Darbeler ve Türk Basını – Hayati Tek https://hayatitek.com Wed, 23 Dec 2020 23:51:43 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Darbeler ve Türk Basını – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 “DÜN DÜNDÜR” DER POLİTİKACI.. AYNI SÖZÜ KALEMLER DE SÖYLEMEYE BAŞLADIYSA? – BU BİR MEDYA ELEŞTİRİSİDİR… https://hayatitek.com/dun-dundur-der-politikaci-ayni-sozu-kalemler-de-soylemeye-basladiysa-bu-bir-medya-elestirisidir/ Sun, 31 May 2020 21:30:01 +0000 http://hayatitek.com/?p=477 FEHMİ KORU

(www.fehmikoru.com., 22 Ağustos 2019)

Kıdemli bir meslektaş kendisinden daha kıdemli bir başka meslektaşa atfettiği bir benzetmeyi bir ara sıkça hatırlatarak gazeteci-politikacı ilişkisi hakkında tarafları uyarırdı. Benzetmesi şuydu: “Gazeteci ile dostluk bir numara küçük ayakkabı giymek gibidir; arkadan vurur.”

Bu iki meslek, görev tanımları gereği, dostluğu kolay kaldırmaz.

Siyasetle ilgilenen, o alanda görevler üstlenmiş kişilerin her birinin dağarcığında, ‘dost’ bildiği bir veya daha fazla gazeteci tarafından kendisine yaşatılan hayal kırıklıkları vardır. Mutlaka vardır.

Ayakkabı iki tarafta da arkadan vurur

Peki ya gazeteci milletinin yaşadığı hayal kırıklıkları?

Her insan gibi ‘gazetecilik’ mesleği mensuplarının da siyasi eğilimleri vardır, bu da yazılarına bir biçimde yansır. Eğilimlerini temsil ettiğine inandığı partiyi veya kişileri diğerlerinden daha fazla kendisine yakın bulur gazeteci, bunu haberlerinden veya yazılarından anlarsınız.

Çoğu kez politikacılar da kendilerine inanan, güvenen gazeteci ve yazarları hayal kırıklığına uğratır.

Süleyman Demirel cumhurbaşkanı olduğunda, siyasi hayata girmesine ve lider arayan Adalet Partisi’ne genel başkan seçilmesine haberleri ve yazılarıyla vesile olmuş eski gazeteci dostu Cüneyt Arcayürek’i kendisiyle birlikte Çankaya Köşkü’ne taşımıştı; basın müşaviri olarak… Cüneyt Arcayürek orada geçirdiği yıllarda bizzat tanığı olduğu olayları sonradan çok sayıda kitabına malzeme yaptı.

Demirel bir numara küçük ayakkabı giymiş gibi kendisini hissettiğini belli etti kitaplar birbiri ardına raflarda yerini almaya başladığında…

Ancak Arcayürek’in kitaplarına sinmiş havayı koklamasını bilenler, ikili ilişkide esas hayal kırıklığı yaşayanın yazarın kendisi olduğunu mutlaka fark etmiştir.

İkili ilişkide kantarın topuzu her zaman gazetecinin aleyhine çalışır.

Hakkında hep iyi hisler beslediğim şimdi rahmetli olmuş bir politikacı bana da büyük bir hayal kırıklığı yaşatmıştı. Hakkında ciddi ithamlar taşıyan bir haberi mahkemeye taşımıştı o politikacı; değerlendirmenin kaynağı olan yabancı yazarın güvenilmez biri olduğunu yargıca kabul ettirmek istiyordu. O yabancı kaynağın ne kadar güvenilmez olduğuna dair geçmişte bir şeyler yazmıştım.

Bir gün randevu alarak bir avukat yanıma geldi. O politikacının avukatıydı ve istediği de kaynakla ilgili yazılarımı mahkeme heyeti önünde tekrarlamamdı.

“Elinizde yazılarım var, onları mahkemeye sunun” dememe “Sizin mahkeme heyeti karşısına bizzat çıkarak onları tekrarlamanız önemli; müvekkilim sizden bunu bekliyor” cevabı geldi.

Daha önce zaten bildiğim gerçeği o gün bir kez daha anladım: Politikacı için en önemli değer kendisiydi; gözünde başkalarının zerre kadar değeri yoktu. Herkes, en yakın bildiği insanlar bile, kullanılması gereken birer piyondu onun gözünde.

Hayal kırıklığımın derecesini anlatamam.

Bugün ve basınımız

Bugün neden bu konu?

Şundan: Günümüzde görev tanımlarını ‘yakınlık duyduğu politikacıları övmek’ olarak belirlemiş geniş bir kitle var medyamızda. Politikacıların her sözünü mutlaka sahip çıkılması gereken düz ve temiz bir çizgi olarak değerlendiriyor bu kişiler. Geçmişte yazdıkları ve yaptıklarıyla taban tabana zıt tavırlar sergileyebiliyorlar. Bir zamanlar politikaya soyunmuş ‘liberalin en hası’ iki kişinin hemen yanı başında yer aldığını hatırladığım bir yazar sözgelimi; bugün tam tersi politikaları hararetle savunabiliyor…

Yukarıdaki paragrafı okuyunca “Acaba beni mi kast etti?” sorusunu soracak birden fazla kişi çıkacaktır.

Hadi onun çelişkili tavırları arasında birkaç on yıl var; bazıları fazla uzak olmayan geçmişte yazdıklarını şimdi yazdıklarıyla yalanlayabiliyor. Hatta, geçen hafta “Ne iyi” diye övdüğü bir politik çıkış bu hafta politikacı tarafından atılan geri adımla boşa çıktığında, bu defa o geri adımı “Aman ne iyi” diye yere göğe koyamayanlar da var.

Bugünkü gazeteler bile o tavrı sergileyen yazılarla dolu.

İktidara yakın olanlar arasında da var böyleleri muhalefete yakın olanlar arasında da.

Yazıların hepsi arşivde yerini alıyor doğal olarak.

Bir numara dar ayakkabı her gün iki taraflı olarak arkadan vuruyor.

Kitaplığımda hep en görünür yerde tuttuğum ve gözümün önünden ayırmak istemediğim kitaplar arasında en başta darbeler öncesi ve sonrasında bizim basınımızda çıkmış ibretlik yazıları toplayan eserler bulunur. [Hayati Tek’in ‘Darbeler ve Türk Basını’ ile Mine Söğüt’ün ‘Darbeli Kalemleri’ bu alanda birer başyapıt sayılabilir.] 27 Mayıs’tan (1960) 28 Şubat’a (1997) kadar her darbe basınımızdan şöhretli pek çok kalem için birer utanç galerisidir.

İleride bugünleri yazacak olanların da elinde çok malzeme olacak.

Ne yazacaklar?

]]>
SINAV https://hayatitek.com/sinav/ Sun, 31 May 2020 21:28:20 +0000 http://hayatitek.com/?p=475 YAVUZ DONAT

(Sabah, 17 Temmuz 2008)

Hayati Tek 2003’te bir kitap yazdı: Darbeler ve Türk Basını (Elips Kitap-432 sayfa)

Kitapta “darbeler, müdahaleler, muhtıralar, darbe girişimleri” de anlatılıyor…

Bu olaylarda “medyanın tutumu” da.

Gazete gazete, isim isim “yüzlerce örnek” var.

***

Kitapta “bir hususun” altı çiziliyor:

– Demokrasiyi kurtarmak adına yapılanlar sırasında en büyük darbeyi demokrasi yedi.

“Bu tespite” kim itiraz edebilir.

En büyük darbeyi demokrasi yediği içindir ki, demokrasimiz hala “ağır aksak, kör topal” yürüyebiliyor.

***

Kitaptan bir başka tespit:

– Her darbe süreci demokratik kurumlar ve medya için bir sınav dönemi olmuştur.

Bu tespite de katılmamak mümkün değil.

“Sınava” gelince…

Kitapta verilen örneklerin medya açısından “parlak bir karne notu” olduğunu söylemek imkansız.

***

Hayati Tek‘in kitabı “bugün yaşananların ışığında” okununca daha da ilginçleşiyor.

Sanki bir filmi “yeniden izliyorsunuz.

Şimdi olup bitenler, geçmişteki örneklerin “fotokopisini andırıyor.”

***

Kitabın “sonuç” bölümünden bir cümle ile konuyu kapatalım:

Kitapta ortaya koyduğumuz yüzlerce haber, yazı ve belge göstermektedir ki, Türk basını darbe süreçlerinden yüzünün akıyla çıkamamıştır.

]]>
FENA BİLLAH! https://hayatitek.com/fena-billah/ Sun, 31 May 2020 21:26:26 +0000 http://hayatitek.com/?p=473 EMRE AKÖZ

(Sabah, 29 Haziran 2008)

Hayati Tek‘in kaleme aldığı ‘Darbeler ve Türk Basını’ adlı kitabı okuyorum: Hangi darbede basın nasıl bir tavır aldı? Kim, kimi, hangi kelimelerle destekledi?

Ekler bölümünde yer alan bir söyleşide Hayati Tek şöyle bir değerlendirme yapıyor:

“27 Mayıs’ta ( 1960 ) Demokrat Parti’yi destekleyenler dahil bütün basın darbenin yanında olmuştur. 12 Mart’ta ( 1971 ) durum biraz farklılaşır. Orada Marksist bir cunta beklentisi içinde bulunan sol kalemler hariç, basın muhtıraya karşı durur. 12 Eylül ( 1980 ) 27 Mayıs’ı çağrıştırır. Üç beş kalemin haricinde hepsi darbecilerle saf tutar. 28 Şubat ise tamamen farklıdır ve umut vericidir. Darbeyi destekleyenlerle karşı duranlar neredeyse eşit sayıdadır. Bir de tarafsız kalanlar var. Onların derdi demokrasi. Ben onları da darbe karşıtlarına dahil ediyorum.”

***

Gelelim bugüne.

Benim değerlendirmem şudur: Avrupa Birliği süreciyle derinleşmeye başlayan demokratikleşme ve şeffaflaşma, ardından 22 Temmuz 2007 seçimleriyle gelen yüzde 47’lik oy oranı, Cumhurbaşkanının ‘ karşı kamptan’ olması ve ‘ Yeni Anayasa’ çalışmaları bürokratik eliti rahatsız etmiştir.

Mevcut şartlarda tanklı tüfekli ” açık darbenin ” mümkün olmadığı değerlendirmesini yapanlar; yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Milliyet yazarı Hasan Cemal’in dile getirdiği gibi bir ” yargı darbesine ” soyunmuştur.

Yargı darbesinin su yüzüne çıktığı tarih 14 Mart 2008’dir: Yani “kapatma davasının” açıldığı gün.

Ancak hazırlıkların daha önceye dayandığı, en azından Eylül 2007’ye dek gittiği, kamuoyuna geçenlerde yansıyan ve kısaca ‘ Eylem Planı’ dediğimiz belgeyle ortaya çıktı.

Bu belgeye hiç şaşırmadık. Çünkü Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, aynı 28 Şubat’ta olduğu gibi, medyanın bir kısmı bazen düpedüz yalan haberlerle, bazen de olaylara takla attırarak, yargı darbesi değirmenine su taşımaya başladı.

***

Ancak 1997 ile 2008 arasında önemli bir ” değişken ” devreye girmişti:

’28 Şubat’a tam destek veren Sabah Grubu bu kez darbe sürecinden uzak duruyor, demokrasinin yanında yer alıyordu.

Ortamda böyle olunca, haliyle “darbe yanlısı” yazarlar ile “darbe karşıtı” yazarlar arasında atışmalar başladı.

İşte bu süreçte ilginç bir durumla karşılaştık: Darbeci yazarların yalanlarını eleştirdiğimizde karşımızda yüksek ahlaklı bir AD borazanı bulduk.

Bu nameci adeta bir ” Eylem Planı Müfettişi ” gibi grubun yayın politikasını karalıyor, ” gitsem mi/kalsam mı ” diye fır fır dönüyordu.

Müşteri kızıştırmayı o hale vardırdı ki darbe destekçisi rakip grubun spor ilavesine katkıda bulunuyor, bunu da ” sohbet ” adıyla maskeliyordu.

***

Bu süper haysiyetli numaralarını ortaya çıkarırken ” dnglk ” kodunu kullanmıştım.

Görüyorum ki ahlaklı davranmaya devam ediyor ve tam 19 haftadır rakip gazeteye katkıda bulunuyor.

O halde, bu durumu adlandırmak için ” Dnglk 19 ” gayet uygun görünüyor.

Önümüzdeki salı günü de, aynı marifeti gösterdiği takdirde ’19’a ‘1’ eklemek zorunda kalacağız.

Bizim eski patron, hem yeni girdiği basın sektörünü iyi tanımadığından, hem de boş bulunduğundan, bunun için ” fenafillah mertebesine çıktın ” demişti.

Şimdi olsa ” fena billah ” der! Darbe destekçisine başka ne denir?

Not: Fenafillahın düz anlamı; ” Ölmeden önce ölmek .” Hakikaten de oluyor böyle şeyler.

]]>
GAZETECİ DİK DURUNCA CUNTACI DARBEYE CESARET EDEMEZ https://hayatitek.com/gazeteci-dik-durunca-cuntaci-darbeye-cesaret-edemez/ Sun, 31 May 2020 21:24:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=471 ERKAN ACAR

(Zaman, Pazar Eki, 17.12.2006)

Newsweek dergisinde Zeyno Baran’a ait Türkiye’yle ilgili makale, tartışmalara yol açtı. Türkiye’de yeniden 28 Şubat şartlarının oluşmaya başladığı savunulan yazıda, 2007 yılı içinde askerî müdahale ihtimalinin yüzde 50 olduğu ileri sürüldü.

2007’ye az bir süre kala medyada hâlâ darbenin konuşulması kamuoyunda garipsendi. Medyanın askerî müdahalelerdeki rolünü “Darbeler ve Türk Basını” isimli eserinde inceleyen araştırmacı-yazar Hayati Tek‘e göre bu gibi gelişmeler normal. Ona göre Türkiye’deki darbeciler yargılanmadıkça askerî darbeleri öven haberlere rastlanacak. Tek, son dönemde medyadaki ‘irtica’ haberlerinde konsept değişikliği yaşandığına da dikkat çekiyor. Yazara göre “İktidar olunca zorla baş örttürecekler” haberleri Refah Partisi’nin Beyoğlu Belediyesi’ni kazanmasıyla inandırıcılığını kaybetti. Medya “ideolojik” açık bulamayınca mütedeyyinlerin “özel yaşamdaki zaaflarını” araştırmaya başladı. Bu sebeple önümüzdeki süreçte muhafazakârlarla ilgili “eş aldatma”, “lüks yaşam tarzı” gibi haberleri gazete sayfalarında sık sık göreceğiz. Yine Tek‘e göre bugün iktidarda AK Parti değil de MHP olsaydı medya “irtica” yerine “ırkçılık” haberleri yapardı. 28 Şubat sürecinde internet medyasının olmadığını da ifade eden Tek, alternatif haber kaynaklarının demokratikleşme sürecini olumlu etkilediğini söylüyor.

Hayati Tek, 28 Şubat sürecinde “Ordu değil, cunta” ve “Mask-ara Rejim” başlıklı yazılarından dolayı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. 20 ay hapis cezası ile cezalandırılan Tek, dava Yargıtay safhasında iken çıkan af yasasından yararlandı. Türk siyasi hayatını olumsuz etkileyen 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi tarihlerde Türk basının rolünü inceleyen Tek, son günlerde artan irtica haberlerinin sebebi konusunda ilginç saptamalarda bulunuyor. Özellikle 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri karşısında gazetelerin takındıkları tavrın tam bir facia olduğuna dikkat çeken yazar 12 Mart ve 28 Şubat’ta daha umut verici bir tablo ortaya çıktığı görüşünde. 28 Şubat sürecinde ANAR DSP ve CHP gibi muhalefet partileri başta olmak üzere sivil toplum kuruluşları ve medyanın önemli bir kısmının Refah-Yol iktidarının sona ermesi uğruna darbe dahil her türlü oluşuma destek verdiğini vurgulayan Tek, şunları söylüyor: “Buna rağmen bazı köşe yazarları o dönemde çalıştıkları gazetenin manşetine muhalif makaleler kaleme alabildi. Yaşananlar karşısında konulan tavrın belirleyicisi gazetelerin yayın yönetmenleri değil yazarların kendi düşünceleri oldu. Hatırlanacağı gibi benzer bir durum 12 Mart döneminde Tercüman Gazetesi’nde yaşandı. 28 Şubat’ta ise hemen bütün gazeteler için geçerli olan bu olgu, rengârenk bir tablonun doğmasına neden olmuştur. 28 Şubat sürecinde sergilenen çok sesli tutum bu yolda atılmış büyük bir adımdı. Olağanüstü şartlara rağmen doğru bildiklerini yazmaktan çekinmeyen, hüküm giyme pahasına kamu vicdanının sesi olmayı sürdüren aklıselim yazarlar demokrasimizin güvencesidir.”

Araştırmacı-yazar Tek, “Ordu Göreve” pankartlarının açıldığı Türkiye’de demokrasi dışı eğilim heveslilerinin pervasızca hareketleri hakkında da “Türkiye’de darbeyi övmek suç teşkil edebilmesi için darbe yapmanın suç olması gerekir. Darbe yapanlar bu ülkede yargılanmamıştır. O zaman darbe yanlılarına, heveslilerine hiç dokunamazsınız.” diyor.

Tek, medyada irtica haberlerinin artışını ülkede istikrar istemeyenle-re bağlıyor. Ona göre düzenleri bozulmasından rahatsız olanlar iktidar-da AK Parti değil de MHP olsaydı bu sefer de ırkçılık haberlerine ağırlık vereceklerdi. Bugünkü şartlarla 28 Şubat’ın aynı olmadığını dile getiren Tek, geçmişin “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü” şeklindeki manşetlerin etkisini yitirdiğini belirterek, “Beyoğlu Belediyesi, Refah Partisi’ne geçince insanlar, gazetelerin dediği gibi sakallıların gelip de kendilerini kesmediğini gördü. Zorla başlarının örtülemeyeceği anlaşıldı. 3 Kasım seçimleri, jakoben, pozitivist ve dogmatik bir yaklaşım içerisinde olanların ezberini bozdu. AK Parti’nin iktidarı da kafalardaki önyargıları yıktı. ‘Örümcek kafalılar’ tanımları bugün yok. 28 Şubat ezberi ile konuşsalar komik oluyorlar. AK Parti iktidarında ne İran’a döndük ne de Cezayir’e. Ama 1996’da bunu söyleyemezdik. Geçmişte Humeyni İran’ını radikalizm ile suçluyorlardı. Bugün ise nükleer tehlike söz konusu.” diyor.

Bugün yapılan irtica haberleri ile su halkaları oluşturulmaya çalışıldığını belirten Tek, 28 Şubat’ta atılan manşetlerin bugün hükmünün bulunmadığını kaydediyor. 12 Eylül darbesinde bir basın kuruluşu bir olaya ak dedi mi bütün gazete yazarlarının ak dediğini vurgulayan Tek, 28 Şubat’taki durumu ise şöyle anlatıyor: “Bugün bir gazeteye bakıyorsunuz yazarlar arasında görüş birliği yok. Ben kitabımda 28 Şubat sürecini anlatırken bir bölüm açtım; darbeye destek verenler, karşı duranlar ve tarafsız olanlar diye. Kalemleri tek tek inceledim. 12 Eylül’de ise tarafsızlık diye bir şey yok. 12 Eylül’de genel yayın yönetmeni veya patron ne düşünüyorsa yazarı da onu yazardı. Bu 28 Şubat’ta çok değişti. Ben tarafsız olanları darbeye karşı olanlar yanında yazdım. O zaman 28 Şubat’ı destekleyenler azınlıkta kalıyor. Benzer bir şey olsun, daha da azınlıkta kalacaklar. O yüzden cuntacıların basında artık istedikleri gibi at oynatması çok zor.”

Tek, medyanın irtica konusunda konsept değişikliğine gittiğine vurgu yapıyor. Televizyonlarda özellikle kadın programlarının büyük ilgi gördüğüne dikkat çeken Tek, “Mütedeyyin kitleleri ideolojik olarak yıpratamayacaklarını anlayan medya bu sefer özel yaşama yöneldi. Toplum bu konuda hassas. Zaten televizyonlarda kadın programları, eşini aldatan, eşini döven reyting alıyor. Özel yaşamında zaafları olan insanlar her partide, grupta olabilir. Ama mütedeyyin veya öyle bilinen isimler özel olarak araştırılıp ortaya konacak.” diyor.

28 Şubat sürecinde internetin ‘isinin bilinmediğini de hatırlatan Tek, artık tek taraflı haberlerle halkı kandırmanın kolay olmadığını da şöyle anlatıyor: “Kemal Sunal’ın filmlerini hatırlayın. Sinema filmlerinde cami hocaları üçkâğıtçı gösterilirdi. Bu bile değişti. Bilinçaltındaki din anlayışı değişti. Bugün internet medyası çıktı. Son dakika gelişmelerini anında görebiliyorsunuz. Gazete manşetleri 28 Şubat’ta olduğu gibi kamuoyunu yanlış yönlendiremiyor. İnternete girip doğrulan anında öğrenebilme imkânınız var.”

]]>
DARBE ÇOCUKLARI https://hayatitek.com/darbe-cocuklari/ Sat, 30 May 2020 16:23:15 +0000 http://hayatitek.com/?p=50 NASUHİ GÜNGÖR,

(Millî Gazete, 08.06.2006)

Ağlanacak hâlimize gülmek bizim için sıradan bir iştir.   Kargaların bile güleceği işler ise biraz karışıktır.

Danıştay saldırısının ardından ortaya çıkan manzara, daha doğrusu ortaya çıkarılan çelişkili fotoğraflar herkesin kafasını karıştırmaya devam ediyor. Hürriyet’in yayın yönetmeni ise başından beri aldatıldığımızı ve “Bu kadarı da olmaz” dedirten bir oyun oynandığını düşünüyor (Ertuğrul Özkök, 6 Haziran 2006). Buna göre memleketimizde hayatını komplo teorisi satarak kazanan marjinal bir kesim var ve onlar bizim hastalıklı yanımızdan faydalanıp kafalarımızı karıştırdı. Amaçları da “ülkenin ordusunu, hükümetini, kurumlarını birbiriyle kanlı bıçaklı hâle getirecek bir provokasyon”. Ne tuhaf, biz başka günler de hatırlıyoruz bu ülkede. O günlerde bu çevreler, kurumlar arasında ortaya çıkan çatışmanın nasıl bir hasar ortaya çıkaracağını nedense hiç hesaba katmıyordu.

Özkök’ün bu göz yaşartıcı hassasiyeti bizi biraz gerilere götürdü. Çok değil bundan sadece on yıl öncesinde Özkök’ün de aralarında bulunduğu medya mensupları, Ordu-Hükûmet gerilimini adım adım tırmandıran sürecin bir parçası olmuşlar ve sonuçta ülkenin seçilmiş iktidarını “post-modem” darbe ile yerinden etmişlerdi. Şu sözler de Özkök’ün yukarıda bahsettiğimiz yazısından: “Toplum içinde bazı kişilerin, maraza çıkarmak, gerginlik çıkarmak için ne kadar alçakça işler yapabileceğini, ne iftiralar atabileceğini hep birlikte gördük.”

Evet, gördük. Türedi skandallar, irtica haberleri, iftiralar, çamur atmalar, patronunun iş takibi için bakanlarla yapılan çirkin görüşmeler, iktidar değişir değişmez açılan kredi muslukları, teşvikler gördük. Baş örtüsüne, Kur’an kurslarına, İmam Hatiplere savaş ilan edenler gördük. Sadece on yıl önce. Tamer Korkmaz’ın o günlerdeki ifadesiyle   “Vernelli  Muhtıra”   döneminde   gördük   bunların   hepsini.

Ertuğrul Özkök, çalışma arkadaşları, meslektaşları o günlerde nerede duruyordu ki bugün böyle bir hesap sorma hakkını kendilerinde buluyorlar.

Hafızamızı diri tutalım. Kim, hangi zamanda, ne söylemiş unutma-yalım. Sonradan bir iki kıvırtma yazısıyla, “o günler zor günlerdi” manevralarıyla kendilerini temize çıkarmaya çalışanlara, attıkları manşetleri, yazdıkları satırları bir bir hatırlatalım. Değerli gazeteci ve akademisyen Hayati Tek‘in “Darbeler ve Türk Basını” kitabı, şu günlerde yeniden tuhaf işlerin peşine düşen medyamızın askerî darbelerde oynadığı rolle ilgili önemli bir başvuru kaynağı (Bilge Oğuz Yayınlan, İstanbul, Haziran 2006).

İşin önemli yanı şu. Hayati Tek bu çalışmasında, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde basının rolünü masaya yatırmakla yetinmemiş. Çokça gözden kaçırdığımız 1992 yılındaki gerginliği ve o dönemdeki darbe tartışmalarını ve son olarak da 28 Şubat’ı ele almış. Hangi gazete ve hangi gazeteci olup biteni nasıl değerlendirmiş, kim neyi nasıl alkışlamış ve kimler, hangi onurlu duruşu sergilemiş, geriye dönüp hatırlamak isterseniz “Darbeler ve Türk Basını” elinizin altında olsun.

Ne yazık ki bu kitabın yeni baskılarında Hayati Bey‘e çok iş düşecek. Çünkü 2005 sonları ve 2006 baharında yeni bir “darbe” virajından geçiyor Türkiye, umuyoruz geçmiştir.

Kitabın yeni baskısı için kapak önerimiz bile var. İhrama girmiş bir Demirel fotoğrafı ne hoş bir kapak çalışması olurdu değil mi?

]]>
BIKTIK ARTIK https://hayatitek.com/biktik-artik/ Sat, 30 May 2020 15:07:55 +0000 http://hayatitek.com/?p=48 TAHA KIVANÇ

(Yeni Şafak, 27.05.2006)

Yaşı müsait olanlara, “Türkiye bundan 14 yıl önce de darbe konu-sunu yüksek perdeden tartışıyordu, hatırlıyor musunuz?” diye sorsam, kaç kişi “Doğru” diye beni onaylardı acaba?

Kastım, 28 Şubat’ın o muhataralı 13/14 Haziran (1997) gecesi öncesi ve sonrası değil. Dönemin bir politikacısının, “ABD Adana Başkonsolosu aracılığıyla ben durdurttum.” diye övündüğü olaydan söz etmiyorum. Gece boyu çalışılarak “sakıncalı olabilecek” belgeler kıyma makinalarından geçirilmişti o gece. Bir yerel politikacının ailesi fertlerini toplayarak bir Batı ülkesine gittiği ağızdan ağıza yayılmıştı… 13 Haziran günü, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, basının önüne çıkıp “Türk demokrasisinin işlemesinden yanayız.” açıklamasını yapmıştı…

Hayır, kastım bundan dokuz yıl önce yaşananlar değil biraz daha öncesi: Eylül 1992 dolayları… Bir erken seçim yapılmış, ülkeyi yedi yıl yöneten ANAP sandıkta tokat yemişti. Önde giden ilk iki partinin (DYP ve SHP) liderleri Süleyman Demirel ile Erdal İnönü bir “tarihî uzlaşma” gerçekleştirerek hükümet kurmuşlardı. Hükümetin kuruluşu üzerinden daha bir yıl geçmeden, gazete manşetleri ve yorum köşeleri, “Darbe Olur Mu?” başlıklarıyla çıkmaya başlamıştı.

Unuttuğunuzu, belleğinizin bütünüyle boş olduğunu biliyorum; benim durumum o çünkü… Geçen gün bir televizyon programına hazırlanırken rafından indirdiğim Hayati Tek‘in “Darbeler ve Türk Basını” adlı kitabının (Atılım Yayınları) ilk cildini karıştırırken karşıma çıkan “1992 darbe tartışmaları” başlığı beni müthiş şaşırttı. Sonra hatırladım: O günlerde yoğun bir biçimde “darbe ihtimali” üzerinde fikir yürütüp durmuştuk…

İşler o dönemde beklendiği gibi gelişseydi, şimdilerde “1960 ve 1980’de erken seçime gidilebilseydi darbe olmazdı.” açıklamasıyla kamuoyu karşısına çıkan eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, üçüncü kez askerî müdahaleyle devrilmiş olacaktı. Hem de erken seçimden yalnızca 11 ay sonra…

24 Eylül 1992 tarihinde, Derya Sazak, Milliyet’teki köşesinde “Darbe Olur Mu?” başlığı altında şunları yazmış: “Parlamentosu daha on bir ay önce ‘erken seçim’le yenilenmiş bir ülkede, siyasî iktidar ‘terörün üstesinden gelemiyor’ diye ‘darbe’ beklentisine girilebilir mi? / Olmaz böyle şey! / Türkiye insanı, 2000’lerin eşiğindeki dünya atlasında coğrafyasını Patagonya’dan farksız kılacak, rejimi ise ‘muz cumhuriyetleri’ne çevirecek gelişmeleri içine sindiremez.”

O sıralarda Milliyet’te yazan Ali Sirmen, tarihî anekdotlarla da süslediği “Darbe Tartışması” başlıklı yazısında (25 Eylül 1992), tahmin edilebileceği üzere, darbe ihtimalini tartışır: “Burada bir noktayı özenle vurgulamak gerek: Nasıl ki bütün belirtileri hastalık habercisi olan bir kişiyi hasta mı değil mi diye muayeneye almak onun hasta olmasını istemek anlamını taşımıyorsa, Türkiye’de darbe koşullarını ve olasılıklarını tartışmak da darbe olmasını istemek değildir. (…)

“Kısacası Türkiye tehlikeli bir konjonktüre girmiştir. / Yukarıdaki satırları, hiçbir şeyi çözemeyip durumu daha içinden çıkılmaz hâle getirecek olan darbeyi istediğimiz için değil hiç istemediğimiz için yazdığımızı bilmem ki açıklamaya gerek var mı?”

Melih Aşık da darbeye karşı çıkmış o günlerde. “Darbe Olur Mu?” başlıklı yazısında (25 Eylül 1992) başka yazarlardan da alıntılar var: “Ancak bugünkü yapıya dikkatle bakınca, durumun geçmiş darbe ortamlarından farklı olduğu görülüyor. / Bekir Coşkun arkadaşımız dünkü yazısında meseleyi kısa ve net ortaya koyuyordu. Okuyalım: ‘Ordu niçin darbe yapacak?/ Çünkü terör önlenemiyor… /Terörü Önlemekle görevlendirilen kim?/ Ordu… / Ne kadar ters… / Dünyanın her-hangi bir demokratik ülkesinde terörü önlemekle görevlendirilen ordu, bu görevini böyle kör topal yapsa generaller, komutanlar gider. / Yüce devletimizde ise generallerin, komutanların darbe yapmalarından korkuluyor.”

Milliyet yazarı Aşık, Haluk Gerger’in “İki kez darbe ile devrilmiş Demirel bu defa darbeyi kendi yaptı, yönetimi askere bıraktı.” tespitini aktardıktan sonra yazısını şöyle bitiriyor: “Doğrudur. Öyleyse kim kime karşı darbe yapacak?”

Mehmet Barlas o zamanlar Hürriyet’teydi; yazısında konuya şöyle değinmiş: “Demirel dünkü basın toplantısında ne dedi, duydunuz mu? / ’12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de ben haklıydım ki, bütün bunlardan sonra yine ben geldim iktidara!..’ / Allah aşkına şu haklılığını hep gitmek zorunda kalmadan, ülkenin sorunlarına çözüm üreterek de kanıtlasa ya artık… / Demokrasi tarihimizi, Demirel’in nasıl gidip geldiği meselesinin tartışılmasına kurban etmekten gerçekten bıktık!..”

Ne bıktırıcı konularımız var bizim…

]]>