Mehmet Akif Ersoy – Hayati Tek https://hayatitek.com Sun, 24 Apr 2022 09:34:19 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Mehmet Akif Ersoy – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 MEHMET AKİF ERSOY VE HAL-İ PÜRMELALİMİZ https://hayatitek.com/mehmet-akif-ersoy-ve-hal-i-purmelalimiz/ Sun, 20 Dec 2020 18:59:19 +0000 http://hayatitek.com/?p=3741 HAYATİ TEK –

Mehmet Akif Ersoy denilince İstiklal Marşımız, Safahat ve bu şaheserin “Asım” bölümüne dualarla gömdüğü Çanakkale Şehitlerine şiiri gelir aklımıza.

Bağımsızlığımızın sembolü İstiklal Marşımızı ve Çanakkale Şehitlerine şiirini okurken gözyaşlarımıza hâkim olamıyorsak eğer; bunun nedeni sadece şiirlerin edebî gücü değil, aynı zamanda o muhteşem mısralara can veren berrak dimağın imanı, azmi ve samimiyetinin mısralara sinmiş olmasındandır. Büyük şairin güçlü karakterinin, samimiyetinin ve etkili ifade gücünün zaferidir gözyaşlarımız.

Bununla birlikte Akif sadece duygulara hitap etmez. Akıl, vicdan ve mesuliyet sahipleri için sayısız mesaj vardır şiir, yazı ve vaazlarında. Baştanbaşa bir dönem şaheseri olan Safahat’taki şiirlerin kiminde millî duygularımız şaha kalkarken, kiminde geri kalmışlığımızın sosyo-ekonomik sebeplerini, kiminde ise yakamızı bir türlü bırakmayan sorunlar yumağını nasıl çözeceğimizin yol ve yöntemlerini buluruz. Hatta bazı şiirlerinde, kendi halindeki bir insanın dramında hal-i pürmelalimizin sırrını keşfetmenin şaşkınlığını yaşarız.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu tespiti Akif’in bu yönünü vurgular:

“Yalnız Akif’tir ki, veremlilerin öksürüğünden, cephelerdeki tekbir seslerine kadar, boylu boyunca bir milleti, bir cemiyeti bütün felaketleriyle birlikte kucaklamıştır(1).

Serdengeçti’nin dikkat çektiği bu yön, Safahat’ın sadece “Gölgeler” bölümünde değil eserin tamamında karşımıza çıkar. Osmanlı’nın çöküş yıllarının sebep ve sonuçlarına dair net bir fotoğrafı hükmündeki bu dev eser, hem destansı bir öz taşır hem de yüz yıl öncesinden bugünlere uzanan temel meselelerimizin kaynağında yatan sebepleri gerçekçi bir bakış açısıyla resmeder.

Bu nedenle Akif, Türkiye’de en çok okunan şairlerinden biri, belki de birincisidir. Çünkü her birimiz onun kaleminden kanatlanan her mısrada kendimizden bir parça bulur; etin kemikten ayrılması gibi tarifsiz acılarla veda etmek zorunda kaldığımız imparatorluğumuzun hazin çöküşüne şahitlik etmenin derin ıstırabını ruh kökümüzde ister istemez yaşarız.

“Edepsizlik başladığı noktada edebiyat biter(2) diyen büyük şair, kuru bir edebî başarının pespayeliğine hiçbir dönemde tevessül etmez; her işinde olduğu gibi şairlik ve yazarlığının merkezine de ahlak kavramını yerleştirir.

Ahlak, eğitim, vatan, hürriyet ve gayret kavramlarına yüklediği anlamlar, milli şairimizin şahsi ve mesleki karakterini analiz etmemizi sağlayan kılavuzlar gibidir.

Sanatını imanının emrine veren münevver şairlerimizden olan Akif, 1800’lerin son çeyreğinden itibaren ıstıraptan ıstıraba savrulan bir neslin mensubu ve temsilcisi olmakla taşıdığı mesuliyetinin farkındadır.

Bunun o kadar farkındadır ve bunun için o kadar çabalar ki, Hüseyin Nihal Atsız onun için şu ifadeleri kullanır:

Akif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Karakter adamı olmak bakımından Akif eşsizdir(3).

Yaşadığı devrin temel meseleleri hakkında önemli tespit ve önerilerde bulunan Akif’in dikkat çektiği sorunların aradan geçen yüz yıla rağmen hâlâ çözülememiş olması, onun tavsiyelerini can kulağıyla bir kez daha dinlememiz gerektiğini bizlere ikaz etmektedir.

Bundan bir asır önce ümitsizlikten, sabırsızlıktan, tembellikten, eğitimsizlikten, ahlaki zaaftan ve tefrikadan dert yanan Akif, sabrın, çalışkanlığın, eğitimin, ahlakın, birlik halinde yaşamanın ve tabii ümitvar olmanın erdemlerini anlata anlata bitiremez.

“ÜMİTSİZLİK İNTİHARDIR”

Ümidin şairidir Akif; hem de Nurettin Topçu’nun Fuzuli, Michel-Ange, Goethe, Beethoven, Dostoyevski ile birlikte adını zikredeceği kadar büyük bir ümit şairi(4)

Ümitsizliğe düşmenin intihardan farksız olduğunu(5) düşünen Akif, “Âtiyi Karanlık Görerek(6)” şiirinde, bu illetin girdabına kapılan toplumlara şu tavsiyelerde bulunur:

“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa eminim, budur ancak.

Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle:

İmanı olan kimse gebermez bu ölümle.

Ey dipdiri meyyit… iki el bir baş içindir.

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

(…)

Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!

Herkes gibi dünyada henüz hakk-ı hayatın,

Varken, hani herkes gibi azminde sebatın?

Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.

Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

(…)

Hüsrana rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!

(…)

Sahipsiz, olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki: Telafi edecek bunca zarar var.

Feryad ile kurtulması me’mul ise haykır!

Yok yok… Hele azmindeki zincirleri bir kır!

‘İş bitti… Sebatın sonu yoktur…’ deme, yılma

Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma.”

“ULUYAN YE’Sİ GEBERT, AZMİ UYANDIR.”

Ümitsizlik, “tembelliğe meşruluk vermekten başka bir işe yaramaz(7)” Akif’e göre. “Yeis Yok(8)” başlıklı şiirinde, hem ümitsizliğin bu yönüne dikkat çeker hem de asırların yorgunu aziz milletine umut aşılamaktan geri durmaz.

“Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı bu devlet, ‘batacaktır!’ demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kâfi ona can vermeye bir nefha-i iman;

Davransın ümidin, bu ne haybet, bu ne hirman?

Mazideki hicranları susturmaya başla;

Evladına sağlam bir emel mâyesi aşla,

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

BÜTÜN GÜZEL HUYLARIN ANASI: SABIR

Sabır, sadece ümidin değil “bütün güzel huyların anasıdır(9) büyük şairin nazarında. Sabrın “yokluğu yahut zayıflığı kadar büyük bir musibet(10) düşünülemez.

Sabır, “düşkünlüğe katlanmak değil hayatın sıkıntılarına göğüs germektir. Sonunda, katlanılmayacak acılara katlanmak mecburiyetine mahkûm olmamak için, önceden her türlü meşakkate, her türlü zahmete mertçesine, insancasına göğüs germek(11)”demektir.

Sabır konusuna yüklediği bir başka anlam daha vardır Akif’in:

“Allah yolunda, hak yolunda, din uğrunda, millet uğrunda rahatını, uykusunu, malını, canını feda edivermek yok mu? İşte sabır budur(12).

Her şeyini kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelip varını yoğunu ortaya koyarak hürriyetini gasıpların elinden kurtaran bir milletin durumunu anlatmak için yüz yıl önce kurulan bu cümlenin bugün bile muhatabı olmak ıstırap verici olsa da çok sağlam bir kurtuluş yolu gösterir Akif, “İnsan(13)” şiirinde:

“Dayanmaz pîş-i ikdamında maniler müzahimler;

Kaçar, sen rezm-gâh-ı azme girdikçe muhacimler.

Karanlıklarda gezsen, şeb-çerâğın fikr-i hikmettir,

Ki her işrâkı bir sönmez ziyâ-yı sermediyettir;

Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sayindir,

Ki her hatvende eşler sâye-küster vahalar zahir.

Ne zindanlar olur hâil, ne menfalar, ne makteller…

Yürüsün sedd-i râhın olsa hatta âhenîn eller.”

Yani diyor ki Akif:

Sen çabalarsan, karşına çıkan engeller ve düşmanlar sana karşı koyamazlar. Sen azmin savaş alanına girdikçe, sana hücum edenler kaçmak zorunda kalırlar. Karanlıkta olsan da hikmetli fikirler fenerin olur; zira fikrin aydınlığı sönmez bir ebediyet ışığıdır. Eğer azmedersen, susuz çöllerde de kalsan, gayretinin ilhamı gölgelik vahalar gibi sana kol kanat gerer. Eğer azmedersen, sana ne zindan ne sürgünler ne de idamlar engel olabilir. Demirden eller set çekse de yoluna, yıkar geçersin azim ve gayretin sayesinde.

SELAMET ANAHTARI: “VARSA YOKSA İŞ, HAYIRLI AMEL, İSLAM AKSİYONU”

Sabır ve azmi bu denli yücelten Akif, “Ümitsizlikten büyük tembellik sebebi, ümitsizlikten yaman alçalma sebebi, ümitsizlikten fena miskinlik sebebi mi olur?(14)diye sorduktan sonra şu çağrıyı yapar:

“Ey cemaat-i Müslimîn! Geliniz, ümitsizliğin, bıkkınlığın, tembelliğin küfrün ta kendisi olduğunu kafalarımıza iyice yerleştirelim de ilâhî din için vaat edilmiş olan apaydınlık geleceğe doğru bir an evvel yürümenin çaresine bakalım. (15)

Akif’e göre, “Hayatı gayret etmekle geçenler için vaat olunmadık nimet; manasız bir tevekkülle tembel yaşayanlarınsa mahkûm olmayacağı alçaklık yoktur. (16)

Ve insanın çalışmakla yükselemeyeceği sadece iki mertebe vardır:

“Biri Allah-u Zülcelâle has olan ulûhiyet mertebesi, diğeri de Hametül-enbiyadan sonra kimseye verilmeyecek olan nübüvvet mertebesidir. (17)

Selametin anahtarını “varsa yoksa iş, hayırlı amel, İslam aksiyonu(18) şeklinde tanımlayan Akif, “Ruha ümitsizlik denilen o lanetli hastalık çöktü mü artık vücutta hareket imkânı, çalışma imkânı, gayret gösterme imkânı kalmayacağı(19)”düşüncesindedir.

Bir tek dörtlükten oluşan “Çalışmak Sonra Dinlenmek(20)” başlıklı şiirinde aynı konuyu şu benzersiz ifadelerle ele alır:

“Beden hazzeyler amma, ruh zevk almaz atâletten

Çalışma sonra dinlenmektir, ancak kârı dünyanın

Eğer eğlence iş olmaz da, iş eğlence olmuşsa

Güzâr etmiş demektir zevk içinde ömrü insanın.”

“Durmayalım(21)” başlıklı şiirinde ise hem çalışmanın önemine işaret eder hem de İslam âlemine sert ikazlarda bulunur.

“Kurtuluş yok sa’y-i daimden, terakkiden bugün.

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

Bunların hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur!

Mâsiva bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile:

Bak tecelli eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn ile.

Ey, bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken, yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan.”

“ÖLÜM DÜNYADA MAHKÛMLAR İÇİN SON BİR SAADETTİR”

İnsanlık âleminin, özellikle Batı’nın büyük keşifleri ve yoğun gayretleri sayesinde gelişerek dünyaya hükmettiğini, hatta zamanı bile teslim almak üzere olduğunu muhteşem metaforlarla anlatan Akif, “Alınlar Terlemeli(22)” başlıklı şiirinde, hürriyetin ancak hakkını koruyabilen insan ve milletler için mümkün olabileceğini söyler.

“Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da,

Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda!

(…)

Emeklerken, sabi tavrıyla, topraklarda sen hâlâ,

Beşer doğrulmuş, etmiş, bir de baktın, cevvi istila!

Yanar dağlar uçurmuş, gezdirir beyninde dünyanın;

Cehennemler batırmış, yüzdürür kalbinde deryanın;

Eşer a’makı, izler keşfeder edvar-ı hilkatten;

Deşer âfâkı, bir şeyler sezer esrar-ı kudretten;

Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta;

O heyhat istiyor hâkim kesilmek bu’d-u mutlakta!

(…)

Gebermek istiyorsan, başka! Lakin korkarım, yandın;

Ya sen mahkûm iken, sağlık, ölüm hakkın mıdır sandın?

Zimâmın hangi ellerdeyse, artık, onlarınsın sen;

Behîmî bir tahammül, varlığından hisse istersen!

Ezilmek, inlemek, yatmak, sürünmek var ki, adettir;

Ölüm dünyada mahkûmîne en son bir saadettir.

Desen bir kerre “insanım!” kanan kim? Hem niçin kansın?

Hayır, hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın.

Bu hürriyyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa’y ister:

Nedir üç dört alın? Bu yurdun alnından boşansın ter.”

“ÇALIŞIP DİDİNMEZSEN, BEKA İKSİRİ İÇSEN YAŞAYAMAZSIN”

Sanatını imanının emrine veren büyük şair elbette tevekkül sahibi bir mümindir. Ancak Akif’in anladığı İslam, felçliler gibi sürekli yatarak tevekkül etmeyi değil, çalışıp didinerek ilerlemeyi emretmektedir. “Azimden Sonra Tevekkül(23)” şiiri, bu husustaki görüşlerini anlattığı ibretlik mısralarla doludur.

“Mefluc ederek azmini bir felc-i iradî,

Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdi!

Madem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;

İksîr-i beka içsen, emin ol yaşamazsın.

Mevcûd ise bir hakk-ı hayat ortada, şayet,

Mutlak değil elbette, vazifeyle mukayyed.

(…)

Âlemde ‘tevekkül’ demek olsaydı ‘atalet’?

Mirâs-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?

Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;

Kur’an duramaz, nezd-i İlahî’ye dönerdi.

“Dünya koşuyor’ söz mü? Beraber koşacaktın;

Heyhât!, bütün azmi sen arkanda bıraktın!

Madem ki uyandın o medîd uykularından,

Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa kımıldan.

Ensendekiler “leş” diye çiğner seni sonra;

Ba’sin de kalır ta gelecek nefha-i Sûr’a!

Çiğner ya, tabii, ne düşünsün de bıraksın?

Bir parça kımıldan diyorum, mahv olacaksın!

Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;

Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz.

Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;

Mâziyi fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.

Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücumu:

Mazisi yıkık milletin âtisi olur mu?”

ŞARK ÂLEMİNİN HAL-İ PÜR MELALİ

Batı’nın tehdit ve yükselişi karşısında sürekli gerileyen İslam âleminin perişan halini “Şark(24)” şiirinde tasvir eden Akif’in kullandığı kelimeler, hem kahredici bir itirafın hüznünü hem de yürek burkan bir özeleştirinin hazin tablosunu ortaya koyar.

“Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu,

Asırlar var ki, İslam’ın muattal beyni, bâzûsu,

‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm;

Yer yer,

Harab iller; serilmiş hânumanlar; başsız ümmetler;

Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;

Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;

Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;

Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

Tegallübler, esaretler; tehakkümler, mezelletler;

Riyalar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;

Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;

“Gazâ” namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar;

Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;

Emek mahrumu günler; fikr-i ferda bilmez akşamlar…”

Gördüğü tüm bu sahneler ağlatır Akif’i…

Geçerken ağlar, dururken ağlar Akif

Bakımsızlıktan viran olmuş şehirler, yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar, buruşmuş çehreler, bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, riyalar, türlü iğrenç alışkanlık ve illetler, örümcek bağlamış tütmez ocaklar, kimsesiz köyler, yanmış ormanlar, bereketsiz tarlalar…

Bütün bu vatan manzaralarını görüp de nasıl ağlamasın, nasıl kahrolmasın Akif?

Başsız ümmetler, zorbalıklar, esaretler, alçalışlar, cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar, aldırmayan yürekler, paslı vicdanlar, cihat adı altında dindaşlarını öldüren biçare Müslümanlar… Ve tabii tersiz alınlar, işlemez kollar, heyecanına yitiren kaynamayan kanlar, düşünmeyen başlar, emek mahrumu günler, yarına hazırlanılmayan akşamlar…

Bütün bu insan manzaralarını görüp de nasıl ağlamasın, nasıl kahrolmasın Akif?

Günümüzde altyapı sorunları çözülen şehirlere, bereketli tarlalara, artan nüfusa, konforlu hayata, vızır vızır arabaların işlediği otobanlara, nispeten dikleşen bellere ve kalınlaşan enselere bakıp “Yüz yıl öncesine göre çok ileride bulunduğumuzu” düşünenler elbette çıkacaktır.

Ya cihat adı altında dindaşının canına kasteden Müslümanları, aldırmayan yürekleri, paslı vicdanları, bir türlü kaynamayan kanları, düşünmeyen başları, emek mahrumu günleri, yarına hazırlanmayan buruk akşamları ne yapacağız?

Mamur görünen yönlerimizin çok ama çok daha iyisini yapan; karaları, denizleri fethedip fezayı hatta zamanı gözüne kestiren Batı ile aramızdaki farkı, yüz yıldır yapageldiklerimizle kapatabilecek miyiz?

Kapatamayacağımız ortada.

Bu devasa açığın kapatılma şartlarını ahlaki zaaflarımızı ortadan kaldırmaya, eğitime gerekli önemi vermeye ve birlik olmaya bağlayan Akif’in öğütlerini can kulağıyla dinleme zamanı daha gelmedi mi?

“AHLAK-İ MİLLİ, RUH-U MİLLİDİR”

Nurettin Topçu’nun “XX. Yüzyılda milletimizin ahlakının velisi olmuştur.(25) diyerek hakkını teslim ettiği Akif,

“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”

Mısraıyla başladığı “Ne İrfandır(26) şiirinde ahlakın bir toplum için ne kadar önemli olduğunu anlatır bize:

“Fakat, ahlakın izmihlali en müthiş bir izmihlal;

Ne millet kurtulur zira, ne milliye, ne istiklal.

Oyuncak sanmayın! Ahlak-i milli, ruh-u millidir;

Onun iflası en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir.

(…)

Olur cemiyyet efradınca şahsî menfaat ‘mabûd!’

Sorarsan kimse bilmez var mı ‘hak’ namında bir mevcud.

O, doymak bilmeyen mabuda kurbandan haya hissi,

Hamiyyet, ademiyyet hissi, ulvi hislerin hepsi!

Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış:

Bir ümmet göster, ölmüş maneviyatiyle, sağ kalmış?”

“BİR HALAS İMKÂNI VAR: AHLÂKIMIZ YÜKSELMELİ”

“Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir” Hadis-i Şerifi ile başladığı “Biz ki(27)” şiirinde bir milletin yaşama şartını

“Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar;

Kendi ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar”

Mısraıyla bir kez daha ahlaklı olmaya bağlayan Akif, şöyle devam eder:

“Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkakımız:

Çünkü izzet nerde, bir bak, nerdedir ahlakımız.

Müslümanlık pâk sîretten ibaretken yazık!

Öyle saplandık ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık.

Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;

Kendi âsûdeyse, dünya yansa, başkaldırmamak;

Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehâşî etmemek;

Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek;

Mübtezel birçok merasim: İnhinâlar, yatmalar,

Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar;

Fırka, milliyet, lisan namıyle daim ayrılık;

En samimi kimseler beyninde en ciddi açık;

Enseden arslan kesilmek, cebheden yaltak kedi…

…….

Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi!

Halimiz bir inhilâl etmiş vücudun halidir;

Ruh-u izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir.

Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli:

Bir halas imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli.

Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız…

Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.”

“DÜNYA DA EĞİTİMLE, DİN DE EĞİTİMLE, AHRET DE EĞİTİMLE”

“Eğitim, eğitim! Bizim için başka çare yok; eğer yaşamak istersek her şeyden evvel eğitime sarılmalıyız. Dünya da eğitimle, din de eğitimle, ahret de eğitimle…(28)diyen Akif’in yüz yıl öncesinden bugünlere uzanan kurtuluş ve terakki reçetesinin önemli bir maddesi de eğitimdir.

“Hiç Bilenlerle Bilmeyenler(29)” şiirinde eğitim konusunu enine boyuna ele alan Akif’in bu konudaki tespit ve tavsiyeleri, bugün bile yolumuzu güneş misali aydınlatmaktadır.

“Olmaz ya… Tabii… Biri insan, biri hayvan!

Öyleyse, “cehalet” denilen yüz karasından,

Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet.

Kâfi mi değil yoksa, bu son ders-i felaket?

Son ders-i felâket ne demektir? Şu demektir:

Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir!

Zira, yeni bir sadmeye artık dayanılmaz;

Zira, bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz!

(…)

Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,

Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak, yık!

Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Eyvah… Bu zilletlere sensin yine illet…

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,

Bir hale getirdin ki ne din kaldı, ne namus!

Ey sine-i İslam’a çöken kapkara kabus,

Ey hasım-ı hakiki, seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

Ey millet, uyan… Cehline kurban gidiyorsun!

İslam’ı da “batsın…” diye tutmuş, yediyorsun!

Allah’tan utan… Bari bırak dini elinden…

Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

Lâkin, ne demek bizleri Allah ile ıskât?

Allah’tan utanmak da olur ilm ile… Heyhat!”

“UZAKLAŞSAN DA İMANDAN, CEMAATTEN UZAKLAŞMA”

Akif’in şiir ve yazılarında en sık işlediği ve önem verdiği konulardan biri de İslam âleminin birlik ve beraberlikten yoksunluğudur.

“Alınlar Terlemeli(30)” şiirinde bukonuya dair öyle çarpıcı misaller getirir ki Akif, olağanüstü şartlarda birlik konusunu imanın bile önüne koyar.

“Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır: Devr-i cemiyyet.

Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet,

‘Şu vahdet târumâr olsun!’ deyip saldırma İslam’a;

Uzaklaşsan da imandan, cemaatten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-ü kat’i var ki istinafa yok meydan:

‘Cemaatten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.’

Nedir iman kadar yükselterek bir alçak ilhâdı,

Perişan eylemek zaten perişan olmuş âhâdı?

Nasıl yekpare milletler var etrafında bir seyret?

Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret!”

BİRLİK SONA ERİNCE KIYAMET BAŞ GÖSTERİR

“Hâlâ mı Boğuşmak?(31)” şiirinde,

“Sen! Ben! desin efrâd, aradan vahdeti kaldır;

Milletler için işte kıyamet o zamandır.”

İkazında bulunan Akif, bir ülkeyi ele geçirmek isteyen “Avrupalıların önce o ülkenin halkı arasına ayrılık tohumları ekip yıllarca milleti birbiriyle boğuşturarak güçsüz bıraktığına(32)” dikkati çeker.

Birlikten ayrılan, birbirleriyle uğraşan milletlerin önce cesaret, metanet, özgüven gibi karakter özelliklerinden uzaklaştıklarını; sonra da kuvvet, heybet ve istiklallerine sonsuza kadar veda ettiklerini(33) belirten Akif, “Dinin bütün hükümlerindeki ruh: cemaate, birliğe sevk etmektir.(34) tespitini yaptıktan sonra İslam âlemine şu çağrıda bulunur:

“Ey cemaat-ı Müslimîn, Allah için olsun geliniz, bu ayrılıklara, bu kavimcilik, bu dil, bu bilmem ne gürültülerine son veriniz.(35)

Fertleri birbirine kaynaşmış bir cemaatin düşmanın topuyla tüfeğiyle kolay kolay devrilemeyeceğini(36) kaydeden Akif, fertleri birbiriyle boğuşan bir milletin, dışarıya karşı varlığını koruyabilecek maddi kuvvetler edinmeye ne vakit ne de imkân bulamayacağına(37) dikkat çektikten sonra şu hatırlatmayı yapar:

“İslam’ın ilk devirlerindeki Müslümanların tarihini okuyun da bakın. Dünya, dünya olalı o kadar müthiş bir birlik görülmüş müdür?(38)

“EĞER YÜREKLERİNİZ, AYNI HİSLE ÇARPARSA; BİR DE GAYENİZ VARSA…”

Safahat’ın “Süleymaniye Kürsüsünde (39)” bölümünde,

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. (40)

Mısraına yer veren Akif, “Fatih Kürsüsünden” bölümündeki “Vaiz Kürsüde” şiirinde ise kurtuluş çaresini gösterir:

“Eğer yürekleriniz, aynı hisle çarparsa;

Eğer o his gibi tek, bir de gayeniz varsa;

Düşer düşer yine kalkarsınız, emin olunuz.

Demek ki birliği temin edince kurtuluruz. (41)

AKİF’İN MİLLETİNDEN BEKLEDİĞİ DURUŞ VE KARAKTER

Gerek Safahat’taki şiirlerinde, gerekse düzyazı, vaaz ve tefsirlerinde ülkemizin ve İslam âleminin içinde bulunduğu sorunların sebep ve sonuçlarıyla ilgili çağını aşan tespitler yapan Akif, içinde bulunulan açmazdan çıkabilmek için ortaya konulması gereken karakteri her yönüyle tarif eder.

“Bir adam ki Müslümanların derdiyle dertlenmez; Müslümanların felaketinden üzüntü duymaz; onların imdadına koşmaz; o adam hiçbir vakit Müslüman olamaz.(42)diyen Akif, “Bu memleketin selameti, mutlak çoğunluğu oluşturan Müslüman unsurları İslam bağıyla birbirine sımsıkı bağladıktan sonra Müslüman olmayan kavimleri de vatan bağı ile o çoğunluğa katmaktır.(43) tavsiyesinde bulunur.

Tabii bütün bunlar sadece isteyince olmuyor; sağlam bir duruş ve tavır gerektiriyor.

İşte Akif, o beklenen tavrı “Asım” bölümünde şöyle anlatıyor:

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, ,hatta boğarım…

– Boğamazsın ki!

– Hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar da ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.(44)

SON SÖZ…

Türkiye ve İslam âleminde özlemini çektiği duruşu tarif ederken adeta haykıran Akif’in bu üslubunun gerekçesini şöyle izah eder Osman Yüksel Serdengeçti:

“Akif inkıraz devrinin çocuğudur. 3 kıta ve 7 deniz imparatorluğunun çöküş, yıkılış, dağılış devrine rastlar. Onun içindir ki, eserleri feryat ve figanlarla doludur.(45)

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecimizin hemen her alandaki sancılarına şahitlik eden, tespit ettiği yaralara yazarak ve kürsülerden feryat ederek merhem olmaya çalışan sorumluluk sahibi bir şair ve münevver olarak Mehmet Akif, Hüseyin Nihal Atsız’ın çok yerinde ifadesiyle “Karakter adamı olmak bakımından eşsizdir(46).”

Bu mümtaz şahsiyetin sadece yaşadığı çağın değil günümüzün temel sorunlarından bazıları hakkındaki his ve görüşlerine yer verdiğimiz yazımız elbette ki onu her yönüyle anlatmak iddiasını taşımamaktadır.

Milli şairimizin diğer konulardaki görüşlerini sonraki yazılarımıza bırakarak Nurettin Topçu’nun Akif ve Safahat hakkındaki şu harika önerisine dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

“Eğer millet eğitiminin kökleri olan ilk mektebi bugünkü karanlığından kurtarmak istiyorsak, Mehmet Akif’in yedi ciltlik Safahat’ını sayfa sayfa nesirleştirip, bazılarını nazmıyla aynen, ilkokulun beş yıllık okuma kitaplarına aktarmak icap edecektir.(47)

Topçu haklıdır. Safahat, aradan geçen bunca zamana rağmen güncelliğini halen korumaktadır. Sadece her eğitim öğretim kademesindeki Türk çocuklarının değil aziz milletimizin her ferdinin Safahat’la haşir neşir ve hemhal olması, mısralarının altını çize çize birkaç kez hatmetmesi, maziden ibret alarak yarınlara daha bir umutla bakmamız için hayati önem taşımaktadır.

Bu önemi idrak etmek için onun “Kıssadan Hisse” dörtlüğünü hatırlamak yeterlidir:

“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?

Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?(48)

Milli Mücadelemizin devam ettiği 1921 yılında kaleme aldığı İstiklal Marşımızla, varlık yokluk mücadelesi veren aziz milletimizin ve cepheden cepheye kanatlanan Mehmetçiğimizin maneviyatını şaha kaldıran, “Türk milletinin eseri” olduğu için bu şiirini Safahat’ına almayan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u vefatının 84’ncü yıldönümünde rahmetle ve şükran duygularıyla anıyorum. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

DİPNOTLAR

(1)  Osman Yüksel Serdengeçti; Bütün Eserleri, Cilt 2 (Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Gülünç Hakikatler, Akdeniz Hilalindir), Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 113.

(2)    Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 108.

(3)   Hüseyin Nihal Atsız; Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2011,  s. 149)

(4) Nurettin Topçu; Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2010, s. 149.

(5) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 56.

(6) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 786.

(7) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 99.

(8) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1218.

(9) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 389.

(10) A.g.e., s. 390.

(11) A.g.e., s. 301.

(12) A.g.e., s. 301.

(13) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 566.

(14) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 330.

(15) A.g.e., s. 352.

(16) A.g.e., s. 347.

(17) A.g.e., s.  517.

(18) A.g.e., s. 528.

(19) A.g.e., s. 516.

(20) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 372.

(21) A.g.e., s.  504.

(22) A.g.e., s. 1194.

(23) A.g.e., s. 1220.

(24) A.g.e., s. 1186.

(25)  Nurettin Topçu; Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 2010, s. 126.

(26) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 938.

(27)  A.g.e., s. 950)

(28) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 420.

(29) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 794-796.

(30) A.g.e., s. 1196.

(31) A.g.e., s. 1208.

(32 Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 402.

(33) A.g.e., s. 321.

(34) A.g.e., s. 404.

(35) A.g.e., s. 319.

(36) A.g.e., s. 321.

(37) A.g.e., s. 321.

(38) A.g.e., s. 492.

(39) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 706-755.

(40) A.g.e., s.  741.

(41) A.g.e., s. 897.

(42) Mehmet Akif Ersoy; Düzyazılar, Makaleler, Tefsirler, Vaazlar, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s. 430.

(43) A.g.e., s. 81.

(44) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1092.

(45) Osman Yüksel Serdengeçti; Bütün Eserleri, Cilt 2 (Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Gülünç Hakikatler, Akdeniz Hilalindir), Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 107.

(46). Hüseyin Nihal Atsız; Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2011, s. 149.

(47) Nurettin Topçu; Türkiye’nin Maarif Davası, Dergâh Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2010, s. 105.

(48) Mehmet Akif Ersoy; Safahat, TOBB Yayınları, Ankara 2011, s. 1316.

]]>
MEHMET FEYZİ EFENDİ https://hayatitek.com/mehmet-feyzi-efendi/ Thu, 11 Jun 2020 11:59:31 +0000 http://hayatitek.com/?p=1359 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Mart 1992’da yayınlanan 96. sayısı için Önder Onur Ar müstearıyla kaleme aldığım “Mehmet Feyzi Efendi” başlıklı yazı.

]]>
O. YÜKSEL SERDENGEÇTİ: “MİSAK-I MİLLİ RUHU VE ONUN MÜMESSİLLERİ, İTTİHAT VE TERAKKİ KOMİTACILARININ, SELANİK DÖNMELERİNİN HIŞMINA UĞRADILAR. ATILDILAR, ASILDILAR, KESİLDİLER.” https://hayatitek.com/o-yuksel-serdengecti-misak-i-milli-ruhu-ve-onun-mumessilleri-ittihat-ve-terakki-komitacilarinin-selanik-donmelerinin-hismina-ugradilar-atildilar-asildilar-kesildiler/ Wed, 10 Jun 2020 15:41:57 +0000 http://hayatitek.com/?p=1129 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Haziran 1991’da yayınlanan 87 sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu Osman Yüksel Sendengeçti idi.

]]>
M. AKİF ERSOY: “DİNİMİZDEN OLMAYANLARA KARŞI GÖSTERMEDİĞİMİZ NEZAKET KALMIYOR. BİRBİRİMİZİ BİR KAŞIK SUDA BOĞMAK İSTİYORUZ.” https://hayatitek.com/m-akif-ersoy-dinimizden-olmayanlara-karsi-gostermedigimiz-nezaket-kalmiyor-birbirimizi-bir-kasik-suda-bogmak-istiyoruz/ Tue, 09 Jun 2020 12:13:15 +0000 http://hayatitek.com/?p=856 HAYATİ TEK – Bizim Ocak Dergisinin Mart 1990’da yayınlanan 72. sayısında çıkan İz Bırakanlarla Mülakat’ımızın konuğu İstiklal Marşı’mızın yazarı, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’du.

]]>
GAZİ MECLİS’İN YÜZ YILLIK DEMOKRASİ MÜCADELESİ https://hayatitek.com/gazi-meclis/ Sun, 31 May 2020 20:41:58 +0000 http://hayatitek.com/?p=454

HAYATİ TEK –

Dünya tarihi boyunca toplumlar Monarşi, Meşrutiyet, Oligarşi, Otoriter, Totaliter, Komünist, Faşist, Nasyonal Sosyalist, Teokratik, Demokratik, Cumhuriyet gibi çeşitli isim ve özellikler taşıyan devletler kurdular. Bu devlet şekillerinin pek çoğu bugün hâlâ yürürlükte olmakla birlikte çağımızın ideal yönetim şekli olarak demokrasi esasına dayanan cumhuriyetler gösterilmektedir.

Cumhuriyet bir rejimin adını, demokrasi ise bu rejimin çeşitli uygulama şekillerinden birini tarif eder. Tarihteki ilk demokrasi örneği, doğrudan demokrasiye çok yakın bir şekilde antik çağ site devletlerinde uygulandı. Kadınların yanı sıra kölelerin ve şehirde doğmamış erkelerin oy kullanamadığı Atina ilk demokrasi uygulaması olarak kabul edilir. Elitlerin yönettiği Roma İmparatorluğu da demokrasiyle yönetilen ilk örnekler arasında sayılır. Ortaçağ’daki en bariz örnek İngiltere’dir. Bu ülkede kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta’nın (Büyük Şart) ilan edilmesinden sonra ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştır.

Bu erken örneklere rağmen yöneticilerin seçimlerle belirlenme kültürü, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasasının 1788’de kabul edilmesi üzerine bu ülkede ortaya çıkabildi; hükümetler seçim yoluyla belirlenmeye başlandı. 1861-1865 yılları arasındaki Amerikan iç savaşının ardından girilen süreçte kölelere özgürlük ve oy verme hakkı tanınması ile birlikte bir yönetim biçimi olarak demokrasinin itibarı daha da arttı. Benzer bir gelişme 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da yaşandı. Kabul edilen anayasaya göre iktidar yetkisi, halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırılsa da bu uzun sürmedi; Napolyon dönemiyle birlikte demokrasi rafa kaldırıldı.

DEMOKRASİNİN ALTIN ÇAĞI VE AĞIR BEDELİ

Yirminci yüzyıl için “demokrasinin altın çağı” denilebilir. On milyon asker ve yaklaşık yedi milyon sivilin canına mal olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılmasıyla birçok yeni devlet kuruldu. Bunların önemli bir kısmı demokratik bir görüntü verse de, 1929 ekonomik buhranının ardından İspanya’da Francisco Franco, İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, Portekiz’de António de Oliveira Salazar, Japonya’da Hideki Tojo faşist; Çin’de Mao Zedung, Sovyetler Birliği’nde Joseph Stalin sosyalist diktatörlükler kurmakta gecikmediler.

Yaklaşık altmış beş milyon insanın hayatını kaybettiği insanlık tarihinin en kanlı kapışması olan İkinci Dünya Savaşı, sebep olduğu ağır faturanın yanı sıra demokrasinin gelişmesine de zemin hazırladı. Bu kanlı savaş sonrasında ortaya çıkan ve ABD-SSCB güç mücadelesine sahne olan Soğuk Savaş yıllarında pek çok ülke, Doğu ve Batı blokların yönetim şekillerinden etkilendi. Yeni despotlar çıksa da dünya ülkelerinin çoğunluğu “ileri demokrasi” ya da “hür dünya” olarak adlandırılan safta yer almayı tercih ettiler.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ

En genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan insanlığın demokrasi serüveni göz önüne alındığında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gelişmelerin çok da uzağına düşmediklerini görmek bazılarını şaşırtabilir. Oysa Türkiye’nin demokrasi tecrübesi, dünyadaki pek çok ülkeden çok daha önce, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlar.

Bugünkü seçimler gibi olmasa da Tanzimat’la birlikte vilayetlerde toplanacak vergi miktarlarını tespit etmek üzere oluşturulan meclislerin üyelerini belirlemek için “evet-hayır” oylamasına benzer bir yöntem uygulanmaya başlamıştır. Tabii bu seçimlere, yirmi beş yaşın üzerindeki vergi mükellefi erkeklerin katılabildiğini unutmamak gerekir. Parlamento üyelerini seçmeye yönelik ilk seçimimizi ise 23 Aralık 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’in ilk yılı olan 1877’de gerçekleştirdik.

Yüz seksen yıllık seçim, yüz kırk üç yıllık parlamento deneyimine sahip bir millet olarak, demokrasiyi kabullenme ve uyum konusunda Batı’daki örnekler gibi büyük ıstıraplar yaşamasak da sistemi anlamak ve doğru uygulamak noktasında epeyce bedel ödedik. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri bu anlamda demokrasiye hazırlık aşamalarımızı oluşturdu; yeni rejimimiz Cumhuriyet, onlarca yıl öncesinden adeta “ben geliyorum” dedi. Üstelik Batı’daki örneklerin aksine Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş sürecimizi yarım asırdan daha kısa bir sürede tamamladık.

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI VE SEÇİM GELENEĞİ

İki bin üç yüz yıllık kadim devlet geleneği, ondan çok daha eskilere dayanan milli varlığıyla Türkler, tarih boyunca pek çok devlet kurdular. İslam öncesi dönemde Hun ve Göktürk, İslamiyet dairesine girdikten sonra ise Selçuklu ve Osmanlı ile dünya çapında etkin olup, insanlık tarihine yön verdiler.

Milletin teşkilatlanmış şekli olan devletin iş ve işlemlerini yürütebilmesi için yazılı veya sözlü bir anayasasının, cezaları tatbik etmek için kanunlarının bulunması gerekir. İslam öncesi çağlarda Türklerin hukuk düzeni “töre” kelimesiyle ifade ediliyordu. Orhun Kitabelerinde geçen “töre/törü” kelimesi, binlerce yıl içerisinde toplum tarafından kabul edilen ortak değerleri tanımlayan örf, adet ve geleneklere dayalı bir hukuk sistemini tarif ediyordu.

İlk çağlardan itibaren devleti ve devlet başkanını kutsal gören milletimiz, yönetim işlerini karara bağlamak üzere toylar (meclis, kurultay) düzenliyordu. Bu önemli buluşmaya davet edildiği halde katılmamak büyük cezayı gerektiriyordu. Kararların, özgürce ve cesurca kullanılan oylarla alındığı toy günlerinde Hakan tarafından katılanlara ve halka açık yemekli eğlenceler düzenleniyor, bu önemli toplantı bir düğün atmosferinde gerçekleştiriliyordu. Günümüzde seçim günlerinin “demokrasinin düğünü” olarak nitelendirilmesi ile örtüşen bu yaklaşım, tarihi temellerden yoksun değildir.

CUMHURİYET GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. İskitler’den bu yana devletsiz kalmayan milletimizin Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı kanalıyla ulaştığı son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Milli irademizi temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan bu son devletimiz gökten zembille inmedi; derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerinde yükseldi.

Nice zorluklara katlanarak kurduğumuz Cumhuriyetimiz, uğruna nice şehitler verdiğimiz vatanımızla birlikte en değerli varlığımız olmakla birlikte, bugünlere sadece cephede verdiğimiz savaşlarla ulaşmadık. Aynı zamanda devletimize karakterini veren demokrasi yolundaki yüz kırk üç yıllık Meclis deneyimi, bu deneyim sırasında ödediğimiz pek çok bedellerle birlikte ulaştık. 1911-1922 döneminde kas ve beyin sermayemiz olan gencecik yiğitlerimizi cephelere gömerek, 1968-1980 arasında binlerce gencimizi ideolojik çatışmaya, 1984’ten bu yana binlerce gencimizi bölücü teröre kurban vererek geldik.

Tarihimiz sadece zaferlerden ibaret değil. Hatırlamak bile istemediğimiz nice büyük hatalarımız, mağlubiyetlerimiz oldu. Biz, bunlardan çıkardığımız derslerle büyük milletiz. Ve büyük bir millet olarak demokrasi mücadelemizden de yüzümüzün akıyla çıkmayı bildik.

1699 tarihli Karlofça Antlaşması’ndan itibaren başlayan gerileme dönemimiz boyunca pek çok badire atlattık. Öncelikle askeri alandaki başarısızlığı, toprak kayıplarını ve azınlıkların ana bünyeden kopmasını önlemek amacıyla başlattığımız ıslahat hareketlerimizi zaman içerisinde cumhuriyet ile sonuçlanacak adımlarla devam ettirdik. Askeri ve teknik anlamdaki modernleşme çabamız, demokrasi sürecinin gelişiminde de etkili oldu.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE MEŞRUTİYET

31 Ağustos 1876’da göreve başladıktan yaklaşık dört ay sonra 23 Aralık 1876’da ilk anayasamız olan Kanun-ı Esasi’yi ilân eden İkinci Abdülhamid, çeşitli kesintilere uğrasa da bugüne kadar devam eden parlamentolu anayasal sürecimizi başlatan lider oldu.

Meşrutiyet’in ilanından sadece dört ay sonra 24 Nisan 1877’de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı’nda düşman kuvvetlerinin Yeşilköy’e kadar yaklaşması ve parlamentodaki gayri Müslim milletvekillerinin olumsuz tavırları nedeniyle Meclis’i 14 Şubat 1878’de tatil eden İkinci Abdülhamid, ülkeyi yine kendisinin ilan ettiği İkinci Meşrutiyet’e kadar parlamentosuz yönetti. Bu süre zarfında hukuken yürürlükte kalan ancak fiiliyatta uygulanmayan Kanun-ı Esasi, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile yeniden yürürlüğe girdi.

31 Mart Olayı’ndan sonra 22 Ağustos 1909’da bazı değişikler yapılarak meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu hale geldi ve padişahın veto yetkisi kaldırıldı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı. Yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi. İkinci Meşrutiyet’in çalkantılı siyasal sürecinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-i Esasi, Birinci Dünya Savaşı şartları nedeniyle uygulanamadı.

Mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişimizin miladı olan ve meşrutiyet rejiminin temellerini atan Kanun-i Esasi, Fransız Anayasası’ndan yola çıkılarak hazırlanmıştı. Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan, padişahın üstünlüğü ilkesine dayanan Kanun-ı Esasî, elbette tam bir anayasal düzen getirmedi. Ancak anayasalı ve seçimli bir siyasi sistem anlayışının somutlaşmasına, bu konuda kültürel bir iklim oluşmasına önemli katkılar sağladı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE MONDROS MÜTAREKESİ

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile birlikte İtilâf Devletleri, Türk topraklarını işgale başladılar. Henüz barış antlaşması imzalanmadan, bir mütarekeye dayanılarak girişilen işgallere tepki gösteren halkımız için İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali büyük infiale neden oldu. Silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan milli direniş, halk tarafından kısa sürede benimsendi.

İşgallere karşı sadece protestolarla yetinmeyen halkımız, “Kuvayı Milliye” olarak adlandırılan yerel milli kuvvetler oluşturarak, Mondros ile birlikte dağılan ordunun yeniden toparlanmasına kadar geçen süre zarfında önemli başarılar elde etti.

Yerel milli güçlerin başarısı, Batı Cephesi’ndeki hazırlıklar için büyük bir moral kaynağı oldu. Nitekim İsmet Paşa (İnönü) Genelkurmay Başkanı sıfatıyla 25 Eylül 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada bu durumu şu ifadelerle dile getirdi:

“Muntazam kuvvetlere karşı bu cephedeki ahalinin, Adana, Tarsus, Mersin ve bu mıntıkadaki ahalinin gösterdiği mukavemeti, ondan fazla olarak, düşman kıtaatına hücum için layenkatı faaliyeti, eğer biz layikile ifade etmiyorsak, fevkalade heyecan içinde, fevkalade alaka içinde söylenecek söz bulamadığımızdandır. Fakat ahfadımız ve tarihimiz bütün mefahiri içinde Adana cephesinde cereyan eden vukuatı en ziyade iftihar ile telakki edecek, muazzamat meyanında görecektir. (Alkışlar)”

Başarılarıyla Ankara’da böylesine büyük bir heyecan uyandıran Kuvayı Milliye, Birinci İnönü Savaşı sırasında düzenli orduya dönüştürüldü. Yurdun dört bir yanındaki Kuvvacı vatanseverler Batı Cephesi’ne koşarak nihai zaferin kazanılması için can verdi.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin ardından 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinde oluşturulan Mustafa Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştı. İstanbul Hükümetiyle kurulan temas neticesinde Meclis-i Mebusan, Sultan Altıncı Mehmed Vahdeddin’in iradesiyle 12 Ocak 1920’de tekrar açıldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin seçip gönderdikleri üyeler de bu Meclis’te yer aldı.

Milli iradeye dayanılarak kurulan son Meclis-i Mebusan uzun süre yaşayamasa da tarihi görevini yerine getirerek 28 Ocak 1920’deki gizli oturumunda Misak-ı Milli kararlarını aldı. Bütün mebusların imzaladığı kararların basında yayınlanması ve yabancı parlamentolara bildirilmesi ise 17 Şubat 1920 tarihli oturumda kararlaştırıldı.

15 Mart’ta İstanbul’u fiilen işgal eden İngilizler, 18 Mart’ta Meclisin etrafını sararak toplantı halindeki milletvekillerinden bazılarını tutukladılar. Böylece son Osmanlı Meclis-i Mebusanı işgal kuvvetleri tarafından zorla kapatıldı ve tarihteki onurlu yerini aldı.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI

İstanbul’un İngilizler tarafından fiilen ve resmen işgal edilmesi üzerine Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, işgalin hükümsüz olduğunu açıkladı. Artık Anadolu’da yeni bir hükümetin kurulma zamanı gelmişti. Olağanüstü yetkilere sahip bir millet meclisinin Ankara’da açılmasıyla ilgili bildiri 19 Mart 1920’de yayınlandı ve illerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden milletvekili sıfatıyla temsilciler seçmeleri istendi. Yurdun dört bir yanında yapılan seçimlerle belirlenen milletvekilleri 22 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine Ankara’da toplandılar.

23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma Namazından sonra topluca Meclis binasına gelen milletvekilleri, saat 14.00’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını dualarla yaptılar. Meclis Başkanlığına en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey getirildi. Başkanlık kürsüsüne çıkan Şerif Bey, Meclis’in açış konuşmasını yaparak şunları söyledi:

“Değerli hazır bulunanlar, İstanbul’un geçici kaydıyle yabancı devletler kuvvetleri tarafından işgal ve bütün esasları ile Hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı ortadan kaldırıldığını biliyorsunuz. Bu duruma baş eğmek, milletimizin önerilen yabancı tutsaklığını kabul etmesi demek idi. Ancak tam bağımsız yaşama kesin azminde olan ve her şeyden önce özgür ve başı dik milletimiz tutsaklığı şiddetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclisimizi vücuda getirmiştir.

Ben bu Yüce Meclisin yaşlı başkanı olarak, Allah’ın yardımı ile milletimizin içte ve dışta tam bağımsızlığını ele alıp yönetmeğe başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.

Kutsal başımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Altıncı Sultan Mehmet’in yabancıların elinden kurtarılması, sonsuza kadar Başkent İstanbul ile işgal altında türlü acılar çeken ve acımasız olarak yok edilmeye çalışılan diğer illerimizin düşmandan arındırılması için bize güç vermesini, Yüce Tanrı’dan diliyorum.”

İstanbul’dan gelen doksanın üzerindeki milletvekiline ek olarak yüz yirmi beş devlet memuru, elli üç asker, elli üç din adamı ve çeşitli meslek mensuplarından oluşan, 1920-1923 yılları arasında görev yapan Birinci Meclis, işleyiş tarzı ve duruşu bakımından en güzel demokrasi örneklerinden birini ve milli beraberliğimizin en güzel fotoğrafını oluşturdu.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN İLK KARARLARI

24 Nisan 1920’de Meclis Başkanı seçildikten sonra teşekkürlerini ifade etmek üzere kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından o güne kadar olan gelişmeleri ve yürütülen çalışmaları anlattığı uzun bir konuşma yaptı. Ülkenin genel durumu hakkında bilgiler verdi.

Aynı gün yapılan Başkanlık Divanı seçiminde Mustafa Kemal Paşa birinci başkanlığa, Celâleddin Ârif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Çelebi birinci başkan vekilliğine ve Cemâleddin Efendi ikinci başkan vekilliğine seçildi. Kâtip üyelerle birlikte Başkanlık Divanı oluşturuldu.

1 numaralı kararı ile kendi kuruluşunu düzenleyen Meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın bir kısım üyelerinin yeni Meclis’e katılma yetkisini onayladı ve ardından yeni Türkiye’nin yolunu ve idare yöntemini ortaya koyan şu esasları kabul etti:

“1) Meclis’te beliren milli iradenin vatanın geleceğine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

2) Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

3) Hükümet kurmak gereklidir. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.

4) Geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili tayin edilmesi uygun değildir. Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslara uygun olan durumunu alır.”

Demokratik bir ortamda geçen uzun tartışmalardan sonra 2 Mayıs 1920’de yapılan oylamada TBMM Hükümeti kurularak faaliyetine başladı. Yasama, yürütme ve bazı hallerde yargı yetkisini elinde toplayan Birinci Meclis, olağanüstü şartlar gereği hükümet gibi hareket etti.

Olağanüstü yetkilerle donatılan Büyük Millet Meclisi, 18 Ağustos 1920 tarihli oturumunda, olağanüstü şartların ortadan kalkmasına kadar Meclis’in aralıksız çalışmasına karar vererek milli kimliğini ve ilk hedefini ortaya koydu.

GAZİ MECLİS’İN FEDAKÂR VEKİLLERİ

Millî Mücadele’yi yöneten ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran yasama organı olarak tarihi bir konuma sahip olan Birinci TBMM, çok zor şartlar altında görev yaptı. TDV İslam Ansiklopedisi’nin İhsan Güneş tarafından kaleme alınan ilgili maddesinde o dönemin şartları hakkında şu bilgiler yer alıyor:

“Ankara bu dönemde küçük bir Anadolu kasabasıydı. Ulus’taki meclis binası gaz lambasıyla aydınlatılıyor ve saç sobayla ısıtılıyordu. Mebuslar çevredeki okullardan getirtilen tahta sıralarda oturuyor, komisyonlar gaz tenekesinden oluşturulan masalar üzerinde çalışıyordu. Mebusların kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir otel ve lokanta bile yoktu. İlk gelenler başta Yüksek Öğretmen Okulu olmak üzere çeşitli okullara yerleştirilmişti. Ardından gelenler ise derme çatma han odalarında kalıyorlardı.

Mebuslar daha sonra okullardan ve hanlardan çıkarak üç beş kişi ortaklaşa ev kiralamaya başladılar. Önce kale içindeki sağlık şartları uygun olmayan azınlıklara ait evlerde oturdular. Ardından Müslümanlar da evlerini kiraya vermeye başladılar.

Bu şartlardan şikâyet etmeyen mebusların devletin kendilerine verdiği 100 lira maaşın bir kısmını bütçe açığını gidermek amacıyla geri verdikleri bile oluyordu. Üyeler, gerektiğinde cepheye gidip askerlerle birlikte savaştıkları gibi köyleri ve kasabaları dolaşarak meclisin amaçlarını halka anlatıyorlardı.

Toplumun her kesiminden gelen bu insanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında işgalci güçleri yurttan atıp bağımsız yeni Türkiye Devleti’ni kurdular.”

İHTİLALCİ MECLİS’İN VİZYONER ANAYASASI

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en belirgin özelliklerinden birinin ihtilâlci bir karakter taşıması olduğunu kaydeden Güneş, bunun gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Çünkü üyeler her türlü tehlikeyi göze alarak Ankara’ya gelmişlerdi. Nitekim Hamdullah Suphi ihtilâlci bir kuvvet olduklarını, milletin kutsal değerleri savunulurken ölümün bile düşünülemeyeceğini söylüyordu. Ali Şükrü Bey de bu meclisin sıradan bir meclis olmadığını, fevkalâde şartlardan doğduğunu vurguladıktan sonra, ‘Bunun nâm-ı diğeri ihtilâl meclisidir’ diyordu. Gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargı erklerini üzerinde toplayarak, Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nu çıkararak, İstiklâl mahkemelerini kurarak ve egemenliği kayıtsız şartsız millete veren anayasayı kabul ederek kendi üstünde hiçbir güç tanımadığını ortaya koydu. İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaları, verdiği imtiyazları geçersiz sayıp nihayet 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatı birbirinden ayırdı ve Osmanlı saltanatını kaldırarak ihtilâlci özelliğini açıkça gösterdi. Nitekim 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla kısa, fakat geleceğe açılımı bakımından geniş ufuklu bir anayasa benimsendi. Bundan sonra devlet yapısı Kanun-ı Esasi’nin öngördüğü yapıdan uzaklaşarak Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre yeniden düzenlendi.”

TAM BİR DEMOKRASİ ÖRNEĞİ

Büyük Millet Meclisi’nin kendinden önce ve sonra oluşanlarla karşılaştırılamayacak kadar demokrat bir meclis olduğuna dikkat çeken İhsan Güneş, değişik siyasi düşüncelere sahip milletvekillerinin görüşlerini iç tüzüğe uygun biçimde hiçbir engelle karşılaşmadan savunduklarını belirtildikten sonra şöyle devam ediyor:

“Meclis içinde ‘halk zümresi, tesanüt grubu, ıslahat grubu’ gibi küçük bazı gruplar ortaya çıkmıştı. Hatta Yeşil Ordu Cemiyeti ile Türkiye Halk İştirâkiyyûn Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası gibi sosyalist temellere dayanan örgütlenmeler de olmuştu. Ancak asıl mücadele, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarını eleştiren ikinci grup arasında geçti. Bu iki grubun tartışmaları meclisin demokratik kimliğinin de göstergesi oldu.”

HALKÇILIK PROGRAMI KABUL EDİLİYOR

Gayri Müslimlerin katılmadığı Birinci Meclis’in oluşum şekli ve amaçları bakımından milliyetçi ve halkçı bir karaktere sahip olduğuna dikkat çeken Güneş, şöyle devam ediyor:

“Halkçılık bu dönemde en çok kullanılan bir kelime olarak ortaya çıkmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde ülke gündemine giren halkçılık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra âdeta meclisin ideolojisi haline geldi. Fevzi Paşa (Çakmak) olayların kendilerini halkçılığa doğru sürüklediğini söylerken Mustafa Kemal Paşa da varlıklarının yegâne dayanağının halkçılık olduğunu belirtiyor ve halk hükümetini savunuyordu. Bu düşüncelerini Halkçılık Programı adıyla 13 Eylül 1920’de meclise sundu.

Meclis kendi içinden seçtiği hükümet üyelerini sıkı bir denetime tâbi tuttu; sözlü ve yazılı soruların dışında yoğun bir gensoru önergesiyle bu işlevini yerine getirdi. Hatta bazen verdiği gensorularla hükümet üyelerini görevlerinden aldı.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek 16 Nisan 1923’te çalışmalarını sona erdirdi. Böylece oluşum biçimi, amaçları ve bu amaçlarını gerçekleştirmekte gösterdiği kararlılık, yurt ve millet sevgisi, devlet ciddiyeti, özveri, millî saygınlık bakımından alınması gerekli derslerle dolu bir meclis olarak tarihteki yerini aldı.”

CUMHURİYET’İ KURAN KURMAY KADRO

1699’dan bu yana geçen son üç yüz yıllık tarihimiz, değişim ve yenileşme hareketleri tarihidir. Osmanlı’nın başta ordu olmak üzere teknik konularda başlattığı reformlar, Tanzimat’tan sonra idari ve kültürel alana kaydı, Cumhuriyet ile birlikte inkılap hareketlerine dönüştü.

Tarihteki en güçlü devletimiz olan ancak zamanla güçten düşen Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet ve yönetim sistemi çıkaran muhteşem kadronun tamamı Meşrutiyet döneminde yetişti. 1863’teki II. Viyana Kuşatmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen 240 yıllık süreç içerisindeki en kritik dönem İkinci Abdülhamid’in saltanat yıllarına rastlayan Meşrutiyet dönemiydi. Ülke, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan otuz yedi yıl sonra Meşrutiyet, bundan kırk yedi yıl sonra da Cumhuriyet rejimiyle yönetilmeye başlandı.

Kırk yedi yıllık Meşrutiyet rejiminin ilk otuz yılında doğanların oluşturduğu bu müthiş kadro, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleyi veren ve Cumhuriyeti kuran kadro olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyet’in ana rahmi olan bu dönemde gerçekten de parlak bir nesil yetişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve diğerleri… Bu asker kadro, dönemin fikir ve sanat insanlarıyla el ele vererek milletimizin son gurur tablosu Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.

Mustafa Kemal Atatürk Birinci Meşrutiyet’in beşinci iktidar yılı olan 1881’de, Fevzi Çakmak 1856’da, Müfit Özdeş 1874’te doğdular. Cumhuriyeti kuran asker kadronun diğer üyeleri olan Ali Fethi Okyar 1880’de, Kazım Özalp 1880’de, Refet Bele 1881’de, Rauf Orbay 1881’de, Salih Bozok 1881’de, Kazım Karabekir 1882’de, Ali Fuat Cebesoy 1882’de, İzzettin Çalışlar 1882’de, Nuri Mehmet Conker 1882’de, İsmet İnönü 1884’te, Cevat Abbas Gürer 1887’de hayata gözlerini açtılar. Bütün askeri bilgilerini bu dönemde aldılar ve karakterlerini bu dönemde edindiler. Birinci Dünya Savaşı başladığında büyük bir çoğunluğu Üsteğmen, Yüzbaşı ya da Binbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Bu isimlere İttihat ve Terakki’nin kurmay kadrosunu oluşturan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve diğerleri de eklenmelidir. Hepsi de cesur, fedakâr, vatansever, kahraman, idealist insanlardı. Hiçbiri yatağında mışıl mışıl uyuyarak ölmedi.

Birini Dünya Savaşı sırasında cephelerden ceplere koşanlar, savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesi’nin ardından itilaf devletleri Anadolu topraklarını işgale başlayınca ülkenin dört bir yanında birer meşale gibi kurulan Kuvayı Milliye teşkilatlarını tek çatı altında toplayanlar onlardı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basanlar onlardı. Amasya Tamimini yayınlayanlar, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayanlar onlardı. 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açarak Milli Mücadeleyi demokratik yöntemle ve hukuka uygun şekilde idare edenler onlardı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden onlardı.

CUMHURİYETİN İLK DÖNEM AYDINLARI

Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyeti kuran askerlerin yanı sıra yeni rejimin fikir ve sanat planındaki kurmaylarını da yetiştirerek yakın tarihimizdeki yerini aldı. Cumhuriyet yıllarının kültür hayatına yön veren Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Mahmut Şevket Esendal, Şevket Süreyya Aydemir, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Rıza Nur, Yahya Kemal Beyatlı, Aksekili Ahmed Hamdi Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Mehmet Şemsettin Günaltay, Ömer Ferit Kam, Ali Ekrem Bolayır, Fatma Aliye Topuz, Ebu’l Ulâ Zeynel Abidin Mardin, Eşref Edip Fergan, Bestekâr Şerif Muhittin Targan, Hüseyinzade Ali Turan, Mehmet Fuad Köprülü, Celal Sahir Erozan, Mahmut Esat Bozkurt ve diğerleri… Hepsi de Meşrutiyet döneminde yetişmiş birer yıldızdılar.

CUMHURİYETİN İLK KURUM VE PROJELERİ

Cumhuriyet’in sadece asker-sivil bürokrasini, kültür ve sanat insanlarını yetiştirmekle kalmadı Meşrutiyet. Altyapı hizmetlerinde de çağları aşan iş ve projeler ortaya konuldu bu dönemde. Şehircilik alanında büyük öneme sahip Ebniye Kanunu’nu 1882’de çıkarıldı. Modern şehirciliğin temellerini atan bu imar kanunu, 1930’a kadar yürürlükte kaldı. Sadece başkent İstanbul’da değil ülke çapında büyük mimari ve altyapı hareketleri başlatıldı.

Yine bu dönemde kimileri yüz yıl sonra gerçekleştirilebilen pek çok altyapı projesi planlandı. 600 kilometrelik Karadeniz-Akdeniz Karayolu Projesi. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e 1900 yılında projesi çizdirilen İstanbul Boğazı üzerine yapılacak Cisr-i Hamîdi projesi. Boğazın altından geçecek bir demiryolu tüneliyle İstanbul’un iki yakasının birleştirilmesini öngören, 1902’de Amerikalı mühendislere ihale edilen Tünel-i Bahri Projesi. Konya ovasının sulanmasına yönelik Konya Ovası Projesi ve daha nice proje Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e mirası oldu.

Bu dönemde ayrıca Güzel Sanatlar Akademisi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, ticaret ve ziraat okulları kuruldu. İlk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları, il merkezlerinde liseler, ilçelerde ortaokullar açılmış, ilkokulları köylere kadar yaygınlaştırıldı. Şişli Etfal Hastanesi ve Darülaceze inşa edildi. Bugün hala kullanılan Hamidiye içme suyu borularla İstanbul’a getirildi. Anadolu içlerine kadar karayolları açtırıldı. Bağdat ve Medine’ye kadar demiryolları, büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşendi. Meşrutiyet döneminde eğitim ve altyapıya yapılan bunca yatırım sayesinde Cumhuriyet, yeni medeniyet hamlesini çok daha kolay yapabildi.

CUMHURİYET TAMAM, SIRA DEMOKRASİDE

Her cumhuriyet demokratik olmamakla birlikte cumhuriyet ile demokrasi birbirini destekleyen ve tamamlayan iki kavramdır. Demokrasi, cumhuriyetin niteliğini güçlendiren, milleti oluşturan herkesi ve her kesimi eşit kabul eden ideal bir yönetim şeklidir.

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edildiğinde Türkiye pek çok bakımdan demokratik bir ülke değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğini artırmak amacıyla 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurduran ancak 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası yayımladığı Takrir-i Sükûn Kanunu ile bu partiyi kapatan Atatürk, ikinci çok parti denemesini 1930 yılında yaptı. Yine Atatürk’ün tavsiyeleriyle Ali Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ise ortaya çıkan Atatürk’e suikast, Menemen Olayı ve sonrasında yaşananlar nedeniyle baskı altında tutuldu. 1930 Yerel Seçimlerine katıldığı halde, henüz bir yaşını bile doldurmadan kendini feshetmek zorunda kaldı.

BİR İBRET BELGESİ: 46 SEÇİMLERİ

Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde 1946 seçimleri önemli rol oynadı. Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Mehmet Fuad Köprülü tarafından 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, tek parti iktidarının aldığı baskın seçim kararına itiraz etse de 21 Temmuz 1946’daki seçimlere katılarak 61 milletvekili çıkarıp TBMM’ne girmeyi başardı. “Açık oy gizli tasnif” yönetimiyle yapılan ve tek parti iktidarının her türlü müdahalesine açık bir seçimde kazanılan 64 sandalye, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’ye iktidara getirecek yolu açtı. Bu seçimlerde CHP 397, Bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandılar.

İLK TAM DEMOKRATİK SEÇİMLER

Günümüzdeki özgür seçimlerin temel kuralı olan “Gizli Oy Açık Tasnif” sisteminin uygulandığı ilk seçim 14 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi. Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan seçimin ardından 27 yıldır ülkeyi yöneten CHP iktidarı son buldu. “Yeter söz milletindir!” sloganı ile seçimlere giren DP, 487 milletvekilliğinin 416’sını kazandı. Böylece demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan çok partili hayat Türkiye’de işlemeye başladı. 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanan DP, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar ülkeyi on yıl süreyle idare etti.

DARBELERE RAĞMEN TAM YOL İLERİ!

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten 1950’ye kadar geçen 27 yıllık tek parti iktidarının ardından girilen süreç Türkiye’yi tam demokrasi hedefine götürecek önemli bir fırsat olsa da 27 Mayıs 1960 ihtilali, “demokrasiyi ortadan kaldırma pahasına cumhuriyeti yaşatma” anlayışının ilk tezahürü oldu. Bu ilk askeri darbeyi 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 ihtilali, 28 Şubat 1997 süreci takip etti;  15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi bambaşka bir gerekçe ile de olsa demokrasimize büyük bir darbe indirdi.

Doksan altı yıllık cumhuriyet tarihimizdeki darbelerin ve darbe girişimlerinin tamamında milli irade ve onun tecelli ettiği yer olan TBMM büyük yara aldı. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de tamamen feshedilen TBMM, 12 Mart ve 28 Şubat’ta baskı altında tutuldu. 15 Temmuz darbe girişimi, olayı en vahim noktaya taşıdı; Milli Mücadelenin ana karargâhı ve milli iradenin temsil yeri olan gazi Meclisimiz bombaların hedefi oldu. Üçüncü TBMM binası, tıpkı Milli Mücadelenin idare edildiği Birinci Meclis binası gibi “gazi” unvanını kazandı.

TBMM’NİN EŞSİZ BAŞARISI

TBMM’nin yüz yıllık serüveni, dünya tarihinde eşine az rastlanan bir başarı öyküsüdür. Devletin yönetim şeklini tarif eden cumhuriyet ile cumhuriyetin niteliğini en ideal şekilde tarif eden demokrasi kavramları TBMM çatısı altında ayrı bir anlam kazanmıştır.

Yüzüncü yılını kutladığımız Milli Mücadelenin Başkomutanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında kurduğu, “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir.” cümlesi, milletimiz hakkında yapılan çeşitli tarihi araştırmalarla teyit edilmiş bir gerçektir.

Atatürk’ün şu tespiti de aynı noktaya vurgu yapmaktadır:

“Türk milleti en eski tarihlerde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarında devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir.”

TBMM Genel Kurul Salonunun duvarına çakılı şu veciz söz, 2300 yıllık devlet geleneğine sahip bulunan milletimizin tam bağımsızlık ve tam demokrasi hedefinin en çarpıcı ve en açık ifadesidir:

“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”

]]>