Pax Ottomana – Hayati Tek https://hayatitek.com Wed, 23 Dec 2020 23:46:58 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Pax Ottomana – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 TÜRKİYE’NİN HER KARIŞ TOPRAĞI GAZİ, HER BİR VATANSEVERİ KAHRAMANDIR https://hayatitek.com/turkiyenin-her-karis-topragi-gazi-her-bir-vatanseveri-kahramandir/ Sun, 31 May 2020 21:06:34 +0000 http://hayatitek.com/?p=463
Gazi Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruz Öncesi Türk Birliklerini Denetliyor

HAYATİ TEK –

Bin yıl öncesiydi. 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi ile birlikte can suyu misali aktık Anadolu’ya. Kanımızla kırkladık, duamızla mayaladık, alın terimizle imar ettik dört bir yanını. Türkçe ile Türkiye yaptık Anadolu’yu.

1299’da Söğüt’te dualarla diktiğimiz çınarı, alın teri ve şehit kanıyla suladık; dualarla koruduk, iman gücüyle kolladık. Kökleri uzak Asya ve Asr-ı Saadet dönemine uzanan Osmanlı çınarının devasa dallarıyla üç kıtaya uzandık. Tarihçilerin “Pax Ottomana (Osmanlı Barışı)” dedikleri, barış ve huzur dolu bir masal devri başlattık.  Nerede bir mazlum ve mağdur varsa şefkatli kanatlarımızın altına aldık.

17. yüzyıla kadar süren bu muhteşem devir, 2. Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine son buldu. Her zirvenin inişi, her mevsimin bir sonu vardı. Önce kımıldamaz oldu dev çınarın yaprakları, sonra en uçtan sararmaya başladı. Ve nihayet gelip çattı hazan mevsimi. Önce Trablusgarp, ardından Balkanlar düştü. Osmanlı’nın parlayan yıldızı Balkanlar, içimize oturan derin bir sızıya dönüştü. Beş asırlık vatan toprağını beş ayda alıp götüren; 125 bin şehit, 115 bin esir bıraktığımız Balkan hezimeti sırasında binlerce Evlad-ı Fatihan göç yollarında kırıldı. Yükselme döneminin zafer türkülerinin yerini mazlumların feryatları ve kahredici bir melodram aldı.

Balkan’ın çamuruna, Yemen’in çölüne saplanıp kalan bîçare Mehmet’ten kopan vaveyla Sarıkamış’ta yankılandı. Allahuekber dağlarında çığa kapılan 90 bin fidan, en uzun gecede şehadete sevdalandı. Karabasan gibi üzerimize çöken Sarıkamış’tan sadece bir ay sonra yeni bir feryat yükseldi Çanakkale’den. 500 bin askerinin bir milyon eliyle yedi düvel, Türk’ün nefesini kesmek için Çanakkale Boğazı’na davrandı.

Boğazımıza sarılanların ilk hedefi İstanbul’du. Nihai hedefleri ise milletimizi bin yıllık yurdundan koparıp atmak… Son siperimiz Çanakkale’ye sağlam tutunduk. Yemen’de çöl çiçeği, Sarıkamış’ta kar çiçeğiydi, Çanakkale’de kan çiçeği oldu Mehmetçik. Nusret, Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş, Kınalı Hasan ve daha niceleri destan içre destan yazdılar. Düşmana geçit vermediler.

Çanakkale’yi geçemeyenler, amaçlarına Mondros’ta ulaştılar. Nusrat’ın, Seyit Onbaşı’nın elinden kurtulabilen müttefik gemileri İstanbul Boğazına demir attılar. Beş yüz yıllık Osmanlı payitahtının en karanlık günlerini başlattılar.

Bu puslu sahneyi hüzün ve hiddetle izleyen bir çift mavi göz vardı. O gözlerin sahibi, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’in dudaklarından, azim ve kararlılık döküldü: “Geldikleri gibi giderler.”

Tarihin en parlak barışını kursak da bu topraklarda, zordu yönetmek Anadolu’yu. Bir türlü hazmedemediler Malazgirt’i, bir türlü kabullenmediler Bizans’ın Türk, Ayasofya’nın İslam oluşunu. Her fırsatta çullandılar üstümüze, sayısız badireler atlattık bin yıl boyu. Bundan tam yüz yıl önce küllerinden doğmaya hazırlanan bir Zümrüdüanka’nın doğum sancılarıyla kıvranıyordu Anadolu.

BAĞIMSIZLIK YOLUNDA İLK ADIM: SAMSUN

Üzerimize çöken karanlığı dağıtmak, bayrağı düştüğü yerden kaldırmak zamanı artık gelmişti. Kum saatinin ince beli doğum sancısıyla kıvranıyor; karanlığı delecek ilk kum tanesin düşmesi müjdeli bir haber gibi bekleniyordu. Beklediği müjde gecikmedi Mustafa Kemal’in, 9. Ordu Müfettişliğine atandı.

Vedalaşmak için gittiği Yıldız Sarayı’nda Mustafa Kemal’e elindeki tarih kitabını gösteren Padişah VI. Mehmet Vahdettin, şu tarihi ifadeleri kullandı:

“Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Bunları unutma. Asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin.”

16 Mayıs’ta İstanbul’dan demir alan Bandırma vapuru, şanlı Nusrat’ı aratmadı. Fırtınalı, zorlu bir yolculuğun ardından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaştırdı 19 kahraman askeri.

Samsun’da karşılaşılan manzara pek de parlak değildi. İşgal altındaki şehrin sokakları Pontusçu kaynıyor, boynu bükük halk kaderine ağlıyordu. Samsun’da bir hafta kalan Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’nun kalp atışlarını dinlediler. Küllerini savurup umutsuzluğun, özgürlük ateşini yenilediler.

“PAŞAM! BÜTÜN AMASYA EMRİNİZDEDİR”

Samsun’dan sonra Havza’da on sekiz gün konaklayan kutlu kervan, Rum ve Ermeni çeteleri hakkında bilgiler topladı. Milli Mücadelenin vurucu gücü olan Kuvayı Milliye’nin ilk örneğini teşkil eden ve “Serdengeçtiler” ismiyle anılan milis kuvvetleri Havza’da oluşturdu. Amasya Genelgesi burada kaleme alındı.

Havza’dan hareket eden kutlu kervan 12 Haziran’da Amasya girişinde heyecanla karşılandı. Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin, “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir. Gazânız mübarek olsun!” sözü yüreklerde dalgalandı.

Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Paşa (Bele) ve Rauf Bey (Orbay) tarafından imzalanan Amasya Genelgesi, Konya’daki Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa ve Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın da onayını aldıktan Türkiye ve dünya kamuoyuna açıklandı.

Anadolu’nun işgal altında bulunmayan illerindeki bütün sivil ve asker makamlara gönderilen ve Milli Mücadelenin nasıl yapılacağına dair ilk yazılı belge olma özelliğini taşıyan genelgenin ilk maddesinde, vatanın bütünlüğü ve milletin istiklâlinin tehlikede olduğu belirtildikten sonra “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesine yer verildi. Doğu illeri için Erzurum’da, yurt geneli için de Sivas’ta kongreler toplanacağı açıklandı.

MİLLİ MÜCADELE’NİN DÖNÜM NOKTASI

Amasya’dan Erzurum’a geçen 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, 3 Temmuz 1919 günü Palandöken Dağı eteklerinde Kazım Karabekir Paşa ve şehir halkı tarafından karşılandılar.

Sadece üç gün sonra İstanbul’dan gelen padişah iradesiyle, Mustafa Kemal’in görevine son verildiğini bildirildi. Aynı emir kendisine de ulaşan ve Mustafa Kemal’i tutuklama emrini alan Kazım Karabekir Paşa’nın tarihe geçen tavrı, Milli Mücadelenin de dönüm noktası oldu.

Gelin o gün yaşananları Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” kitabından birlikte okuyalım:

“Saatler ilerlemektedir sinirler gergindir. Kolordu’dan gelecek haber ne olacak? Bu uğursuz hava uzayıp gidecek mi? Yoksa bir tutuklama emri?

Tam o sırada yaver Cevat Abbas, Mustafa Kemal’in odasına yıldırım hızıyla dalar:

-Kumandan (Karabekir) Paşa geliyorlar. Arkalarında bir bölük süvari askeri var!

Mustafa Kemal, Rauf Bey’e bakar, kulağına eğilir, yavaşça mırıldanır:

-Gördün mü Rauf? Dediklerim doğru değil miymiş?

Sararmıştır. Bunalım zirve noktasındadır. Yerinden kalkar. Odanın ortasına ilerler. Ayaktadır. Gözleri kapıya dikilmiştir. İçinde hayatının en tehlikeli sorusu uyanır. Hayatında en önemli dönüm noktasıdır. Kâzım Karabekir Paşa kapıda görünür.

Arkasını subaylar çevirmiştir. Sakin görünmeye çalışır. Yüz hatları hiçbir şey ifade etmez. Binanın önünde süvari bölüğü saf nizamı almıştır. Karabekir ilerler. Yaklaşır. Durur. Askerce selam vaziyetini alır.

Önemsiz bir şeymiş gibi, sükûnetle bildirir:

– Emrinizdeyim Paşam! Ben, subaylarım, erlerim, kolordum, hepimiz emrinizdeyiz!”

SAKARYA’DA KUŞANILMAK ÜZERE ÇIKARILAN ÜNİFORMA

İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’nın baskısı ile İstanbul Hükümeti’nin “İstanbul’a dön” emrine karşı çıkan, Kazım Karabekir Paşa’nın vatansever tavrıyla iyice rahatlayan Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifa ettiğini açıkladı ve Sakarya’da yeniden kuşanmak üzere bütün rütbe ve nişanlarını çıkarıp attı.

9 Temmuz 1919 tarihli yazısıyla valiliklere bildirdiği bu kararının gerekçesini şöyle anlattı:

Kutsal vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan Millî Mücadele uğrunda milletle beraber serbest şekilde çalışmaya resmî ve askerî sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu kutsal amaç için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olmam sebebiyle pek âşıkı bulunduğum yüce askerlik mesleğiyle bugün ilgimi keserek istifa ettim. Bundan sonra millî kutsal amacımız için her türlü özveriyle çalışmak üzere milletin içinde bir savaşan birey olarak bulunmakta olduğumu yazıyla duyurur ve ilân ederim.”

“MİLLİ SINIRLAR İÇİNDE VATAN BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR”

Amasya Genelgesi’nde haber verilen Erzurum Kongresi 54 delege ile 23 Temmuz’dan itibaren bir okul salonunda çalışmalarına başladı. Erzurum delegesi Cevat Dursunoğlu’nun istifa etmesi üzerine davetli olarak katıldığı kongrede asil üyeliğe geçen Mustafa Kemal Paşa, kongre başkanlığına seçildi.

Milli bir hal alan kongrede, genel değerlendirmeler yapıldı ve doğu illerinin durumu görüşüldü. Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütün olduğu; her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı milletin topyekûn kendisini savunacağı; geçici bir hükümet kurulacağı ve üyelerinin Sivas’ta toplanacak milli kongre tarafından seçileceği; Kuvayı Milliye’nin tek kuvvet olarak tanınacağı; manda ve himayenin kabul edilmeyeceği kararları alındı.

YENİ DEVLETİN TEMELLERİ SİVAS’TA ATILDI

Erzurum’un ardından Sivas Kongresi ile ilgili çalışmalar sürerken Fransızlar, kongrenin toplanması halinde şehrin işgal edileceğini Sivas Valisi Reşit Paşa’ya bildirdiler. Hatta Elazığ Valisi Ali Galip, kongreyi basmakla görevlendirildi. Tüm engellemelere rağmen 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nin başkanlığına, Erzurum’da olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa seçildi.

İlk milli kongre niteliği taşıyan Sivas Kongresi, Erzurum’da alınan kararların tümünü kabul etti. Yurt genelindeki Kuvayı Milliye teşkilatlarının ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin tek yönetim altına alınması sağlandı. Yeni bir Temsil Heyeti oluşturuldu.

Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki 16 kişilik Temsil Heyeti şu isimlerden oluştu: Rauf Bey,

Refet Bey, Hoca Raif Efendi, Süleyman Servet Bey, Şeyh Fevzi Efendi, Bekir Sami Bey, Sadullah Efendi, Hacı Mustafa Bey, Kara Vasıf Bey, Mazhar Müfit Bey, Ömer Mümtaz Bey, Hüsrev Sami Bey, Hakkı Behiç Bey, Niğdeli Mustafa Bey, İzzet Bey.

Misak-ı Milli esaslarını belirleyen, Mondros Mütarekesini reddeden, tam bağımsızlık ve milli egemenlik ilkelerini temel prensip olarak kabul eden, Kuvayı Milliye cepheleri arasında eşgüdüm sağlayan ve yeni devletin temellerini atan Sivas Kongresi kararları, yurt genelindeki vatanseverler tarafından sevinçle karşılandı.

İTTİHAD-I İSLAM KONGRESİ VE MALİ YARDIMLAR

Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal, düzenli ordu kurulma sürecindeki finans kaynakları için de Sivas’ta önemli görüşme ve çalışmalar yaptı. Libyalı Şeyh Ahmet Şerif Senusi’yi davet ederek ve onun başkanlığında Sivas Cami-i Kebir’de 18 Şubat 1921’de “İttihad-ı İslam Kongresi” toplanmasını sağladı.

Atılan bu adım, meyvelerini vermekte gecikmedi. İslam dünyası Milli Mücadeleye kayıtsız kalmadı. Londra’da Türkiye’nin işgalini protesto eden ve 8-10 Temmuz 1921’de Karaçi’de “Bütün Hindistan Hilafet Konferansı” düzenleyen Hint Hilafet Komitesi 1921-23 döneminde toplam 130.250 İngiliz Sterlini yardımda bulundu.

Buhara Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği üzerinden 100 milyon altın ruble gönderdi. 1.500.000 Fransız Frangı yardımda bulunan Azerbaycan, Kazım Karabekir Paşa’ya da, yetim Türk çocuklarının eğitimleri için 50.000 Osmanlı altını verdi. Yayımladıkları dergiler, düzenledikleri toplantılarla Milli Mücadele lehine kamuoyu oluşturan Kıbrıs Türkleri de bu etkinlikler sırasında topladıkları paralarla Milli Mücadeleye destek verdiler.

GAZİ MECLİS DUALARLA AÇILDI

Sivas’ta geçen 108 önemli günün ardından yola çıkan kutlu kervan Ankara’ya girişinde Seğmenler tarafından karşılandı. Dikmen sırtlarına akan binlerce insan, saatlerdir bu anı bekliyordu. Ellerde bayrak, ağızlarda dua, gözlerde ışık, yarınlarda umut vardı. Coşkuyu gören Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yüreğindeki hürriyet ateşi daha da canlandı.

İstanbul’un fiilen işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması üzerine Mustafa Kemal, Temsil Heyeti Başkanı sıfatıyla Büyük Millet Meclisinin Ankara’da toplanacağını duyurdu.

23 Nisan günü Ankara’nın hali görülmeye değerdi. Telaşlı bir bayram havası hâkimdi dört bir yana. Sabahın erken saatlerinden itibaren bütün şehir, hücum etmişti Hacı Bayram’a. Cuma namazının ardından kurbanlar kesildi ve Büyük Millet Meclisi dualarla açıldı.

DÜZENLİ ORDU VE GAZİ MECLİS UNVANI

115 milletvekilinin katıldığı ilk toplantının açılışını “en yaşlı milletvekili” sıfatıyla Meclis Başkanı olarak Sinop Milletvekili Şerif Bey yönetti ve açış konuşmasını yaptı. Meclis’in kuruluş gerekçesini kısaca ifade ettikten sonra Halife Sultan VI. Mehmed Vahdettin, İstanbul ve vatanın Allah’ın izniyle kurtarılacağını ilan etti.

Meclis’in ilk kararı, Mustafa Kemal’i başkan seçmek oldu. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, Büyük Millet Meclisi’nin üstünde hiçbir gücün bulunmadığı tüm dünyaya ilan edildi.

24 Nisan 1920’de kürsüye çıkan Meclis Başkanı Mustafa Kemal, içinde bulunulan durumu özetleyen detaylı bir konuşmasını şu ifadelerle noktaladı:

“Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani bağlılığı ile övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Sıcak alkışlar)

İstanbul faciasını izleyen günlerden şu ana kadar Temsil Heyetimiz milletler arasındaki birlik ve dayanışmayı korudu. Osmanlı kanunlarının yürürlüğünü sağladı. Çalışmalarından alıkonulan devlet gücünün yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Bundan dolayı genel güvenliği korumuş ve savunmuş olmakla görevini gereği gibi yaptığından emindir. Bu dakikadan itibaren, yedi yüz yıl boyunca onurlu ve yüce bir yaşam sürdükten sonra yok olma uçurumunun kenarında ancak ayakta durabilen Osmanlı Milletinin geleceğinin sorumluluğu, sayın Meclisinizin çalışma gücünü artıran bir neden olacaktır.

Davamızın yasalara uygunluğu ve bütün millet ve ulusların, insanlık hak ve hukukundan paylarını almış olduğuna inandığımız yüreklerinin, bizimle birlik ve bize daima yardımcı ve destek olduğuna güvenimiz tamdır. Başarı ümitlerimizin kalplerimizde bir an bile karamsarlığa düşmemesini sağlayacak olan, sonsuz gücümüzdür, özellikle büyük tanrı her zaman bizimledir. (Amin, amin sesleri)

Vermek istediğim bilgiler ve ayrıntılar bu kadardır.”

1921 ANAYASASI KABUL EDİLDİ

Gazi Meclis olarak tarihe geçen Birinci TBMM, milli iradenin en doğru şekilde tecelli ettiği kutsal bir mekân ve karar mercii oldu. Zaman zaman önemli tartışmaların yaşandığı Meclis, milli bekamızı tehlikeye atacak hiçbir adıma izin vermedi.

Savaş karargâhı olan Meclis’te millete ve kurtuluşa olan inanç en kuvvetli şekilde dile getirildi. Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Meydan Savaşı öncesinde Meclis Başkanı ve Başkomutan sıfatıyla yaptığı konuşmasında kullandığı ifadeler, bu inanç ve kararlılığın ilanıydı:

“Milletimiz bugün, bütün geçmişinde olduğundan daha çok ve atalarından daha çok ümitlidir. Bunu ifade için şunu arz ediyorum. Kendilerinin deyişiyle cennetten vatanımıza gözcü olan merhum Namık Kemal demiştir ki:

‘Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?’

İşte bu kürsüden, bu yüce Meclis’in başkanı olarak yüksek kurulunuzu oluşturan bütün üyelerin her biri adına ve bütün millet adına diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”

Büyük Millet Meclisi’nde ete kemiğe bürünen milli irade 1921 Anayasasını da 20 Ocak’ta kabul ederek, atılacak adımların anayasal bir zeminde yürütülmesine de sağladı.

Bu olumlu gelişmelere karşın, kara bulutlar dağılmak bir yana daha da artıyor, Meclis çatısı altında çetin tartışmalar yapılıyordu.

SAKARYA’NIN SIRTINA TÜRK TARİHİ VURULUYOR

Ankara’nın 50 kilometre yakınına kadar giren Yunan ordusu son darbeyi vurmak üzere harekât emri almıştı. Kafkaslardaki 24 Rus tümeni Sakarya’dan gelecek haberi bekliyor, Sevr’i uygulamak için sabırsızlanıyordu. Gergin bir bekleyiş vardı Ankara’da. Başkentin Kayseri’ye taşınması dâhil çeşitli senaryolar dillendiriliyordu.

Meclis Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal, “Hattı müdafaa yoktur; sathı müdafaa vardır.

O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz!” sözünü o günlerde söyledi.

Fevzi Paşa (Çakmak) ile birlikte cepheye gelerek komutayı üstlendi. 238 yıl önce Viyana’da başlayan çekilme artık durmalı, Sakarya’nın sırtına, Türk tarihi vurulmalıydı.

“Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!”

Kararlıydı Sakarya, ayağa kalkacaktı. Kararlıydı Mustafa Kemal, bin yıllık vatan toprağı, ebedi yurt kalacaktı. Sakarya coştukça coşacak, Mehmetçik zaferden zafere koşacaktı.

22 gün 22 gece süren kanlı savaşta 40 bin Mehmetçik şehit olsa da; Yunan ordusu ilk kez savunmaya çekildi. Bir 13 Eylül günü Viyana’da başlayan çekilme, yine bir 13 Eylül günü Sakarya’da son buldu. İman tazeledi gazi millet; şanlı bayrağımız rüzgârına kavuştu.

BÜYÜK TAARRUZ VE ZAFER

Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndaki şu ifadeler, Büyük Taarruz öncesindeki durumu anlatan en çarpıcı ifadelerden biriydi:

“Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.”

Sarışın kurt liderliğindeki ordumuz Afyon ovasında yıldırım hızıyla ilerledi. Dört günde 100 bin düşmanı imha ederek Yunan kuvvetlerine son ve en büyük darbeyi indirdi. Zafer sonrası savaş meydanını dolaşan Başkomutan, binlerce cansız bedeni görünce mensup olduğu millete has bir vakarla tarihe not düştü:

“Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir.”

Hoşgörü, adalet ve merhamet, evrensel kardeşliğin can suyu, insanlığın huzur kaynağıydı. Türk sadece etnik bir kimliğin değil bin yıllardır var olan asil bir duruşun adıydı. Bu duruşun temel tezahürlerinden biri de zalime karşı mazlumun yanında olmaktı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri, bu duruşun en güzel örneklerinden biri olarak tarihteki yerini aldı.

“İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR. İLERİ!”

Sakarya’da harlanan istiklal ateşi Dumlupınar’da düşmanı yakıp kavursa da, nihai zafer henüz kazanılmamıştı. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emriyle harekete geçen Mehmetçik üç koldan aktı Akdeniz’e. 1 Eylül’de Uşak, 2 Eylül’de Eskişehir, 6 Eylül’de Balıkesir ve Bilecik, 7 Eylül’de Aydın, 8 Eylül’de Manisa zafer türküleriyle inledi. 9 Eylül’de kutlanan, bayramların en güzeliydi.

“İzmir’in dağlarında çiçekler açar

Altın güneş orda sırmalar saçar

Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar

Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa

Adın yazılacak mücevher taşa”

“BAYRAK ULUSLARIN BAĞIMSIZLIK SEMBOLÜDÜR”

Zaferden bir gün sonra İzmir’i şereflendiren Başkomutan, kalacağı konağın önüne serilmiş Yunan bayrağını görünce durdu. İşgal günlerinde şehre gelen Kral Konstantin, şanlı bayrağımızı çiğneyerek girmişti bu konağa. Şimdi İzmir halkı, aynı şeyi Mustafa Kemal’den rica ediyor, intikam anını heyecanla bekliyordu.

Muzaffer Başkomutan, tatlı bir tebessümle baktı etrafındakilere. Sonra tarihi mesajını verdi: “Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.”

Bağımsızlık sembolüdür bayrak. Bayrağın dalgalandığı yerdir vatan. Ve mukaddes şehit kanıdır, toprağı vatan, atlası bayrak yapan. Bunu en iyi bilen şüphesiz ki, Gazi Meclis’in Başkanı ve şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerimizin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal’di.

ZAMANI DURDURAN ANLARDIR TARİHİ HAREKETE GEÇİREN

Zamanı durduran anlardır, tarihi harekete geçiren. 26 Ağustos 1971’den itibaren adım adım vatanlaştırdığımız vatan coğrafyasında ve Yüz yıl önce verdiğimiz milli mücadele sırasında nice zamanı durduran anlar yaşadık. İstiklal Savaşımızı kazandığımızı ilan eden 30 Ağustos Büyük Taarruz Zaferi de o anlardan biriydi. Ve zamanın durduğu o gün, tarih bir kez daha harekete geçti. 1700’lerin başından itibaren kapanmaya başlayan tarihin akordeon körüğü, aldığımız derin özgürlük nefesiyle yeniden açılmaya başlandı.

Devlet, milletin zırhıdır; delinir, paslanır, hatta parçalanır bazen. Daha sağlamını yapar yoluna devam eder büyük milletler. Biz de öyle yaptık. Derin kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir devlet tecrübesinin sağlam kaidesi üzerine, alın teri ve şehit kanıyla çifte su verdiğimiz çelik irademizle kurduk Cumhuriyetimizi.

Milli Mücadele gazi Meclis’imizin yönetiminde, Gazi Mustafa Kemal Paşa Başkomutanlığında, gazi milletimizin, gazi vatan coğrafyamızda verdiği emsalsiz bir özgürlük ve demokrasi destanıdır. 30 Ağustos 1922 ise bu kutlu destanın görkemli zafer tacı…

]]>
BEREKETLİ HİLAL KAN AĞLIYOR https://hayatitek.com/bereketli-hilal-kan-agliyor/ Sun, 31 May 2020 20:22:45 +0000 http://hayatitek.com/?p=448 HAYATİ TEK –

Anadolu’daki bin yıllık varlığımız sırasında yaşadığımız her gelişme, “Coğrafya kaderdir.” diyen İbn-i Haldun’u haklı çıkarıyor. Bu tespit bilhassa “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan, ilk medeniyet tohumlarının yeşerdiği, ilk insan yerleşimlerinin kurulduğu, ilk dini mabetlerin inşa edildiği, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in doğduğu coğrafya için geçerliliğini koruyor.

İlk kez ABD’li oryantalist J. N. Breasted tarafından kullanılan “Bereketli Hilal” kavramıyla tarif edilen, Dicle ve Fırat nehirlerinin hayat verdiği bu bereketli coğrafya; Güneydoğu Anadolu, Batı İran, Irak, Kuzey Suriye ve Doğu Akdeniz kıyı şeridinin tamamını içine alıyor. Bereketli Hilal’in doğu ucu Basra Körfezi, batı ucu Akdeniz, güney ucu Kızıldeniz’e dayanıyor.

Okyanus ötesi deniz keşifleri öncesinde “bilinen dünyayı” oluşturan Asya, Avrupa ve Afrika’nın cazibe merkezi olan, Çin’i Akdeniz’e ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlayan tarihi İpekyolu güzergâhında bulunan Bereketli Hilal, tarih boyunca hep önemli olageldi.

İlk medeniyetlere, tarım toplumunun doğuşuna kaynaklık ve şahitlik eden Bereketli Hilal, denizaşırı keşiflere kadar ticaretin de en önemli kavşak noktalarından birini oluşturdu.

GÖBEKLİTEPE’NİN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEK

Bu kadim ve bereketli coğrafyanın Türkiye sınırları içerisindeki en üst bölgesinde yer alan Urfa’da bulunan ve 11.000 yıl önceye tarihlenen Göbekli Tepe’nin keşfi, insanlık tarihinin en eski yapılar topluluğu ve dini merkezinin burada kurulduğunu, ilk buğday tohumunun da burada yeşerdiğini ortaya çıkardı.

Her çağda dünyanın güçlü devletlerinin ilgisini çeken bu değerli coğrafya; Pax Romana (MÖ 27-MS 180), Hilafet İmparatorlukları (Dört Halife: 632-551, Emevi: 661-750, Abbasi: 750-1258), Büyük Selçuklu Devleti (1038-1157) ve Pax Ottomana (1453-1699) dönemlerinde istikrarı yakaladı. Fransa ile İngiltere-Prusya ittifakı arasında gerçekleşen ve Napolyon’un kesin mağlubiyetiyle sonuçlanan Waterloo Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki doksan dokuz yıla damgasını vuran Pax Britannica’nın (1815-1914) son demlerinden itibaren de istikrarsızlık bölgesi haline geldi.

1900’lerin başından itibaren, II. Abdülhamid’in izni dâhilinde, İngilizler ve Almanlar tarafından arkeolojik kazı görünümünde petrol sondajları yapılan bölgenin kaderi, Pax Britannica’yı sona erdiren Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında İngilizler ile Fransızlar arasında imzalanan Sykes-Picot gizli antlaşmasında cetvelle çizilen sınırlar, Mondros Mütarekesi ve Paris Antlaşmaları nedeniyle günümüze kadar kaostan bir türlü kurtulamadı.

Birinci Dünya Savaşı başladığında bütün Bereketli Hilal coğrafyasının tamamı Osmanlı sınırları içerisindeydi. 1912 Balkan Savaşları sırasında Balkanlardaki topraklarımızı tamamen kaybettiğimiz için Trakya sınırlarımız bugünküyle aynıydı. Güneydoğu sınırlarımız Basra Körfezine kadar uzanıyor, Büyük Okyanus’a çıkışımız bulunuyordu. Asya’nın tüm Akdeniz ve Kızıl Deniz kıyıları ülke sınırlarımız içerisinde yer alıyordu.

LOZAN GÖRÜŞMELERİ VE MUSUL

Yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Milli Mücadele sırasında kurduğumuz TBMM Hükümeti ile Sevr Antlaşmasının tarafı olan ülkeler arasında imzalanan ve Türkiye’nin bugünkü uluslararası statüsünü belirleyen Lozan görüşmeleri sırasında TBMM’de yaşanan ateşli tartışmalar, yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’yi her bakımdan sıkıntıya sokacak iki diplomatik konuda düğümleniyordu. Bunlardan biri Ermeni meselesi, diğeri Irak’ta uydu bir Kürdistan devletinin kurulmasıydı. Bu iki konu üzerindeki tartışmalarda özellikle Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul’un üzerinde duruluyor, bu şehrin verilmemesi için gerekirse İngilizlerle savaş dahi göze alınıyordu.

Birinci TBMM’nin en sert tartışmalarına sahne olan Lozan görüşmeleri sırasındaki gelişmelerinin izini, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi’nin 2013’te yayımlanan Lozan Antlaşması Özel Sayısında Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat ve Tekin Demirarslan tarafından kaleme alınan “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basına Yansıması” başlıklı makaleden sürelim.

İSMET İNÖNÜ’NÜN İZAHATI VE KARŞI GÖRÜŞLER

“I. Dönem Lozan Görüşmelerinin sona ermesi ile ülkeye dönen, Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa, 21 Şubat 1923 tarihindeki gizli celsede Lozan Görüşmeleri konusunda Meclise izahat vermiştir. 27 Şubat 1923 tarihindeki gizli oturumda ise barış görüşmelerinin tekrar başlaması halinde hükümetin takip edeceği politika ve hükümet tarafından hazırlanan mukabil projenin esasları Mecliste görüşülmeye başlanmıştır. Bu toplantıda, II. Grup üyeleri, Hükümetin Lozan Konferansı’nda izlediği politikaya ve Hükümet tarafından hazırlanmış olan mukabil projeye karşı sert bir muhalefet yapmışlardır.

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, mukabil projenin, Meclisin bilgisi olmadan Heyet-i Vekile’ce hazırlanmasını eleştirmiş, (…) ‘Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi, Misakı Milli’den zerre kadar feda ederse, icabı namus ve milli için çekilip gitmeli.’ diyerek eleştiri ve önerilerini getirmiştir.”

MUSUL’U KAYBEDENİN ŞARKTA YERİ KALMAZ

“Musul konusunun Lozan görüşmelerinde ertelenmesine de sert tepki gösteren muhalif milletvekillerinden Erzurum Mebusu Durak Bey, bildikleri tek şeyin Musul’dan vazgeçilmesi olduğunu belirterek şu ikazda bulunmuştur: ‘Musul’un bir sene sonraya taliki demek arkadaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul’u gaip etmek demektir. Musul’u kayıp ettikten sonra, senin Şarkta bir yerin kalmamıştır.’

Tartışmanın uzaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa söz alarak, Heyet-i Murahhasa’nın kendisinin kabul ettiği bir projeyi Hükümete ve Meclise kabul ettirmek için gelmediğini, Musul Meselesi’ni bir sene sonraya ertelemenin Musul’dan vazgeçmek anlamına gelmediğini söylemiştir.  Diğer taraftan bazı mebusların Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamadığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Musul’un konferans gündeminden çıkartılarak İngilizlerle karşı karşıya halletmenin milli menfaatler açısından daha faydalı olacağını söylemiştir.”

HÜSEYİN AVNİ’DEN BOLŞEVİKLİK UYARISI

TBMM’deki tartışmaların sonraki oturumlarda da devam ettiğini dikkat çekilen makalede, 4 Mart 1923 tarihli oturumda, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Musul Meselesi’nin konferans gündeminden çıkartılmasına tepki gösterdiği konuşması şöyle aktarılmaktadır:

“Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesinin kabul edilmesine ve Hükümetin, Lozan’da izlediği politikaya şiddetle karşı çıkmış Misak-ı Milli’nin pek çok hükmüne aykırı kararlar verildiğini, ‘yarım bir sulh’ adına ülkenin Bolşevikliğe sürüklendiğini ileri sürmüştür. Ayrıca kamuoyunda II. Grup milletvekillerinin tekrar mebus seçilme ümitlerinin olmadığı ve bu nedenle barışa yanaşmayıp savaşın devamını istedikleri yönünde düşünceler ortaya çıktığını belirterek bu yöndeki düşünceleri eleştirmiş ve Mecliste böyle düşünen bir milletvekili bulunmadığını ifade etmiştir.”

MUHALİF GRUP SEÇİM İSTİYOR

Bolat ve Demirarslan’ın makalesinde 5 Mart 1923 tarihindeki toplantıda, çok daha sert tartışmalar yaşandığının altı çizilerek şu ifadeler kullanılmaktadır:

“İzmit Mebusu Sırrı Bey, İsmet Paşa’yı Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamamak ve Misak-ı Milli’ye aykırı hareket etmekle suçlamıştır. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise Heyet-i Murahhasa’nın, Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini ve göreve devam etmemesi gerektiğini söyleyerek eleştirilerini dile getirmiştir. (…) II. Grup üyesi İzmit Mebusu Sırrı Bey, Meclisin Misak-ı Milli haricinde bir karar alamayacağını ileri sürerek seçime gidilmesini önermiştir.  Fakat bu öneri I. Grup tarafından desteklenmemiştir.

(…) Türkiye Büyük Millet Meclisi, Lozan Konferansı konusunda inisiyatifi hükümete bırakmış olsa da, I. ve II. Grup arasındaki sert mücadelenin yaşandığı bu ortamda, Misak-ı Milli kapsamındaki Musul’un Türkiye’ye bırakılmayacağının anlaşılması, Lozan Konferansı’nda kabul edilecek barış esaslarını Meclise kabul ettirmek konusunda ciddi endişeler ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine TBMM, 1 Nisan 1923 tarihinde seçim kararı almıştır.”

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması, seçimlerin ardından oluşan İkinci TBMM tarafından 24 Temmuz 1923 tarihinde kabul edilmiştir.

20. ASRI KANA BULAYAN KARA İKSİR: PETROL

Birinci TBMM’de, ileride Büyük Ermenistan hayaline katkı sağlayacak kukla bir Kürdistan hükümetinin kurulması ve Misak-ı Milli bağlamında ülke sınırları içerisinde kalması istenilen Musul konuları, Pax Britannica’nın mimarı Büyük Britanya ve diğer sömürgeci devletler için çok daha başka anlamlar ifade ediyordu: Petrol…

İlk keşfedildiği yer M.Ö. 4. yüzyılda Çin olsa da bugünkü amaçlarla kullanılmak üzere 1850’li yıllarda ABD’de fark edilen petrol, buhar makinesinin devreye alınmasıyla 1859’dan itibaren ticari amaçla üretilmeye başlandı. O yıllarda en fazla otuz varil olan günlük petrol üretimi, 1879’dan itibaren on binli rakamlara ulaşınca ülkenin önde gelen zenginlerinden Rockefeller, Standard Oil Company’i kurarak petrol işine girdi. 1873’te Nobel ailesi, o yıllarda Rusya sınırları içinde bulunan Bakü’de petrol kuyuları açtı. 1890’larda petrol arayan Hollandalıların hedefi Endonezya’ydı.

Benzinli motorun Nikolaus August Otto tarafından 1867’de, ilk benzinli otomobilin ise 1887 yılında Gottlieb Daimler tarafından icat edilmesi, petrolün yükselişine olağanüstü hız kazandırdı ve yeni petrol alanları sömürgeci devletlerin radarına girdi.

James Waat’ın buharlı makineyi 1763’te keşfi ile birlikte sanayi devrimi büyük bir ivme kazanmış, bu yeni enerji gücü 1807 yılında Robert Fulton tarafından gemilere uyarlanmış, böylece Okyanus ötesi gemi seferleri hızlı ve güvenli bir şekilde yapılmaya başlanmıştı.

1900’lü yıllarla birlikte petrol, sömürge imparatorluklarının aç kurt gibi saldırdığı bir enerji kaynağı olarak coğrafyaların kaderini belirleyen önemli bir stratejik faktör haline gelmişti.

İNGİLİZLER, ORTADOĞU’YU SAHİLDEN KUŞATIYOR

Süveyş Kanalının 1869’da tamamlanmasının ardından Pax Britannica’nın denizlerdeki hâkimiyetine engel teşkil edebilecek coğrafyalardaki Osmanlı topraklarını tek tek koparan İngilizler, Basra Körfezi’ni Büyük Okyanus’a açan suların kontrolünü sağlayan Bahreyn’i, Sünni El Halife ailesiyle anlaşarak 1783’ten itibaren himayesine aldı. Osmanlı’ya bağlı Kuveyt ve Katar’ı 1800’lerin sonunda himaye yöntemiyle kendisine bağlayarak Ortadoğu’daki petrol alanlarını denizden kuşatma sürecini tamamladı. 1900’lere gelindiğinde ise, Osmanlı’nın iç bölgelerindeki petrol bölgelerini çoktan gözüne kestirmişti. Bu noktada sözü, o yıllarda ülkeyi yönetmekte olan II. Abdülhamid’e bırakalım.

OSMANLI’DA İLK PETROL ARAŞTIRMALARI VE II. ABDÜLHAMİD

1876-1909 tarihleri arasındaki 33 yıl boyunca hayli zor bir süreçte ülke yönetimini devralan II. Abdülhamid, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçelerinden birini oluşturan ve bugün hâlâ Ortadoğu’yu kasıp kavuran petrol fırtınasının ilk esintilerine şahit oluyordu.

Kuzey Afrika’daki en zengin petrol yataklarını 1911 Trablusgarp Savaşı’nda, Ortadoğu’daki en zengin petrol bölgelerini ise Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedecek olan Osmanlı’nın sınırları içerisindeki ilk petrol araştırmalarına dair İsmet Bozdağ’ın, “Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri” kitabında hayli çarpıcı bilgiler yer alıyor.

İNGİLİZLER’İN “TARİHİ ESER” OYUNU

II. Abdülhamid anılarında, İngilizlerin “tarihi eser arama” bahanesiyle bölgede nasıl petrol aradıklarını şöyle anlatıyor:

“İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların ‘hayır’ demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım -nice aylar sonra fark edebildiğim- bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile (!) bulunabilirmiş! Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti’nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de -hiçbir bedel istemeden- bize bırakacaklarmış!

İngiltere ile yakın ilişki kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama, kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa’yı çağırdım. İngilizlerin tekliflerini anlattım ve gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim(S. 76).”

GERÇEK ORTAYA ÇIKIYOR

İngiliz elçisinin bir gün heyecanla huzura girdiğini ve Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdiğini kaydeden II. Abdülhamid, şöyle devam ediyor:

“Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi. Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum. Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlayan kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler! Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim.

Yalnız, gelen haberlerden Musul’daki ve Bağdat’taki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı. Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende attırmak içindi. Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, petroldü!(S. 77)”

II. Abdülhamid, petrol konusundan haberdardı. Daha önce Eflak’ta (Romanya) petrol bulunduğu için, bu değerli kaynağın kuyular açılarak arandığını biliyordu.

DEFİNENİN YERİNİ SU ARAMA BAHANESİ ALIYOR

Bir süre sonra huzura giren İngiliz elçisinin, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, İngiltere Hükümeti’nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattığını aktaran II. Abdülhamid anılarına şöyle devam ediyor:

“Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı. İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat’ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım(S. 78)!”

Aldığı karara sert tepki gösteren İngilizlerin, bu gelişmenin ardından Cemaleddin-i Efgani yolu ile Hilafet meselesini kurcalamaya başladıklarını kaydeden II. Abdülhamid, tarihe ışık tutmaya devam ediyor:

“Hicaz Emirini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyükçe bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa’yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler(S. 79).”

ALMANLAR DA PETROL ARIYOR

İngilizlerle çatışmaya düşüldüğü günlerde Almanya’nın dostluk elini uzattığını kaydeden II. Abdülhamid, yeni dönemde izlediği stratejiyi şöyle anlatıyor:

“Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için Almanlara yaklaştım. Aslında ikizimin de düşünceleri başka başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Wilhelm İstanbul’a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım.

Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı. Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nam ile Musul’a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini istedim. Selahattin Efendi’den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi, kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı.

Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklif ile gelseydi, ben ona bazı şartlarda bu arama ruhsatını verecektim. Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu.

Tahsin Paşa bunu imparatora duyurmak teklifinde bulundu. Reddettim. ‘Bırakalım, arasınlar’ dedim, ‘bulurlarsa petrolü ceplerinde götüremeyecekler ya… Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız!’ (S.80)”

ABD VE JAPONYA’DA PETROL TEMASLARI

Bu gelişmeler üzerine Yaveri Selahattin Efendi’yi ABD’ye gönderen II. Abdülhamid,  sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatıyor:

“Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika’ya gönderdim. Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktık. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi. Selahattin Efendi’nin Amerika’da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü. Selahattin Efendi’nin dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarını ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile yanaşmadıklarını söyledi.

Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusu almıştık. Japonya’dan bir mütehassıs grubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler. Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştırıldım(S. 81).

YÜZ ELLİ YILLIK DAVA VE BARIŞ PINARI HAREKÂTI

Eğer yeterince güçlü değilseniz, elinizdeki değer sizden daha güçlülerin iştahını kabartıyor, nimet bir anda külfete dönüşüyor. Türkiye ve Ortadoğu’nun son yüz yıllık tarihi, bu gerçeğin defalarca sınandığı olaylara şahitlik ediyor.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde pek çok girişimine rağmen İtilaf Devletleri yanında yer alamayan ve mecburen Almanlarla birlikte İttifak Devletleri çatısı altına giren Osmanlı çaresiz kalınca, Bereketli Hilal’in petrol odaklı son yüz beş yıllık kanlı tarihi de başlamış oldu.

1800’lerin son çeyreğinden bu yana Bereketli Hilalin petrol rezervlerine odaklı sorunlarla boğuşan, hâkimiyet teorilerinin odağındaki Avrasya coğrafyasının en kritik bölgesinde bulunan Türkiye, Türk dünyasının devasa petrol ve doğalgaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınması noktasındaki en güvenli güzergâhı oluşturuyor.

Geleceğin enerjisinin doğudan batıya güvenli taşınması sürecinde tarihi İpekyolu’ndaki önemine benzer bir stratejik konuma sahip olan Türkiye, tıpkı Bereketli Hilal’in bin yıllık kaderinde olduğu gibi, bir yandan olağanüstü güçlerle donanırken, öte yandan yakın gelecekteki enerji mücadelesinde en riskli bölgelerinden biri haline geliyor.

Barış Pınarı Harekâtı ile Sykes-Picot gizli antlaşmasının ardımızda bıraktığımız 103 yılda açtığı yaraların güncel zararlarını en aza indirmeyi hedefleyen Türkiye’nin yönetim kadrolarını ve milli iradenin ana karargâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni tarihi görevler bekliyor.

KAYNAKLAR:

  1. Sultan Abdülhamid; Siyasi Hatıratım, Yay. Ali Vehbi Bey, Fransızca’dan Çev. H. Salih Can, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975.
  2. İsmet, Bozdağ; Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 1985.
  3. Yrd. Doç. Dr. Bengül Salman Bolat, Tekin Demirarslan; “Lozan Görüşmeleri Sırasında Mecliste Ortaya Çıkan II. Grup Muhalefeti ve Basın Yansıması”, A. Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 29-60.
]]>