Ermeni Meselesi – Hayati Tek https://hayatitek.com Thu, 06 May 2021 21:49:51 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Ermeni Meselesi – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 ŞEHİTLERİMİZİN YÜREĞİMİZE OTURAN ACISI, BÜYÜK TÜRKİYE’NİN DOĞUM SANCISIDIR https://hayatitek.com/sehitlerimizin-acisi/ Thu, 29 Apr 2021 16:36:20 +0000 http://hayatitek.com/?p=4864 HAYATİ TEK –

Bölücü Kürtçülerin tepesine indirdiğimiz her yumruğun, Washington, Londra ve Paris gibi merkezlerden ses vermesi sebepsiz değildir.

Çünkü “Bölücü Kürtçülük” ve onunla at başı giden “Ermeni Meselesi”nin derin kökleri, 1815 Viyana Kongresi’ne kadar uzanır.

“Şark Meselesi” tezinin ortaya atıldığı Viyana Kongresi ile başlayıp Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden dönemin en önemli sonuçlarından biri olan “Ermeni Meselesi”, tehcir kararımız sayesinde akamete uğratılmıştır.

Musul merkezli Irak petrollerine göz koyan ancak Kût’ül-Amâre’de ummadığı bir tokat yiyen İngilizler, bu ağır mağlubiyetin acısını Mondros Mütarekesi sonrasında Yunanlıları cepheye sürerek çıkarmaya çalışmışlardır.

Milli Mücadele sonunda elde ettiğimi büyük zafer, “sözde Ermeni iddialarını” bir süreliğine rafa kaldırmış olsa da İngilizler başımıza yeni bir gaile açmakta gecikmemiş, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimize “bölücü Kürtçülük” tohumlarını ekmişlerdir.

TARİHİ ARKA PLAN VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD

Ermeni meselesine uluslararası bir kimlik kazandıran Ayastefanos ve Berlin anlaşmaları imzalandığında henüz iki yıldır görevde ulunan II. Abdülhamid, bizi yaklaşık yüz elli yıl uğraştıracak olan meselenin kaynağını isabetle şöyle tespit etmiştir:

“Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir.

Ermenilerin bizden hiçbir şikâyetleri yoktu. Fakat Ruslar, Bulgaristan üzerindeki emellerine ulaşınca, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir parça daha koparmak için, Ermenileri parmaklarına doladılar.

Ruslar, gönderdikleri ajanlarla, önce papazları, öğretmenleri ele geçirdiler, sonra da buldukları macera düşkünü Ermenileri bizim aleyhimize çevirdiler.

Türk kılığına giren Ermeniler, kendilerine yardım etmek isteyen kendi vatandaşlarını öldürüp sonra da ‘Görmüyor musunuz, sizi Türkler kesiyor, siz hala bizimle birlik olmuyorsunuz.’ demeye başladılar.

Ermeni tahrikçileri özellikle Sason bölgesinde tahriklerini sürdürüyorlardı. Bu Ermeni-Müslüman kavgasını sona erdirmek için, Müşir Zeki Paşa emrindeki orduyu, bu sahaya sevk ettim ve ayaklanmayı bastırdım. Büyük devletler elçileri, birbiri peşinden Saraya koştular.

İngilizler, Ermeni meselesini ayakta tutmak için ellerinden geleni yaptı. Çükü bu suretle Mısır’da giriştiği işleri örtmüş oluyor, dünyanın dikkatini Türkiye üzerinde uyanık olarak tutuyordu.” (Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri; s. 56-58.)

“İNGİLİZ’İN ASIL GAYESİ BÜYÜK ERMENİSTAN İDEALİDİR.”

İstiklal Savaşı’nı yöneten Birinci TBMM’de Erzurum Milletvekili olarak görev yapan Hüseyin Avni Ulaş’ın, bir asır önce İngilizler tarafından Musul’da başlatılan “bölücü Kürtçülük” serüveninin arka planına dair tespitleri de hayati önemi haizdir.

İngilizlerin asıl gayesinin, Lozan’da Misak-ı Milli dışında bıraktığımız Musul‘da önce bir “Kürt hükümeti kurarak Türkiye’yi bölmek, ardından da Ermenistan’ın kurulmasına zemin hazırlamak” olduğunu bildiren Ulaş’ın şu sözleri, yaklaşık yüz yıl öncesinden yapılan önemli bir uyarıdır:

“Kürdistan hükümeti yapamaz. Kürdün lisanı yoktur. Yazısı yoktur. Kürt’ün harfi yoktur. Yarın oralara Ermeniler hâkim olacaktır. Ermeni harsı hâkim olacaktır. Yarın orada Ermeniler hükümet kuracaktır. Netice itibariyle Ermenistan meydana çıkar. Ben Ermeni idealinden korkarım.”

ERMENİ-BÖLÜCÜ TERÖR İŞBİRLİĞİ

1890’dan itibaren her fırsatta isyan çıkaran Ermenilerin Türk devlet adamlarına yönelik ilk terör saldırısı, 1905’te II. Abdülhamit‘e yönelik bombalı suikasttır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslarla işbirliği yaparak milletimizi arkadan vuran Ermeniler, Mondros Mütarekesi’nin ardından Rus ve Fransız işgal bölgelerinde terör estirmeye devam etmişlerdir.

Milli Mücadelemiz sürerken, milletimizi bugünlere ulaştıran Tehcir (Yer Değiştirme) uygulamasının mimarı olan Talat Paşa’yı 15 Mart 1921 günü Berlin’de, Çukurova’daki Ermeni ayaklanmasını bastıran Cemal Paşa’yı ise 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te şehit etmişlerdir.

İngiliz destekli Kürt ayaklanmalarına şahitlik ettiğimiz cumhuriyetin ilk yıllarında sessiz kalmayı tercih eden Ermeniler, 1965’te yeniden harekete geçmişlerdir.

Terör örgütü ASALA eliyle diplomatımızı, elçilik ve konsolosluk görevlilerimizi katletmişlerdir.

1980’li yıllarda ise bölücü terör örgütü PKK ile sıkı işbirliğine girmişlerdir.

Bu bağlamda;

  • 21-28 Nisan 1980 tarihini “Kızıl Hafta” olarak ilan eden PKK, 24 Nisan tarihini sözde Ermenilerin katledilme günü olarak anmaya başlamıştır.
  • 8 Nisan 1980’de Lübnan’ın Sidon kentinde PKK ve ASALA ortak deklarasyon yayınlamıştır.
  • 19 Kasım 1980’de THY Roma bürosuna yönelik saldırıyı PKK ve ASALA birlikte üstlenmiştir.
  • Bölücü terörist Abdullah Öcalan, Ermeni Yazarlar Birliği tarafından Büyük Ermenistan hayali fikrine olan katkılarından dolayı onur üyeliğine seçilmiştir.
  • Ermeni Halk Hareketi’nin bünyesinde Kürdistan Komitesi oluşturulmuştur.
  • Ermeni Hınçak Partisi, ASALA ve PKK terör örgütü üyeleri, 4 Haziran 1993’te Batı Beyrut’taki PKK kampında ortak toplantı yapmışlardır.
  • 6 ve 9 Ocak 1993 tarihlerinde Beyrut’taki iki ayrı Ermeni kilisesinde düzenlenen toplantılarda; Türkiye’nin bölüneceği ve bir Kürt devleti kurulacağı iddia edilerek, Ermenilerden Kürtlerin mücadelesini desteklemeleri istenmiştir.

Bu bilgilerin teyidi noktasında, “Üretim Koordinatörü” olarak görev aldığım, dört dilde yayınlanan Ermeni Sorunu CD-ROM’u önemli bir kaynaktır.

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun danışmanlığında hazırladığımız CD-ROM, Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.

BÖLÜCÜ KÜRTÇÜLÜK VE MARKSİZM

ASALA’nın Türk diplomatlarını hedef aldığı dönemde strateji değiştiren “bölücü Kürtçü” yapılar, Türkiye İşçi Partisi’nin TBMM’ye girdiği 1960’lı yıllarda Marksist bir kisveyle yollarına devam etmişlerdir.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri, Devrimci Halk Kültür Dernekleri, Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi, Kürdistan Öncü İşçi Partisi, Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi, Rizgari, Ala Rizgari, Kawa, Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları, Kürdistan Sosyalist Harekâtı, Kürdistan Sosyalist Birliği, Tekoşin gibi örgütler, 1984’ten sonra başlayacak olan bölücü terörün altyapısını oluşturmuşlardır.

Irak’taki Irak Kürdistan Demokratik Partisi, Kürdistan Yurtseverler Birliği, Kürdistan Özgürlük Partisi ile İran’daki İran Kürdistan Demokratik Partisi, Kürt İşçileri Devrimci Örgütü ve tabii ki Suriye’deki Kürt Sosyalist Partisi ve Suriye Komünist Partisi’ni de bu cümleden saymak gerekir.

BİDEN’IN AÇIKLAMALARI VE SONRASI…

Böylesi bir tarihi arka plan üzerine inşa edilen; İngiltere, Rusya ve Fransa tarafından Lozan’a kadar ısrarla takip edilen, sonrasında “sözde Ermeni iddiaları” ve “bölücü Kürtçülük” gailesiyle devam eden süreç, ABD Başkanı Biden’ın son açıklamalarıyla yeni bir safhaya girmiş görünüyor.

Kanun yolunu takip etmeyenlerin nazarında, sunulacak hiçbir belgenin hükmü yoktur.

İstanbul’dan “Konstantinopolis” diye söz etme cüretini gösteren Biden’in açıklamaları; dünyayı orman kanunlarıyla yönetmeye yeltenen kontrolsüz bir gücün hezeyanı olsa da fiili durumu hafife almanın faturası ağır olacaktır.

Mehmetçiğimiz bugün, Suriye ve Kuzey Irak’ta ise; bunun sebebi, iki asır önce planlanan ve yüz yıldır her fırsatta kanatılmakta olan yarayı cerrahi operasyonlarla tedavi etmek içindir.

Konuyu, bazı güncel gelişmelerin akut bir sonucu olarak görmek, başımızı kuma gömmekten farksızdır.

Kuzey Irak ve Suriye’deki gelişmeler, iki asırlık kronik bir hastalığın günümüzdeki tezahürleridir ve bir an önce tedavi edilmek zorundadır.

1800’lü yıllarda İngiltere tarafından temeli atılan, Fransa ve Rusya’nın da dâhil olmasıyla daha geniş bir destekçi grubuna sahip olan “Bölücü Kürtçülük” ve “Ermeni Meselesi”nin hamiliğini, 1990’lı yıllardan itibaren ABD yapmaktadır.

1915’te uyguladığımız Ermeni tehciri nedeniyle, 1919’da Doğu Anadolu ve Çukurova’da “selef determinasyona” dayalı kukla Ermeni devletleri kuramayan ABD, bugün pişman mıdır, bilinmez…

Ancak görünen o ki; silahlı kuvvetlerimiz, Irak ve Suriye’deki bölücü örgüt yuvalarına darbe üstüne darbe vurdukça, Ermeni meselesi daha ciddi şekilde dünya kamuoyu gündemine getirilecek; bu iki kronik meseleden biri buzdolabına kaldırıldığında, diğeri masaya sürülecektir.

Bizlere düşen, bugün karşı karşıya olduğumuz meselenin iki asırlık bir geçmişe sahip olduğunu bilmek; Türk’ü Anadolu’dan atmak, İstanbul’un “İslam şehri” kimliğini ortadan kaldırmak ve 1071’den beri öç almak peşinde koşan Ehl-i Salip’e karşı sürekli uyanık kalmaktır.

Kurduğumuz bu son cümle, hamasi bir yaklaşımın değil, Anadolu’daki bir yıllık gerçeğimizin ifadesidir.

Malazgirt’ten bu yana şehitler ekiyoruz kutlu vatan toprağına.

Biliriz…

Tohumlar ölmeden, doğmaz çınarlar.

Biliriz…

Her şehit haberi, kor gibi düşer yüreğimize.

Önce hüzün kaplar içimizi, sonra dev bir öfke yumruklanır çelik bileklerimizde.

Harlanır hıncımız, mangal yüreklerimizde.

Yine biliriz ki…

Vatan toprağına tohum misali ektiğimiz şehitlerimizin yüreğimize oturan acısı, büyük Türkiye’nin doğum sancısıdır.

Konu, Türkiye’de yahut Türkiye üzerine hesap yapan herhangi bir ülkede kimin iktidarda bulunduğuyla değil, Türk’ün Anadolu’daki varlığıyla ilgilidir.

Bu nedenle ABD Başkanı Biden’ın çıkışına benzer gelişmelere ve çok daha fazlasına her an hazırlıklı olmalıyız.

Bilhassa, “demokratik görünümlü” ihanet hamlelerine karşı…

Anadolu’daki bin yıllık varlığımızdan biliriz…

İhanetin partisi, dini, cemaati olmaz.

İhanet, bunları sadece kullanır.

En çok da “milletimizin ortak değerlerini kullanmaktan” hoşlanır.

]]>
BEREKETLİ HİLAL KAN AĞLIYOR https://hayatitek.com/bereketli-hilal-kan-agliyor/ Sun, 31 May 2020 20:22:45 +0000 http://hayatitek.com/?p=448 HAYATİ TEK –

Anadolu’daki bin yıllık varlığımız sırasında yaşadığımız her gelişme, “Coğrafya kaderdir.” diyen İbn-i Haldun’u haklı çıkarıyor. Bu tespit bilhassa “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan, ilk medeniyet tohumlarının yeşerdiği, ilk insan yerleşimlerinin kurulduğu, ilk dini mabetlerin inşa edildiği, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in doğduğu coğrafya için geçerliliğini koruyor.

İlk kez ABD’li oryantalist J. N. Breasted tarafından kullanılan “Bereketli Hilal” kavramıyla tarif edilen, Dicle ve Fırat nehirlerinin hayat verdiği bu bereketli coğrafya; Güneydoğu Anadolu, Batı İran, Irak, Kuzey Suriye ve Doğu Akdeniz kıyı şeridinin tamamını içine alıyor. Bereketli Hilal’in doğu ucu Basra Körfezi, batı ucu Akdeniz, güney ucu Kızıldeniz’e dayanıyor.

Okyanus ötesi deniz keşifleri öncesinde “bilinen dünyayı” oluşturan Asya, Avrupa ve Afrika’nın cazibe merkezi olan, Çin’i Akdeniz’e ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlayan tarihi İpekyolu güzergâhında bulunan Bereketli Hilal, tarih boyunca hep önemli olageldi.

İlk medeniyetlere, tarım toplumunun doğuşuna kaynaklık ve şahitlik eden Bereketli Hilal, denizaşırı keşiflere kadar ticaretin de en önemli kavşak noktalarından birini oluşturdu.

GÖBEKLİTEPE’NİN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEK

Bu kadim ve bereketli coğrafyanın Türkiye sınırları içerisindeki en üst bölgesinde yer alan Urfa’da bulunan ve 11.000 yıl önceye tarihlenen Göbekli Tepe’nin keşfi, insanlık tarihinin en eski yapılar topluluğu ve dini merkezinin burada kurulduğunu, ilk buğday tohumunun da burada yeşerdiğini ortaya çıkardı.

Her çağda dünyanın güçlü devletlerinin ilgisini çeken bu değerli coğrafya; Pax Romana (MÖ 27-MS 180), Hilafet İmparatorlukları (Dört Halife: 632-551, Emevi: 661-750, Abbasi: 750-1258), Büyük Selçuklu Devleti (1038-1157) ve Pax Ottomana (1453-1699) dönemlerinde istikrarı yakaladı. Fransa ile İngiltere-Prusya ittifakı arasında gerçekleşen ve Napolyon’un kesin mağlubiyetiyle sonuçlanan Waterloo Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki doksan dokuz yıla damgasını vuran Pax Britannica’nın (1815-1914) son demlerinden itibaren de istikrarsızlık bölgesi haline geldi.

1900’lerin başından itibaren, II. Abdülhamid’in izni dâhilinde, İngilizler ve Almanlar tarafından arkeolojik kazı görünümünde petrol sondajları yapılan bölgenin kaderi, Pax Britannica’yı sona erdiren Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında İngilizler ile Fransızlar arasında imzalanan Sykes-Picot gizli antlaşmasında cetvelle çizilen sınırlar, Mondros Mütarekesi ve Paris Antlaşmaları nedeniyle günümüze kadar kaostan bir türlü kurtulamadı.

Birinci Dünya Savaşı başladığında bütün Bereketli Hilal coğrafyasının tamamı Osmanlı sınırları içerisindeydi. 1912 Balkan Savaşları sırasında Balkanlardaki topraklarımızı tamamen kaybettiğimiz için Trakya sınırlarımız bugünküyle aynıydı. Güneydoğu sınırlarımız Basra Körfezine kadar uzanıyor, Büyük Okyanus’a çıkışımız bulunuyordu. Asya’nın tüm Akdeniz ve Kızıl Deniz kıyıları ülke sınırlarımız içerisinde yer alıyordu.

LOZAN GÖRÜŞMELERİ VE MUSUL

Yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Milli Mücadele sırasında kurduğumuz TBMM Hükümeti ile Sevr Antlaşmasının tarafı olan ülkeler arasında imzalanan ve Türkiye’nin bugünkü uluslararası statüsünü belirleyen Lozan görüşmeleri sırasında TBMM’de yaşanan ateşli tartışmalar, yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’yi her bakımdan sıkıntıya sokacak iki diplomatik konuda düğümleniyordu. Bunlardan biri Ermeni meselesi, diğeri Irak’ta uydu bir Kürdistan devletinin kurulmasıydı. Bu iki konu üzerindeki tartışmalarda özellikle Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul’un üzerinde duruluyor, bu şehrin verilmemesi için gerekirse İngilizlerle savaş dahi göze alınıyordu.

Birinci TBMM’nin en sert tartışmalarına sahne olan Lozan görüşmeleri sırasındaki gelişmelerinin izini, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi’nin 2013’te yayımlanan Lozan Antlaşması Özel Sayısında Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat ve Tekin Demirarslan tarafından kaleme alınan “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basına Yansıması” başlıklı makaleden sürelim.

İSMET İNÖNÜ’NÜN İZAHATI VE KARŞI GÖRÜŞLER

“I. Dönem Lozan Görüşmelerinin sona ermesi ile ülkeye dönen, Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa, 21 Şubat 1923 tarihindeki gizli celsede Lozan Görüşmeleri konusunda Meclise izahat vermiştir. 27 Şubat 1923 tarihindeki gizli oturumda ise barış görüşmelerinin tekrar başlaması halinde hükümetin takip edeceği politika ve hükümet tarafından hazırlanan mukabil projenin esasları Mecliste görüşülmeye başlanmıştır. Bu toplantıda, II. Grup üyeleri, Hükümetin Lozan Konferansı’nda izlediği politikaya ve Hükümet tarafından hazırlanmış olan mukabil projeye karşı sert bir muhalefet yapmışlardır.

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, mukabil projenin, Meclisin bilgisi olmadan Heyet-i Vekile’ce hazırlanmasını eleştirmiş, (…) ‘Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi, Misakı Milli’den zerre kadar feda ederse, icabı namus ve milli için çekilip gitmeli.’ diyerek eleştiri ve önerilerini getirmiştir.”

MUSUL’U KAYBEDENİN ŞARKTA YERİ KALMAZ

“Musul konusunun Lozan görüşmelerinde ertelenmesine de sert tepki gösteren muhalif milletvekillerinden Erzurum Mebusu Durak Bey, bildikleri tek şeyin Musul’dan vazgeçilmesi olduğunu belirterek şu ikazda bulunmuştur: ‘Musul’un bir sene sonraya taliki demek arkadaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul’u gaip etmek demektir. Musul’u kayıp ettikten sonra, senin Şarkta bir yerin kalmamıştır.’

Tartışmanın uzaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa söz alarak, Heyet-i Murahhasa’nın kendisinin kabul ettiği bir projeyi Hükümete ve Meclise kabul ettirmek için gelmediğini, Musul Meselesi’ni bir sene sonraya ertelemenin Musul’dan vazgeçmek anlamına gelmediğini söylemiştir.  Diğer taraftan bazı mebusların Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamadığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Musul’un konferans gündeminden çıkartılarak İngilizlerle karşı karşıya halletmenin milli menfaatler açısından daha faydalı olacağını söylemiştir.”

HÜSEYİN AVNİ’DEN BOLŞEVİKLİK UYARISI

TBMM’deki tartışmaların sonraki oturumlarda da devam ettiğini dikkat çekilen makalede, 4 Mart 1923 tarihli oturumda, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Musul Meselesi’nin konferans gündeminden çıkartılmasına tepki gösterdiği konuşması şöyle aktarılmaktadır:

“Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesinin kabul edilmesine ve Hükümetin, Lozan’da izlediği politikaya şiddetle karşı çıkmış Misak-ı Milli’nin pek çok hükmüne aykırı kararlar verildiğini, ‘yarım bir sulh’ adına ülkenin Bolşevikliğe sürüklendiğini ileri sürmüştür. Ayrıca kamuoyunda II. Grup milletvekillerinin tekrar mebus seçilme ümitlerinin olmadığı ve bu nedenle barışa yanaşmayıp savaşın devamını istedikleri yönünde düşünceler ortaya çıktığını belirterek bu yöndeki düşünceleri eleştirmiş ve Mecliste böyle düşünen bir milletvekili bulunmadığını ifade etmiştir.”

MUHALİF GRUP SEÇİM İSTİYOR

Bolat ve Demirarslan’ın makalesinde 5 Mart 1923 tarihindeki toplantıda, çok daha sert tartışmalar yaşandığının altı çizilerek şu ifadeler kullanılmaktadır:

“İzmit Mebusu Sırrı Bey, İsmet Paşa’yı Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamamak ve Misak-ı Milli’ye aykırı hareket etmekle suçlamıştır. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise Heyet-i Murahhasa’nın, Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini ve göreve devam etmemesi gerektiğini söyleyerek eleştirilerini dile getirmiştir. (…) II. Grup üyesi İzmit Mebusu Sırrı Bey, Meclisin Misak-ı Milli haricinde bir karar alamayacağını ileri sürerek seçime gidilmesini önermiştir.  Fakat bu öneri I. Grup tarafından desteklenmemiştir.

(…) Türkiye Büyük Millet Meclisi, Lozan Konferansı konusunda inisiyatifi hükümete bırakmış olsa da, I. ve II. Grup arasındaki sert mücadelenin yaşandığı bu ortamda, Misak-ı Milli kapsamındaki Musul’un Türkiye’ye bırakılmayacağının anlaşılması, Lozan Konferansı’nda kabul edilecek barış esaslarını Meclise kabul ettirmek konusunda ciddi endişeler ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine TBMM, 1 Nisan 1923 tarihinde seçim kararı almıştır.”

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması, seçimlerin ardından oluşan İkinci TBMM tarafından 24 Temmuz 1923 tarihinde kabul edilmiştir.

20. ASRI KANA BULAYAN KARA İKSİR: PETROL

Birinci TBMM’de, ileride Büyük Ermenistan hayaline katkı sağlayacak kukla bir Kürdistan hükümetinin kurulması ve Misak-ı Milli bağlamında ülke sınırları içerisinde kalması istenilen Musul konuları, Pax Britannica’nın mimarı Büyük Britanya ve diğer sömürgeci devletler için çok daha başka anlamlar ifade ediyordu: Petrol…

İlk keşfedildiği yer M.Ö. 4. yüzyılda Çin olsa da bugünkü amaçlarla kullanılmak üzere 1850’li yıllarda ABD’de fark edilen petrol, buhar makinesinin devreye alınmasıyla 1859’dan itibaren ticari amaçla üretilmeye başlandı. O yıllarda en fazla otuz varil olan günlük petrol üretimi, 1879’dan itibaren on binli rakamlara ulaşınca ülkenin önde gelen zenginlerinden Rockefeller, Standard Oil Company’i kurarak petrol işine girdi. 1873’te Nobel ailesi, o yıllarda Rusya sınırları içinde bulunan Bakü’de petrol kuyuları açtı. 1890’larda petrol arayan Hollandalıların hedefi Endonezya’ydı.

Benzinli motorun Nikolaus August Otto tarafından 1867’de, ilk benzinli otomobilin ise 1887 yılında Gottlieb Daimler tarafından icat edilmesi, petrolün yükselişine olağanüstü hız kazandırdı ve yeni petrol alanları sömürgeci devletlerin radarına girdi.

James Waat’ın buharlı makineyi 1763’te keşfi ile birlikte sanayi devrimi büyük bir ivme kazanmış, bu yeni enerji gücü 1807 yılında Robert Fulton tarafından gemilere uyarlanmış, böylece Okyanus ötesi gemi seferleri hızlı ve güvenli bir şekilde yapılmaya başlanmıştı.

1900’lü yıllarla birlikte petrol, sömürge imparatorluklarının aç kurt gibi saldırdığı bir enerji kaynağı olarak coğrafyaların kaderini belirleyen önemli bir stratejik faktör haline gelmişti.

İNGİLİZLER, ORTADOĞU’YU SAHİLDEN KUŞATIYOR

Süveyş Kanalının 1869’da tamamlanmasının ardından Pax Britannica’nın denizlerdeki hâkimiyetine engel teşkil edebilecek coğrafyalardaki Osmanlı topraklarını tek tek koparan İngilizler, Basra Körfezi’ni Büyük Okyanus’a açan suların kontrolünü sağlayan Bahreyn’i, Sünni El Halife ailesiyle anlaşarak 1783’ten itibaren himayesine aldı. Osmanlı’ya bağlı Kuveyt ve Katar’ı 1800’lerin sonunda himaye yöntemiyle kendisine bağlayarak Ortadoğu’daki petrol alanlarını denizden kuşatma sürecini tamamladı. 1900’lere gelindiğinde ise, Osmanlı’nın iç bölgelerindeki petrol bölgelerini çoktan gözüne kestirmişti. Bu noktada sözü, o yıllarda ülkeyi yönetmekte olan II. Abdülhamid’e bırakalım.

OSMANLI’DA İLK PETROL ARAŞTIRMALARI VE II. ABDÜLHAMİD

1876-1909 tarihleri arasındaki 33 yıl boyunca hayli zor bir süreçte ülke yönetimini devralan II. Abdülhamid, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçelerinden birini oluşturan ve bugün hâlâ Ortadoğu’yu kasıp kavuran petrol fırtınasının ilk esintilerine şahit oluyordu.

Kuzey Afrika’daki en zengin petrol yataklarını 1911 Trablusgarp Savaşı’nda, Ortadoğu’daki en zengin petrol bölgelerini ise Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedecek olan Osmanlı’nın sınırları içerisindeki ilk petrol araştırmalarına dair İsmet Bozdağ’ın, “Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri” kitabında hayli çarpıcı bilgiler yer alıyor.

İNGİLİZLER’İN “TARİHİ ESER” OYUNU

II. Abdülhamid anılarında, İngilizlerin “tarihi eser arama” bahanesiyle bölgede nasıl petrol aradıklarını şöyle anlatıyor:

“İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların ‘hayır’ demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım -nice aylar sonra fark edebildiğim- bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile (!) bulunabilirmiş! Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti’nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de -hiçbir bedel istemeden- bize bırakacaklarmış!

İngiltere ile yakın ilişki kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama, kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa’yı çağırdım. İngilizlerin tekliflerini anlattım ve gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim(S. 76).”

GERÇEK ORTAYA ÇIKIYOR

İngiliz elçisinin bir gün heyecanla huzura girdiğini ve Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdiğini kaydeden II. Abdülhamid, şöyle devam ediyor:

“Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi. Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum. Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlayan kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler! Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim.

Yalnız, gelen haberlerden Musul’daki ve Bağdat’taki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı. Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende attırmak içindi. Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, petroldü!(S. 77)”

II. Abdülhamid, petrol konusundan haberdardı. Daha önce Eflak’ta (Romanya) petrol bulunduğu için, bu değerli kaynağın kuyular açılarak arandığını biliyordu.

DEFİNENİN YERİNİ SU ARAMA BAHANESİ ALIYOR

Bir süre sonra huzura giren İngiliz elçisinin, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, İngiltere Hükümeti’nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattığını aktaran II. Abdülhamid anılarına şöyle devam ediyor:

“Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı. İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat’ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım(S. 78)!”

Aldığı karara sert tepki gösteren İngilizlerin, bu gelişmenin ardından Cemaleddin-i Efgani yolu ile Hilafet meselesini kurcalamaya başladıklarını kaydeden II. Abdülhamid, tarihe ışık tutmaya devam ediyor:

“Hicaz Emirini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyükçe bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa’yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler(S. 79).”

ALMANLAR DA PETROL ARIYOR

İngilizlerle çatışmaya düşüldüğü günlerde Almanya’nın dostluk elini uzattığını kaydeden II. Abdülhamid, yeni dönemde izlediği stratejiyi şöyle anlatıyor:

“Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için Almanlara yaklaştım. Aslında ikizimin de düşünceleri başka başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Wilhelm İstanbul’a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım.

Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı. Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nam ile Musul’a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini istedim. Selahattin Efendi’den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi, kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı.

Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklif ile gelseydi, ben ona bazı şartlarda bu arama ruhsatını verecektim. Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu.

Tahsin Paşa bunu imparatora duyurmak teklifinde bulundu. Reddettim. ‘Bırakalım, arasınlar’ dedim, ‘bulurlarsa petrolü ceplerinde götüremeyecekler ya… Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız!’ (S.80)”

ABD VE JAPONYA’DA PETROL TEMASLARI

Bu gelişmeler üzerine Yaveri Selahattin Efendi’yi ABD’ye gönderen II. Abdülhamid,  sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatıyor:

“Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika’ya gönderdim. Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktık. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi. Selahattin Efendi’nin Amerika’da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü. Selahattin Efendi’nin dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarını ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile yanaşmadıklarını söyledi.

Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusu almıştık. Japonya’dan bir mütehassıs grubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler. Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştırıldım(S. 81).

YÜZ ELLİ YILLIK DAVA VE BARIŞ PINARI HAREKÂTI

Eğer yeterince güçlü değilseniz, elinizdeki değer sizden daha güçlülerin iştahını kabartıyor, nimet bir anda külfete dönüşüyor. Türkiye ve Ortadoğu’nun son yüz yıllık tarihi, bu gerçeğin defalarca sınandığı olaylara şahitlik ediyor.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde pek çok girişimine rağmen İtilaf Devletleri yanında yer alamayan ve mecburen Almanlarla birlikte İttifak Devletleri çatısı altına giren Osmanlı çaresiz kalınca, Bereketli Hilal’in petrol odaklı son yüz beş yıllık kanlı tarihi de başlamış oldu.

1800’lerin son çeyreğinden bu yana Bereketli Hilalin petrol rezervlerine odaklı sorunlarla boğuşan, hâkimiyet teorilerinin odağındaki Avrasya coğrafyasının en kritik bölgesinde bulunan Türkiye, Türk dünyasının devasa petrol ve doğalgaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınması noktasındaki en güvenli güzergâhı oluşturuyor.

Geleceğin enerjisinin doğudan batıya güvenli taşınması sürecinde tarihi İpekyolu’ndaki önemine benzer bir stratejik konuma sahip olan Türkiye, tıpkı Bereketli Hilal’in bin yıllık kaderinde olduğu gibi, bir yandan olağanüstü güçlerle donanırken, öte yandan yakın gelecekteki enerji mücadelesinde en riskli bölgelerinden biri haline geliyor.

Barış Pınarı Harekâtı ile Sykes-Picot gizli antlaşmasının ardımızda bıraktığımız 103 yılda açtığı yaraların güncel zararlarını en aza indirmeyi hedefleyen Türkiye’nin yönetim kadrolarını ve milli iradenin ana karargâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni tarihi görevler bekliyor.

KAYNAKLAR:

  1. Sultan Abdülhamid; Siyasi Hatıratım, Yay. Ali Vehbi Bey, Fransızca’dan Çev. H. Salih Can, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975.
  2. İsmet, Bozdağ; Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 1985.
  3. Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat, Tekin Demirarslan; “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basın Yansıması”, A. Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 29-60.
]]>