluk ve riskin boyutu tam da bu noktada kendisini belli eder.

Atatürk neyi temsil ediyordu?

1937 yılından bu yana Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında yer alan ve kendi adıyla anılan ilkelerini: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık…

Bunların bir kısmı, Atatürk’ün koltuğunda oturmakla Atatürk olduklarını sananların hataları yüzünden zarar gördü yıllarca.

Siyasi kadrolarımızın yanı sıra gözbebeğimiz olan silahlı kuvvetlerimiz de düştü aynı hataya. Hem de defalarca. Atatürk’ün vasiyet ettiği “tam demokrasi” idealimizi, 1960-1997 yılları arasında tam dört kez sekteye uğrattılar. Milletimizin hür iradesiyle seçtiği Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarımıza silah doğrulttular.

Bütün bunları yaparken ihanet içinde miydiler?

Kanaatimizce hayır.

Kabiliyetleri o kadardı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yedi yıllık tarihinde görev alan hiçbir Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı ihanet içinde olmamıştır.

Maşeri vicdanı dillere destan aziz ve asil milletimiz böylesi şahısların o kritik mevkilere gelmesine asla müsaade etmez. Hasbelkader gelenleri de usulüne uygun şekilde uzaklaştırır. Milli hafızamızı yokladığımızda ne demek istediğimiz kolayca anlaşılacaktır.

Darbeci olsun veya olmasın hiçbir Genelkurmay Başkanımız vatanına ihanet etmemiştir.

Ancak bu demek değildir ki, her biri devlet adamı yahut asker olarak birer Atatürk’tür.

Olmadıkları, olamadıkları meydandadır.

Her biri ülkesi ve milleti için samimiyetle çalışmış, becerebildiği kadarını yapabilmiştir.

Bu anlamda hiç kimseyi vatana, millete, devlete ihanetle suçlayacak durumda değiliz.

Lakin şunu söylemeye mecburuz:

Bir değeri benimsemek başkadır, onu tekeline almaya çalışmak başka. Bu nedenledir ki yükselmek için ortak milli değerlerimizi kendilerine payanda yapan, o değerin tek mümessili olarak kendilerini gören ve gösteren partiler, milletimiz için en tehlikeli olanlardır. Çünkü yaptıkları hatalarla sadece kendi siyasi geleceklerini tehlikeye atmakla kalmaz, temsil ettiklerini söyledikleri ortak değerlerimize de zarar verirler.

Liyakat ve ehliyet önemlidir.

Savunduğu değerler uğruna canını ortaya koyacak kadar vatansever, liyakatli, ehil ve fedakâr kadroların inşa ettikleri davaların en ölümcül zaafı liyakatsiz kadroların eline düşmektir.

Ülke liyakatli bir kadro tarafından yönetilirken sorun yoktur. Kaht-ı rical başladığında ise aysbergin görünmeyen yüzü bütün haşmetiyle ortaya çıkar. Yıpranan iktidarla birlikte temsil ettiği değerler de yaşanan felaketten nasibini alır. Hem de fazlasıyla… Zira o değerler, tıpkı aysbergin görünmeyen kısmı gibi derinlerdedir. Uğradığı tahribat bu nedenle büyük olur.

Güç kaybeden bir iktidar asla tek başına düşmez. Temsil ettiği değerleri de aşağı çeker.

Rönesans’ı başarıya ulaştıran sadece kanaat önderlerinin akıl ve kabiliyeti değil, aynı zamanda evrensel dinî değerleri dünyevî çıkarlarına alet eden Kilise’nin asırlardır kazdığı kendi kuyusudur. Şu anda insanlığın önemli bir kısmını tehdit eden semavi din karşıtı hareketlerin ve her geçen gün yükselişine dehşetle şahit olduğumuz deizmin vebali, dine sahip çıktığını sanan ve onu temsil ettiğini söyleyen din tüccarlarının omuzlarındadır.

Bu örnekten hareketle siyasi partilerimize şöyle bir çağrıda bulunmakla yükümlüyüz:

İktidar olmak yahut iktidarda kalmak uğruna milletimizin ortak değerlerini parti ambleminizin dar kalıplarına lütfen hapsetmeyin.

İlmin ve sanatın zirvesi Selçuklu’nun formüle edip Cihan Devleti Osmanlı’nın bayraktarlığını yaptığı “Din-ü Devlet Mülk-ü Millet” şiarında bütünleşen mukaddeslerimizi siyasi çıkar uğruna kullanmayı aklınızın ucundan dahi geçirmeyin.

Partizanlık illetinin başımıza sardığı “ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek yahut iktidarda kalmak” hırsından bir an önce kurtulun.

Atatürk ve Cumhuriyet söz konusu olduğunda bu husustaki ilk ve en önemli sorumluluk, Atatürk’ün kurduğu partinin mevcut yöneticilerine düşmektedir.

Atatürk’ü aziz Türk milletinin sinesinden çıkarıp bir siyasi partinin marka değeri haline getirmeye cüret edenler, büyük bir hata yaptıklarını artık anlamalıdırlar.

Atatürk, bir siyasi partinin tescilli markası değil aziz ve asil Türk milletinin ortak değeridir.

Atatürk tam demokrasiyle yönetilen çok partili bir Türkiye hayal ediyordu. Dolayısıyla onun kurduğu parti, 1945’ten bu yana diğerleriyle eşit hak ve salahiyete sahip bir siyasi partidir.

Atatürk’ün kurduğu partiden kopup bir başka siyasi parti kuran istiklal madalyalı milletvekillerinin Cumhuriyet’i ve onun kurucu liderini sevmediğini, gözünü iktidar hırsı bürüyenler dışında kim iddia edebilir?

Bu hususta birçok cümle kurulabilir. Yıllardır kuruluyor zaten. Bununla birlikte çatışmadan, kaostan beslenenlerin kurmayı istemedikleri cümleler de var. Bugün biz, yıllardır kurulmayı bekleyen o cümleleri kurmaya çalışıyoruz.

Atatürk, milletimizin ortak değeri oldukça Atatürk’tür; bir siyasi partinin marka değeri yapıldıkça değil. Atatürk’ün kurduğu partinin mevcut kadrosu bu gerçeği anladığı gün Ata’sının hatırasına gerçek anlamda sahip çıkmış olacaktır.

Millete mal olmuş lider, şair, yazar, sembol, kahraman ve kavramları belirli bir siyasi görüşün dar kalıplarına hapsetmeye kalkışmak, tarihteki ihtişamlı günlerine bir an önce kavuşmayı arzulayan milletimize haksızlıktır.

Millete ait olanın ötekileşmesine zemin hazırlamak hadsizliktir.

Milletimize ait olması gerekeni kendimize saklamak bencilliktir.

Atatürk’ün belli bir kesimin değil milletimizin ortak değeri olmasını istiyorsak, O’nun hatıra ve eserlerine bu anlayışla sahip çıkmalıyız. O’nu şahsi yaşantısından dolayı yargılamaya bir son vermeli, milletimiz ve mukaddeslerimiz için yaptıklarına odaklanmalıyız.

Bugün 10 Kasım 2020.

Aziz Atatürk’ün asil ruhunun ebediyete irtihalinin seksen ikinci yıldönümü…

Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

Cenabı Allah milletimize ve milli irademizin temsilcilerine akıl, fikir, izan ve feraset nasip etsin.

İnsanlarımıza şahıs, olay ve kavramları tarafsız bir şekilde değerlendirebilmeyi, onları tarihi serüvenimiz içinde layık oldukları yere oturtabilmeyi, milletimize mal olmuş ve olması gereken değerlerimizi basit hesaplar uğruna yıpratmak illetinden bir an önce kurtulabilmeyi nasip etsin.

]]>
https://hayatitek.com/ataturk/feed/ 2
MODERN TÜRKİYE’NİN FİKİR MİMARI: ZİYA GÖKALP https://hayatitek.com/modern-turkiyenin-fikir-mimari-ziya-gokalp/ Sun, 25 Oct 2020 15:30:20 +0000 http://hayatitek.com/?p=3480 HAYATİ TEK –

Başkent Ankara Cumhuriyet Türkiye’sinin, Kızılay Ankara’nın merkezidir.

Atatürk Bulvarı’ndan başka Gazi Mustafa Kemal ve Ziya Gökalp caddelerini sıkı dostlar gibi birbirine bağlayan Kızılay’da iki büyük ismin yıldızı parlar: Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Ziya Gökalp…

Sorumluluk üstlenmiş münevver kimliğiyle kaleme aldığı yazı, şiir ve kitaplarında Cumhuriyet Türkiye’sinin fikir kumaşını ilmek ilmek dokuyan Gökalp’in Cumhuriyet başkentinin kalbinde Atatürk ile birlikte anılması bir tesadüf ya da bağış değil, bu büyük mütefekkirin hatıralarına anlamlı bir saygı duruşudur.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bütün atılımların filizlenip boy attığı fikir iklimini temsil eden Türk Ocakları’nın kurucuları arasında yer alan Ziya Gökalp, Namık Kemal’in tohum misali milletimizin sinesine emanet ettiği Türk milliyetçiliği hissiyatını Türk milliyetçiliği fikriyatına dönüştürmekle bu onuru fazlasıyla hak etmiştir.

Üniversite yıllarımda kitaplarına aç kurt misali saldırdığım önemli isimlerden biriydi Gökalp. Okuduğum ilk eseri Türkçülüğün Esasları’ydı. Aklıma kazınan ilk sözleri ise Kızıl Elma kitabında karşılaştığım şu mısraıydı:

“Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e, ne Türkistan;

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…”

Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserini, Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı makalesini okuduktan sonra daha iyi anlar olmuştum.

Aynı dönemde hatmettiğim Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in dokuz ciltlik Türk Kültür Tarihine Giriş ve Gökalp’in Türk Töresi, birbirini destekleyen iki temel kaynak olarak hafızamda derin izler bıraktı. Prof. Dr. Bahattin Ögel’in 1970’lerde yayımlanan ve yer yer çizimlerle desteklenen eseri, Gökalp’in yarım asır önce ortaya koyduğu tezler hakkında hazırlanmış detaylı bir belgesel gibiydi.

Ülkü Ocaklı genç bir Türk milliyetçisi olarak Gökalp’i okumam hem boynumun borcu hem de Cumhuriyetimizin kültür ve medeniyet kodlarını anlayabilmem için gerekliydi.

O’nun eski çağlardaki Türk töresi ve ahlakı hakkında yaptığı tespitleri okudukça milletime olan saygım, sevgim ve inancım daha da arttı.

Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak kitabında karşılaştığım “Muasır bir İslam Türklüğü ibda etmeliyiz” sözünü yıllar sonra S. Ahmet Arvasi’de “Yüzde yüz Türk, yüzde yüz Müslüman, yüzde yüz medeni olmak mümkündür” şeklinde görmek benim için hem şaşırtıcı hem de mutluluk vericiydi.

Şaşırdığım başka şeyler de vardı…

***

Türkçü ve Turancı fikirlerinden dolayı Gökalp’i ve onun izini takip edenleri 1940’lardan itibaren ırkçılık ve faşistlikle suçlayan CHP hakkında Türkçülüğün Esasları’nda yazanları okuduğum vakit neye uğradığımı şaşırmıştım.

Eserin 166’ncı sayfasında Cumhuriyet Halk Fırkası için şöyle diyordu Gökalp:

“Türkiye’de Allah’ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki, adı Türk Milleti’dir.”

Gökalp bu kadarla kalmıyor, Halkçılık ile Milliyetçiliği yarınlarda da kol kola görmek istiyordu.

“İstikbalde daima halkçılıkla Türkçülük el ele vererek mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir.”

Türk milletinin benimsemesi gereken ilkeleri belirleyen Gökalp, bunları şöyle sıralıyordu.

“1) Milliyetçilik,

2) Halkçılık,

3) Garp Medeniyetçiliği,

4) Cumhuriyetçilik.”

Bunlardan Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve Milliyetçilik Laiklik ilkesi ile birlikte 1927 yılında CHP’nin parti tüzüğüne girdi. İnkılapçılık olarak nitelendirebileceğimiz “Garp Medeniyetçiliği” ise Devletçilik ile birlikte 1935’te parti tüzüğündeki yerini aldı. Toplam sayısı altıya ulaşan ilkeler 1937’de çıkarılan bir kanunla 1924 Anayasası’na eklenerek sadece CHP’nin değil Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri olarak günümüze kadar ulaştı.

Atatürk’ün “fikir babam” dediği, partilerinin ambleminde yer alan altı okun dördünü belirleyen Gökalp’i ırkçılık, Turancılık ve faşistlikle suçlama cüretini gösteren CHP’lilerin hangi cumhuriyete inandıklarını gerçekten merak ediyorum.

Türk Yurdu Dergisi bünyesinde 1913-14 yılları arasında 52 sayı çıkan Halka Doğru Dergisi’nin ve Cumhuriyetin ilanı sonrasında Anadolu’yu kalkındırmak için alınan kararların Türk halkına benimsetilmesi görevini büyük bir hizmet aşkı ve fedakârlıkla bizzat yürüten Türk Ocakları’nın tarihi misyonu ve Gökalp’in hâlâ geçerliliğini koruyan fikirleri günümüz nesli tarafından en detaylı şekilde öğrenilmelidir.

Türk Ocakları ve Ziya Gökalp anlaşılmadan Türkiye Cumhuriyeti’nin fabrika ayarları ve Atatürk ilkelerinin fikir kodları doğru bir şekilde idrak edilemez.

***

Gökalp okumaları sırasında epeyce şaşırdığım bir diğer husus Feminizm hakkındaki görüşleriydi. 1960’lardan itibaren kadın haklarını savunmaktan ziyade kadınları erkeklerin rakibi olarak gören ve gösteren bir anlayışla yükselen ve günümüze kadar sol ideolojilerin mütemmim cüzü muamelesi gören Feminizm kavramı hakkında Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda şunları yazıyor:

“Feminizm, demokrasinin, yani müsavatın kadınlara ait bir tecellisinden ibarettir. Dünyanın en demokrat kavmi eski Türkler olduğu gibi, en feminist nesli de yine eski Türklerdir(S. 138).”

“Eski Türk kadınları, tamamıyla hür ve serbest oldukları halde, havai işlerle iştigal etmezlerdi(S. 150).”

“İstikbaldeki Türk ahlâkının esasları da millet, vatan, meslek ve aile mefkûreleriyle beraber demokrasi ve feminizm olmalıdır(S. 152).”

Feminizmi gelecekteki Türk ahlakının esasları arasında gören Gökalp nasıl olur da kendilerini Feminist olarak adlandıranlarca suçlanabilir? Cumhuriyetin fikri köklerini incelemek için birazcık zaman ayıran ve kafa konforunu azıcık bozan bir kimse, Feminizmin 1920’lerin Türkiye’sindeki en güçlü temsilcisinin Gökalp olduğunu ayan beyan görecektir.

***

Bazı kavramların izini sürmek bazı kurumların ve ülkemizin nereden nereye sürüklendiğini anlamak için gayet isabetli bir yöntemdir. Halkçılık ve Feminizm kavramlarının serencamı bu bakımdan hayli dikkat çekicidir.

Halkçılık doktrininin kurucusu Türk milliyetçilerinin ve Gökalp’in günümüzün Halkçıları tarafından suçlanması bu bağlamda tam bir kara mizah örneğidir.

Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir”  şeklinde formülleştirdiği bütünleştirici Halk ve Millet anlayışı, 68 kuşağı tarafından “Halkların Kardeşliği”, 1990’lardan itibaren de “Halklara Özgürlük” noktasına kadar savruldu ve nihayet bugün milli bütünlüğümüzü tehdit eder hale geldi.

Gökalp ve Atatürk’ün Halk kelimesine yüklediği anlam tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Kurumsal olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve kendisini Atatürkçü olarak nitelendirenlerin geldiği nokta hem Gökalp’in hem de “fikir babam” dediği büyük mütefekkiri saygıyla yâd eden Atatürk’ün kemiklerini sızlatmaktadır.

Son yüz yıl içerisinde şekilden şekle giren Feminizm kavramının durumu vahimden de vahim.

Bugün haklı olarak mesafeli durduğumuz Feminizm kavramı, 1920’lerin Türkiye’sinde en itibarlı çağını yaşıyordu. Gökalp’in de dikkat çektiği gibi masal çağlarında bile kadın ile erkeği sosyal hayatın tam merkezinde dayanışma içerisinde gören Türk milleti kadınına hak bahşetmeyi bile ar meselesi yapacak bir medeniyetin mümessilidir. Müşterek hayatta söz sahibi olmak, Türk kadını için kazanılması gereken bir hak değil Türk töresinin bir gereğidir. Gökalp’in Türk töresini hatırlatarak dikkat çektiği kadının eşitliği prensibinin 1930’da seçme, 1934’te seçilme hakkı şeklinde kadınlarımıza verilmesi, kırk asırlık kadim bir hakkın iadesinden başka bir şey değildir.

Kadını aydın olan toplumların pırlanta gibi parıldayacağını binlerce yıl öncesinden gören Türklerin medeniyetçi vasfını idrak edebilmek için Gökalp’i ve Atatürk’ü yeniden ve dikkatle okumak durumundayız.

***

Kızılelma, Ülkü, Halkçılık gibi pek çok kavramı Türkçeye armağan eden, kadim Türk tarihini Tuğrul Kuşu misali küllerinden doğuran, kültür ve medeniyet kavramlarını ilk kez disipline kavuşturan Gökalp basiretli ve inşacı bir münevver, cesur ve üretken bir mefkûre insanıdır.

Durkheim’den esinlenerek oluşturduğu kültür ve medeniyet tanımları sonraki yıllarda çokça tartışılsa da Türk kültürünün Hunlara kadar uzanan köklerini ilk kez gündeme getiren, Türkçülüğün ırkçılık olmadığını ilk kez ortaya koyan, Batı medeniyeti dairesine hiçbir komplekse kapılmadan katılmamız gerektiğini ifade eden Gökalp, cumhuriyet dönemi Türk fikir hayatının kutup yıldızı olarak doğru yönü göstermeye devam etmektedir.

Türk üniversitelerine sosyoloji disiplinini getiren ilk isim, kültür ve medeniyet meselesini Türkiye’de ciddi manada ele alıp tanımlayan ilk müderris ve Türkçülük fikrinin ana çerçevesini çizen ilk mütefekkir olarak Gökalp’in eserleri sadece milliyetçiler tarafından değil bütün toplum kesimleri tarafından dikkatle okunmalı ve itinayla incelenmelidir.

İttihat ve Terakki iktidarının teklif ettiği Eğitim Bakanlığı’nı kabul etmeyip İstanbul Üniversitesi bünyesinde sosyoloji bölümünü kuran, Cumhuriyet’i ilan eden İkinci Dönem TBMM’ye Diyarbakır milletvekili olarak seçildiği halde siyasette yükselmek yerine tüm enerjisini dünya klasiklerinin Türkçeye tercüme edilmesine hasreden Gökalp “modern Türkiye’nin fikir mimarı” olarak nitelendirilmeyi fazlasıyla hak etmektedir.

Doksan yedi yıllık cumhuriyetimizin fikir planındaki lideri olan merhum Ziya Gökalp’i vefatının doksan altıncı yılında rahmetle anıyorum.

Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

]]>
MEŞRÛİYET KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE CUMHURİYET VE RES PUBLİCA https://hayatitek.com/mesruiyet-kavrami-cercevesinde-cumhuriyet-ve-res-publica/ Fri, 23 Oct 2020 12:04:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=3462 Durmuş Hocaoğlu’nun 2003 Dergisi’nin 15 Ekim 2003 tarihli nüshasında yayınlanan “Meşrûiyet Kavramı Çerçevesinde Cumhuriyet ve Res Publica” başlıklı yazısı.

730
]]>
HİTİTLER VE TÜRK MİLLETİ https://hayatitek.com/hititler-ve-turk-milleti/ Fri, 28 Aug 2020 14:30:55 +0000 http://hayatitek.com/?p=3297 Doç. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un, Türk Kültürü Dergisinin Ağustos 1984 tarihli 256’ıncı sayısında yayınlanan “Hititler ve Türk Milleti” başlıklı yazısı…

]]>
GELECEK BİN YILA SİVAS’TAN BAKMAK https://hayatitek.com/gelecek-bin-yila-sivastan-bakmak/ Thu, 02 Jul 2020 19:33:23 +0000 http://hayatitek.com/?p=2735 HAYATİ TEK –

Oğuz Kağan’ın, gökyüzünü baştanbaşa kaplayacak çadırımızın önüne tuğ olarak dikmemizi vasiyet ettiği güneşimiz, 13 Eylül 1683 Viyana bozgunuyla bulutların ardına çekildi. Tam 238 yıl yeniden doğuşunu beklediğimiz o güneş, yine bir 13 Eylül günü yüzünü gösterdi. 1921 Sakarya zaferiyle tazelenen umudumuz, 9 Eylül 1922’de gerçeğe dönüştü. Cumhuriyetimizi ilan ettiğim 29 Ekim 1923 tarihi, yüreğimizdeki karamsarlığı söküp attığımız, yarınlara güvenle baktığımız bir dönemin başlangıcı oldu.

DEVLET MİLLETİN ZIRHIDIR

Devlet milletin zırhıdır; delinir, paslanır hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapıp yoluna devam eder büyük milletler. Tarihin kaydettiği en büyük milletlerden biri olarak, Osmanlı’nın bütün yenileşme çağları boyunca üzerimizdeki zırhın tamiratıyla uğraştık. Baktık olmuyor, yenisini, yani Cumhuriyet’imizi kuşandık.

İdam fermanımız olan Mondros ve Sevr’i tarih çöp sepetine attığımız Lozan’da, yeni devletimizi tüm dünyaya kabul ettirdik.

Misak-ı Milli’ye dâhil olduğu halde vatan parçamız yapamadığımız Musul’u 1926 Ankara Antlaşması ile Irak’a bırakmak zorunda kalsak da, çözülmüş gibi görünen Ege Adaları ve Batı Trakya sorunuyla uğraşmaya devam edeceğimiz bilsek de moralimizi bozmadık.

Boğazımızı mengene gibi sıkan Boğazlar Komisyonu meselesini çözüme kavuşturmak için 1936’da imzaladığımız Montrö’yü beklememiz gerekiyordu.

Tüm dünyanın, 1 Eylül 1939’da patlak verecek olan İkinci Dünya Savaşı’na hazırlandığı bir dönemde, 29 Haziran 1939 plebisitiyle Hatay’ımıza kavuştuk.

Lozan’da masaya yatırılan konuları tek tek çözüyorduk ama karşımıza çıkan yeni sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyorduk.

HER FIRSATTA KANATILACAK YARALAR…

Tarihin tozlu raflarında masaya sürüleceği günü bekleyen daha pek çok potansiyel tehdit vardı önümüzde…

3 Mart 1878 Ayastefanos ve 13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşmaları ile uluslararası bir kimliğe bürünen Ermeni Meselesi ve 1915 Tehcir (Sevk ve İskân) uygulamamız…

Lozan’da çözemeyip üç yıl sonra Irak’a bırakmak zorunda kaldığımız Musul koridorunun başımıza musallat edeceği Kürtçülük…

Lozan’da Taç Koloni olarak devraldığı Kıbrıs’tan, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine çekilen İngiltere’nin yokluğunu fırsat bilen Yunanistan’ın sahneye koyduğu ENOSİS hayali ve EOKA terörü…

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Batı merkezli küresel rüzgârın etkisiyle adeta savrularak geçtiğimiz çok partili hayatımızın ilk seçim deneyiminin açtığı yaralar… 1946’da döşediğimiz bu eğri büğrü raylar üzerinde ilerlemeye çalışan demokrasimizin 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997’de uğradığı kazalar…

Süngülerle yarılan sosyal hayatımızın istikrarsız toprağında ayrık otu gibi biten Sağ-Sol, İlerici-Gerici, Alevi-Sünni ayrımcılıkları… Ve hatta Sünnileri de kendi içlerinde bölmek amacıyla matah bir şeymiş gibi piyasaya sürülen; Türk’ün imanını, kuyumcu tartısı dururken canlı hayvan baskülünde tartmaya yeltenen “önce Türk müsün, Müslüman mı” zırvası…

Ve tabii, son üç asırdır elini içimizden bir an olsun çekmeyen beşinci kol faaliyetlerinin neden olduğu iç yaralar…

RÖVANŞİST YAKLAŞIMLAR YAKAMIZI BIRAKMIYOR

Bütün bu badireleri aşarak bugünlere ulaştık ulaşmasına da, her bir badire hafızalarımızda derin izler bıraktı. Hâlâ tazeliğini koruyan bu izler orta yerde dururken, biz ne yapıyoruz?

Maalesef, yüreğimizin dağlandığı dönemleri çok çabuk unutuyor, kabuk bağlamış / bağlaması gereken yaraları kanatmak, yeni yaralar açmak için fırsat kollayanların işini kolaylaştırıyoruz.

Rövanşist yaklaşım bir türlü yakamızı bırakmıyor. Güç ve yetki sahibi olduğumuz andan itibaren geçmişte canımızı yakanların boğazına sarılıyoruz.

Vatan toprağımızda kader birliği ettiğimiz vatandaşlarımızın ortak bağımsızlık sembolü ve hizmet aracı olan devletimizi iyi yönetmeyi değil, ele geçirmeyi düşünüyoruz. Ele geçirince de dün başkalarında görüp eleştirdiğimiz icraatları bu sefer kendimiz yapmaya başlıyoruz.

Birbirimizi kırmak için adeta tetikte bekliyoruz.

2 TEMMUZ’UN ANLAMI…

2 Temmuz yıldönümlerini, milletçe ders çıkaracağımız bir “beşinci kol faaliyetinin ibret levhası” olarak görmek yerine, birbirimize saldırı fırsatı olarak algılıyoruz.

Farklı fikirleri milletimizi geliştirecek zenginlikler olarak görmek; karşıt görüş sahiplerini dikkat, sabır ve istifadeyle dinlemek yerine, bir kaşık suda boğmaya çalışıyoruz.

Cumhuriyet tarihimiz boyunca yüreğimizi yakan neredeyse her olayın yıldönümünü, ortalığı ayağa kaldıracak “hesap günü” olarak görüyor ve bekliyoruz.

2 Temmuz 1993 Madımak Olayı ve daha pek çok konu üzerinden milletimizin birliğine, dirliğine kastetmenin kime ne faydası var?

Asırlarca yönettiği coğrafyalara istikrar götürmüş, Pax Ottomana gibi muhteşem bir çağa damgasını vurmuş aziz ve asil milletimize, siyasi menfaatler için ortak millî değer ve acıları kullanmak davranışını konduramıyorum.

Uğradığımız partizanlık hastalığını ulusal pandemiye çevirmenin bize bir şey kazandırmadığı meydanda. Bu sorunu yetmiş yıldır aşamıyor olmamız, bizim gibi kadim devlet geleneğine sahip bir millete yakışıyor mu?

Karşıtlık üzerine kurulu sosyal, kültürel ve siyasi bir yapıyı devam ettirmek adına ödediğimiz ağır bedeller artık yetmez mi?

Bu sevgisizlik ikliminde serpilip boy atan sorunlarla boğuşmaktan yorulmadık mı?

KLASMAN İDRAKİ…

Rövanşist yaklaşımları bir kenara bırakmanın, adeta mahalli ligde oynuyormuşuz gibi, en ufak bir sorunda mahalle kavgası çıkarmaktan vazgeçmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Hiç kimsenin, hiçbir toplum kesiminin kendisini deplasmanda hissetmeyeceği, Türkiye’nin her karış toprağının bin yıldır ve daima hepimizin iç sahası olacağı bir dönemi başlatmalıyız.

Sadece cumhuriyet döneminde değil, nice acı deneyimler pahasına üç asırdır yürüdüğümüz “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma” yolculuğumuzu başarıya ulaştıracak, aziz ve asil milletimizi etrafında kenetleyecek somut hedefleri tarif eden bir Kızılelma’ya ihtiyacımız var.

Kırk asırlık tarihimizden, yirmi üç asırlık devlet geleneğimizden ve bin yıllık vatanımız Anadolu’nun gerçeklerinden ilham alan, Türkiye’de kader birliği eden 83 milyon vatandaşımızın azami mutabakatla sarılacağı bir Kızılelma…

Hedefi olmayan milletler, birbirini yemekle vakit geçirirler. Fetret ve inkıraz dönemlerimiz bunun şahididir.

İnsanlığın kaderine dair son sözünü henüz söylememiş olan bizim gibi enerjik ve deneyimli bir milletin geleceğe umutla bakabilmesinin temel şartı, ortak bir ideal etrafında kenetlenmek ve yeni hamle için gerekli gücü bir an önce kazanıp ayağa kalkmaktır.

Pamuk ipliğini andıran “asgari müşterek” teranesiyle güçlü devlet olunmaz. Asgari müştereklerde buluşanların ilk anlaşmazlıkta dağılmaları kaderin cilvesidir. Mühim olan azami mutabakatı yakalamak için ihtiyaç duyduğumuz çağdaş Kızılelma’yı bulmaktır.

Artık, yeni devletinin onuncu yılını coşkuyla kutlayan yolun başındaki bir toplum değil, kurduğu cumhuriyetinin yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanan, kaidesinde güvenle yükseldiği yirmi üç asırlık devlet geleneğinin önemini kavrayan, 83 milyon nüfusa ulaşan güçlü bir ülkeyiz.

Bu güç ve birikimin hakkını vermeliyiz.

NE YAPMA(MA)LIYIZ?

Her fırsatta yaralarımızı kaşıyıp kanatarak, azami mutabakat sağlayamayacağımız ortadadır.

“Ehvenle” idare zamanı artık tarihe karışmalı, layık olduğumuz ve arzuladığımız “en güzele” ulaşmalıyız.

Yeni devletimizi kurduğumuz günden beri yüz yıldır yakamızı bırakmayan beşinci kol faaliyetlerinin saldırdığı alanlar ve uyguladığı yöntemler bellidir. Ülkemizi istikrarsızlaştırma gayretleri aralıksız sürmektedir.

Milli şuur sahibi aydınlarımıza ve karar alıcılarımıza düşen görev; kadim devlet geleneğimizin hakkını vermektir. Ortak hareketimizin önündeki en büyük engel olan kimlik tartışmalarını acilen sona erdirecek, bu yarayı her geçen gün daha da derinleştiren partizanlığın yol açtığı yaraları saracak somut bir hedefi milletimizin önüne koymaktır.

FİKİR TARTIŞMASINDAN SAVAŞ ÇIKARMAK

Aynı safta buluşmak, her konuda aynı şeyi düşünmek anlamına gelmez. Böyle bir tutum, en hafif tabirle insan onurunu hiçe saymaktır.

Elbette farklı düşüneceğiz. Ancak bir olaya “farklı cepheleri”nden bakmak demek, “farklı cephelere” ayrılıp birbirimize hücuma kalkmak değildir. Birincisinde doğruya ulaşma, ötekinde farklı düşünceyi yok etme gayreti vardır.

İkinci yolu defalarca denedik ve bedelini çok ağır ödedik. Olaylara “farklı cepheler”den değil, “farklı cepheleri”nden bakmayı artık öğrenmeliyiz.

Doksan yedi yıllık cumhuriyet tarihimiz boyunca defalarca düştüğümüz çukura bir daha düşmek şöyle dursun, hamle üstüne hamle yenilememiz gereken bir dönemden geçiyoruz.

Bu kapsamda, o talihsiz 2 Temmuz 1993 gününün, milletimizin bağrına sinsice sokulmuş kanlı bir hançer olduğunu idrak etmeliyiz.

Evet, kayıplarımız için ağıtlar yakmalıyız; ancak bin yıldır aynı kaderi paylaşan insanların birliğine, dirliğine kastetmiş olan bu kanlı hançerdeki parmak izinin milletimize ait olmadığını da görmeliyiz.

Benzer ihanetlerin bir daha yaşanmaması için de her an uyanık ve tetikte olmalıyız.

SİVAS, 2 TEMMUZ’LARDA DEĞİL 4 EYLÜL’LERDE GÜNDEM OLMALI

Bundan bir asır önce yeni devletimizin temelini attığımız Sivas’ımızın, 27 yıl önce ciğerimizi dağlayan bu talihsiz olayla anılıyor olması, kadim tarihi boyunca nice büyük badireleri atlatan aziz milletimizin tarihi birikimine uygun düşmemektedir..

Türkiye’yi vatan bilen, bu topraklarda kader birliği eden herkes, bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı, hak ve sorumluluk sahibidir.

Milliyetçilik; vatanını, milletini, devletini sevmektir. Sevmek, sahip olma hakkından çok sahip çıkma, yaşatma ve geliştirme sorumluluğudur.

Milletini bu anlayışla seven herkes, ister istemez milliyetçidir.

Alevi’si, Sünni’siyle milletimi çok seviyorum.

]]>
OKUMALAR / BOZKIRDAKİ ÇEKİRDEK https://hayatitek.com/bozkirdaki-cekirdek/ Fri, 19 Jun 2020 16:24:48 +0000 http://hayatitek.com/?p=1980 Kemal Tahir; Bozkırdaki Çekirdek, İthaki Yayınları, 5. Basım, İstanbul 2005.

]]>
İZ BIRAKANLARLA MÜLAKAT: BABIÂLİ KAVGALARI https://hayatitek.com/iz-birakanlarla-mulakat-babiali-kavgalari/ Thu, 11 Jun 2020 08:18:59 +0000 http://hayatitek.com/?p=1263 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Kasım 1991’da yayınlanan 92. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın Açık Oturum konukları Hüseyin Nihal Atsız, Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek, Tekin Erer, Nazım Hikmet Ran, Hüseyin Cahit Yalçın, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Sabahattin Ali, Yunus Nadi, Falih Rıftı Atay ve Ahmet Emin Yalman idi.

]]>
TEKMİLİ BİRDEN ECEVİT https://hayatitek.com/tekmili-birden-ecevit/ Thu, 11 Jun 2020 07:43:24 +0000 http://hayatitek.com/?p=1254 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Kasım 1991’da yayınlanan 92. sayısı için Ali Yakuboğlu müstearıyla kaleme aldığım “Tekmili Birden Ecevit” başlıklı yazı.

]]>
KÜLTÜR MEDENİYET TARTIŞMALARI-2: EVRENSELLİK KISKACINDA TÜRK KÜLTÜRÜ https://hayatitek.com/evrensellik-kiskacinda-turk-kulturu/ Wed, 10 Jun 2020 09:00:33 +0000 http://hayatitek.com/?p=1015 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ocak 1991’da yayınlanan 82. Sayısı için hazırladığım “Evrensellik Kıskacında Türk Kültürü” başlıklı soruşturma dosyasının giriş yazısı.

]]>