Düşünce – Hayati Tek https://hayatitek.com Wed, 23 Dec 2020 23:41:55 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Düşünce – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 “ATATÜRK’Ü SEVMİYORUM” TAG’İ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ https://hayatitek.com/ataturku-sevmiyorum-tagi-uzerine-birkac-soz/ Sat, 28 Nov 2020 16:44:40 +0000 http://hayatitek.com/?p=3637 HAYATİ TEK –

Bugün fark ettim.

Dün Twitter’da “AtatürküSevmiyorum” diye bir tag açmışlar.

28 Kasım 2020 tarihi itibariyle bu tag altında 15 Binden Tweet paylaşılmış.

Kayıtsız kalmak istesem de birden aklıma, Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Cumhuriyet fırkalarının kapatılmaları üzerine yapılan “Atatürk, muhaliflerinin sayısını öğrenmek için bu partileri kurdurdu. Sonra da irticai faaliyetten kapatılmalarını sağladı. Bu partiyi destekleyen pek çok kişiyi de tutuklattı ve astırdı.” meyanındaki değerlendirmeler geldi.

Acaba malum “tag” de benzer bir amaçla açılmış olabilir miydi?

Bir çeşit toplum mühendisliği aracı mıydı?

Birileri Atatürk’ü sevenler ile sevmeyenler arasındaki yüzdelik oranı mı merak etmişti?

Atatürk’ün sevilme yahut sevilmeme gerekçesi hakkında kamuoyu yoklaması yapmak yerine böyle bir yöntemi daha mı uygun görmüştü bazıları?

Benzeri sorular peş peşe sökün edince, malum “tag” altındaki Tweet’lere ve bunlara verilen cevaplara şöyle bir göz atma lüzumunu hissettim.

Gördüğüm manzara ülkem ve milletim adına hiç de iç açıcı değildi.

Atatürk’ü seven veya sevmeyenlerin bilgiden çok yargıya dayanan gerekçelerini, bunları ifade ederken sarf ettikleri hakaretleri buraya taşıyıp propagandalarını yapacak değilim.

Ancak gördüğüm en temel sıkıntıya temas etmeden de geçemeyeceğim.

Bu “tag” altında paylaşılan sağduyulu Tweet’lerin, ilgi çekmek bir yana derhal linç edildiklerini gördüğümde, “Bîtaraf olan bertaraf olur” sözünü bir kez daha hatırlamadan edemedim.

Karşıt görüş sahiplerinin, fikirlerini çarpıştırmak yerine “En etkili küfür ve hakareti nasıl ederim?” sorusuna odaklandıkları meydandaydı.

Tartışmanın seviyesi için “yerlerde sürünüyor” demek bile iltifat sayılırdı.

Ancak beni asıl endişelendiren, Atatürk’e hakaret edenlerin ve onu savunanların aralarındaki hesabı “din” üzerinden görmeye çalışmalarıydı.

Ne hakla?

Merhum Cemil Meriç şöyle sorar Mağaradakiler’de:

“Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar? (S. 281)”

Tıpkı bu sözde olduğu gibi, inananların, Batı Çalışma Gurubu tarafından “kuduz köpek misali” takibat altına alındığı; bir gazeteci olarak şahsımın, “başörtüsüne destek verdiğim ve orduya hakaret ettiğim” gerekçesiyle yargılanıp hüküm giydiği 28 Şubat süreci, Twitter âleminde zombi misali yeniden hayat bulmuş gibiydi.

O talihsiz dönemde çeşitli toplum kesimleri, siyasi partiler ve maalesef Türk Silahlı Kuvvetlerimiz bazı açık hesapları din üzerinden kapatmaya kalkışmış, toplum yapımızdaki onulmaz yaralara yenilerini eklemişlerdi.

Tam da bu noktada çeyrek asır önce yaşadığımız şartlarla ilgili ibretlik bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum.

***

Başörtüsü, sekiz yıllık kesintisiz eğitim, yeşil sermaye konuları etrafında dönen 28 Şubat tartışmaları sırasında dinî hassasiyetleri nedeniyle her an kovuşturulan, bu nedenle de sürekli stres altında bulunan azımsanmayacak bir toplum kesimi vardı. Homojen bir yapı oluşturmayan bu toplum kesiminin fikir ve inançları çeşitli siyasi partiler, gazeteler ve televizyonlar tarafından dile getiriliyordu.

Milli dirliğimizi tahrip eden ve dönemin Genelkurmay Başkanı tarafından “gerekirse bin yıl süreceği” ilan edilen bu hassas dönemde çok kritik bir gelişme oldu.

Hiçbir siyasi parti yahut toplum kesiminin dar kalıplarına sokulamaması gereken “tesettür” konusu, başındaki örtüyle TBMM’ye giren Refah Partisi Milletvekili Merve Kavakçı’nın ismi etrafında siyasi kapışmaların odağına yerleşti. O kadar yerleşti ki, sosyal anlamda 1930’lardan itibaren hissedilen, siyasi anlamda 1946’dan sonra Türkiye’nin yakasına yapışan “ötekileştirme” belası en olmayacak bir şekilde milli dirlik ve istikrarımızı tehdit etmeye başladı.

İslam’ın örtünme emrine destek verdiğini iddia edenlerin bir kısmı, “başörtüsünün kamusal alanda takılıp takılmaması” konusunda referandum isteme cüretini dahi gösterdiler.

İlahi bir emri savunduklarını öne sürenler, kahhar ekseriyeti Müslüman olan bir ülkede böyle bir referandumun sonucundan emin görünüyor, buradan devşirecekleri gücü siyasi arenada kullanmayı hesaplıyorlardı.

Teklif, bu tarz düşünenlerin sözcülüğüne soyunan ve bugün de bir başka isimle yayın hayatına devam etmekte olan günlük bir gazete tarafından gündeme getirilmişti.

O yıllarda Gündüz gazetesinin genel yayınına bakıyordum.

Gazetenin vitrin sayfasına üç dört cümleden oluşan kısa bir yazı koyarak, aşağı yukarı şu ifadeleri kullanmıştım:

“Cenabı Allah’ın tesettür emrini kulun reyine sunmak hadsizliktir. Şu anda siz, çıkacak sonuçtan emin görünüyorsunuz ama yarın devran döner de birileri çıkıp İslam’ın bir başka emrini referanduma tabi tutmaya kalkışırsa, bu vebalin altında ne Merve Kavakçı kalkabilir ne de ona destek verenler.”

Yanılmıyorsam Hedef Radyo bu kısa yazıyı birkaç gün süreyle haber bültenlerinde dinleyicilerine defalarca duyurmuştu.

Güç devşirmek yahut siyasi çıkar sağlamak uğruna dini siyasete alet ederek “Cenabı Allah’ın emrini kulun reyine sunmaya” cüret edenlerin bulunduğu bir Türkiye vardı o yıllarda.

Hamdolsun başörtüsü meselesi bugün öncelikli gündem maddemiz olmaktan çıkmış durumda. Toplumsal ayrışmayı “toplumsal yarılma” noktasına taşıma potansiyeli bulunan böyle bir suni gündemi zor da olsa aşmış bulunuyoruz.

Ancak “AtatürküSevmiyorum” tag’i altında paylaşılan Tweet’ler gösteriyor ki, kanunen halledilmiş görünen bu mevzu zihinleri hâlâ meşgul ediyor. Hem de çeyrek asır öncesinden zerrece farkı bulunmayan bir üslup ve seviyesizlik halinde…

***

Açılmasının üzerinden henüz bir gün dahi geçmeden malum tag altında paylaşılan 15 Binden fazla Tweet’in özeti aşağı yukarı şöyle:

“Dindarlar cahildir, Atatürkçüler aydın.”

Cumhuriyet elitinin, iktidar gücünün yanı sıra kültür ve sanat alanındaki her mecrayı kullanarak onlarca yıldır işlemekte olduğu bu mesajın, 2020 Türkiye’sinde de aynıyla vaki olmasını bilmem nasıl anlamalı?

Bu tag’i açanların yahut onlar üzerinden dine ve dindarlara hakaret edenlerin adeta fırsat kolladıklarını anlamak için kâhin olmaya gerek yok.

10 Kasım 2020 günü kaleme aldığımız “ATATÜRK, BİR SİYASİ PARTİNİN TESCİLLİ MARKASI DEĞİL AZİZ MİLLETİMİZİN ORTAK DEĞERİDİR” başlıklı yazımızda dikkat çekmeye çalıştığımız temel sorunun milletimizi ayrıştırmaya, kaos ortamından beslenenlerin ekmeğine yağ sürmeye devam ettiği gün gibi aşikâr.

O yazıda Atatürk’ün “milletimizin ortak değeri” olduğu ifade etmiştim.

Genellikle olumlu karşılanan bu düşüncemizi onaylamayanlar da vardı.

Bir kişi, olay ve kavrama olumlu yahut olumsuz yaklaşabilirsiniz. O konudaki düşüncenizi, hakaret cümleleri kurmadan ifade ettiğiniz sürece muhatabınızdan alacağınız cevap “teşekkürden” ibaret olacaktır.

Nitekim öne sürdüğümüz fikirlere karşı çıkanlar, bu düşüncelerini gayet medeni bir şekilde ifade ettiler ve karşılığında hak ettikleri teşekkürlerini fazlasıyla aldılar.

Herkes aynı düşünceyi taşımak durumunda değil. Eşyanın tabiatına aykırı olan ve insanlığın gelişmesi önündeki en büyük engeli teşkil eden bu durum, istenilecek bir şey değil aynı zamanda.

Kutsal ya da değil, her fikri temsil eden figürler tarih boyunca var olmuştur, olacaktır.

Temsil ettikleri fikirlerin önüne geçen figürleri kutsallaştırmak, her şeyden önce o figürlerin varlık sebebi olan fikirlere saygısızlık değil midir?

Figürlerin ömrü temsil ettikleri fikirler kadardır.

Türk tarihinin son asrına damgasını vuran en güçlü figür durumundaki Atatürk’ün hâlâ yaşıyor olması, temsil ettiği fikirlerin gücünü göstermektedir.

Ancak önümüzde şöyle bir tehlike var:

Çağ değişiyor, ülkemizin ve insanlığın karşısına yeni yeni tehditler çıkıyor. Bu tehditlere kafa tutabilmemiz için içinde bulunduğumuz çağın idrak ve gerçeklerine uygun fikir ve araçları kuşanmamız gerekiyor.

Atatürk’ün yüz yıl önce ortaya koyduğu fikirlerinin, yaşadığı dönemin şartlarına uygun tavır ve politikalarının sonsuza kadar aynıyla geçerli olacağını düşünmek, “Muallimler! Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” diyen bir inkılapçıyı yeterince anlamamak değil midir?

Atatürk nasihat işitmeyi seven biri değildi; ancak buna karşı olduğu da söylenemez.

Kurduğu şu cümleler bu özelliğini anlatır:

Tuhaf bir halim daha var, ne ana—babam çok erken ölmüş—, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve telâkkilerine göre bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî ihtarlardan masun bulunamazlar. Bu vaziyet karşısında iki tarz-ı hareketten birini intihap etmek zarurîdir. Ya itaat, yahut bütün bu ihtar ve nasihatleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. İtaat nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın ihtarlarına itaat maziye ricat demek değil midir? İsyan etmek, faziletine, hüsnüniyetine, yüksek kadınlığına kani olduğum anamın kalbini, telâkkilerini altüst etmektir. Bunu da doğru bulmam. (Milliyet, 13 Mart 1926)”

Atatürk’ün yolundan gitmek demek, O’nun yüz yıl önce dile getirdiği fikirleri bir slogan halinde tekrarlamaktan ibaret olamaz, olmamalıdır.

Fikirle hemhal olmadıkça, sloganlarla yetindikçe, Atatürk gibi yeni ve güçlü figürler çıkarma isteğimiz sadece bir temenniden ibaret kalır.

Atatürk’ü yaşatacak olan O’nun yüz yıl önceki sözlerini tekrarlamak veya dönemin şartları gereği takındığı tavır ve izlediği politikaları “taklit” etmek değil, “çağın gerçeklerine uygun yeni fikirler” üretmektir.

***

Atatürk’ü sevmek yahut sevmemek, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olan herkesin ihtiyarına kalmış bir konudur.

Hiçbir kişi, kurum ve kuruluş bu konuda kimseye baskı uygulamak hak ve salahiyetine sahip değildir.

Yeter ki lehte ve aleyhteki his ve görüşler, kimseye ve özellikle de milletimizin ortak değer ve mukaddeslerine hakaret edilmeksizin dile getirilsin.

Güçlü karakterler hakaret etmezler, hareket ederler.

Ne düşündüklerini dağdağalı bir üslupla cihana ilan etmek yerine, bunu icraatlarıyla gösterirler.

Tıpkı Atatürk’ün dediği gibi:

“Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakikî mefkûre neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemetsiz olacaksın, önüne namütenahi manialar yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telâkki ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine kani olarak bu maniaları aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin. (Milliyet, 13 Mart 1926)”

***

Hülasa edersek…

Farklı fikirler toplumların kalp atışlarıdır.

Namık Kemal’in tavsiyesine uyup fikirlerimizi çarpıştırmak yerine, çeşitli figür ve mukaddesleri kendimize kalkan edip rakiplerimize hücum etmek alışkanlığımızı bir an önce terk etmeliyiz.

Atatürk’ü seviyorum.

O’nu sevmeyenlerin hakaret içermeyen fikirlerine saygı duyuyor ve gerekçelerini anlamaya çalışıyorum.

Ne olur, ötekileştirme illetinin değirmenine su taşıyan rövanşist yaklaşımları bir kenara bırakalım.

1970’li yıllarda, “Türkiye, yalan ve iftiranın saltanat sürdüğü bir diyardır. Gerçekler, en ufak bir merhamet duyulmadan kurban ediliyor. (Ülkücünün Çilesi, S. 15)” diyen merhum Galip Erdem’e kulak verelim.

Ve O’nun “Ülkücünün Çilesi” kitabında yer alan şu sözlerini hatırlayalım:

“Demokrasi, hürriyet ve değerli sayılan diğer bütün mefhumlar, milletimizin yükselmesine ve güçlenmesine yardım ettikleri sürece saygı görürler. Fakat nifak tohumlarının yeşermesine müsait bir zemin haline gelirlerse, itibarlarını yitirmekten kurtulamazlar. Fikir ayrılıklarının düşmanlığa dönüşmesine izin verilmez. Milletin varlığını kıyamete değin sürdürmek ülküsü cümle hakların üstünde kutsal bir vazifedir. (S. 172)”

“Bir millet ancak sınır boylarında dövüşür, vatanının, imanının,  soyunun düşmanlarına karşı dövüşür. Kardeş kavgası başlarsa kimin haklı olduğunu araştırmanın bile bir değeri kalmaz. Milliyetçilik iddiasını güdenler, kendi hesaplarına zararlı sonuçlar verse de, gittikçe büyüyen düşmanlığı önlemeye mecburdurlar. Doğruluğu şüpheli ucuz hükümlerin peşine takılmak, ‘millete fenalık edenlerle dövüşüyoruz’ demek, hataların bağışlanmasına yetmez. (S. 173)”

“Türk milletini sevmekte birleşenler, birbirlerini sevmekte birleşmeye de mecburdurlar. Aksi takdirde millet sevgileri kimsenin inanmayacağı boş bir laftan ibaret kalır. (s. 174)”

Ve yine Galip Erdem’in şu “yakarışıyla” vermek istediği mesajdan hesabımıza düşen hisseyi almaktan lütfen çekinmeyelim:

“Sevmesini unuttuk, Allah’ım. Aşk yolunu bıraktık, kin yoluna girdik. Önce seni sevmeyi unuttuk, hatta seni sevmeyi suç saydık. Sonra birbirimizi sevmeyi unuttuk. Dostluğun hazzını teptik, düşmanlığın zehrine alıştık. Seni sevmeyince, birbirimizi zaten sevemezdik. Birbirini sevemeyen, birbirini yumruklamağa hazırlanan insanların artık bir millet sayılamayacaklarını, birlikte yaşama isteğinden gittikçe uzaklaşacaklarını düşünemedik. (S. 163)”

1970’li yıllarda ülkemizi yangın yerine çeviren, 28 Şubat sürecinde bir başka çehre ile ortaya çıkıp aynı sonuçları doğuran kardeş kavgaları ve ötekileştirme illetinden ders çıkarabilmek için yeni bedeller ödemeye ne lüzum var?

Bu yolda atılacak en güzel adım; fikirlerimizi, hakaret içermeyen ifadelerle dile getirmek ve farklı fikirlere tahammül göstermektir.

Merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun şu muhteşem tespitiyle noktalayalım:

“Türkiye’de küfür ve Türkiye’de nifak kemalini bulmuş ve zevali olmuştur. Şimdi riya, saltanatını sürüyor. Onun da ömrü çok kısadır. Gelecek bir mübarek vakte hazır olunuz. (Gerçek Olan Aşktır, S. 188)”

]]>
ÖĞRETMENLER GÜNÜ’NDE ARVASİ HOCA’YI HATIRLAMAK https://hayatitek.com/ogretmenler-gununde-arvasi-hocayi-hatirlamak/ Mon, 23 Nov 2020 18:55:39 +0000 http://hayatitek.com/?p=3585 HAYATİ TEK –

“Eğitimin asla vazgeçilmez iki çehresi vardır: O, hem millî hem de çağdaş olmak zorundadır.”

Ömrünün yirmi yedi yılını öğretmenlik mesleğine hasreden merhum S. Ahmet Arvasi’ye ait olan bu söz, ülkemizin ihtiyaç duyduğu eğitim sisteminin temel formülünü verir.

“Kendini Arayan İnsan”, “İnsan ve İnsan Ötesi”, “Eğitim Sosyolojisi”, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”, “Doğu Anadolu Gerçeği” ve “İlm-i Hal” isimli eserlerine ek olarak çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan iki bine yakın makalesinden oluşan on altı kitabıyla Arvasi, Türk fikir ve kültür hayatında silinmez izler bırakmıştır.

O’nun özellikle 16 Eylül 1985’ten vefat ettiği 31 Aralık 1988 gününe kadar geçen sürede Türkiye gazetesindeki “Hasbihal” köşesinde yayınladığı günlük yazıları, 12 Eylül 1980 sonrasında yeni bir yol ve yön arayışına giren aziz milletimiz için şaşmaz bir pusula olmuştur.

Partiler üstü yaklaşımı ve ortak sorunlarımıza getirdiği maşeri vicdanı temsil eden makul çözüm önerileriyle bu muazzam şahsiyet; vatanını, milletini, devletini, dilini, dinini, kültürünü, tarihini seven her kesim tarafından sevilip sayılmıştır.

“İNSANI GÜÇLÜ YAPAN DÜŞÜNCEDİR”

Derin sezgisi ve disiplinler üstü birikimiyle en çetrefilli konulara bile boyun eğdiren, ulaştığı her bilgiyi yalın ve anlaşılır ifadelerle okuyucularına aktaran Arvasi’ye göre insanı güçlü yapan ve medeniyet kurmaya götüren temel faktör “düşünme” yeteneğidir. Bu gerçeği gören, insanların farklı düşünce, talep ve ihtiyaçlarına saygıyla yaklaşan kadroların yönetimindeki ülkeler bu nedenle huzurla doludur; toplumu kendi ideolojileri doğrultusunda şartlandırmaya çalışan “zorba kadroların” yönettiği ülkeler ise huzursuzluğun pençesindedir. (İlmi Tavır ve Ötesi, S. 166)

Düşünce ile özgürlüğü ikiz kardeş gibi gören, buna karşın inanç ile düşünceyi birbirine zıt kavramlarmış gibi gösteren çevreleri şiddetle eleştiren Arvasi, dünyanın en etkili düşünce akımlarını kuran peygamberlerin bu tezi çürüttüklerini söyler. Putları yıkan Hz. İbrahim, Firavuna kafa tutan Hz. Musa, insanlığa merhamet aşılayan Hz. İsa ve “Allah’tan başka ilah yoktur” diyerek tüm zamanların özgürlük karşıtı kalıplarını yıkan Hz. Muhammed’in, sadece yaşadıkları toplumları değil tüm insanlığı inkılap çapında sarstıklarına dikkati çeker.

Kutsal kitapların günümüz dünyasına da büyük çapta yön veriyor olmasını, dinin gelişmeleri engelleyen değil aksine onu hızlandıran bir faktör olmasına bağlayan Arvasi, Durkheim’in “Hiçbir toplum, ortaya yüksek bir ideal (veya inanç sistemi) koymadan başarılı olamaz” yaklaşımına destek verir. (Şüphe ve İman, S. 37)

İslam’ın özgürlükçü ve hoşgörülü bir din olduğunun altını çizen Arvasi’ye göre Türk İslâm tarihi boyunca hiçbir din mensubu yahut temsilcisi gericilik yaptığı, özgür düşünceyi kısıtladığı, insanları yanlış yollara ittiği yolunda suçlamalara muhatap edilmemiş, karakollara götürülüp günlerce sorgulanmamıştır. İslâm’ın sağladığı din, vicdan ve düşünce özgürlüğüne dair binlerce örnek vermek mümkün iken, Hıristiyanların Müslümanlara karşı tutumlarını öğrenmek için Bulgaristan, Rusya, Çin, Filipinler, Hindistan, Eritre, Yunanistan ve Afganistan’a; Yahudilerin tutumunu görmek için de Filistin’e bakmak yeterlidir. (Şüphe ve İman, S. 38-39)

Toplumun, doğanın yahut sübjektif tasavvurların tanrılaştırılmasına izin vermeyen İslâm, insanı Allah’tan başkasına kul eden bütün din, ideoloji ve sistemleri ortadan kaldırmaya çalışmış; insan düşüncesine özgürlük getirmiş, sahte tanrıları ve zorbalığı temsil eden her türlü tabuyu yok saymıştır. (Şüphe ve İman, S. 107-108)

HUKUK, TIP VE EĞİTİM

Düşüncenin önemini bu şekilde ortaya koyan Arvasi, fonksiyonları bakımından hukuk ile tıp arasında bir konuma oturttuğu eğitim bilimine dair muhteşem tespitler yapar. Bu üç ilmi disiplini ayrı ayrı masaya yatırarak, eğitimin yetersiz kaldığı hallerde hukuk ve tıbbın iş yükünün artacağı uyarısında bulunur.

Korumakla yükümlü olduğu sosyal normları çiğneyenleri “suçlu” ilan eden; toplumun huzur, düzen ve istikrarını sağlamak maksadıyla suçlulara karşı yaptırım kanallarını harekete geçiren hukuk, sorunu cezalandırarak çözer. İnsanları suça iten dinamikler, verilecek cezanın etkisi ve ıslah kabiliyeti konularında ise eğitim ve tıp disiplinlerinden yardım talep eder.

Tıp ilminin olaya yaklaşımı tamamen farklıdır. Sosyal normlar karşısında uyumsuzluk çeken, tavır ve davranışlarıyla normalden ayrılan kişileri “suçlu” değil “hasta” olarak gören tıp, bu gibi durumda bulunanları “yargılamak ve cezalandırmak” değil “muayene ve tedavi etmek” ister.

Eğitimin amacı ise insanı biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle tanımak, onu hayatı boyunca izleyerek kendi özellikleri içinde olgunlaştırıp geliştirmektir. Bu amaç uğrunda çalışan eğitimci, karşılaştığı sorunları çözerken kimi zaman hukuk, kimi zaman da tıp sahasından yardım istemekle birlikte yine de onlardan ayrılır. Uyumsuz çocuk ve genci “suçlu” ya da “hasta” olarak değil “problem” olarak görür. Problemi çözerken hukukun metotlarından uzaklaşıp tıbbın metotlarına yaklaştığı oranda başarılı olur. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 346-347)

EĞİTİMİN PLANLAMASI

Eğitimin, “bir taraftan cemiyetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısına, ihtiyaçlarına ve hedeflerine göre, diğer taraftan ‘ferdi farklara, kabiliyetlere ve istidatlara’ göre, birinci sınıf mütehassıslarca, ilmi ve milli bir planlamaya tabi tutulması” gerektiğini kaydeden Arvasi, eğitim planlamasında daima göz önünde tutulması gereken unsurları şöyle sıralar:

“Eğitimin milli sosyal hayatın yapısına, ihtiyaçlarına ve hedeflerine intibak ettirilmesi; ferdi, sosyal iş bölümünde başarılı ve verimli kılacak tedbirleri getirmesi; ‘çağdaş ilmi verilerin’ ışığında güçlü ve verimli bir teşkilata, sisteme, kadroya dayanmasıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 362)

Devlet Planlama Teşkilatı’nın en önemli işinin “sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın temel unsuru bulunan ve en değerli stratejik varlığı olan ‘insan kaynaklarını’ milli ve çağdaş ihtiyaçlara göre işleyip değerlendirmek” olması gerektiğini kaydeden Arvasi, bunun nedenini şöyle açıklar:

“Milli şahsiyetini kaybetmeden sanayileşmek, kalkınmak, Türk milli kültürünü çağları hayran bırakacak seviyede işleyip geliştirmek zorunda olan, yer altı ve yer üstü zenginliklerini en modern teknik ve vasıtalara kavuşturmak isteyen bir ülkenin eğitimi, bu hedefleri ele geçirmede en büyük yardımcımız olmalıdır. On binlerce mühendise, topoğrafa, kartografa, teknisyene ve yüzbinlerce izabeci, haddeci, dökümcü, elektrikçi, inşaatçı … usta ve sanatkara su ve ekmek kadar muhtaç bulunan bir ülkede yüzbinlerce lise mezunu işsiz güçsüz dolaşıyorsa, üniversite ve yüksek okullarımız ihtiyacımızın birkaç katı ve hatta dünya ihtiyacına cevap verecek sayıda Sümerolog, tarihçi, hukukçu… yetiştirmeye kalkışmışsa ülkede bir ‘eğitim planlamasından’ söz edilemez.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 363)

EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ

Irsi faktörlerden kaynaklanan eşitsizliklerden ziyade sonradan ortaya çıkan/çıkarılan eşitsizliklerden rahatsızlık duyan insanların adaletsizliğe tahammül göstermediklerini kaydeden Arvasi, bunun gerekçesini şöyle izah eder:

“İnsanlar, ırsi faktörler neticesinde oluşan ‘üstünlükler’ karşısında gıpta ve hayranlık duygularına, bunun aksine sosyal, kültürel, ekonomik ve politik şart ve imkânlardaki ‘fırsat eşitsizlikleri’ karşısında ise kıskançlık ve kindarlık gibi karışık ve olumsuz duygulara kapılmaktadırlar. İnsanlar, genetik faktörlerden doğan eşitsizliklerden ziyade, sosyal şartların doğurduğu eşitsizliklerden şikâyet etmektedirler. Hatta denebilir ki insanlar, bedenî ve zihnî üstün bir potansiyele sahip kimselerin liyakatleri ölçüsünde gelişmesine ve milli gelirden pay almasına ‘adalet’ adını vermekte ve takdir etmekte iken, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik ‘avantajların’ bu ‘adaleti’ yıkmaya yönelik ‘fırsat ve imkân eşitsizliğinden’ tedirgindirler.

Çocuklarını ve gençlerini, hassas ve objektif testlerden ve muayenelerden geçirerek, eğitimde fırsat eşitliği hazırlayan, kontrol edilebilir farkların eğitim ve öğretim faaliyetlerine yansımasını önleyen bir millet ve devlet alkışlanmaya değer, mukaddes bir vazife başarmış demektir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 364)

EĞİTİMİN TEMEL PRENSİPLERİ

Sosyal çözülmeleri engelleyecek ve millî ülkülerde birliği temin edecek benzersiz bir güce sahip olan eğitim alanının hangi prensiple etrafında düzenlenmesi gerektiği konusunda detaylı incelemeler yapan Arvasi’nin bu konudaki tespit ve tavsiyeleri maddeler halinde şöyle sıralanabilir:

“Eğitim millidir. Milli şahsiyeti ayakta tutar ve geliştirir, yabancılaşmalara ve yabancılaştırmalara karşı milli şuuru uyanık tutar.

Eğitim, manevi ve maddi her türlü ‘milli hammaddeyi’ ve sosyal veraseti işleyerek çağdaşlaştırır ve medenileşme hamlesini planlar.

Eğitim, sosyal değişmeleri, ağrısız ve sancısız olarak başarmanın yegâne yoludur.

Eğitim, ferdiyetten şahsiyete, yığından millete ulaşmaya yardım eder; milli çözülmelere müsaade etmez; milli tarih, kültür, milli ekonomi, milli dayanışma ve milli ülkülerde birlik sağlar.

Eğitimde, hürriyet ve disiplin dengesini kurmak esastır. Hürriyet, milletin kendine mensup fertlere, kendilerini serbestçe geliştirme fırsatı tanıması demektir. Disiplin ise, fertlerin mensup oldukları milletin milli ve mukaddes değerlerine saygı duyması demektir.

Eğitim, otokrasilerde rastladığımız tarzda şahsiyetleri cemiyete tapındırmaz ve köleleştiremez. Fertler, kabiliyet ve istidatlarına uygun bir gelişme vasatında, orijinal ve aktif bir şahsiyete ulaşabilirler.

Eğitim, aşırı bir ferdiyetçiliğe kaçarak, milli değerler ve normlara sırt çeviremez. Milletle ve milli değerlerle çatışan ve boğuşan bir eğitim, cemiyetin desteğini kaybeder.

Eğitimde teori ile uygulama paralel yürütülmeli, ‘demokratik iş okulu’ şuuru hâkim kılınmalıdır.

Eğitim, yalnız genç nesiller için değil, bütün bir millet için planlanmalıdır. Hatta bu konuda ‘yetişkinler eğitimi’, klasik eğitimden daha da önemli gözükmektedir.

Eğitim, ister ‘yaygın’, ister ‘örgün (teşkilatlı)’ olsun, biri diğerini destekler ve tamamlar. Milletin istediği ve özlediği eğitim ile hükümetlerin yürüttüğü eğitim, gayelerde, prensiplerde ve muhtevada çatışırsa, bundan hem millet, hem de devlet zarar görür. Milletin devlete ve eğitime itimadı kalmaz, okul ve öğretmen gözden düşer, devlet okullarına ve eğitimine zıt, gizli okullar ve eğitim faaliyetleri cemiyeti kaplar.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 367-368)

“ÖĞRETMENLER ÜLKENİN EN ZEKİ VE ÇALIŞKAN EVLATLARI ARASINDAN SEÇİLMELİDİR”

Eğitimdeki temel unsurun öğretmen olduğunu belirten Arvasi, bu mesleği yürütecek olanların ülkenin en zeki ve çalışkan evlatları arasından seçilmesi gerektiği kanaatindedir.

“Öğretmen, sosyal hayatın yapısını, işleyişini, dinamiklerini ve problemlerini kavrayacak bir sosyoloji kültürüne, insanın bedeni ve ruhi güçlerini ve imkânlarını tanıyacak ve insanın bir ömür boyu gelişimini bütün yönleri ile safha safha kavrayacak bir biyoloji ve psikoloji kültürüne, milli ve beşeri kültür unsurları karşısında tenkitçi ve geliştirici bir kafa yapısına, güçlü bir tahlil ve terkip kabiliyeti ile yeni kompozisyonlar doğuran bir entelektüel güce sahip kılınmalı, branşına hâkim ve her an yenilikleri takip eden bir ihtisas adamı olmalıdır.

Öğretmen, örnek bir şahsiyete ve sağlam bir karaktere sahip, güvenilir ve cemiyette ‘sosyal baremi’ yüksek bir karaktere sahip bir kimse durumuna getirilmelidir.

Böyle bir öğretmen kadrosunun yetiştirilmesi, devletçe ve milletçe en önemli ve en hayati meselemiz durumuna gelmiştir. Öğretmenini yetiştiremeyen bir millet ve devlet, tesis ve teşkilatı ne olursa olsun, eğitimden bir fayda göremez. Eğitimde temel unsur öğretmendir, diğerleri sonradan akla gelmelidir. Aksi halde ‘fenni kovanlarda’ eşek arısı beslemekle ‘bal’ alınamaz.” (Türk İslâm Ülküsü, Cilt 1, S. 370)

MİLLÎ EĞİTİMİN FONKSİYONLARI

Arvasi, millî eğitimin fonksiyonlarını şu dört ana başlık altında inceler:

“1) Sosyal Fonksiyonlar: Millî birliği güçlendirmek. Sosyal bütünleşme yoluyla sosyal sınıflar arasındaki fark ve çatışmaları azaltmak. Nispeten kapalı gruplar durumunda bulunan sosyal dilim, tabaka ve sınıflar arasındaki ilişkileri yumuşatmak, bunlar arasında düşey ve yatay akıcılığı sağlamak suretiyle sosyal hareketliliği hızlandırmak. Cinsiyetine, yaşadığı coğrafyaya, mensubu olduğu sosyal dilime ve ekonomik şartlarına bakılmaksızın herkese eşit eğitim imkânı ve fırsat eşitliği tanımak.

2) Kültürel Fonksiyonlar: Millî kültürü işlemek, zenginleştirmek ve genç nesillere kazandırmak. Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak amacıyla; kültür ilişkilerine açık büyük şehirlerde, kültür sürtüşmelerine uygun sınır boylarında ve halktan kopmaya başlayan aydın tabaka arasında ortaya çıkan yabancılaşma problemini azaltmak veya yok etmek.

3) Ekonomik Fonksiyonlar: Millî ekonominin istek ve ihtiyaçlarına göre teşkilatlanmak, okul açmak, personel yetiştirmek. İnsanların ekonomik yapıda yaşanan değişme ve gelişmelere uyumunu sağlamak; bu konuda ihtiyaç duyulan bilgi ve beceriye sahip nesiller yetiştirmek. Ekonomiye güçlü üreticiler, akıllı ve bilgili tüketiciler, zeki ve namuslu girişimciler, çağdaş ekonomik savaşlarda milletimizi ve devletimizi savunabilecek kadrolar yetiştirmek. Gizli yetenekleri keşfederek işlemek… Birey ve grupların çeşitli alanlarda üretim güçlerini artırmak…

4) Politik Fonksiyonlar: Millî savunmanın çok önemli bir parçası olan millî eğitim, çeşitli politik fonksiyonları yerine getirecek şekilde planlanmalı; siyasî sisteme, millî ideolojiye ve ulaşılmak istenilen hedeflere uygun bir eğitim düzeni kurulmalıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 342)

MİLLİ EĞİTİMİN HASSAS DENGESİ: MİLLİLİK VE ÇAĞDAŞLIK

Başarılı bir millî eğitim politikasının “sosyal yapıya uyum sağlamak, millî kültür malzemesini işlemek ve çağdaş ihtiyaçlara cevap vermek” gibi hassas bir denge üzerine oturtulması gerektiğini kaydeden Arvasi’nin nazarında eğitimin asla ihmal edilememesi gereken iki yüzü vardır: “O, hem millî hem de çağdaş olmak zorundadır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 354)

Çocuklarını okul ve öğretmene teslim eden insanların hiçbir endişeye kapılmaması ve evladının millî değerlerine yabancılaşmayacağından emin olması konusunda devletin gerekli tedbirleri alması gerektiğini belirten Arvasi’ye göre sınıf, bölge, mezhep kışkırtıcılığından sakınması gereken eğitim, toplum kesimleri arasında çatışmalar varsa onları yok etmeye, zayıflatmaya, yumuşatmaya çalışmalı; böylece milli birlik ve bütünleştirmeyi sağlamalıdır. Eğitim hakkının kullandırılmasında “köy-şehir, kadın-erkek, fakir-zengin, engelli-engelsiz farkı bulunmamalı; eğitim, sistemi milletin tamamını şefkatle bağrına basmalı, hiç kimseyi sahipsizlik duygusuna ve üvey evlat kompleksine düşürmemelidir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 354)

KÜLTÜREL MİRASIN AKTARILMASINDA EĞİTİMİN ROLÜ

Eğitimin en önemli fonksiyonlarından birinin “millî kültürü geliştirmek ve genç nesillere aktarmak” olduğunu kaydeden Arvasi, eğitimi “sosyal mirasın geliştirilerek genç nesillere devredilmesi tarzında hareket eden sosyal bir olay” olarak tanımlayan Durkheim’ın yaklaşımını destekler. Atalarının birikimlerini devralan genç nesillerin bunları geliştirmek, olgunlaştırmak ve zenginleştirmek fonksiyonunu ancak bu şekilde yerine getirebileceklerini belirterek, esas hammaddesi millî birikim olan eğitimin en temel görevinin, “kültür malzemesini genç nesillere devretmek; çağı hayran bırakacak eserlere ulaşabilmeleri için çocuklarına sarsılmaz bir iman, irade ve heyecan aşılamak” olduğunu söyler. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 355)

Bu konuda İsrail örneğini ibret verici bulan Arvasi’ye göre “Bir millet vatanını ve devletini kaybedebilir; lakin millî ve mukaddes değerlerini kaybetmedikçe yok olmaz. Aksine, milli ve mukaddes kültür değerlerini kaybetmiş, başka kültürlere intibak etmiş bir millet artık yok olmuş demektir. Tarih, bu duruma düşmüş milletlerin mezarlığı halindedir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 356)

EĞİTİM VE MİLLÎ POLİTİKA

Her ülkenin kendine has sosyal, ekonomik, kültürel ve politik çıkarlarına uygun bir eğitim sistemi kurması gerektiğini savunan Arvasi, bunun gerekçesini şöyle anlatır:

“Hiçbir millet veya devlet, kendi bütünlüğünü tehlikeye sokacak, maddî ve manevî değerlerini tahrip edecek, gelişme ve yücelme arzusunu engelleyecek, millî ve kutsal kaynaklarını kurutacak, ulaşmak istediği hedefleri karartacak, hak ve hürriyetlerini ortadan kaldıracak bir eğitime müsaade edemez.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 357)

Büyük ve sürdürülebilir başarıları millî ve çağdaş bir eğitimden geçirilmiş kaliteli nesillere sahip olan milletlerin yakalayabileceğini kaydeden Arvasi, bu anlayışla yetişmiş kadroların yeni sömürgeciliğin oyunlarını kolayca bozabileceği ve her türlü emperyalizmi kolaylıkla bertaraf edebileceği kanaatindedir.

“İnsan, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın, stratejik değeri en fazla olan önemli bir unsurudur. Savaşları yapan ve kazanan insandır. Milli ve çağdaş bir eğitimden geçirilmiş, şuurlu ve kaliteli nesillere sahip olan bir milletin başarıları daha büyük ve devamlı olmaktadır. Böylece yetişmiş milletler, ‘yeni sömürgeciliğin’ oyunlarını daha kolayca bozar, her türlü emperyalizmi daha kolay bertaraf eder, soğuk ve sıcak savaşları daha kolayca zafere ulaştırır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 357)

Millîlikten uzak, çağdaş ihtiyaçlara cevap veremeyen, yabancı ideolojilerin pazarı ve anarşistlerin yuvası haline gelen eğitim kurumlarının millî savunma için de risk oluşturacağını kaydeden Arvasi’ye göre; “Bir millet, bir devlet, her yerden önce, kendini, ‘kendi okullarında’ savunabilmelidir.”

Okullar, siyasî ve kültürel milli sınırları korumalı, ekonomik ve sosyal gelişmeyi kolaylaştırmalı, öz kaynaklardan teknolojiler üretmeli, her alanda ihtiyaç duyulan sayı ve kalitede uzman ve yardımcı eleman yetiştirmelidir. Tarım, sanayi ve askerî alanda büyük atılımlar yapmalı, ordunun ulaşmak istediği hedefler için donanımlı insan, çağdaş araç ve malzemeler hazırlamalıdır.

Hangi rejimle idare edilirse edilsin her devlet eğitim sistemini bu ölçülere göre kurmalı, eğitim daima millî devletin emrinde olmalı ve onun savunuculuğunu yapmalıdır. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 358)

EĞİTİMİN KALKINMADAKİ ROLÜ

Millî kalkınmanın ağırlık merkezinde bulunan insan unsurunun işlenmesini, bir ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının işlenmesinden çok daha önemli gören Arvasi, insan unsuruna yapılan yatırımın en hayati yatırım olduğu ve kalkınma planlarının bu anlayış ışığında hazırlanması gerektiği anlayışından hareketle şu tespitleri yapar:

“Bir milletin en zengin ve en hayati potansiyeli madenlerinden, bitkilerinden ve hayvanlarından önce insanlarıdır. Petrol denizleri tükenir, demir dağları erir, ırmaklar kurur, barajlar dolar ve fakat fonksiyonel bir eğitimin gücü, kendini yenileyip durur. Bir ülkenin en sağlam, hatta en kısa kalkınma yolu eğitimden geçer. Fakir bir ülke kalkınmak mı istiyor? Her türlü ıstırabı göze alarak milletini, milli ve çağdaş bir eğitimden geçirerek ayağa kalkma iradesinden aslı vazgeçmemelidir. Millet, her türlü fedakârlığa katlanarak, eğitimin finansmanı için gerekli desteği sağlamaya ikna edilmelidir. Ancak, bu eğitim, milliyetçi ve medeniyetçi karakterini ısrarla korumalıdır.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 349)

Kalkınmanın biricik şartının millî, çağdaş ve güçlü bir millî eğitim politikası uygulamaktan geçtiğini kaydeden Arvasi, insanlarını millî ve çağdaş ihtiyaçlara göre eğitemeyen, insan unsurunu bilimsel ve millî bir planlamayla işleyip geliştiremeyen bir ülkenin gerçekten kalkınmış sayılamayacağını ifade eder. Eğitim sistemini çağdaş, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik savaşları başarabilecek bilgi, beceri, davranış ve değerlere sahip birinci sınıf uzmanlar yetiştirmek üzere teşkilatlandırmak, milli savunma ve kalkınma yolunda ihmal edilmemesi gereken bir tedbirdir. “Aksi halde bozuk bir eğitim düzeni ile kalkınmayı hayal bile etmek doğru değildir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 349)

EĞİTİLMİŞ İNSANLARIN SAYI VE KALİTESİ

Eğitilmiş insan sayısı kadar eğitim kalitesinin de önemli olduğunu belirten Arvasi, eğitim ile kalkınma arasındaki ilişki konusunda Theodore W. Schultz’un şu yaklaşımına destek verir:

“Öğretim müessesesi prodüktivitenin ve una bağlı olarak milli istihsalin artırılmasında başlıca şu fonksiyonları ifade eder:

1) İlmî araştırma tekniklerini geliştirmek ve öğretmek suretiyle verimliliğin artmasında rol oynayacak yeniliklerin meydana getirilmesini temin eder.

2) Potansiyel kabiliyetlerin keşfi ve işlenmesi fonksiyonunu ifade eder.

3) İnsanların iktisadi büyüme ile atbaşı giden iş fırsatlarındaki değişmelere intibak kabiliyetlerini artırır.

4) Okullar, öğretim üyesi yetiştirerek, istihsal için gerekli bilgilerin nesilden nesile intikalini temin eder.

5) Hızla büyüyen ekonomilerde, halkın yüksek hüner ve bilgiler kazanmasını temin etmek sureti ile süratli büyümenin gerçekleşmesini sağlamak da okulların bir fonksiyonudur.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 351)

DİL VE DİL EĞİTİMİ

Milli dili, “milli macera ve tecrübeyi yansıtan ve bünyesinde taşıyan çok zengin bir tarih hazinesi ve başlı başına bir tarih belgesi” olarak nitelendiren Arvasi’ye göre bir milletin dilini incelemek suretiyle o milletin tarihini, kültürünü, fikriyatını, ahlakını, ekonomisini ve diğer milletlerle olan ilişkilerini çözümlemek mümkündür. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 282)

Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı eserini Türk kültür ve medeniyetini öğrenmek isteyenler için “engin bir derya” olarak gören Arvasi, dinamik bir sosyal kurum olarak içinde bulunduğu şartların izlerini taşıyan dile yapılacak suni müdahalelere şiddetle karşı çıkar. Asırlar içerisinde meydana getirdiği kitaplığıyla ayakta duran bir dilin, tarihî köklerinden ve kitaplığındaki hazinelerinden uzaklaştırılması durumunda “kökünden koparılmış çiçekler gibi solacağını” ikazında bulunur.

Yaşayan Türkçe’nin “aktif” kelimelerinin yanı sıra unutulmaya yüz tutmuş “pasif” kelimelerinin de günümüz nesline tanıtılıp öğretilmesini, lise ve üniversitelere “Eski Metinleri İnceleme” dersleri konulmasını, dilimize giren hiçbir kelimenin feda edilmemesini tavsiye eden Arvasi, kelime hazinesi azalmış bir neslin, bırakın yeni düşüncelere ulaşmayı, kendi klasik eserlerini bile anlayamayacağını söyler. Geçmişten devralınan mirasın gelecek nesillere aktarılması sürecinde kopukluklar yaşanmaması için dil konusundaki adımların azami hassasiyetle atılmasını ister. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 280-281)

“TÜRKLÜK, TEK BİR KÜLTÜR DİLİNDE BULUŞMALIDIR”

Kadim tarihi boyunca çok geniş bir coğrafyaya yayılan Türk milletinin her devirde öz diline sahip çıktığını ve sadece Türkçe konuştuğunu hatırlatan Arvasi, Osmanlıca diye ayrı bir dil olmadığını, çeşitli coğrafyalara dağılan Türklerin konuştukları lehçelerin de Türkmence, Özbekçe, Kırgızca gibi ayrı birer dil olarak nitelendirilemeyeceğini ifade eder.

“Milli kültürün en hayati bağı” olarak nitelendirdiği Türkçenin, Türk’ün kültür sınırları içinde farklı gelişmelere maruz bırakılmaması gerektiğini kaydeden Arvasi, şu tavsiyede bulunur:

“Türk dili, milli ve çağdaş ihtiyaçlara göre, tahrip edilmeden işlenip geliştirilmelidir. Ders kitapları, basın, yayın organları, radyo ve televizyonlar, bütün Türklüğün ihtiyaçlarına göre ve uzun vadeli planlarla vazife yapar duruma getirilmelidir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 281-282)

Türk dünyasını tek bir kültür dilinde buluşturmak üzere çalışmalar yürütülmesini öncelikli hedef olarak koyan Arvasi, Türkçenin çağımızın bilim, sanat, fikir alanındaki ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gelişmesi için ne lazım geliyorsa yapılmasını, ancak bu yapılırken “uydurmacılık” gibi sapmalara izin verilmemesi gerektiği ikazında bulunur. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 279)

YABANCI DİL ÖĞRETİMİ

Türk eğitim sisteminin kesinlikle Türkçe üzerine oturtulması gerektiğini savunan Arvasi, yabancı dil öğretimi konusuna da kayıtsız kalmaz. Çağa öncülük eden milletlerin dillerinin öğrenilmesinin kaçınılmaz olduğunu; tıpkı Batılı milletlerin ana dillerinin yanı sıra Grek ve Latin dillerine ağırlık vermeleri gibi Türk medreselerinde de dönemin etkin dilleri olan Arapça ve Farsçanın öğretildiğini hatırlatır.

İslâm dünyasının 9 ve 10’uncu yüzyılda Arapça ve Farsçanın yanında Grek ve Latin dili öğretimine büyük önem verdiğini belirten Arvasi, Batılıların Sokrat, Platon ve Aristo’yu Müslümanlardan öğrendiklerini; İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd gibi filozofların Grek ve Latin dillerini Avrupalılardan çok daha iyi konuşup yazdıklarını ifade eder. (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 12-13)

Bu güzel örneklere karşılık Türklerin son üç asırdır hatalı bir yabancı dil politikası izlediklerini kaydeden Arvasi, bu sahada karşılaşılan en büyük tehlikeyi, “anadilin ihmal edilmesi” olarak gösterir. O’na göre “Bir milletin ‘yabancı dil öğretimine’ önem vermesi başka şeydir, ‘kendi dilini’ inkâr ve ihmal etmesi yine başka şeydir.” (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 14)

Türk dilinin tarih boyunca pek çok yabancı dille mücadele ettiğini; Orhun Abidelerinden öğrenildiğine göre önce Çince ile boğuşmak zorunda kaldığını, sonraki dönemlerde Farsça ve Arapça karşısında ayakta kalma çabasına girdiğini aktaran Arvasi, aynı mücadelenin çağımızda İngilizce, Fransızca ve Almanca karşısında devam ettiğini söyler.

Öğrenilmesi gereken yabancı dillerin tarihî ve kültürel yapımız, coğrafî konumumuz, sosyoekonomik ve siyasî ihtiyaçlarımız göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerektiğini belirten Arvasi, hangilerinde karar kılınmışsa hiçbir komplekse kapılmaksızın o dillerin doğru yol ve yöntemlerle etkili bir şekilde öğretilmesini ister. (Sahte Dindarlar Sahte Laikler, S. 15)

YABANCI OKULLAR

Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı okullar konusuna da temas eden Arvasi’ye göre; “Emperyalistler, bir ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini ele geçirmeden önce, o ülkenin insanlarının ‘kafa ve gönüllerini’ istila ederek –sömürülmek ve ele geçirilmek istenen ülkede- kendilerine sempati duyan veya açıkça kendilerinden olan kadrolar geliştirmek isterler. İşte, ‘yeni sömürgecilik (neokolonyalizm)’, bu fikirden hareket eder.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 236)

Kapitalistler “özgürlük ve insanlık ideali”, sosyalistler ise “sosyal adalet ve dünya işçilerinin kardeşliği” için savaştıklarını propaganda ederek hedefledikleri ülkelere sızmaya çalışırlar. Çeşitli sanat kollarını, medyayı ve tabii ki yabancı okulları kullanarak, arkasına gizlendikleri ideolojinin kabul görmesi için yoğun bir propagandaya girişirler. (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 237)

Bu maksatla Türkiye’de birçok yabancı ülkenin açmış olduğu okullar bulunduğunu hatırlatan Arvasi, konuyla ilgili olarak Doç. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun şu tespitlerini aktarır:

“Türkiye’de okul açan yabancılar (Amerika, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb.) acaba hangi gayenin peşindedirler? Gayeleri ne olabilir? Mesela, para kazanmak olabilir mi? Ta Amerika’dan kalkıp gelerek Kayseri’nin Talas, İçel’in Tarsus kazasına, İstanbul’un Boğaziçi’ne mektep açan bir millet, her halde kendi uzak menfaati için büyük mükâfatlar beklemektedir.” (Türk İslâm Ülküsü, C-1, S. 238)

SON SÖZ…

Dava adamı, öğretmen ve yazar kimliğiyle Türk fikir ve kültür hayatında önemli bir yer edinen Arvasi, çileli hayatı, bu çileli hayatta pişen sağlam kişiliği, sağlam kişiliğinin yansıması olan sağlıklı fikirleri, bereketli fikir havuzunda iman, sevgi ve samimiyetle damıttığı kuramlarıyla yarınlarda da adından söz ettirmeye devam edecektir.

Mesleğinin hakkını veren rol model bir eğitimci olarak yüzlerce öğrenci yetiştiren, köşe yazılarıyla her gün binlerce okuyucuya seslenen, figürlerden ziyade fikirleri önemseyen, sürekli makulü arayan, kanunlara saygı duyan ve saygı duyulmasını öğütleyen bu bilge insan, fikrî çizgisinden asla taviz vermeyen kültür çınarlarımızdan biridir.

Anlaşılmaz cümleler kurmayı aydın olmanın vazgeçilmez kuralı kabul edenlere inat, en çetrefilli konuları bile en yalın haliyle herkesin anlayabileceği bir üslupla aktarabilen Arvasi’nin hayatı tam bir okul; derin sohbetlerin yapıldığı evi, gazetedeki köşesi ve konuşma kürsüleri ise birer dersliktir.

Maddenin her şeye hükmettiği bir çağda mukaddesatçı kimliğiyle dimdik ayakta duran Arvasi, sadece dünü ve bugünü değil yarınları da aydınlatacak gür bir meşaleyi tutuşturarak ötelere kanatlanmıştır.

Her dava adamı gibi Arvasi’nin de en çok isteyeceği şey, tutuşturduğu meşalenin daha da gürleşmesi ve tüm insanlığı aydınlatacak boyutlara ulaşmasıdır.

Bize düşen, bu güzel insandan artakalanlara sahip çıkarak değerli birikimlerini gelecek nesillerin istifadesine sunmaktır.

Bu vesileyle; vatanımızın bölünmezliği, devletimizin bekası, milletimizin dirliği ve mukaddeslerimizin muhafazası yolunda gayret sarf eden bütün öğretmenlerimizin gününü kutluyorum.

Bu yoldaki hizmetleri sırasında şehit olan öğretmenlerimize ve Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum.

Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

]]>
KÜLTÜR MEDENİYET TARTIŞMALARI-7: POPÜLER KÜLTÜR, ARABESK, MODA https://hayatitek.com/kultur-medeniyet-tartismalari-7-populer-kultur-arabesk-moda/ Wed, 10 Jun 2020 15:55:08 +0000 http://hayatitek.com/?p=1138 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Haziran 1991’da yayınlanan 87. Sayısı için hazırladığım “Kültür Medeniyet Tartışmaları-7” başlıklı soruşturma dosyası.

]]>
ADOLF HİTLER: “ŞEREF VE NAMUSTAN YOKSUN MİLLETLER, ER GEÇ HÜRRİYET VE BAĞIMSIZLIĞINI KAYBEDER.” https://hayatitek.com/adolf-hitler-seref-ve-namustan-yoksun-milletler-er-gec-hurriyet-ve-bagimsizligini-kaybeder/ Wed, 10 Jun 2020 07:36:19 +0000 http://hayatitek.com/?p=987 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Kasım 1990’da yayınlanan 80. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu Adolf Hitler idi.

]]>
BÜYÜK DOĞUNUN MİMARI: NECİP FAZIL KISAKÜREK https://hayatitek.com/buyuk-dogunun-mimari-necip-fazil-kisakurek/ Fri, 05 Jun 2020 21:51:37 +0000 http://hayatitek.com/?p=816 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Şubat 1990’da yayınlanan 71. sayısında yer alan “İz Bırakanlarla Mülakat”ımızın konuğu Necip Fazıl Kısakürek’ti.

]]>
S. AHMET ARVASİ: TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ DÜŞÜNMEYİ EMREDER https://hayatitek.com/s-ahmet-arvasi-turk-islam-ulkusu-dusunmeyi-emreder/ Fri, 05 Jun 2020 19:04:43 +0000 http://hayatitek.com/?p=787 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Ocak 1990’da yayınlanan 70’inci sayısında “İz Bırakanlarla Mülakat”ımızın konuğu Seyyid Ahmet Arvasi idi.

]]>