Sanal Röportaj – Hayati Tek https://hayatitek.com Fri, 10 Dec 2021 19:34:28 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Sanal Röportaj – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: “KUVVETLİLERİN YÜKÜNÜ ZAYIFLAR ÇEKERKEN PADİŞAHA TATLI UYKU HARAMDIR.” https://hayatitek.com/sadi-i-sirazi-roportaj/ Tue, 02 Mar 2021 00:15:24 +0000 http://hayatitek.com/?p=4582 HAYATİ TEK: Üstadım, sohbetimize dünyaca ünlü kitabınız Bostan’la başlamak istiyoruz. Her eser bir ihtiyaçtan doğar. Siz Bostan’ı niçin yazdınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Dünyanın etrafında çok dolaştım. Birçok kimselerle günler geçirdim. Her köşede faydalar buldum, her harmandan bir başak aldım. Lakin Şiraz’ın halkı gibi gönülsüz kibirsiz insanlar görmedim. Tanrım o toprağa lütuf yağmuru yağdırsın.

Nihayet bu temiz memleketin olgun insanları hakkında duyduğum sevgi, gönlümü Şam’ın ve Rum’un muhabbetinden ayırdı. O zaman kendi kendime düşündüm:

“Mısır’dan gelenler şeker getirirler, dostlarına bir armağan verirler” dedim ve gezdiğim bahçelerden dostların yanına eli boş dönmek bana acı geldi. Elimde o şekerden yoksa bile şekerden daha tatlı sözlerim vardı. Bu, halkın ağızla yediği değil, manadan anlayanların kâğıt üstünde taşıdıkları şekerdir. (Bostan, s. 10)

HAYATİ TEK: Bostan’da başta devlet yöneticileri olmak üzere tüm insanlara çeşitli tavsiyelerde bulunuyorsunuz. Sizce bir ülkeyi yönetenler öncelikli olarak nelere dikkat etmelidirler?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Gerçeği yakîn gözüyle gören din büyüklerinden naklederek anlatırlar:

Gönül erlerinden biri bir gün kaplana binmiş, elinde bir yılan, onu hızlı hızlı sürüp gidiyormuş. Adamın biri:

“Bana da bu gittiğin yolda kılavuz ol, ey Tanrı yolunun yolcusu! Ne yaptın da yırtıcı bir hayvan sana ram oldu? Ve saadet yüzüğünün kaşına senin ismin kazıldı?” demiş.

Gönül eri cevap vermiş:

“Kaplanın, yılanın, filin ve akbabanın bana zebun olmasında şaşılacak bir şey yok. Sen de Tanrının emrinden dışarı çıkma ki senin emrinden de hiçbir şey dışarı çıkmasın.”

Memlekete hükmeden kimse Tanrının buyruğundan ayrılmazsa, Tanrı da onun gözeticisi, yardımcısı olur. O seni dost bildikten sonra, imkânı yok, düşmanın elinde bırakmaz. (Bostan, s. 19-20)

HAYATİ TEK: Devlet idarecilerine başka ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İşittim ki adil bir hükümdar her iki yüzü astardan yapılmış bir kaftan giyermiş. Birisi sormuş:

“Ey mutlu padişah, Çin ipeklisinden bir kaftan diktirsen olmaz mı?”

Padişah cevap vermiş:

“Bu kadarı, demiş, vücudu örtmek, rahatı sağlamak içindir. Daha ileri geçtin mi süs olur. Hâlbuki ben, vergiyi kendime, tahtıma, tacıma süs yapayım diye almıyorum. Kadınlar gibi hulleler giyersem düşmanı erkekçe nasıl kovarım? Gerçi benim de yüz türlü hevesim, ihtirasım var, ama hazine yalnız bana mahsus değil.”

Hazineler asker için doldurulmuştur, merasim için, süs için değil. Padişahtan hoşnut olmayan asker, memleketin sınırlarını korumaz. (Bostan, s. 39)

HAYATİ TEK: Günümüzün yöneticileri için gerçekten de ibretlik bir cevap oldu. Ancak, böylesine düşünceli yöneticiler her zaman bulunur mu? Bulunsaydı herhalde yeryüzünde kan akmaz, adalet hüküm sürer ve yönetenler ile yönetilenler arasında huzursuzluklar doğmazdı?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Tanrı, iyiliğe layık gördüğü bir kavme düşünceli ve adil hükümdar verir. Fakat âlemi viran etmek istediği zaman, saltanatı bir zalimin pençesine teslim eder. Zalim hükümdar Tanrının gazabı demek olduğundan, iyiler ondan çekinmeyi düşünürler.

Kuvvetlilerin yükünü zayıflar çekerken padişaha tatlı uyku haramdır. (Bostan, s. 54)

Çünkü sultan çobandır, halk sürüdür. Hâlbuki halka eziyet veren padişah, çoban değil, kurttur; illallah onun elinden!

Kötü fikirli hükümdar, zulmü adet edindiği için, fena bir akıbetle ölecektir. Kendisi ihmalleriyle, zulümleriyle halkın üstünden geçip gidecek, fakat kötü şöhreti yıllarca üstünde kalacaktır. (Bostan, s. 55)

HAYATİ TEK: Hazinelerin zevk-i safa için değil asker için doldurulması gerektiğini söylemiştiniz. Bu konuyu bir örnekle açıklar mısınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Sıkışık durumunda işine yaraması için barış vaktinde askeri hoş tutmalısın. İşi düzgün olmayan asker savaş gününde ölümü göze alır mı? (Bostan, s. 89)

Memleketin sınırlarını düşmana karşı askerle koruyabilirsin, fakat askeri de para ile elde tutabilirsin. Askerin gönlü rahat, karnı tok olursa hükümdarın eli düşmana galiptir.

Askerler kellelerinin değerini yerler. Sıkıntı çekerlerse yazık olur. Hazine askerden esirgenince o da elini kılıca götürmekten esirger. Eli boş, işi gücü ağlayıp inlemek olan bir asker savaş safında erlik gösterebilir mi? (Bostan, s. 90)

HAYATİ TEK: Hazır konu askerden açılmışken, askeri bürokrasideki görevlendirmelere dair düşüncelerinizi de almak isteriz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Düşmanla savaşmaya yürekli adamları yolla; aslanlarla aslanları dövüştür.

Daima cihan görmüşlerin düşünceleriyle iş gör. Zira koca kurt avda tecrübelidir. Filleri yıkan, aslanları esir eden gençler, ihtiyar tilkinin hilesini bilmezler. Dünya görmüş adam, feleğin soğuğunu, sıcağını tattığı için, akıllı olur.

Mutluluğa layık olan değerli gençler, ihtiyarların sözlerinden yüz çevirmezler.

Memleketin mamur olmasını istiyorsan, büyük işleri yeni yetişenlere havale etme ve askerin başına savaşlarda çok bulunmuş olanlardan gayrısını geçirme. Sert işleri küçüklere verme; çünkü yumrukla örs kırılmaz. Halkın gönlünü almak ve askeri idare etmek, oyuncak değildir, maskaralık değildir. (Bostan, s. 90)

HAYATİ TEK: Yani, “Tecrübe önemlidir.” diyorsunuz…

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Vaktini kaybetmemek için iş görmemiş adama iş buyurma. Av köpeği kaplandan baş çevirmez; fakat cenk görmemiş aslan tilkiden ürker.

Çocuk, kucakta büyütülürse savaşa girdiği zaman korkar. Cenk eri olacak adam güreşte, avda, nişancılıkta, çevgan oyununda yetişir. Hamamda, naz ve nimet içinde beslenmiş olan kimse, cenk kapısını açık görünce ödü kopar.

Savaşta birinin kaçtığını gördün mü, onu düşman öldürmediyse sen öldür. Ahlaksız çocuklar, savaş günü kadın gibi kaçan kılıç erlerinden daha iyidirler. (Bostan, s. 91)

HAYATİ TEK: Düşmanla savaşta dikkat edilmesi gereken başka hususlar var mıdır?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Düşmanla savaşmak için her türlü hazırlığı yap, alacağın tedbirleri düşün; fakat niyetini saklı tut.

Sırrını herkesin yanında ortaya atma. Ben sır sahipleriyle aynı kadehten içen casusları çok gördüm. Derler ki İskender doğulularla harp edecekken çadırının kapısını batıya doğru açtırmıştı. Behmen de Zabilistan’a gideceği zaman sağa diye ilan etmiş, sola yürümüştü.

Senin niyetini senden başkası biliyorsa, öyle düşünceye, öyle bilgiye acımak gerek.

Bununla beraber kinci ve kavgacı değil, bilakis lütufkâr olmalısın ki âlemi hükmün altına alasın. Bir iş iyilikle, hoşlukla olup dururken sertliğe, inatçılığa ne lüzum var? Gönlünün dert görmemesini istiyorsan, dertlilerin gönlünü ıstırap zincirinden kurtarmalısın. (Bostan, s. 96)

HAYATİ TEK: İnsanların büyük bir kısmı dışarıdan gelecek düşmandan değil, ülke içindeki zalimlerden ve haksız kazanç sağlayanlardan yana dertlidir. Bu konuda devlet yönetimi nasıl bir tavır içinde olmalıdır?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Halkı inciten kimsenin kanını içmeli, malını yemelisin. Zararlı kuşun kolu kanadı kopsun, daha iyi. (Bostan, s. 138)

HAYATİ TEK: Her ne olursa olsun temel prensip bu mudur?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Nerede olursa olsun, zalime acıma. Ona acımak dünyaya zulmetmek demektir. İyisi mi, cihanı yakan insanın mumu sönmüş olsun. Bütün halkın dağlanmasından, bir kişinin ateşte olması daha iyidir. Hırsıza merhamet eden kişi kendi eliyle kervan kırmış olur. Zulmü adet edinenlerin başını yele ver. Zalim tabiatlılara zulmetmek haktır, adalettir. (Bostan, s. 139)

HAYATİ TEK: Sorularımıza öylesine hikmetli cevaplar veriyorsunuz ki atalarımızın, “söz gümüşse, sükût altındır” sözünün sebebi hikmeti hakkındaki görüşlerinizi almadan olmaz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Dağın yaptığı gibi ayağını eteğine çekersen başın heybetle gökleri aşar.

Gizli hakikat cevherini sedef saçar gibi dağıtanlar, ağızlarını inciden gayrı bir şey için açmamışlardır. Çok söyleyenin kulağı tıkanık olur. Nasihat de ancak susana işler. Nefes nefese konuşmak istersen kimsenin sözünden lezzet alamazsın.

Hazırlanmadan söylememeli; ölçmeden biçmek olmaz. Yanlışı doğruyu iyice düşünenler, hazırcevap olan herzevekillerden üstündürler.

Söz, insanın nefsinde bir olgunluktur; sözünle kendine noksan getirme. Sesi az çıkanın mahcup olduğunu asla görmezsin. Birazcık misk, bir yığın kilden iyidir. (Bostan, s. 250)

On adam miktarı konuşan cahilden çekin. Bilginler gibi bir söyle, pir söyle. Yüz tane ok attın, yüzü de hatalı. Aklı başında bir adamsan bir defa at, fakat doğru at. Meydana çıktığı zaman yüz kızartacak olan bir sözü gizlice niçin söylemeli?

Duvarın önünde çok gıybet etme. Ardından dinleyen bulunabilir.

Kalbin içi bir kaledir. Dikkat et, sırlar kalenin kapısını açık bulmasın. Mumu dilinden yanar gördüğü içindir ki, bilgin kişi ağzını kapalı tutar. (Bostan, s. 251)

HAYATİ TEK: İzniniz olursa bir başka önemli konuya geçmek istiyoruz. Eğitim, her ülkenin en temel problemlerinden biridir. Eğitimin kişi ve toplum hayatındaki önemi ve terbiyenin nasıl verilmesi gerektiği konusundaki görüşleriniz almak istiyoruz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Cevherin özünde istidat varsa, ona terbiyenin tesiri olur. Aslı kötü olan demiri hiçbir cila iyi edemez. Yedi denizde yıkasan bile, köpek ıslandıkça daha pis olur. İsa’nın eşeğini Mekke’ye götürsen, döndüğü zaman yine eşektir. (Gülistan, s. 218)

HAYATİ TEK: O halde eğitilebilir kişilerin terbiyesinden bahsedelim…

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Bir bilge, oğullarına öğüt veriyordu:

“Canım çocuklarım, diyordu, hüner öğrenin. Dünyanın varlığı güvene değmez; mevki, şehrin kapısından dışarı çıkmaz. Para pul daima tehlikededir: ya bir çırpıda hırsız götürür, ya da azar azar sahibini yer. Ama hüner, akan bir çeşmedir, devamlı bir devlettir. Hüner sahibi devletten düşürse gam yemez; çünkü onun hüneri kendi varlığında bir devlettir. Hünersiz kişi her gittiği yerde lokma toplar, sıkıntı çeker.” (Gülistan, s. 219)

HAYATİ TEK: Bundan nasıl bir mesaj çıkarmamız gerekiyor?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Mevkiden düşüp de tahakküm çekmek, naza alışmışken elâlemin cefasına katlanmak zordur.

Vaktiyle Şam’da bir fitne çıkmıştı. Herkes köşesinden ayrıldı. Okumuş köy çocukları, padişahlara vezir oldular. Eksik akıllı vezir çocukları, dilenmek için köylere gittiler.

Babanın mirasını mı istiyorsun? Bilgisini öğren. Onun parasını on günde harcayabilirsin. (Gülistan, s. 219)

HAYATİ TEK: Paranın hiç mi kıymeti yok?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Mal, hayatın rahatlığı içindir. Hayat, mal toplamak için değil. (Gülistan, s. 248)

HAYATİ TEK: O halde parayı nasıl harcamalı?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İki insan beyhude meşakkat çekti, faydasız uğraştı: biri kazanıp da yemeyen, öbürü öğrenip de yapmayan.

Ne kadar ilim öğren öğrenirsen öğren, bildiğini yapmazsan cahilsin demek. Birkaç kitabı yüklenen hayvan, ne muhakkik olur, ne de danışman. Sırtındaki odun mu, yoksa kitap mı, o boş kafalının haberi yoktur ki. (Gülistan, s. 250)

HAYATİ TEK: Birden konumuz değişti ama önemli değil. Bir başka hassas konuya değindiniz. Buradan devam edelim. Bilgi ve ilim öğrenmekten gaye ne olmalıdır? Bu sanki cevabı çoktan verilmiş bir soru gibidir. Ancak günümüzde insanlar bilgiyi para kazanmanın basit bir aracı olarak algıladıkları için üzerinde hassasiyetle durulması gerektiğini düşünüyoruz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İlim, dini beslemek içindir, dünyayı yemek için değil.

Takvayı, bilgiyi ve zühdü satan, yığdığı harmanı yakıp kül etmiştir.

Günahtan kaçınmayan bilgin, meşale tutan bir kördür: Doğru yolu gösterir, kendisi görmez.

Memleket akıllılarla güzelleşir, din günahtan kaçınanlarla olgunlaşır. Padişahlar akıllıların öğütlerine, akıllıların padişahlara yaklaşmalarından daha çok muhtaçtırlar. (Gülistan, s. 250)

Üç şey sürekli kalmaz: ticaretsiz mal, münakaşasız bilgi, cezasız saltanat. Kötülere acımak iyilere sitemdir; zalimleri affetmek, yoksullara cefadır. (Gülistan, s. 250)

HAYATİ TEK: Yani “Kötülerin üzerine acımasız ve öfkeli bir şekilde gitmek gerekir.” ki diyorsunuz?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Sınırını aşan öfke, korku yaratır. Zamansız yumuşaklık, heybeti giderir. Ne kendinden bıktırırcasına sert ol, ne de onu bunu başına çıkarırcasına yumuşak.

Sertlikle yumuşaklık birlikte iyidir. Nitekim kan alıcı, hem cerrahtır, hem merhem sürer. Aklı başında adam ne hep sert davranır, ne de değerini düşürecek kadar mülayim. Ne kendisine üstünlük verir, ne de varlığını horlukta bırakır. (Gülistan, s. 251)

HAYATİ TEK: Üstadım, şimdiye kadar hep devlet yönetiminden, sosyal, siyasi ve askeri konulardan konuştuk. Dilerseniz bu keyifli sohbetin son bölümünde biraz da aşktan söz edelim.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: İster merhem sürsün, ister yaralasın… Ne hoştur, onun gamıyla perişan olanların hali!

HAYATİ TEK: Nasıl?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Öyle ki mütemadi elem şarabı içtikleri halde acılık görseler ses çıkarmazlar. Çünkü şarabın zevkinde mahmurluk derdi, gülün dalında silaha davranmış dikenler vardır. Lâkin dostun yâdıyla olduktan sonra sabır insana acı gelmez. Sevgilinin kendi eliyle sunduğu acı şey şeker kesilir. Onun esiri zincirden kurtulmak istemez; onun avına düşen, kementten kurtulmayı düşünmez.

Yârin sarhoşları melâmet şarabı içerler. Ama sarhoş olan deve, yükü daha tez götürür.

Halk onların o coşkun anına nasıl yol bulur? Onlar bengisu gibi karanlıktadırlar. (Bostan, s. 142)

Beytül mukaddes gibi, içleri kubbelerle dolu olduğu halde, dış duvarlarını harap bırakırlar. İpek böceği gibi sarınmazlar, pervane misali ateşe atılırlar.

Sevgili yanlarında iken gene sevgiliyi ararlar. Irmağın kıyısında bulundukları halde dudakları sonsuzluktan kurumuştur. Su içmezler demiyorum; onlar Nil kenarında bile suya kanmazlar… (Bostan, s. 143)

HAYATİ TEK: Bunlar çok güzel sözler. Ancak biraz daha açık ifadeler kullanır mısınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Kendin gibi toprakla sudan yaratılmış birinin sevgisi senin sabrını ve gönlündeki sükûnu kapıp diyor. Uyanıksan yanağına, benine meftun oluyorsun. Uyurken hayaline takılıp kalıyorsun. Öyle bir samimiyetle ayağına kapanıyorsun ki onun varlığıyla dünyalar gözüne görünmüyor. Onun gözü senin paranı görmedikten sonra altın da, toprak da sana bir geliyor. Artık kimselerle konuşmaya mecal bulamıyorsun. Çünkü o varken başka birine yer kalmıyor. “Onun yeri gözümdedir!” diyorsun. Fakat gözlerini kapayınca onu gönlünde buluyorsun. O isteyince canın dudağına geliyor. Kılıç çekince başını uzatıyorsun! (Bostan, s. 143)

HAYATİ TEK: Kulun kula duyduğu sevgiyi öylesine anlattınız ki ilahî sevgiyi sormaya cesaret bile edemiyorum.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Temeli hava ve heves üzerine atılan bir sevgi bu kadar fitne koparır, bu kadar ferman yürütürken, sen mana denizinde tarikat yolcularının batmalarına şaşar mısın? (Bostan, s. 144)

HAYATİ TEK: Neden şaşmamalıyız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Onlar ki canan sevdasıyla candan ve dost yâdıyla cihandan geçmişler, Hakk’ı anmak için halktan kaçmışlar ve sâkiyi görünce öyle sarhoş olmuşlar ki ellerindeki şarap yere dökülmüş. Onlara deva bulmak mümkün değildir. (Bostan, s. 144)

HAYATİ TEK: Neden?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Çünkü dertlerinden kimse anlamaz.

“Elestü?” hitabı da ta ezelden beri kulaklarındadır ve “Kâlû: Belâ!” feryadıyla taşmaktadırlar. Onlar öyle bir takım insanlardır ki köşeye çekildikleri halde dünyaya tasarruf ederler. Ayakları topraktayken, fakat nefesleri ateştedir: Bir haykırışta dağları yerinden koparırlar; bir ünle şehirleri altüst ederler. Rüzgâr gibi gizli, lakin çabukturlar, taş gibi susarken bile tespih ederler…

Ve seher vakti öyle ağlarlar ki döktükleri yaşla gözlerindeki uyku sürmesi yıkanır. Gece süre süre atlarını çatlattıkları halde şafak sökerken, “Eyvah, biz gene geride kaldık!” diye feryat ederler.

Onlar, aşk ve ateş denizinde gece ve gündüz hayran olduklarından, geceyi gündüzden ayıramazlar. Ezeli Nakkaş’ın güzelliğine o kadar meftun olmuşlardır ki artık yüz güzelliğiyle ilgileri yoktur. Evet, gönül erleri deri güzelliğine gönül vermemişlerdir.

Vahdet’in saf şarabını dünyayı ve ahireti unutan kişi içer. (Bostan, s. 144)

HAYATİ TEK: Aşk üstüne yine muhteşem ifadeler kullandınız. Âşıklar için ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Eğer aşk eri isen kendine değer verme. Aksi takdirde afiyet yolunda yürü. (Bostan, s. 167)

Muhabbetin seni toprak etmesinden korkma: O mahvettiği takdirde sonsuzlaşırsın! Toprağın altında değişmedikçe sağlam taneden ot bitmez.

Seni Tanrıya aşina kılacak kimse kendi benliğinden seni kurtarmış olandır. (Bostan, s. 168)

HAYATİ TEK: Neden?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Çünkü benliğinle beraber oldukça kendine yol bulamazsın ve bu inceliği de kendini unutanlardan başkası bilmez. (Bostan, s. 168)

HAYATİ TEK: Nasıl? Biraz daha açıklar mısınız?

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Eğer sende aşk ve cezbe varsa, çalgıcı şöyle dursun, hayvanların ayak sesi bile senin için musikidir. Yanı başında bir sinek kanat çırpsın da o cezbeli âşık sinek gibi ellerini başına vurmasın, kabil değildir. Varlığı perişan olan kimse ne “tiz”i fark eder, ne “pes”i. O, bir kuşcağızın ötmesiyle de feryada gelir.

Zaten kâinatın musikisi susmaz; ama kulak her zaman açık değildir. Cezbeli âşıklar, içtikleri zaman kuyu çıkrığının sesinden bile sarhoş olurlar: Çıkrık gibi dönmeye başlarlar, çıkrık gibi yana yana ağlarlar; teslimiyet içinde başlarını yanlarına çekerler ve sabırları tükeninceye yakalarını yırtarlar.

Kendinden geçen sarhoş dervişi kınama: O, battığı için çırpınmaktadır. (Bostan, s. 168)

HAYATİ TEK: Doyumsuz sohbetimizin sonuna geldik. Son olarak okuyucularımıza vermek istediğiniz mesajlarınız varsa, onları almak isteriz.

SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ: Cahil için susmaktan iyisi yoktur. Eğer bunu bilseydi cahil olmazdı.

Bilgin olduğunu sansınlar diye daha bilgin birisiyle tartışan kimse kendi cahilliğini anlatmış olur. (Gülistan, s. 263)

Senden üstün biri söze başlarsa, daha iyi bilsen de itiraz etme.

İlim öğrenip bildiğini yapmayan, tarlayı sürüp tohum ekmeyene benzer. (Gülistan, s. 264)

Edepsiz takımı içinde sözü dinlenmeyen akıllıya hayret etme. Davulun gümbürtüsünden kopuzun sesi işitilmez; amberin kokusunu sarımsak kokusu bastırır. (Gülistan, s. 270)

Misk, koku veren şeydir; aktarın dediği değil. Bilgin, aktar tablasına benzer: sessizdir, hüneri görünür. Cahil, savaş davulunu andırır: sesi yüksektir, içi boş.

Gerçek sözlüler, cahillerin arasındaki bilgin için bir temsil getirmişler: körler arasında bir güzel, zındıklar arasında bir Kur’an. (Gülistan, s. 271)

Kuvvetsiz fikir hiledir, efsundur. Fikirsiz kuvvet cahillik ve deliliktir. Önce iyiyi, kötüyü ayırt etmek, akıl, tedbir lazım, sonra saltanat. Cahilin sürdüğü devletle saltanat, Tanrıya karşı cenk silahıdır. (Gülistan, s. 272)

Yumuşak davranıp cahilin hafifliğini hoş görmek bilgine yakışmaz. Bu, her iki tarafa zarar verir: Bilginin heybeti azalır, cahilin cahilliği daha sağlam olur.

Günah, kimden gelirse gelsin, makbul değildir. Bilginden gelmesi daha kötüdür. Çünkü ilim, şeytana karşı cenk silahıdır. Silahlı kimsenin esir diye götürülmesi çok ayıp olur. (Gülistan, s. 273)

İsteksiz öğrenci parasız âşıktır. Hünersiz zengin kanatsız kuştur. Amelsiz bilgin meyvesiz ağaçtır. Bilgisiz zahit kapısız evdir. (Gülistan, s. 277)

KAYNAKLAR

1) Sadî-i Şîrâzî-; Bostan, Çev: Hikmet İlaydın, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: İslam Klasikleri, İstanbul 2001, s. 10

2) Sadî-i Şîrâzî-; Gülistan, Çev: Hikmet İlaydın, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: İslam Klasikleri, İstanbul 2001, s. 218

]]>
SANAL RÖPORTAJ / NURETTİN TOPÇU: “ANADOLU’NUN KURTULUŞ SAVAŞI, RUH CEPHESİNDE HENÜZ YAPILMADI” https://hayatitek.com/nurettin-topcu-anadolunun-kurtulus-savasi/ Tue, 14 Jul 2020 19:58:53 +0000 http://hayatitek.com/?p=2838 HAYATİ TEK: Siz, ömrünü fikri mücadeleye adayan bir dava ve aksiyon insanısınız. Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Derneği, Milliyetçiler Derneği ve Anadolu Fikir Derneği gibi yapılarda önemli görevler üstlendiniz. Büyük destek verdiğiniz Türk Milliyetçiler Derneği’ne yönelik çeşitli eleştiriler var. Bu eleştirileri yöneltenlerin amacı nedir?

NURETTİN TOPÇU: Bunlar, saltanatlarını sürdürdükleri devirlerde fütursuz ve kayıtsızdırlar, zira millet muzdaripken onları mesut idi. Ancak millet istiklal zaferini vatan sınırları içerisinde kazandığı gün bunları telaş aldı. Bu ana kadar huzur içinde barındıkları pusulardan dışarı fırladılar. Yedi yüz yıllık haçlı ordusunun ruh ve zihniyetinin damgasını taşıyan silahlarla Türklerin mukaddesatına zalimce saldırdılar. Biz millet hayatının temellerine ait neyi muhafaza etmek istedikse, hareketimize “irtica” damgasını vuran, benliğimizin her parçasını ondan koparıp atmaya azmetmiş, anarşist ve komünist bir hortlak zihniyet karşımıza çıktı(S.17).

HAYATİ TEK: Biraz daha açar mısınız, kimlerdir bunlar?

NURETTİN TOPÇU: Hakikatlerin düşmanı olan bu kafilenin arkasında pusu kuran ruh ise anarşist ruhudur. Hakikat aranırsa bu topraklarda yatan şehitlerin kemikleri üstünde kin ve gayz kusan haçlı ruhu bizi tehdit ediyor. Lakin Türk milleti bu gaddar tehdidin gerçek çehresini tanımaktadır. Bunlar vaktiyle, insanlığın tarihinde ilk defa görülmüş bir hadise olarak mabetsiz şehir kurmuş olmalarıyla öğünenlerdir(S.17).

HAYATİ TEK: Derneğinizin amacı nedir?

NURETTİN TOPÇU: Biz sade bir dernek değil, onun hayat ve kuvvet kaynağı olan Türk milletiyiz(S.17).

HAYATİ TEK: Bu tanımla güzel. Ancak sizi farklı kılan ne?

NURETTİN TOPÇU: İstiklal Savaşını unuttunuz mu? İzleri üzerinde yürüdüğünüz ellerin ganimetlerini paylaştığı istiklal cihadımız yapılırken her köy, her kağnı, her minare cephelere nasıl uzanmıştı? İşte biz de öyleyiz; o köylerin çocuklarıyız; o kağnıların yetimleri, o minarelerin müminleriyiz. O zamanki düşman da diller ve eller kesmiş, köyler yakarak minareler yıkmıştı. Bugün de aynı şerefsiz, merhametsiz ve seciyesiz harp tekrarlanıyor(S.18).

HAYATİ TEK: Nasıl?

NURETTİN TOPÇU: Bugün bu har vicdanların üstünde, beyinlerin ateşinde tekrarlanıyor. Biz bu haksız tecavüzlere fikir kılıçlarıyla çarpışarak şeref, haysiyet, ilim, ahlak cihadı yapmak suretiyle karşı koymaya karar verdik(S.18).

HAYATİ TEK: Sizi takip ettiğiniz yolu farklı kılan nedir?

NURETTİN TOPÇU: Biz, kendisine halkın emaneti olan mukaddes davadan “vazgeç” diyenlere gözyaşları ve içinde isyan yıldırımlarıyla dönüp de “Güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar yine de bu işten vazgeçmem!” diyen büyük peygamberimizin izinden yürüyoruz. Millete söz verdik! Allah’a söz verdik! Eğilmeyiz, dönmeyiz ve dimağımızdaki son hücresinin hayatı baki kaldıkça bu mukaddes davadan vazgeçmeyeceğiz(S.18).

HAYATİ TEK: Sizin fikir dünyanızda Anadolu kavramının önemli bir yeri olduğunu biliyoruz. Anadolu’yu anlatır mısınız bize?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu’nun kurtuluş savaşı, ruh cephesinde henüz yapılmadı. Asya’nın ilk çağından arta kalan sefaletine varis çocukları, bu topraklarda kurdukları devletin ruhuna sahip olamadılar. Henüz, yerlerde sürünen Türk-İslam ruhunu tutup da kaldıracak olan irade, hayatımızdan davacı oluncaya kadar bu toprağın insanı, eşyadan farksız bir varlıktır, değersizdir, itibarsızdır, hürmet görmez, onun Allah’tan bir emanet olduğu bilinmez. Kuvvetlinin elinde her zaman esirdir. Kuvvet kazanınca da başka insanları esir edicidir(S.29).

HAYATİ TEK: Konuyu biraz daha somutlaştırabilir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Bir buçuk asırdan beri Garp taklidine özeniyoruz. Memleketimizde genç ruhlara sunulan her şey, program, kitap, metot, hepsi, hepsi garbın aktarma malı. Hükümdarlık rejimimiz Divaniyle, Kanunname-i Muhammedi’siyle bizim eserimizdir. Bizim tarafımızdan yaratılan, bizim olan özelliklerine sahipti. Yirminci asırda, demokrasiyi benimsedikten sonra, ona kendi hususiyetlerimizi veremedik(S.30).

Hukukumuz da henüz melezdir. İsviçre ve Alman hukuk zihniyetlerinin melezi. Türk hukukunu yaratmak iradesiyle, on üçüncü asra kadar olan İslam dünyasında, birer zirve olan Türk hukukçularının eserlerine uzanan bir el henüz görülmedi. Millet fikri bile, parti kavgalarıyla birbirini boğmak isteyen bu kütle, bugün bir yığın tasavvurundan ibaret(S.31).

HAYATİ TEK: O halde ne yapmalı?

NURETTİN TOPÇU: Rönesans’ımızı yapmak için, kültürümüzün kaynaklarına inmek lazım gelecek. Bu millet, büyük bir hayat aşkına yeniden kavuşmak için bir romantizm devrini her halde yaşatmalıdır. Yeni bir vecd, yeni bir neşe hayatımıza hız vermelidir. Dini de, sanatı da, ahlakı da gerçekten anlamak için, şu fani hayatımıza sonsuzluğun sahnesini getirmeliyiz(S.31).

HAYATİ TEK: Nasıl?

NURETTİN TOPÇU: Genç ruhları büyük ve yaratıcı yapacak olan, hayatın kurnazlığı ve siyaset hüneri değildir. Boşlukta bir büyük kalp çırpıntısı yaşatmalarıdır. Gençliğe en çok yakışan ahlak ve alicenaplık duyguları ise bugün bir seraba benziyor. Vaktiyle, ahlak hamurumuzun mayası olan din, dindar halkta bir kabuktan ibaret kaldı; yığın yığın kaidelerin bütünü, içi boşalmış bir kabuk. Mutlak adalet ve âlemşümul merhamet duyguları yerini, mayası menfaat cinsinden, dini bir benlik ve disiplin cihazına terk etti. Din artık bu insanlara hakikat ve insan sevgisi veremiyor. Bu durumda bulunan Anadolu’nun insanıyla sözde münevver arasında geniş bir uçurum açılmış bulunuyor(S.31).

HAYATİ TEK: Bu uçurum nasıl kapatılacak? Siyasi kadroları değiştirerek mi?

NURETTİN TOPÇU: Yapacağımız mukaddes cihadın siyaset cephesinde yapılacağını zannedenler, yakın tarihimizde birkaç kere yanıldıklarını gördüler(S.34).

HAYATİ TEK: O halde hangi alanda olacak?

NURETTİN TOPÇU: Cihadımız fikir ve ruh cephesinde, ahlak ve iman cephesinde yapılacaktır. Bunu yapacak olanlar, bütün memleket gençliği değil, neslin hassa askerleridir. Mektebimiz ve devletimizle, hukukuz ve ahlakımızla, ilmimiz ve sanatımızla bizim benliğimizin mimarı olacak güzide bir fedakâr zümrenin mektepleşmesi zamanı gelmiştir(S.34).

HAYATİ TEK: Bu mektepleşme nasıl bir anlayışla gerçekleşecek?

NURETTİN TOPÇU: Biz bugün, yirminci asrın bütün yaratıcı kuvvetlerine sahip olarak, aynı kaynaklardan hayat almak mecburiyetindeyiz. Yarınki Türkiye’nin kurucuları “yaşama” zevkini bırakıp “yaşatma” aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir(S.34).

HAYATİ TEK: Bu konuda rol model kabul edilebilecek kişi ve akımlar var mı?

NURETTİN TOPÇU: Tarihte Ispartalı Leonidas, Hindli Gandi ve havari Sen Paul, her bir içtimai sınıfın mümessili olarak büyük fedakârlık örneği verdiler. Yarınki Türkiye’nin kurcuları, millet ve cemaat uğrunda fedakârlıklar kabullenenlerin artık bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif simalarda insanları şahıslarında birleştireceklerdir(S.34).

HAYATİ TEK: Hangi şahısların?

NURETTİN TOPÇU: Onlarda Yunus Yavuz’la birleşecek; Sinan Akif’e uzanacak, Ebu Hanife Hüseyin Avni’yi tebrik edecektir. Ve onların eseri olacak yarınki Türkiye, şu temellerin üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh(S.34).

HAYATİ TEK: “Anadolu’nun toprağından kaynayan kan” tanımlamasıyla neyi kastediyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu’nun, derin bir ruhi hayat sahibi olan insanını idare eden hangi kuvvetlerdir? Yakın zamana kadar, onu idare eden bütün kuvvet dinden geliyordu; ruhi hayatının bütün kaynağı dindi. Her sahada kemal sahibi insan yetiştirmenin mektebi olan din, tarihimizde bu kemalin binlerce misalini verdi. Alparslan’ın Romen Diyojen’e karşı alicenaplığı, kibirle debdebeden başka Kâbe bilmeyen Bizans İmparatorunu hüngür hüngür ağlatmıştı. Kudüs’ü tekrar aldığı zaman, tek Hıristiyan ferdini incitmeyen Selahaddin Eyyubi’nin bu hareketi Aslan Yürekli Rişar’ı hayretlere düşürmedi mi(S.51)?

Fatih’in İstanbul kapılarında sahip olduğu maddi kuvvet, muazzam ve o devrin en modern ordusu ise, buna üstün olan ruhi kuvveti, Akşemseddin’de timsalini bulan imanı idi. Mısır’ı fetheden, yeryüzünün halifesi unvan ve kudretini elde eden Yavuz Sultan Selim bu zaferinde dönüşte, halkın nümayişi önünde nefsine gurur gelmesin diye, ordusu ile birlikte Üsküdar’ın gerisinde geceyi geçirmiş, ertesi sabah güneş doğmadan ve bu şehrin halkı daha uyanmadan, sessizce İstanbul’a girmişti. Onu, ruhlar karşıladı. Onlar, ebediyet tarihine nakloşundular. Onlarla ve onların sayesinde, bir zerresini bile feda etmeyeceğimiz İslam ruhu, damarlarımıza nüfuz etti(S.52).

HAYATİ TEK: Bu ruha ne oldu?

NURETTİN TOPÇU: Biliyoruz ki din, maddi varlığımızın ruhi varlığımıza teslim oluşudur. Böyle bir anlaşmada beden bütün kuvvetlerini ve bütün hareketlerini, teslim olduğu ruhun hizmetine sokar; onun emrettiği disiplin kaidelerini kabul eder. Bir dinin cemaati arasında müşterek olan bu kaidelere şeriat denir. Bu müşterek yoldan, müşterek olan hedef varılır. Ana yolun etrafında birçok küçük yollar da vardır. Bu yollar, mezheplerdir. Beden dediğimiz madde, zamanın ve cemiyetin ihtiyaçlarına göre değişeceği gibi, dine götüren şeriat yolları da, hedefine götürmek şartıyla, daima değişebilir. Ancak o ana yolun hüviyetini muhafaza etmek şarttır(S.52).

HAYATİ TEK: Buradan nereye varmak istiyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Bununla şunu belirtmek istiyoruz: Şeriat din değildir; ancak ruhun emrinde olan bedeni dine götürücü yoldur. Şeriatı yalnız ve kendine yeter olarak ele aldığımız zaman, ruhsuz bir iskelet kalır. Ona taassupla ve gaye olarak bağlandığımızda ise, bedeni ve beden hareketlerini kutsallaştırmaya, yani putperestliğe gidilir. Böylece ruhtan kopup ayrılmış beden gururların, gayzların ve galeyanların kaynağı olabilir. Gurur, gayz ve bunlarla galeyan ise, Allah’ın bizdeki düşmanlarıdır. En az üç yüz senelik din ve vicdan hayatımızdaki facianın içyüzü bundan başka bir şey değildir(S.53).

HAYATİ TEK: Biraz daha detaylandırır mısınız?

NURETTİN TOPÇU: Din, devlete götüren yol olduğu için, tarihimizin son asırlarında bütün süfli ihtiraslar, yükselme ümidini dindar gözükmede aradılar. Milletimiz yükselmede iken devlet, din yolu idi. Yıkılışla beraber din, devlet yolu oldu ve işte bu gaye ile vasıta arasındaki yer değiştirmeleri, izmihlalimizin sebebi olmuştur. Yine dini devlet yolu yapınız, dine saldıran bütün süfli ihtiraslar, ulema-yı İslam kesilecektir. Mesela anlaşıldı; ortada bir ihanet var(S.54).

HAYATİ TEK: Nedir o ihanet?

NURETTİN TOPÇU: Bu, din adamlarının ihanetidir(S.54).

HAYATİ TEK: Ama bu bir felaket! İşler, bu noktaya gelmeden engellenemez miydi?

NURETTİN TOPÇU: Bütün bunlar olacaktı(S.55).

HAYATİ TEK: Neden?

NURETTİN TOPÇU: Zira Garp’ta Rönesans yapılırken ve onun felsefe âlemindeki mümessili Dekart, “hür olmayan düşünce, düşünce değildir” derken, bir Hırvat devşirmesi Kuyucu Murat Paşa, yüz bin Türk’ün kafasını keserek kuyulara dolduruyordu. Luther, Wittenberk kilisesinin kapısına doksan beş maddelik beyannamesini astığı zaman biz bab-ı içtihadı (içtihat kapısını) kapatıyorduk. Jan Jack Rousseau, tabiatın aşkında Allah’a götüren yolu ararken, biz inkılap diye Lale Devrini yaşıyorduk. Nihayet bunlar mutlaka olacaktı. Çünkü Anadolu, yirminci asırda yeniden istiklaline kazandıktan sonra İstanbul’a giren müfrezenin genç kumandanı, kendisine hazırlanan zafer tanklarının üstüne gecenin inmesini beklemeden koşarak, güneşle parıldayan şehrin alkışlarında neşe aramıştı. O zaman Yavuz Sultan Selim unutulmuş, Sezar tebcil edilmişti(S.55).

HAYATİ TEK: Sorunu teşhis ederken felsefi bir bakış açısı ortaya koydunuz. Sizce bütün bunları sebebi felsefeye gereken önemin verilmemesi mi?

NURETTİN TOPÇU: İnsanların bir kısmı düşünür, bir kısmı yaşar. Çoğunluğu teşkil eden düşünmeden yaşayanlar, hayat yolunda daha önceden hazırlanmış rayların üzerinde yürürler. Onları, örfleri ve alışkanlıkları idare eder; hazları ve hayati duygularıyla yaşarlar. Kısa ömrün verebileceği şeyleri mutlaka harcamaktan hoşlanırlar(S.70).

HAYATİ TEK: Ya düşünenler… Onlar nasıl yaşarlar?

NURETTİN TOPÇU: Onlar, hayatın faniliğinden kaçarak barınacak bir ebedilik aramış ve düşüncelerine sığınmışlardır. Yaşanan bir ebedilik, dünyamızda bulunmasa bile, düşünen varlığın kavradığı bir ebedilik vardır. Ona “düşünen ebedilik” de diyebiliriz. O yüksekliğe ulaşanların düşüncelerinde kurdukları hakikat binasına felsefe deniyor. Felsefe bize, üstümüzde ve yükseklerde bulunan hedeflere doğru ilerlemesini öğretir(S.70).

HAYATİ TEK: Bu kapsamda ilk felsefi hareketler ne zaman ortaya çıktı?

NURETTİN TOPÇU: İnsan, düşünen varlık olduğu için filozoftur. İlk insan kendi felsefesini yapmıştı. İlk çağın felsefesini Yunan’a kadar dinlerde görüyoruz. Hind’in, Çin’in, İran’ın ve Mısır’ın felsefeleri dinlerinde yaşatılmıştı. Tao, Konfüçyüs, Zerdüşt, Buda, Brahma ve Mısır dinleri birer felsefi sistem ortaya koydular.

İlk çağ kavimlerinin felsefe ve hikmetleri dinlerinde barındığı gibi, Yunan ve Roma’nın büyük felsefi sistemleri ve her birinin kendine özel felsefi düşünüşleri vardı. Orta çağ, muhteşem bir Hıristiyan felsefesini yaşattı ve geliştirdi. Batıda Rönesans felsefesi metot sahasına kapılarını açtı. Sonra milletler kendi felsefelerini kendi ruh bölgelerinde işlediler. Bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz felsefesi doğdu(S.71).

HAYATİ TEK: Bizim felsefemiz nedir?

NURETTİN TOPÇU: Bu soruya, Batı taklitçiliğine teslim olan iradesizlerimiz: “Batının felsefesi var ya! Batılılaştığımıza göre onlardan birini benimsemeliyiz” diye cevap veriyorlar. İnsan ruhuyla yaşamaktan korkan bu papağanlar, filhakika her siyasi mevsimde bir başka felsefenin reklamına koyuldukları halde, bunların hiç biri bizim olmuyor ve münevverlerinin takdim ettiği, onların alkışladığı felsefenin bir siyasi mevsimden fazla ömrü olamıyor(S.72).

HAYATİ TEK: Bu konuyu örneklendirir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Fransız’ınki gidiyor, Alman’ınki geliyor. Derken o gidiyor, İngiliz’inki, nihayet Amerika’nınki geliyor Ve millet, asıl tabaka bunların, bu yabancı elbiselerin hiç birini benimsemiyor, kendine mal etmiyor. O, kendi ruhuna kendinden aşı yapmak ihtiyacıyla hâlâ kıvranmaktadır.

Büyük millet kütlesinin tarafından ses veren muhafazakâr zihniyet ise, “Kur’an’ın varlığı kâfidir; felsefe lazım değil” diye cevap veriyor(S.72).

HAYATİ TEK: Bu bakış açısı hakkındaki düşünceniz nedir?

NURETTİN TOPÇU: Bu ifade de evvelkisi kadar tatminsizdir. Kur’an, Allah’ın kitabıdır. Felsefe ise, bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür. Bizim düşünüş tarzımızdır(S.72).

HAYATİ TEK: Yani…

NURETTİN TOPÇU: Felsefi görüşümüz olmazsa bu büyük Kitabı hakkıyla anlayamayız, sadece ezberleriz ve ezber okuya okuya, doktorun reçete kâğıdını batırdığı bardağın suyunu içmekle tedavisini uman hastanın haline benzeriz.

İşte bu, felsefi olmayanların Kur’an anlayışıdır. Kâinatın muammasını çözebilen felsefe, kalbimizin mantığı, hükümlerimizin mektebidir. Felsefesiz yaşamakla kalbimiz yabancı inançlarla harap olur. Hükümlerimiz akla karşı isyan aline gelebilir. Kültürümüzün köklerini teşkil eden İslam dünyasında kendi felsefemiz olmayışı İslam âleminin hâlâ yerlerde sürünen perişan halini doğurmuştur(S.73).

HAYATİ TEK: Türk-İslam tarihinde de pek çok filozof görüyoruz ama…

NURETTİN TOPÇU: Öteden beri yanlış olarak İslam felsefesi denen felsefenin yapıcıları Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi filozoflar, Aristo’nun felsefesini İslam’ın esaslarına tatbik ettiler. İslam dininin hakikatlerini Aristoculukla ispata çalıştılar. Netice hüsran oldu ve bundan Gazali’nin açtığı “Tehafüt” (felsefenin yetersizliği, sürçmesi) münakaşası doğdu. Aristo felsefesi İslam’ın değildi. Yunan’ındı. Şu halde İslam felsefesi denen felsefe, İslam’ın ufuklarında Yunan felsefesinin hüküm sürmesi veya dalgalanması gibi bir hadiseden ibaret oldu(S.73).

HAYATİ TEK: Yani İslam felsefesi diye bir şey olmadı mı bugüne kadar?

NURETTİN TOPÇU: İslam’ın felsefesi hiç bir zaman yapılmamıştır ve para karşılığında Kur’an’ı bağıra bağıra tekrarlayan adamların kafalarını tedavi etmenin lüzumu anlaşılmadan, İslam Rönesans’ını açacak olan bu büyük eser yapılamayacaktır(S.73).

HAYATİ TEK: Ya tasavvuf… Odağına insan davranışlarını iyileştirme fikrini yerleştiren bu yaklaşım felsefi olarak nitelendirilebilir mi?

NURETTİN TOPÇU: Tasavvuf, Kur’an’da esaslarını bulduğu derin bir insan felsefesini ele almıştır. Bilahare Türk-İslam medeniyeti içerisinde de pek çok felsefi meselelerin münakaşası yapıldı. Anadolu devletini kuran Müslüman Türkler, tasavvuf sahasında yani insan felsefesinde deha gösterdikleri gibi, sırf akla dayanan felsefe zemininde hiç değilse görüşler ortaya koydular(S.73-74).

HAYATİ TEK: Birkaç örnek verir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Bunların sonuncusu 15. asırda İstanbul’u alarak yeni çağı açan padişah Fatih Sultan Mehmed’in Molla Zeyrek’le Hocazade arasında yaptırdığı “Tehafüt” münakaşası oldu. Bu münakaşada Farabi ve İbni Sina gibi filozofları savunan İbn Rüşd ile onları tenkit ve bazı noktalarda tekfir eden İmam Gazali arasındaki görüş ayrılıkları karşılaştırılıyordu. Molla Zeyrek filozofları, Hocazade Gazali’yi müdafaa etti. Padişahın bizzat takip ettiği ve hakemlik yaptığı bu münakaşa tam yedi gün sürdü. Sonunda Gazali’nin görüşünü müdafaa eden Hocazade münakaşayı kazandı. Fatih, Hocazade’yi takdir ederek bu fikirlerini bir eser halinde yazmasını söyledi.

Bu, bizde sonuncu felsefe hareketidir ve o günden beri kendi âlemimizin sınırları içinde ne bir dünya görüşüne ne de ciddi bir felsefe inancına rastlanmamıştır(S.74).

HAYATİ TEK: Neden yapılamadı?

NURETTİN TOPÇU: Tanzimat hareketini idare eden zihniyet hiç bir felsefi esasa dayanmadığı gibi daha sonra Ziya Gökalp’ın derme çatma parçalar halinde Durkheim gibi bir Yahudi mütefekkirinden adapte ettiği fikirlerle bizim felsefemiz yapılamazdı. Zira onda bizim ne imanımız, ne ahlakımız barınıyor, ne de mukadderatımızın tohumları bulunuyordu(S.74).

HAYATİ TEK: O halde tekrar başa dönelim ve soralım: felsefe niçin lazımdır?

NURETTİN TOPÇU: Bu sorunun cevabı pek geniş, pek şümullüdür(S.74).

HAYATİ TEK: Yine de sizden kısa bir değerlendirme rica ediyoruz…

NURETTİN TOPÇU: Felsefe her şeyden önce biricik kılavuzumuz olan aklın kullanılmasını öğretir. Elimizde fotoğraf makinesi var. Lakin onu nereye yerleştireceğiz? Manzaranın resmini hangi taraftan çekeceğiz? Eşyayı görüş açılarımız pek çok, belki sonsuzdur. Bizim eşyayı hangi açıdan görmemiz gerektiğini tayin eden felsefemizdir. Felsefemiz yoksa görüşlerimiz eşya ve olaylar hakkındaki hükümlerimiz başka başka olacak ve birbirleriyle çelişecektir. Eğer felsefesi varsa Türk çocuğunun bir dünya görüşü olacak ve bütün vatandaşlar bu görüşte birleşeceklerdir. Böyle bir görüş birliğini doğuracak felsefemiz yoksa, milli birliğimizden de bahsedilemez(S.75).

HAYATİ TEK: Bütün milletler milli birliklerini felsefe ile mi kurdular?

NURETTİN TOPÇU: Alman milletine mesut bir hayatın vadini getiren kuvvetin kaynağı Fichte’nin Alman milli birliğini kurmuş olan “benlik” felsefesi oldu. Sokrat’ın katili olan eski Atina, onunla birlikte milli birliğin istikbalini de gömdü. Çok geçmeden eski Yunan dünyası, parça parça olan milli birliğinin enkazı altında can verdi(S.76).

HAYATİ TEK: Felsefe sosyal hayatımızın hangi alanlarında kendini gösterir?

NURETTİN TOPÇU: Aklımızın âlemi bütün halinde kavrayışı demek olan felsefe, ahlakımızın da sanatkârıdır. Âlemi bütün halinde görüş ve anlayış sayesinde ahlakımızın rotasını çizebiliyoruz. Eğer dünyanın bütün halinde görüşüne, yani felsefi görüşe sahip değilsek, etrafta klişe halinde ahlak çerçeveleri araştırır, yabancı veya hurda haline gelmiş örfleri, hiç tenkit etmeden yani aklın potasından geçirmeden ahlak diye benimseriz ve her birimizin hurda çarşısından tedarik ettikleri örflerin kırıntısıyla birbirimize çarparız, deviririz. Felsefesi olmayan cemiyet, ahlak nizamı denen, vicdanlarımız denkleştirici selamete ulaştıramaz(S.76).

Eski Yunan’da madde dünyasının tanınmasından yani fizikten ahlaka yükselen felsefe büyük Yunan medeniyetinin kurucusu olmuştu. Bugün bizim de medeniyet semalarında yükseklere tırmanabilmemiz, maddenin ilgisinin üstünde bir ahlak ideali, bir ahlak felsefesi yaratmamızla kabil olacaktır(S.77).

HAYATİ TEK: O halde felsefenin siyasi yapıyla da direkt bir ilgisi vardır?

NURETTİN TOPÇU: Felsefe, siyasi nizamın da yapıcısıdır. Bir millet rejiminin hususiyetlerini, o milletin felsefesi tayin eder. Demokrasi asrın hâkim rejimi olmakla beraber her millet onu kendine has, kendi bünyesine uygun şekilde kullanıyor. Ayrı ayrı bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz ve Amerikan demokrasisi bulunmaktadır. Bu rejimlerin kabul ettiği otoritelerin sınırları gibi, benimsedikleri liberal veya sosyalist prensipler de milletin kabiliyetinin ölçüsünü veren felsefeleriyle tayin edilmiştir(S.77).

HAYATİ TEK: Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki demokrasi ne durumda?

NURETTİN TOPÇU: Bizim demokrasimizin bütün kuvvet kaynakları gibi, otorite mihrakları ve dayanması lazım gelen temeller, içtimai ve iktisadi prensipler, bizim kendi milli bünyemizden doğmuş olmalıdır. Osmanlıların devlet olarak azameti, diğer sebepleri yanında bu devletin rejiminin, tarihinin seyri içinde kendi kendini yapmış ve kendi milli tekâmülü içinde olgunlaşarak kendini bulmuş bir rejim olmasından ileri geliyordu(S.78).

HAYATİ TEK: Sohbetimizin başında ilk çağ felsefelerinin dini karakter taşıdığını, orta çağda da benzer bir durum olduğunu söylediniz. Felsefe ile din arasında nasıl bir ilişki vardır?

NURETTİN TOPÇU: Felsefe dini inanışlarımızın üstadıdır. O olmazsa din adı altında halka sunulan her efsaneyi dini inanış yaparız. İbadet hareketleri yapan herkesin din adamı diye arkasından gideriz. Daha mabetlerini bir gulgule ticarethanesi olmaktan kurtaramayan adamların telkinlerine kıymet veririz. Ancak üstadımız felsefe sayesinde kalbimiz yaşadığı dini aklımıza telkin eder; kalp inanır, ona itimadı olan akıl da onu takip eder; beğenir ve takdir eder. Hayran olur; hareketlerin taklidi ile değil de kendi iç dünyasında derinleşme yoluyla Allah’a kavuşabileceğini anlar. İbadet hareketlerinin ise kendi içimizde derinleşmesinin vasıtası olduğunu tecrübeleriyle öğrenir(S.79).

HAYATİ TEK: Ya felsefe olmazsa…

NURETTİN TOPÇU: Felsefe olmazsa, dindarlık bir uyanık rüya, bir vehim, bir hastalık sanılır. Din, yaşamak korkusunun yarattığı bir vehim veya ahiret simsarlığı, bir cimrilik veya bir sersemlik sayılır. Dünya vehimlerinden bizi kurtararak duyularımızın bulanık rüyasının üstüne çıkaracak ve hakikatler zeminini, zekâmızı doyuran bir temaşaya yükseltecek olan felsefemizdir. Mezheplerin her biri, dini bir cemaat tarafından kabullenilen felsefi anlayış tarzsıdır. Her biri bir din felsefesidir. İslam’daki mezheplerin bir kısmı bizzat İslam dininin hukuki ve içtimai yönünden felsefi görünüşüdür. Bazıları ise İslam’ın ortadan kaldırdığı cemaatlerin, tarihi dinlerinin İslam kıyafetine bürünmüş felsefesidir(S.80).

HAYATİ TEK: Bunu örnekler misiniz?

NURETTİN TOPÇU:  Mesela Alevilik, İslami dekor ve İslami klişeler içinde barınan Zerdüşt dininin felsefesidir. Bektaşilik Şaman dininin felsefesidir. Tasavvuf ise, İslam’ın ahlaki özünü mistik tecrübenin konusu yapan derin bir felsefi yaşayıştır. Tasavvuf içinde de çeşit çeşit felsefi görüşler doğmuştur. Tasavvuf milletimizin ruhunu derinden derine işledi. Öyle ki, Yavuz’da Mevlana’dan cezbeler bulmak, Mehmet Akif’te Yunus’un çilsini tatmak kabildir. Ancak büyük milletin başardığı İstiklal Harbi ise Anadolu’nun ruhuna sinmiş bulunan bu cezbe ile bu sonu gelmeyen çilenin bir meyvesidir(S.80).

HAYATİ TEK: Bu bağlamda İslam dünyasının manzarasını tanımlar mısınız?

NURETTİN TOPÇU: İslam dünyası bir şaşkınlık içinde sarhoştur. Kur’an’ı çok okuyor ve az düşünüyoruz. Büyük Kitap bir musıki güftesi midir? Ne münasebet! Onu karşılayacak kalbimiz mi yok? Buna da inanılmaz(S.80).

HAYATİ TEK: O halde bizi şaşkına çeviren, sarhoş eden nedir?

NURETTİN TOPÇU: Örfler ve adetler, her akşam birkaç kadeh içenler gibi bizi şaşkına çevirmiştir. Neden Türk çocuğu düşünen dünyanın ortasında ve muazzam bir hikmet hazinesinin başında manayı bırakır da iskelete bağlanır(S.81)?

HAYATİ TEK: Sahi neden?

NURETTİN TOPÇU: Bu şuursuzluk, hayır bu duygusuzluk anlaşılır gibi değildir(S.81).

HAYATİ TEK: Peki, hiç mi umut yok?

NURETTİN TOPÇU: Her halde İslam’ın felsefesi yirminci asırda başlayacaktır(S.81).

HAYATİ TEK: “İnşallah” diyerek bir belki de felsefenin temelini oluşturacak bir konu hakkındaki görüşünüzü almak istiyoruz: Hürriyet…

NURETTİN TOPÇU: Felsefe, hürriyetimizin de hayat kaynağıdır. Düşünen adam hürriyetini anlar, hareketini doğurmuş olan sebepleri bilen insan, o sebeplerin idaresini kendi eline alabilmekle hürriyetini gerçekleştirir. Bizi hayat yolunda durdurup düşündüren felsefe, her adımda hürriyet sunmaktadır. Biz gördükçe düşünüyoruz, düşündükçe görüyoruz. Ve her an görüşümüzün ufukları genişledikçe insanlığın her derdine deva olmak isteğiyle doluyoruz. Kendi kendimize hem teklif hem de kabul ettiğimiz mesuliyetimizin sahası genişliyor. Çok tahammül edilmeyecek kadar genişlediği zaman, sonsuzluğu temaşa ettiren vicdan kucağında selametle huzuru buluyoruz. Dünyamızda bulunmayanı sonsuzluğun vecdinde arıyoruz(S.81).

HAYATİ TEK: Nasıl?

NURETTİN TOPÇU: Bakınız Mevlana ruhundaki, dünyada mükemmel insanı yaşatmak idealini sonsuzluğun vecdinde nasıl huzura kavuşturuyor:

“Şehrin dışında dolaşıyorum. Bir adam gördüm; elinde fenerle bir şey arıyor gibiydi. Yaklaştım; ne arıyorsun dedim. Bir şey mi yitirdin? Adam cevap verdi: hayır. Vahşi hayvanlar arasında yaşamaktan usandım; insan arıyorum. Zavallı, dedim, beyhude yoruluyorsun. Onu asla bulamazsın. Ben diyarımı terk ettim de yine bulamadım. Evine git! Rahatına bak… Adam cevap verdi: Bulamayacağımı ben de biliyorum. Lakin ben onu aramakta vecd buldum. Bana dokunma. Bulmasam da arayacağım.”

İşte hürriyetimizin içimizdeki çerağı, sönmeyen nuru, bu vecdimizdir. O yoksa hürriyetimiz bir vehim, bir kibir, bir benlik ifadesidir, o kadar. Onsuz insan, hem nefsinin, hem arzın, hem gayrın, hem de her şeyin esiridir(S.82).

HAYATİ TEK: Bu arayış hem insanın kendi içine doğru derinleşiyor hem de tüm kâinata doğru genişliyor gibi…

NURETTİN TOPÇU: İnsan anlaşılmadan insanlık âleminde inkılap yapılmaz. Nedir bu insan ki hayvanların hepsi ondadır; öyle iken Allah’a götüren yol da ondadır. Varlığımızın Allah’la münasebetinin sırrına ermesek bile, kendimizi bilmeden Allah’ı anlamıyoruz. İnsanı tanıtan felsefe olduğuna göre inkılaplarımızın hepsi ona muhtaçtır. Hangi inkılap felsefesiz yapıldı? İslam’ın nuru Kur’an’ın felsefesinden çıkarak âleme yayıldı(S.83).

HAYATİ TEK: Diğer büyük inkılaplar da böyle midir?

NURETTİN TOPÇU: Avrupa, Rönesans’ını ve romantizmini felsefe sistemleri içerisinde hazırladı. Fransız ihtilali bir felsefenin meyvesi oldu(S.83).

HAYATİ TEK: Gelecekte de böyle mi olacak?

NURETTİN TOPÇU: Akıbetimizin düşüncesi de bir felsefeye bağlanacaktır. “Yarınımız ne olacak? Nereye gidiyoruz?” sorusu şuurda önceden açılmış yollar arar. Nereye gitmede olduğumuzu takdir için, cemiyetimizin temayüllerini, ideallerini, kabiliyetlerini, yani bütün hayati kuvvetlerini yüksekten bakışla görebilmemiz lazımdır. Hayat tecrübesinin yaşandıktan sonra vereceğini, o yaşanmadan önce felsefe tanıtır, sezdirir, hem de zaruretler halinde ortaya koyar(S.83).

HAYATİ TEK: O halde insan toplumlarının felsefesiz yaşamadığını ve yaşayamayacağını söyleyebilir miyiz?

NURETTİN TOPÇU: Hikmetsiz hayat olmaz. Mesele, yaşatan felsefenin sistem halinde ifadesini ortaya koymaktır; bütün bir cemiyeti bir hikmet sofrasının etrafında toplamaktır(S.83).

HAYATİ TEK: Artık asıl sorumuzu sorabiliriz: Yirminci yüzyılda doğacağını söylediğiniz Türk felsefesinin kimliği hakkındaki öngörünüz nedir?

NURETTİN TOPÇU: Felsefe, bizdeki can denilen nesne cinsinden en çok bizim olan şey olduğundan başkalarından iğreti alınmayacak, mutlaka bizim eserimiz olacaktır. O halde felsefemizi meydana getirecek unsurları, binamızın malzemesini bir bir araştıralım(S.84).

HAYATİ TEK: Lütfen…

NURETTİN TOPÇU: Felsefenin eşiğindeki ilk endişemiz şu olmalıdır: Asrımıza asırların hediye ettiği fikir dünyasının şu iki altın anahtarını ele geçirmeden binamızın kapısını zorlamayalım(S.84).

HAYATİ TEK: Nelerdir o iki anahtar?

NURETTİN TOPÇU: Biri dünyamızı idare eden “tekâmül” prensibi, öbürü aklın mükemmel işleyişini düzenleyen “metotlu düşünme” prensibi.

İkinci prensip, aradığımız cemiyet nizamını kuracak: Çoğunluğu çiftçi olan Anadolu’nun, kendi içinden gelen evrimi takip eden toprağa bağlı insanını, toprağın sahibi, hâkimi yapacak ve altın terinin meyvesi olan mülke hürmet ederek sade üretimi sosyalleştirici bir çalışma nizamı. Bu Anadolu’nun sosyalizmidir(S.84).

HAYATİ TEK: Sosyalizm mi? Sosyalizmin, sizin çok önemsediğiniz dinle pek de ilgili olduğu söylenemez. İnsanın iç yapısını neyle yoğuracağız?

NURETTİN TOPÇU: Kur’an’ın, zulmün karşısına sabrı, kinin karşısına affı koyan, ölümü ümit ile karşılayan, sonu olan varlığımızı sonsuzluğun yolcusu yapan ve Allah’ı insanda tanıyan, insan anlayışı. Bu ahlakımızın temelini teşkil eden İslam ruhçuluğudur(S.84).

HAYATİ TEK: Metotlu düşünme, Anadolu sosyalizmi ve İslam ruhçuluğunun nasıl hamur haline getirileceğini merak etmiyor değilim. Ancak sohbetimizin insicamını bozmamak adına çizdiğiniz yoldaki bu üç prensipten başka bir temel prensip olup olmadığını da sormak istiyorum.

NURETTİN TOPÇU: Dördüncü ve sonuncu prensip, şahsiyetçiliği esas olarak kabul eden idealizmimiz olacaktır(S.85).

HAYATİ TEK: Metotlu düşünme, Sosyalizm, İslam ve İdealizm… Gerçekten enteresan bir yaklaşım oldu. İdealizm her ideoloji ve düşünce sistemi için kendine özgü bir şekilde mümkün olabilir. Sizin önerdiğiniz sistemde idealizmin yerini biraz somutlaştırabilir misiniz?

NURETTİN TOPÇU: Cemiyet için nefsini feda etmek en aşırı ferdiyetçi idealizmin davasıdır. Hz. İsa’dan sonra Hallac-ı Mansur ve nihayet asrımızda Gandi bu davanın kahramanı oldular. Anadolu’nun mukaddes kurbanları olmadığını kim söyleyebilir? Anadolu’da da sefil ve perişan kalabalıklar, aç ve çıplak çocuklar, göğüsleri kurumuş anneler vardır. Ancak bugüne kadar Dostoyevski gibi bir sanatkârını bulamamıştır(S.87).

HAYATİ TEK: Sahi, neden bir Dostoyevski çıkaramıyor Türkiye?

NURETTİN TOPÇU: Zira sanat kendi kendine var olmaz. Cemiyet örflerini, ahlakını, din duygusunu ve dünya anlayışını kendinde birleştiren felsefesinden kuvvet ve ilham alır. Felsefe ise doğabilmek için cemiyette hazırlanmış bir tarih, çekilmiş ıstıraplar, devrilmiş iradeler, birlikte benimsenen inanışların asırlarca yaşanmış saltanatı gibi hayati unsurlar arar. Biz bunların hepsini yaşadık. Tarihin mutlak emirlerinin önünde eğilmeye mecburuz. İnsan anlayışımız bütün bir sistem halinde ifadesini istiyor. Her tarafta onu arıyoruz(S.88).

HAYATİ TEK: O halde kendi felsefemizi kurmak noktasında hayli iyimser olabilir miyiz?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu, bin yıllık tarihinin muzdarip macerası içinde, felsefesinin bütün unsurlarını ortaya koymuş bulunuyor. Kendi felsefesini yapacak çocuklarını da yine kendi bağrından çıkaracaktır(S.88).

HAYATİ TEK: Son üç yüz yıldır yönünü Batı’ya çeviren bu millet olarak bunu nasıl başaracağız?

NURETTİN TOPÇU: İnsanlığın her yeni doğuşu, yani her Rönesans kendi dışından tedarik edilen yaşatıcı kuvvetlerle kendi benliğine doğuştur. Bu sebepten Rönesans hareketi, büyük zekâ eserlerinin tanınmasıyla başlıyor. Bir Rönesans’ı hazırlayanlar, bu ilk devrede, başka medeniyetlerin zekâ eserlerini tekrarlıyorlar, onların esaslı vasfını değiştirecek yeni tertipler arıyorlar. Bu hazırlık dış âlemde, fizik ve madde sahasında oluyor. Sonradan beliren Rönesans dış âlemin bütün dağınık izahlarını insan ruhunda birleştiriyor. Şarkın eski Yunanistan’da Rönesans’ı demek olan Yunan medeniyeti, fizikten ahlaka doğru bir yürüyüştür(S.89).

HAYATİ TEK: Nasıl bir yürüyüştü bu?

NURETTİN TOPÇU: Sofistlerden önceki ilk Yunan filozofları, şark kavimlerinden aldıkları fikri unsurlarla madde olan kâinatın izahına çalışıyorlardı. Sofistlerden sonra Sokrat, Eflatun ve Aristo’da felsefenin mihverini ruh ve ahlak meseleleri teşkil ediyordu. “Kendini tanımak” düsturunun Sokrat tarafından ortaya atılması Yunan Rönesans’ının ilk müjdesi olmuştur, denebilir(S.90).

Onuncu asırda Harran’da doğan İslam Rönesans’ı, ahlaki feyzini, İslam’ın özü halinde Hz. Muhammed’in samimi tarikatı olan tasavvufta verdi ve bu hareket ilk hamlesiyle İslam dinine giren Türkmen’den, o asırlarda Anadolu’da bir millet yarattı. Biz bu Rönesans’ın yarattığı milletiz. Bu Rönesans ahlaki değerlerini, her yerde olduğundan fazla 11. asırda başlayan milli tarihimiz içinde, bu tarihin 15. asırda Bizans’ın alınmasına kadar, milli varlığımızı temsil eden asırlarında yaşattı. İtalya’da 15. asırda başlayan garp Rönesans’ı, haçlı seferlerinden sonra İtalya’ya götürülen Şark ve İslam metinlerinin Latince’ye tercümesiyle ve bütün orta zaman Hıristiyan âlemi içinde hazırlanan ilim eserlerinin girdikleri yeni terkipler arasında doğdu. Fizik, âlemin izahı olan ilimlerden ve bu âlemin tasavvuru olan şekil sanatlarından felsefe ve ahlaka doğru yükseldi. Descartes ve Pascal’da kemalini buldu(S.90).

HAYATİ TEK: Türkiye’nin mevcut durumunu bu çerçevede nasıl değerlendiriyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Türk milliyetçiliği içinde Rönesans yapmanın zamanı gelmiştir(S.95).

HAYATİ TEK: Türk gençliğinin gidişatından memnun olmayanlar da az değil…

NURETTİN TOPÇU: Bu hareketi bugünkü neslin başaracağına inanmayanlar, gençliği iyi tanımıyorlar. Eğer bugünkü neslin zaafları varsa, bunlar neslin mürebbilerine aittir. En büyük hata, gençliğe değer vermemekten doğuyor. Bu nesil bir Rönesans yapabilir(S.95).

HAYATİ TEK: Bu nesle bu kadar güvenmenizin sebebi nedir?

NURETTİN TOPÇU: Çünkü bir Rönesans için önceden lazım olar şartlar meydana çıkmış ve yaşanmıştır. Her yerde Rönesans’ın doğuşu, yeni medeniyetin kendine özel içtimai ve insani değerlerini, din, ahlak, sanat mefkûrelerini meydana getirmektedir. Bu işi, bir cemiyet yapar, o da insanlığın medeniyet yaşatmaya kabiliyetli zümrelerine örnek olur. Biz yarım asırdan fazla zamandır, temasında yaşadığımız Avrupa medeniyetinden zaman zaman birçok maddi malzeme, parça parça fikirler ve teknik araçlar aldık. Bugün bu medeniyetin tesir sahasına çok yaklaşmış bulunuyoruz. Şimdiye kadar yaptığımız garp taklitçiliği yolunda daha asırlar da geçse kendimize özel bir medeniyet yaratamayacağımızı nihayet anladık. Garptan neyi almamak lazım geldiğini idrak için bile şimdiye kadar öğrendiklerimizin yardımıyla benliğimize dönmezi ve seçim hakkını bizi idare eden içtimai zaruretlere vermemiz lazım geldiğini zannediyoruz. Ancak böyle bir kendimize geliş sayesinde, insanlığa örnek olacak bir Rönesans yapabileceğiz(S.96).

HAYATİ TEK: Bu nasıl olacak?

NURETTİN TOPÇU: Vakıa, Rönesans ferdi dehaların eseridir, onları mektep yetiştirmez. Ancak, kitap yakanlar zihniyetinin nihayet bularak kitap yapanlar zihniyetinin doğmasına elverişli muhit hazırlamak, bir Rönesans’ın kurucu ve yaşatıcılarına hayat verecek zemin üstünde bir mektep açmamız lazımdır. Bugünkü mektep, yirminci asır skolastiğini yaşatıyor. İlk ve orta öğretim on bir sene aynı fabrikadan çıkan klişeleri her zihinde tekrarlatan cihazlardır. Yüksek öğretim, bu ezberciliği ve düşünme hürriyetine savuşturmayan, yaratıcılıktan mahrum metotları mahdut bir sahaya tatbik ediyor. Üniversiteye kadar küçük memur hazırlayan öğretim, fakültelerde esnaf ve memur yetiştirici iki büyük kola ayrılıyor. Psikoloji kültürü olmadan edebiyat okutmanın neticesi, gazete ile sinemayı Fuzuli’nin ve Goethe’nin okunmasına tercih eden halk adamları yetiştiriyor. Tarih kitaplarının vitrinlerinde büyük adamlar diye sıralanan, yüzlerce devlet adamının körü körüne değerlendirilmesi, millet hayatında mücadeleden aciz Enderunlar yetiştiriyor(S.131).

HAYATİ TEK: Eğitim ve öğretim hayatımız böyle. Ya dini sosyal hayatımız? Onun da eğitim hayatımızdan farkı yok gibi…

NURETTİN TOPÇU: Felsefesiz, din öğretiminin verdiği acı neticelerin hepimiz şahidiyiz. En sonunda, ruh ve imandan şüpheli bir cemaat, hep yabancı medeniyetlerin eteğine yapışıyor. Hayat sahnemiz sıskadır, günümüz ruhları doyurucu değildir. Sebebi şu ki, bizim olmayan bir vücut, bizim olan bir ruhun yerine geçti ve bizim ruhumuzu, bize düşman bir vücut kemirdi. Kendimizi yine kendimizde aradığımız şu anda ruh dünyamızda bir Rönesans yapmak, devletimizin Anadolu’da kurulduğu günden bu yana kazanılmış en büyük zafer olacaktır(S.132).

HAYATİ TEK: Biz de bunun nasıl gerçekleşeceğini merak ediyoruz. Az önce “Rönesanslar ferdi dehaların eseridir” dediniz. Bu dehalara sahip miyiz? Ayrıca bu dehaların fikirlerini aksiyona geçirecek insanlarımız var mı? Bu tip insanlar ne gibi özellikler taşımalı?

 NURETTİN TOPÇU: Hareket adamının türlü görünüşleri vardır. O bazen vatanperver olur, bazen âlim, bazen sanatkârdır. Bazı kere devlet adamı vaziyetinde görünür. O her zaman ahlak adamıdır, kâmil insandır(S.158).

HAYATİ TEK: O kâmil insanların ahlakını nasıl kuracağız? Piyasadaki ahlak kitaplarıyla mı?

NURETTİN TOPÇU: Evet, kitaplardan her şeyi öğreniyoruz. Ancak, kitapların kendisinde birleştiği bir hakikati aramak, aklın daha üstün bir vazifesidir. Ahlak sistemlerinin, vazife ahlakının olsun, merhamet ahlakının olsun, aşk ahlakının olsun, hepsinin birleştikleri nokta, bizim yalnız varlığımıza, bize hâkim bir kuvvetin iştirakinin aranmasıdır(S.158).

HAYATİ TEK: Nedir o kuvvet?

NURETTİN TOPÇU: Bu kuvvet, yalnız kaldığı müddetçe anarşist rolünü yapan bizde kendi içinde kapanmış dar benliğimizi namütenahiye götüren kuvvettir(S.159).

HAYATİ TEK: Bir çeşit manevi dönüşümden mi bahsediyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Ruhi hayatımızın zirvesi, dini tasavvurların dünyasıdır. İslam dininin, milletimizin kuruluşunda en büyük rolü oynadığını biliyoruz. Türk’ün Müslüman olması, maddi hayattan ruhi hayata geçiş diye vasıflandırılabilir. Böyle bir gidiş, insanın tabii ilerleyişidir. Gayesi ruha kavuşmak olan dini hareket, yalnız ibadetler halinde görülen disiplinli bazı hareketlere münhasır değildir. O müminin bütün hayatına yayılmıştır. Gerçek dindarın hareketi ibadet, sözü dua, bakışı rahmet, beraberliği kuvvettir. Bu hale ulaşabilme, duyulardan akla, akıldan kalbe ve ilhama yükselme sayesinde mümkün oluyor(S.133).

HAYATİ TEK: Günümüz şartlarına bakınca, sözünü ettiğiniz hamlenin başlaması pek de kolay görünmüyor…

NURETTİN TOPÇU: Bugün bizim işimiz güçleşmiştir. Yeni neslin bazı mütalaaları var; dindar nesil onu reddediyor ve bu mütalaaları sebebiyle yeni nesle dinin kapılarını sımsıkı kapatıyor. Düşünmüyorlar ki, biz hangi şekil ve kabul içinde dövüşürsek dövüşelim, zafer yine Allah’ındır.

O halde bir ıslah hareketi zaruridir ve bu ıslah hareketi ebedi olan dinin ruhunu her mevsime göre değişen şekiller ve renklerle muhafaza etmenin sırının bize öğretecektir(S.134).

HAYATİ TEK: Bu ıslah hareketinin kapsamı ve şekli nasıl olacak?

NURETTİN TOPÇU: Bugün yapılması gereken ıslahat, dinin ruhu demek olan tasavvufla ona uygun şekiller arayan şeriatın uzlaştırılması olmalıdır. Bu, ruhlar âleminde yapılacak bir müdahale olacaktır. Buna muvaffak olmak için şiddete, ithama, gayza, galeyana veda etmeliyiz. İbadetlerimizde kemiyetin bize, keyfiyetin Allah’a ait olduğunu bilerek sayı sayma heveslerini çocuklarımıza bırakalım(S.135).

HAYATİ TEK: Bu sözlerinizin günümüzdeki cari tasavvuf yaklaşımlarına pek de uygun olmadığı aşikâr… Konuyu biraz daha açar mısınız?

NURETTİN TOPÇU: Dualarımızda, dağın ardındaki sağırlara haykırmak değil de, bize bizden yakın olan Allah’a çevrilmek ve ona sığınmak lazım geldiğini unutmayalım. Allah’ı bırakıp halka yaranmak için haykıran mabet artistlerine haddini bildirelim.

Haccın, bir şehre gidip gelmek ve bir şehrin halkını sevindirmek olmadığını, ruhtaki beşaretle beraber bir İslam kongresi olduğunu anlamakta daha geç kalmayalım. Mübarek beldeye şuurumuz ve ideallerimizle koşmasını bilelim(S.135).

HAYATİ TEK: Bu çapta bir ıslahatı kimlerle başarmayı düşünüyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: Beşeri sefaletlerimizi tedaviye muktedir ruh doktorlarından meydana gelecek bir sınıfın yetiştirilmesi, bu davanın halline ulaştırabilir. Bu sınıfın gönülleri, matematikten metafiziğe, güzel sanatlardan iktisat ve siyasete kadar bütün zekâ ve irfan sahalarında ihtisas sahibi olmalarıdır. Bunları yetiştirecek okullara ve üniversiteler ihtiyacımız vardır. Bu müesseselerin yetiştireceği imanlı ve aydınlık gençlik, cemiyette sarsılan iman birliğini yeniden kuracaktır. Biz aynı zamanda Rönesans’ımızı da yapacağız. Bunu hazırlayacak üniversiteleri açacağız(S.135).

HAYATİ TEK: Zaten üniversitelerimiz var? Sizin düşlediğiniz nasıl bir üniversite?

NURETTİN TOPÇU: Kendi kabuğuna çekilmiş, tahsisat paylaşmakla meşgul, saray cüsseli üniversiteler değil, hukuk doktrini, dünya görüşü, millet anlayışı, sanat sistemi ortaya koyan, bir kelime ile milletimizin kültürünü yoğuran üniversiteler(S.135).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz Rönesans’ın hayli zaman alacağı ve pek de kolay olmayacağı ortada. Hâlihazırdaki nesil bunun ancak altyapısını kurabilecek gibi görünüyor. Önce öğretici idealistler yetişecek; sonra da onların gayretiyle sözünü ettiğiniz hasletler milletin yükseltici gücü olacak…

NURETTİN TOPÇU: Vatanın atisi, ilimle faziletin yayıcısı olacak zümrenin, öğretmenlerin elinde bulunuyor. Kaybettiğimiz bütün değerleri bize yeniden kazandıracak olan onlardır. Bizim kurtuluşumuz ne kaba kuvvetin, ne ağır sanayinin ve Batı tekniğinin daima artan gücüne teslim olmanın eseri olacaktır. Teknikte ilerleyiş, planlı iktisat, demokrasi denemeleri, Anadolu’nun hayati gücünü harcamaktan başka bir şey yapmayacaktır(S.204).

HAYATİ TEK: Bu saydıklarınız çağımızın gerçeği değil mi? Nasıl milletimizin zararına işleyebilirler?

NURETTİN TOPÇU: Bunlar, her köşe başında birkaç milyoner yaratan ve halkın serbest seçim hevesini kullanma yolunda ruhundaki millet sevgisini eriten tedbirlerdir. Milli iradenin tam şuurlanıp dışındaki ağırlıkları atamadığı bir ülkede bunlar, binlerce sefil insanla particilik adına kardeşi kardeşe düşman olan bir cemiyet yaratır. Bizi düşündürecek, bizi kendi ruhumuza çevirecek ve ruhlarımızı da yükseltecek mürşitlere muhtacız(S.204).

HAYATİ TEK: Kimlerdir o mürşitler?

NURETTİN TOPÇU: Anadolu’nun beklenen kurtarıcısı silahsız, servetsiz, hem de partisiz ve garazsız, yalnız faziletle ilim havarisi olacak öğretmenlerdir. Öğretmenine teslim olmayan millet, esir millettir(S.204).

HAYATİ TEK: Buna bir itirazımız tabii ki olamaz. Peki, ortaya çıkan her idealist fikir, her idealist hareket başarıya ulaşmış mıdır ki, bu kadar emin konuşuyorsunuz?

NURETTİN TOPÇU: İdealizm, gerçek idealistin elinde, her zaman zafere ulaşır. Eğer onu yükseltecek kahraman tam bir idealist değilse, tehlike o zaman gözükür(S.206).

HAYATİ TEK: O halde gerçek idealist hangi özelliklere sahip olmalıdır?

NURETTİN TOPÇU: Evvela onun; vatanı aşk ile sevmesi lazımdır. Aynı zamanda gerçek idealistin hikmet sahibi olması şarttır. O, yürüdüğü yolda içgüdüsüyle değil, aklın bütüne çevrik ve tek taraflı hikmetine bağlanmalıdır. Aşkın çizdiği hikmet yolu, Pascal’ın sözüyle; “Kalbin ortaya koyduğu ve aklın asla bilemediği” sebeplerin çizdiği yoldur. Ondan başka bir türlüsü düşünülemez. O tek yoldur.

Hem de büyük idealist, cemaatin mesuliyetini yüklenmiş olandır. O, başına gelen felaketten korkmaz, kelle düşünmez; aklı fikri davadadır. İdealizmin en fazla tiksindiği şey, hesapçılıktır.

Büyük idealist fedakârlığı vecd ve ibadet haline getirmiş “hizmet ehli”dir. Dava uğrunda, hizmet sevgisinde servetini, şöhretini, evini, atisini, varlığını bile fedadan çekinmez(S.206).

HAYATİ TEK: İdealist, bunca fedakârlığı yaparken neye güvenir?

NURETTİN TOPÇU: Her büyük hareketi başarabileceğini düşünür. Onun cesareti, çok kere akıllara hayret vericidir ve hesapçı akıllar onu anlayamazlar.

Bugün bizim de dertlerimize çare getirecek olan, bu karakterleri ile harekete geçecek bir büyük idealizmdir(S.206).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz idealin, Türk milletini yoğuracak olan ruhun ne gibi ayırt edici özellikleri vardır?

NURETTİN TOPÇU: Cemiyeti yoğuracak ruh, ne bir sihirbazın ruhudur, ne de Gordiyon’daki düğümün üzerine kılıcını indiren kahramanın ruhudur. O bir halaskarın zafer neşesiyle sarhoş ruhu olmadığı gibi, kara kaplı, kaba cüsseli kitapların üzerine eğilen bilgiçlerin ruhu da değildir. Taklit mayası onu yoğuramayacağı gibi, itham ve inkâr mayası da onu yoğuramaz.

Cemiyeti yoğuracak ruh, eski Asya’nın hikmetiyle Kur’an’daki ilhamı kendinde birleştirmiş, ilme hayran, Anadolu dervişinin ruhudur(S.217).

Bizi kurtaracak ruh bize Hira dağında bırakılan mukaddes mirastır. O ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri bin şevk ile açacak. Mantıkla ilhamı yan yana yaşatacak. Kalp ile Kur’an’ı birleştirecek. Hayatın süreksiz ve kesiksiz bir ibadet aşkı olduğunu, hareketlerimizin bir iman ve heyecan yarışı olduğunu, asrın soluk benizli, ümitsiz ve inanmaya takatsiz çocuğuna öğretecek(S.218).

Bizi kurtaracak ruh, sonsuzluğun sevgisine susamış olan ruhtur. Sonsuzluğa, sonu olan varlıklara irca eden değil, fanileri sonsuzluğa yüceltendir. İlhamdan akla geçiren, ilhamı akla irca eden değil, aklı ilhama yükseltendir. Bir ilhamın huzurunda secdelere kapanarak bin ilham müjdesini elde edendir. Bizi fena içinde fanilikten kurtarıp bekaya kavuşturandır(S.219).

HAYATİ TEK: Nerede bulacağız o ruhu? Kimden bekleyeceğiz?

NURETTİN TOPÇU: Yeni nizamı hayatımızın her sahasına getirecek kuvvet, Anadolu’nun toprağından, İslam’ın nurundan, insanlığın beş bin yıllık hikmet ve ilminden ilham ve hayat alacak, Anadolu’da yeni bir kültür ve medeniyetin doğuşunu müjdeleyecektir(S.249).

HAYATİ TEK: Bu müjdeye nasıl ulaşılacak?

NURETTİN TOPÇU: Siz zafer arıyorsunuz değil mi(253)?

HAYATİ TEK: Zafer aramaktan ziyade, bu zafere nasıl ulaşılacağını anlamaya çalışıyoruz…

NURETTİN TOPÇU: Her şeyden vazgeçmelisiniz. Karı, kardeş ve akrabanızdan, ikbalinizden, istikbalinizden, servet ve şöhret heveslerinizden. Bu olmayan şeylerin hepsi size düşmandır. Bunların iğreti olduğunu bildiniz mi, ruhunuzu kendi kendine zulümden kurtardınız, demektir.

Zaferin ikinci şartı da sabretmektir. Sabrın erkânı üçtür: Sonu olmamak, yanıp yakılmamak, mükâfat ummamak. Buna da tahammülün yoksa yanıp kül olursun. Ruh sahibi olanlar böyle oldular: Eyüp Peygamber, Rabbinin verdiği bütün hastalıklardan bir kere şikâyet etmedi. Gandi düşmanı olan İngilizlere bile garazkârlık gütmedi, kendi katiline karşı zalim olmadı. Erzurumlu Hüseyin Avni (Ulaş) yirmi beş yıllık hüsranın içinde bir kere ye’se kapılmadı. Istırabı tattıkça seveceksiniz. Hâlbuki ruhun düşmanı olan saadete siz hemen teslim oluyorsunuz(S.253).

Zaferin üçüncü şartı af ve şükürdür. Şahsınıza yapılan zulümleri affediniz ki zalim olmayasınız. Elinizden kapanı affediniz ki hain olmayasınız. Yoksa dost, kardeş, akraba ve ortak olduğunuz halde hep bir birinize düşman olursunuz.

Hallac’a göre: “Ruh, nefis ve şehvet bağlarından sıyrıldı mı, insan Allah’a yaklaşır ve kendisinden insanın doğduğu ilahi ruh o adama girer. Ondan sonra o adamın her hareketi Allah’ın hareketidir ve onun her emri Allah’ın emridir.”

Beşerin sefil ihtirasları ile meydana getirilen hareketlerin kâbusundan ilahi iradenin saltanatına doğru yol aramak: İşte bizim için asıl zafer budur(S.254).

KAYNAK: Nurettin Topçu; Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1978.

]]>
SANAL RÖPORTAJ / MAO ZEDUNG: “KARŞI DEVRİMCİ SAVAŞLAR HAKSIZDIR, BÜTÜN DEVRİMCİ SAVAŞLAR HAKLIDIR!” https://hayatitek.com/sanal-roportaj-mao-zedung-karsi-devrimci-savaslar-haksizdir-butun-devrimci-savaslar-haklidir/ Sun, 28 Jun 2020 22:23:02 +0000 http://hayatitek.com/?p=2603 HAYATİ TEK – Kırmızı Çizgi Dergisi’nin Aralık 2005 nüshası için hazırladığım Mao Zedung sanal röportajı…

]]>
SANAL RÖPORTAJ / KONFÜÇYÜS: “Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatını düşünür.” https://hayatitek.com/sanal-roportaj-konfucyus-buyuk-ve-ustun-insan-erdemi-kucuk-insan-ise-rahatini-dusunur/ Sun, 21 Jun 2020 21:50:04 +0000 http://hayatitek.com/?p=2246 HAYATİ TEK: Hem bilge hem reformcu hem de öğretmensiniz. Hakkınızda, “öğretmenliği meslek haline getiren kişi” tanımlaması da yapılıyor. Siz kendinizi ne olarak görüyorsunuz?

KONFÜÇYÜS: 15 yaşında kendimi öğrenmeye verdim. 30 yaşında irademe sahip olabildim. 40 yaşında şüphelerden uzaklaştım. 50 yaşında göğün emrini öğrendim. 60 yaşında seziş yoluyla her şeyi kavradım. 70 yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden kalbimin isteklerini yerine getirebildim(S.21).

HAYATİ TEK: Güzel bir özet oldu. Ancak ben, sizin kendinizi nasıl tanımladığınızı öğrenmek istemiştim? Yenilikçi misiniz, muhafazakâr mı? Ya da şöyle sorayım: nakilci misiniz yoksa sürekli arayan bir kâşif mi?

KONFÜÇYÜS: Ben yaratıcı olmaktan ziyade naklediciyim(S.45). Ben doğuştan bilgi sahibi bir insan değilim. Eskiyi seven ve onu aramaya zevk edinen bir insanım(S.48).

HAYATİ TEK: Adeta bir arkeolog gibi tarihin derinliklerinde kaybolan güzellikleri gün yüzüne çıkardığınız, ulaştığınız her yeni bilgiden büyük keyif aldığınız anlaşılıyor. Bilgiye ulaşma yönteminiz nedir?

KONFÜÇYÜS: Sana bilginin ne olduğunu öğreteyim mi? (S.23)

HAYATİ TEK: Bu daha iyi olur tabii… Size müteşekkir kalırım.

KONFÜÇYÜS: Bir şey bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şey bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir. Bir kimse devamlı olarak yeni bilgiler elde etmek suretiyle eski bilgisini geliştirmeye çalışırsa, o kimse başkalarının öğretmeni olabilir(S.23).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz bilgilenme sürecinde nelere dikkat etmemiz gerekir?

KONFÜÇYÜS: Çok dinle ve şüphelendiğin noktaları bir tarafa bırak ve ihtiyatlı konuş, o zaman pek az yanlışın olur. Çok gör ve tehlikeli şeylerden uzaklaş ve davranışlarında ihtiyatlı ol. O zaman pişman olmazsın. Bir kimse konuşmalarında ve davranışlarında az yanlış yaparsa, bu kimse kazanç yolundadır demektir(S.23). Hedefine erişemeyecekmiş gibi öğrenmeye çalış. Sanki onu kaybedecekmiş gibi korku içinde ol(S.55).

HAYATİ TEK: Her insan bilgi edinmeye hevesli olmayabilir. Bu durumdaki kişilerin eğitimi nasıl olmalı?

KONFÜÇYÜS: Bilgi edinmeye istekli olmayanlara bir şey anlatamam. Kendisini göstermeye aciz kimselere yardım edemem. Bir kimseye bilgimin bir kısmını öğrettiğim zaman, o kimse bunun diğer üç bölümünü öğrenmezse, dersimi bir kere daha tekrar etmem(S.46).

HAYATİ TEK: Yeni bilgiler edinmek isteyenler, yanlış yapmama konusunda titiz olacaklar. Bu tamam. Başka neler tavsiye edersiniz?

KONFÜÇYÜS: Fazlaca duymak, iyi olanı seçmek ve daima onu takip etmek… Fazla görmek, onu saklamak… İşte bunlar bilgi kazanmanın ikinci tarzıdır(S.50).

HAYATİ TEK: Sizce bilgiye niçin ihtiyaç duymalı insan?

KONFÜÇYÜS: Eski zamanlarda insanlar bilgiyi kendilerini yetiştirmek için edinirlerdi. Bu zamanda ise insanlar bilgiyi başkalarını mat etmek için elde etmeye çalışıyorlar(S.96).

HAYATİ TEK: Söylediklerinize bakılırsa, yaşadığınız dönemde (M.Ö. 551-479) insanlar öğrenme işini pek de aşkla yapmıyorlar gibi… Bu durum ne gibi sonuçlar doğurur?

KONFÜÇYÜS: Öğrenmeye karşı bir sevgi beslemeden iyilik yapmaktan hoşlanmak, insanı basitliğe götürür. Öğrenme sevgisi olmadan bir şeyi anlamaya çalışma, insanı karışıklığa götürür. Öğrenme sevgisi olmadan samimiyeti istemek, insanı zararlı sonuca götürür. Öğrenme sevgisi olmadan doğruluğu istemek, insanı serkeşliğe götürür. Öğrenme sevgisi olmadan metin olmayı istemek, insanın lüzumsuz hareketler yapmasına sebebiyet verir(S.116). Bir insan uzağı düşünmezse, yakın bir zamanda mutlaka üzüntü ile karşılaşacaktır(S.104).

HAYATİ TEK: Konuya hep öğrenen açısından baktık. Bilginler ne gibi özelliklere sahip olmalı? Bilgiyi kimden öğrenmeli?

KONFÜÇYÜS: Eğer bir bilgin ağırbaşlı değilse ona karşı saygı gösterilmez. Onun bilgisi sağlam değildir(S.18). O kimse kendi davranışlarından utanç duyarsa ve bir yere gönderildiği zaman, etrafındakileri küçük düşürmezse, bu kimseye bilgin denir(S.88). Bir kimse ciddi, çevik ve yumuşak olursa ona bilgin denir(S.90).

HAYATİ TEK: Bunu tam anlayamadım. Kime karşı ciddi, kime karşı yumuşak olmalı?

KONFÜÇYÜS: Arkadaşları arasında ciddi ve çevik, kardeşleri arasında da yumuşak olmalıdır(S.90). Rahatını düşünen bir bilgin, bilgin olarak düşünülemez(S.91).

HAYATİ TEK: Sohbetleriniz sırasında ve eserlerinizde sık sık “üstün insan” kavramını kullanıyorsunuz. Sizce kimdir üstün insan?

KONFÜÇYÜS: Bu kimse için öğrenmeyi seven bir kimse, denebilir(S.20). Büyük ve üstün insan özgür fikirlidir ve partizan değildir. Ancak küçük bir insan partizandır ve özgür fikirli değildir(S.23).

Büyük ve üstün insan, kavga etmez. Fakat icap ederse okla dövüşemez mi? Fakat o yine düşmanını selamlar ve şerefe içki içer. O savaşında bile yine üstün bir insandır(S.26).

Büyük ve üstün insan sözlerinde dikkatli, davranışlarında ağırbaşlı olmalıdır(S.33).

HAYATİ TEK: İnsanları yanlışa düşüren nedir?

KONFÜÇYÜS: İnsanların yanlışları, mensup oldukları sınıfın karakteristik vasıflarıdır. Büyük ve üstün insan dünyada bir şeye karşı ne düşkünlük gösterir, ne de onu küçümser. O, doğru olan şeyi takip eder(S.32). Büyük ve üstün insan, daima memnun ve rahattır. Küçük bir insan ise daima üzüntü ve telaş içindedir(S.52). Üstün erdeme sahip insan, konuşmalarında ihtiyatlı ve yavaştır. Üstün insanın ne endişesi, ne de korkusu vardır(S.77). 

HAYATİ TEK: Endişesi ve korkusu olmamak bir insanı üstün insan yapar mı?

KONFÜÇYÜS: Eğer bir insan vicdanen yanlış bir şey yapmadığına kani ise, neden endişe etsin? Neden korku duysun(S.77)?

HAYATİ TEK: Bu kapsamda sizi üzen tutum ve davranışlar nelerdir?

KONFÜÇYÜS: Erdemi iyi bir şekilde işlememek, öğrenilen şey üzerinde yeter derecede durmamak, doğruluğa karşı ilgisiz kalmak, fena olan şeyleri de işitmeye muktedir olamamak. İşte, bunlar beni üzen şeylerdir. İradeni gerçek prensipler için kullan. Erdemli olan şeyleri kazanmaya çalış. Kendini iyiliğe ver. Eğlencelerin sanat için olsun(S.46).

HAYATİ TEK: Bu faziletlere nasıl ulaşabilir insan? Neyin kötü olduğunu nasıl karar verebilir?

KONFÜÇYÜS: Sadakati ve samimiyeti birinci prensip olarak ele al, doğruluktan ayrılma. İşte bu fazileti yükseltmektir. Bir insanı severseniz ve onun yaşamasını isterseniz. Ondan nefret ettiğiniz zaman onun ölmesini istersiniz. İşte bu bir kuruntu halidir(S.79). Üstün insan başkalarının iyi taraflarını geliştirmelerini ister. Kötü taraflarının gelişmesini istemez. Düşük bir insan ise bunun tam aksini yapar(S.80).

HAYATİ TEK: Topluma karıştığınızda hemen fark ediliyor musunuz? İnsanlar sizi hemen tanıyor mu? Tanımadıklarında ne hissediyorsunuz?

KONFÜÇYÜS: İnsanların beni tanımamış olmalarından dolayı müteessir olmam. Ben onları tanımadığım için üzülürüm(S.20).

HAYATİ TEK: Kimleri tanımak istersiniz? Mesela devlet ve yöneticileri ve kutsal insanlar ilk sırada mı yer alır?

KONFÜÇYÜS: Kutsal insanlar, benim görmeği arzu ettiğim kimseler değillerdir. Görmek istediklerim ancak büyük ve üstün insanlardır. İlgi duyduğum kimseler ebediliği kazanmış insanlardır(S.49).

HAYATİ TEK: Üstün bir insan herkesçe tanınmalı değil mi?

KONFÜÇYÜS: Üstünlükten ne kastediyorsunuz(S.81)?

HAYATİ TEK: Mesela, bütün ülke tarafından tanınan bir insan…

KONFÜÇYÜS: Bu ünlülüktür, üstünlük değildir. Üstün bir insan, sağlam karakterli, dürüst ve doğruluğu seven bir kimsedir. O insanların sözlerini ölçer, kişiliğini inceler ve başkalarına karşı alçak gönüllü olmaya çalışır. Böyle bir adam, memleketi ve klanı içinde tanınır. Ünlü bir insana gelince, görünüşte erdemlidir. Fakat bunun aksini yapar ve kendinden hiç şüphelenmez. Böyle bir insan da memleket ve klanı içinde bilinir(S.81). Üstün insan düşkünlere yardım eder, zenginlerin servetini artırmaz(S.41).

HAYATİ TEK: Yani büyük ve üstün insanda hiç mi nefret duyusu olmaz?

KONFÜÇYÜS: Nefret eder. O, başkalarının kötülüğünden bahsedenlerden nefret eder. Küçük mevkide olup da büyüklerine karşı iftiralarda bulunanları sevmez. Sonra, cesur olup da, törenlere önem vermeyenlerden hoşlanmaz. Ve küstah olanlardan, pazarlıklı anlaşma yapanlardan nefret eder(S.120).

HAYATİ TEK: Neden üstün vasıflara sahip olmalı insan? Üstün insanın nihai hedefi nedir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insanın hedefi gerçekliktir. Yemek onun hedefi olamaz. Kıtlık olduğu zaman bile çift sürülebilir, böylece, bilgi ile kazanç elde edilebilir. Üstün insan gerçeği elde edemeyeceğinden endişelenir. Fakir kalacağından endişe duymaz(S.106).

HAYATİ TEK: Toparlamak gerekirse, üstün insanın temel vasıfları nelerdir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insanın 9 düşünce konusu vardır. Gözlerinin iyi görmesi, kulaklarının iyi duyması, yüzünün yumuşak, davranışlarının saygılı, konuşmalarının samimi ve yaptığı işte dikkatli olması ve şüphe içinde olduğu zaman başkanlarını sorguya çekme, kızdığı zaman güçlükleri, kazanç gördüğü zaman doğruluk düşüncesidir(S.112)

HAYATİ TEK: Üstün insanlar arasında mertebe farkı var mıdır?

KONFÜÇYÜS: Doğuştan bilgili olanlar, en üstün sınıfa mensupturlar. Öğrenmek yoluyla bilgi edinenler, bundan sonraki sınıfa dâhildirler. Budala ve bilgisiz olanlar ise en aşağı sınıfa dâhildirler(S.112).

HAYATİ TEK: Büyük insanla, “aşağı sınıf” olarak gördüğünüz insan arasındaki temel farklılıklar nelerdir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insan ölümünden sonra adının unutulacağından dolayı endişe etmez. Büyük ve üstün insan kendi kendini bulmaya çalışır. Düşük insan ise başkalarını aramaya çalışır. Büyük ve üstün insan, gururludur, fakat kavga etmez. O, bir toplum adamıdır, partizan değil. Büyük ve üstün insan bir kimseyi sözlerinden dolayı yükseltmez, ne de o insan için güzel sözlerden vazgeçer(S.105).

Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatını düşünür. Üstün insan kanunlar üzerinde kafasını çalıştırır, küçük insan ise kendi faydasını aramaya bakar. Daima kendi faydasını göz önünde tutmaya çalışan kimse pek çabuk düşman kazanır. Büyük ve üstün insan yalnız doğruluğu, küçük insan yalnız faydayı düşünür(S.32).

Büyük ve üstün insan doğruluğu en yüksek bir şey kabul eder. Üstün insan doğru olmayıp cesur olursa, o asi demektir. Küçük insan dürüst olmayıp cesur ise, o hırsız olur(S.120).

HAYATİ TEK: Üstün insan hangi konularda çok dikkatlidir? Ya da şöyle sorayım: Nelere mesafelidir?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insanın korktuğu üç şey vardır. Göğün emrinden, büyük adamlardan ve kutsal insanların sözlerinden… Küçük insanlar, göğün emrini bilmezler, bunun için korkmazlar. Büyük adamlara saygıları yoktur. Kutsal insanların sözleriyle aday ederler(S.111-112).

HAYATİ TEK: Üstün insanların başkalarıyla münasebetleri nasıldır?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insan naziktir, fakat yaltaklanmaz. Küçük insan yaltaklanır, fakat nazik değildir. Büyük ve üstün insana hizmet etmek kolay, fakat onu memnun etmek güçtür. Eğer onu doğrulukla bağdaşmayan şeyler üzerinde memnun etmeye çalışırsak, o, bundan hoşlanmayacaktır. Fakat o, emrinde bulunan insanları, kabiliyetlerine göre çalıştırır. Küçük insan hizmet etmek güçtür, memnun etmek kolaydır. Eğer onu doğrulukla bağdaşmayan şeyler üzerinde memnun etmeye çalışsan bile o yine bundan hoşlanacaktır. Emrinde bulundurduğu insanları ayni şekilde çalıştırır(S.89-90).

HAYATİ TEK: Yeni tanıştığımız biriyle yol yürüyüp yürüyemeyeceğimize nasıl karar vermeliyiz?

KONFÜÇYÜS: Değerli bir insan gördüğünüz zaman onun gibi olmayı düşünmeliyiz. Değersiz bir kimseye rastladığımız zaman geri dönmeli ve kendimizi incelemeliyiz(S.33).

HAYATİ TEK: Her üstün insan erdemli midir; ya da her erdemli kişi üstün insan mıdır?

KONFÜÇYÜS: Erdemli insanlar muhakkak ki doğru konuşur. Fakat doğru konuşanlar erdemli olmayabilir. Prensip sahibi olmazlar(S.91). Üstün insan olup da erdemi olmayan insanlar bulunabiliyor! Fakat düşük insanlar asla erdemli olamaz(S.92).

HAYATİ TEK: Üstün insanlar erdemden hiç mi uzaklaşmazlar?

KONFÜÇYÜS: Büyük ve üstün insan, iki yemek arasında bile erdeme aykırı hareket etmez. Acele anlarında dahi ondan ayrılmaz ve tehlikeli zamanlarında da onu bırakmaz. Erdemli bir kimse, bundan başka şeye değer vermez(S.31).

HAYATİ TEK: Erdemli olmak çok mu zor?

KONFÜÇYÜS: Erdemli olmak istersen, ona kolayca erişebilirsin(S.50).

HAYATİ TEK: Nasıl?

KONFÜÇYÜS: Eğer irade erdemin üzerine kurulursa nefret uyandırıcı davranışlar olmaz. Gerçekten erdemli olan bir kimse başkalarını sevebilir veya onlardan nefret edebilir. Zenginlik ve şeref, herkesin istediği şeylerdir. Eğer bunlar doğru bir yolda kazanılmazsa, pek çabuk kaybedilir. Fakirlik ve düşkünlük insanların nefret ettiği şeylerdir. Eğer insanlar dürüst davranmazlarsa, bunlardan kendilerini sıyırmalarının imkânı yoktur(S.31).

HAYATİ TEK: “Erdem yaygınlaşmalı” diyorsunuz yani…

KONFÜÇYÜS: Erdem olduğu yerde kalmamalı, komşulara da tesir etmeli. İhtiyatlı davranışlarda nadiren hata olur(S.34).

HAYATİ TEK: Kişisinin özel hayatı ve huzurlu bir toplum yapısı için erdeme büyük önem veriyorsunuz. Bu kural devlet yöneticileri için de geçerli midir?

KONFÜÇYÜS: Memleketini erdemi ile yöneten bir kimse, yerini daima koruyabilen ve bütün yıldızların kendisine tabi olduğu kutup yıldızı ile mukayese edilebilir(S.20).

HAYATİ TEK: Bu çok çarpıcı, hatta iddialı bir tanımlama oldu ama aynı zamanda halkın ulaşamadığı bir yönetici portresi çıkmadı mı ortaya?

KONFÜÇYÜS: Halkın adaleti için çalışan ve ruhlara saygılı olan, fakat yine onlardan uzak kalan bir kimseye akıllı denir. Güçlükleri yenmeyi birinci ödevi olarak kabul eden ve mükâfatı sonraya bırakan bir kimseye erdemli denir(S.44).

HAYATİ TEK: İnsan vasıflarına sahip bir devlet başkanı, yönetim kademelerini nasıl oluşturmalıdır?

KONFÜÇYÜS: Bir hükümet için lüzumlu olan şeyler, yeter derecede gıda, askeri malzeme ve halkın hükümdarına itimadı olmasıdır(S.78).

HAYATİ TEK: Bunlardan birini çıkarmak gerekse, hangisinden vazgeçilebilir?

KONFÜÇYÜS: Askeri malzeme(S.78).

HAYATİ TEK: Daha da ileri giderek sormak istiyorum: Yiyecek mi itimat mı? Hangisi başarılı bir devlet yönetimi için vazgeçilmezdir?

KONFÜÇYÜS: Yiyecekten vazgeçilebilir. Eskiden beri insanlar ölmeye mahkûmdurlar. Fakat halkın hükümdarına itimadı yoksa o devlet ayakta duramaz(S.78). Bir memlekette prens prens olarak, baba baba olarak, oğul oğul olarak davranırsa, orada bir hükümet vardır(S.79). Hükümeti yönetme sanatı, yorgunluk duymadan hükümet işlerini yapmak ve onları yanılmadan uygulamaktır(S.80).

HAYATİ TEK: Halk ile yöneticiler arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

KONFÜÇYÜS: Memleketi yönetmek demek, halkı doğru yola götürmek demektir. Eğer halkı doğrulukla yönetirsen, doğru davranmamaya kim cesaret edebilir? İyi olan şeyler için isteklerde bulunursanız, halk da iyi olur. Büyüklerle küçükler arasındaki münasebet, rüzgârla otlar arasındaki münasebete benzer. Rüzgâr esince otlar eğilir(S.80-81).

HAYATİ TEK: Ülke yönetiminde kanunlar mı daha ön plandadır, kadrolar mı?

KONFÜÇYÜS: Bir prensin kendi davranışları doğru ise, buyruklar çıkarmadan da hükümet işleri yapılabilir. Eğer kendisi dürüst davranmazsa, her ne kadar buyruklar çıkarırsa da, bunlara kimse riayet etmez. Eğer kendisi doğru yolda gitmezse, başkalarının hareketlerini düzeltmekte ne mana var(S.85-86)?

Memleketi, toplum düzenlerine göre ve samimiyetle idare edilirse, bir karışıklık çıkabilir mi? Memleket samimiyetle yönetilirse toplum kurallarına lüzum kalır mı? Yüksek bir mevkie sahip olmadığından dolayı telaşlanma. Asıl o mevkie layık olup olmayacağından dolayı endişe et(S.32).

HAYATİ TEK: Liyakatli kadrolar elbette önemli… Ancak kanun koymak da gerekli değil mi?

KONFÜÇYÜS: Eğer halk kanunlarla yönetilir ve cezalarla yola getirilmek istenirse, onlar kendilerini cezalardan kurtarmaya çalışacaklar, fakat hiç utanç duymayacaklardır. Eğer onlar erdemle yönetilir ve terbiye icaplarıyla yola getirmek istenirse, utanç duyacaklar ve böylece iyi olmaya çalışacaklardır(S.21). Halk bir sistemi takip etmeye zorlanır. Fakat onu anlamaya asla mecbur edilemez(S.54).

HAYATİ TEK: Diyelim ki bir ülke kötü durumda. Ahlaksızlık, kanunsuzluk almış başını gidiyor. Böyle bir ülkenin başına erdemli bir yönetici geçerse, ülke derhal düzelir mi?

KONFÜÇYÜS: Eğer gerçek bir hükümdar gelse bile yine bir neslin geçmesi gerekir. Ancak bundan sonra erdem hâkim olur(S.86).

HAYATİ TEK: Bir ülkenin başarıyla yönetilip yönetilmediğin nasıl anlayabiliriz?

KONFÜÇYÜS: İyi hükümet, yanında olanları mutlu kılar. Uzakta olanları kendine çeker(S.87). Bir memlekette iyi bir hükümet olduğu zaman, sözler ve davranışlar en yüksek derecesine kadar serbesttir. Kötü bir hükümet iş başında iken davranışlar belki en yüksek derecede serbesttir, fakat konuşmalarda ihtiyatlı olmak gerekir(S.91).

HAYATİ TEK: Ya devlet memurlarının durumu?

KONFÜÇYÜS: Memlekette iyi bir hükümet idare başında olduğu zaman, düşünülen şey sadece maaş ise ve kötü hükümet iş başında iken düşünülen şey yine maaş ise, işte bu utançtır(S.91).

HAYATİ TEK: Bazı yöneticiler halk tarafından çok sevilirken bazıları nedense pek sevilmiyor. Sizce nedir bunun sebebi?

KONFÜÇYÜS: Halk bir kimseden nefret ettiği zaman, bunu incelemek gerekir. Halk bir kimseyi seviyorsa, yine bunu incelemek gerekir(S.106).

HAYATİ TEK: Bu incelemeyi hangi ölçüye göre yapacağız? Başarılı bir yöneticiyi nasıl anlayacağız?

KONFÜÇYÜS: Beş üstün şeye değer verirse ve dört kötü şeyi uzaklaştırırsa, o kimse memleketi iyi bir şekilde yönetir(S.133).

HAYATİ TEK: Nedir o beş üstün konu?

KONFÜÇYÜS: İktidarda olan bir kimse aşırı derecede israf yapmadan faydalı olabilse, halkına pişmanlık getirmeyecek ödevler verirse, aç gözlülük etmeden istediği şeyi alabilirse, gururlu olmadan itibar kazanırsa, korkunç olmadan yüce olabilirse(S.133).

HAYATİ TEK: Aşırı derecede israf yapmadan faydalı olmaktan neyi kastediyorsunuz?

KONFÜÇYÜS: İktidarda olan bir kimse halkı için faydalı işler yapar ve halk bundan faydalanırsa, bu, aşırı derecede israf yapmadan faydalı olmak değil midir? İyi işçiler seçer ve onları çalıştırırsa, bundan kim şikâyet eder? İstekleri hükümetin iyiliği için olursa, onu açgözlü olmakla kim itham eder? Halkı az olsun, çok olsun, ona hiç kimse saygısızlık göstermeye cesaret edemez. Bu gururlu olmaksızın itibar kazanmak değil midir? Elbise ve şapkalarını kendine uygun şekilde seçerse ve bakışları da ciddi olursa, o bu şekilde de saygı görür. Bu, korkunç olmadan yüce olmak değil midir(S.133)?

HAYATİ TEK: Güzel öğütler… Peki, yöneticinin uzak durması gereken dört konu nedir?

KONFÜÇYÜS: Halkı öğretmeden onları ölüme sürüklemek, buna zulüm denir. Onları haberdar etmeden ani olarak iş yüklemek buna baskı denir(S.133). Acele olmayan buyruklar çıkarıp, sonra bunların hemen uygulanmasını istemek. Buna gaddarlık denir. Genel olarak, insanlara bir şey verirken veyahut onları mükâfatlandırırken, hasis davranmak. Buna yersiz davranış denir(S.134).

HAYATİ TEK: Bu şahane öğütler ışığında sormak istiyorum, kimdir büyük devlet adamı?

KONFÜÇYÜS: Büyük devlet adamı, Prensine doğru yolda hizmet edendir. Bunun yapamayacağını anladığı anda devlet hizmetinden çekilen kimsedir(S.73).

HAYATİ TEK: Ülke yönetimiyle ilgili son bir değerlendirme yapmanızı istesek, ne söylersiniz?

KONFÜÇYÜS: Bir memleket iyi bir şekilde yönetiliyorsa, fakirlik ve düşkünlüğün varlığı utanç verici bir şeydir. Bir memleket fena bir şekilde yönetiliyorsa, zenginlik ve şeref gibi şeylerin varlığından utanç duyulmalıdır(S.54).

HAYATİ TEK: Bu kadar üzerinde durduğunuz erdemli olmanın en üst ya da ideal sınırı nedir?

KONFÜÇYÜS: İradeli bilginler ve erdemli insanlar, erdemlerine zarar verecek bir şekilde yaşama yolunu aramazlar. Hatta erdemlerini daha mükemmelleştirmek için hayatlarını feda ederler(S.103). Bir insanın bilgisi yeter ise de, onu tutacak erdemi yoksa neyi kazanırsa kazansın, sonunda her şeyi kaybeder(S.106). Erdem bir insan için su ve ateşten de önemlidir. Ben ateş ve su içinde ölen insanlar gördüm. Amma fazilet içinde ölenleri görmedim(S.107).

HAYATİ TEK: Erdemde mükemmelliğe nasıl ulaşılabilir?

KONFÜÇYÜS: Önce, gereken şeyi yapmak ve başarıyı sonra düşünmek… Bu erdemi yükseltme yolu değil midir? Kendisinin zayıf taraflarını anlatmak ve fakat başkalarının kötülüklerini söylememek… İşte bu kötülüğü düzeltmek değil midir? Ufak bir hiddetle hayatına kıymak ve ailesini derde sokmak… Bu bir hata değil midir(S.82)?

HAYATİ TEK: Haklısınız da, “mükemmel erdem” deyince ne anlamalıyız? Asıl merak ettiğim o…

KONFÜÇYÜS: Dünyada beş şeyi, her şeye uygulayabilmek kabiliyetine mükemmel erdem denir(S.115).

HAYATİ TEK: Nedir bunlar?

KONFÜÇYÜS:  Ağır başlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk, nezaket(S.115)…

HAYATİ TEK: Bunların hayatımıza katkısı ne olacak?

KONFÜÇYÜS: Ağır başlı isen saygısızlık görmezsin. Cömert isen, her şeyi elde edersin. Samimi isen, halk sana itimat eder. Doğru isen, çok şey başarırsın. Nazik isen, başkalarını hizmetinde kullanabilirsin(S.115).

HAYATİ TEK: Herkes mükemmel bir yaşam süremez. Zor durumda bulunanlara ne tavsiye edersiniz?

KONFÜÇYÜS: Dayanıklılık, katlanma, sadelik ve alçak gönüllülük erdeme yakındır(S.90). Şikâyet etmeksizin fakirliğe katlanmak güçtür. Gururu olmayanın zengin olması kolaydır(S.93). Erdemli olmayan kimseler, uzun zaman yoksulluğa, sıkıntıya ve eğlenceye karşı koyamazlar. Erdem, erdem içinde yer alır. Akıllı olanlar bunu ararlar(S.30).

HAYATİ TEK: Doğru ve mutlu bir yaşam sürmeleri için okuyucularımıza ne tavsiye edersiniz?

KONFÜÇYÜS: Sadakati ve samimiyeti birinci planda tut. Kendine uygun olmayan kimselerle arkadaşlık etme. Yanlışlarını düzeltmekten korkma(S.18). Doğru olan şeyi görmek, fakat bunu yapmamak cesaretsizliktir(S.25). Büyük ve üstün insan kuyu içine atılmış olabilir. Fakat o, başkalarını oraya göndermez. O, aldatılabilir, fakat başkalarını tuzağa düşürmez(S.44). Büyük ve üstün insan, akrabalarına iyi muamele eder, halkını fazilete yükseltir. O, arkadaşlarını ihmal etmezse, halk da doğru yoldan gider(S.52). Şiirle zekâ gelişir. Terbiye ve toplum kurallarıyla insanın karakteri yapılır ve müzikle mükemmel hale gelir(S.54).

HAYATİ TEK: Öğütleriniz, toplumsal barış ve huzurun da yolunu aydınlatıyor. Lütfen devam eder misiniz?

KONFÜÇYÜS: Bir kimse nefsine hâkim olursa ve toplum kurallarına bağlı kalırsa, o kimseye üstün erdemli kimse denir(S.76)? İnsan yalnız yaşarken ağırbaşlı olmalı. Görevi başında iken dikkatli olmalı. Başkalarıyla arkadaşlık ederken samimi olmalı. Vahşi kabileler içinde yaşasa bile, yine bunları bırakmamalı(S.88).

HAYATİ TEK: İlişkiye gireceğimiz insanların iyi bir insan olduğunu nasıl anlayacağız?

KONFÜÇYÜS: Temasta bulunduğum insanların hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu nasıl bileyim(S.105)?

HAYATİ TEK: Yine de hayatınıza dâhil ettiğiniz güzel insanlar vardır. Siz de illaki birilerini beğenirsiniz? Bunun ölçüsünü merak ediyorum.

KONFÜÇYÜS: Bir insanın yapacağı işlere bak: onun davranışlarına dikkat et. Dinlendiği şeylere bak. Bir insan kişiliğini nasıl gizleyebilir(S.22)?

Bazı insanlarla beraberce çalışabiliriz. Fakat esas meselelerde beraber olmadığımızı anlarız. Esas prensiplerde beraber olabiliriz. Fakat bunları uygulamak hususunda anlaşmaya varamayız. Bunları uygulama hususunda anlaşsak dahi olaylar hakkında bir hüküm vermekte ayrılabiliriz(S.62). Kabiliyeti ortanın üstünde olan insanlarla yüksek konular konuşmak mümkündür. Fakat ortanın altında kimselerle bu konular üzerinde konuşulamaz(S.44). İkiyüzlü konuşmalar, erdemi sarsar. Küçük şeylere karşı sabırsız olmak, büyük planları bozar. Bir insan, yanlışları olup da bunları düzeltmezse bu hataları benimsemiş demektir(S.106).

HAYATİ TEK: O halde, erdemli bir insan, erdemli olmak üzere yola çıkan bir genç, kimlerle arkadaş olmalıdır?

KONFÜÇYÜS: Yolları ayrı olan insanlar birbirlerine yardım edemezler. Faydalı olan üç çeşit arkadaşlık ve zararlı olan üç çeşit arkadaşlık vardır. Dürüst, samimi ve anlayışlı arkadaş faydalıdır. İkiyüzlü, kurnaz ve çok konuşan bir arkadaş ise zararlıdır. İnsanların faydalandığı üç türlü eğlence ve zarar gördüğü üç çeşit eğlence vardır(S.107).

HAYATİ TEK: Nelerdir bunlar?

KONFÜÇYÜS: Müzik ve törenler üzerinde çalışma, başkalarının iyiliğinden bahsetme ve arkadaşlara sahip olma zevki: İşte bunlar faydalıdır. Aşırı eğlence, boş vakit geçirme ve ziyafetlerden hoşlanma: İşte, bunlar zararlıdır(S.111).

HAYATİ TEK: Efendim, doyumsuz sohbetimizin sonuna geldik. Okuyucularımıza vermek istediğiniz son bir mesajınız var mı?

KONFÜÇYÜS: Yiyecek pirincim, içecek suyum ve kolumu dayayacak bir yastığım var. Bunlarla ben mesudum. Zenginlik, unvan doğru olmayan bir yolda elde edilirse, bunlar benim için uçan bulutlar gibidir(S.48).

Göğün buyruklarını bilmeden büyük ve üstün insan olmak mümkün değildir. Toplum kurallarını bilmeden karakter sahibi olunamaz. Konuşmasını bilmeden, insanları tanımak imkânsızdır(S.134).

KAYNAK: Konfüçyüs; Konuşmalar, Çev: Muhaddere Özerdim, Dünya Edebiyatından Seçmeler, MEB Yayını, İstanbul 1990.

]]>
SANAL RÖPORTAJ / VLADİMİR İLYİÇ LENİN: “Komünist toplum, her şeyin, toprağın, fabrikaların ortaklaşa sahip olunduğu ve halkın ortak çalıştığı bir toplumdur.” https://hayatitek.com/vladimir-ilyic-lenin-komunist-toplum-her-seyin-topragin-fabrikalarin-ortaklasa-sahip-olundugu-ve-halkin-ortak-calistigi-bir-toplumdur/ Sun, 31 May 2020 16:56:12 +0000 http://hayatitek.com/?p=271
VLADİMİR İLYİÇ LENİN

HAYATİ TEK: Sizce de uygunsa, söyleşimize ilk kez tarafınızdan uygulamaya konulan komünist sistemle ilgili bazı genel kavramlarla başlamak istiyoruz. Siyasi partilerin komünist hareketteki yeri ve önemiyle başlasak nasıl olur?

LENİN: İddia ediyorum ki, hiç bir ihtilal hareketi sağlam ve sürekliliğini muhafaza eden bir önderler teşkilatı olmaksızın mevcut olamaz. Mücadeleye fevri olarak giren halk kitlesi ne kadar büyük olursa, böyle bir teşkilatın olması zarureti de o kadar elzemdir ve bu teşkilat böyle o nispette sağlam olmak zorundadır(1).

HAYATİ TEK: Böyle bir teşkilat kimlerden oluşmalıdır?

LENİN: Böyle bir teşkilat esas itibariyle meslek icabı ihtilal faaliyetiyle uğraşan insanlardan meydana gelmelidir(2).

HAYATİ TEK: Peki, partinin ilk hedefi ne olmalıdır?

LENİN: Partimizin sağlamlığı, dayanıklılığı ve temizliğini korumak vazifemizdir. En sıkı bir parti prensibi çok gelişmiş bir sınıf mücadelesi durumunun beraberinde getirdiği araz ve neticelerdir. Ve aksine açık ve geniş bir sınıf mücadelesinin yararı için, sıkı bir parti prensibinin inkişafına ihtiyaç vardır. Marksizm işçi partisini eğiterek, proletaryanın öncülerini yetiştirmektir(3).

HAYATİ TEK: Partililer ne gibi görevleri yapmak üzere yetiştirilecekler?

LENİN: Bunlar yeni düzeni sevk ve idare etmeye, teşkilatlandırmaya, bütün emekçilerin ve sömürülenlerin öğretmenleri, idarecileri ve önderleri olmaya muktedirdirler. Demir gibi bir mücadele çelikleşmiş bir parti olmaksızın, mevcut sınıf içinde bütün dürüst olanların güvendikleri bir parti olmaksızın, kitlelerin duygu ve düşüncelerini takip etmesini ve etkilemesini bilen bir parti olmaksızın böyle bir mücadeleyi başarılı olarak sevk ve idare etmek mümkün değildir(4).

HAYATİ TEK: Parti nasıl bir strateji izlemeli?

LENİN: Bir partinin taktiğinden o partinin politik tutum ve davranışı veya onun politik faaliyetinin karakteri, yönü ve usulleri anlaşılır. Yeni vazifeleri veya yeni bir politik durumun karşısında partinin politik tutum ve davranışını bir bütün olarak kesinlikle tespit edecek taktik kararlar bir parti kongresinde kabul edilirler. Yalnız kendi kendine güvenmeyen bir kimse, güvenilmeyeceğini bildiği insanlarla da olsa, geçici ittifaklardan korkabilir. Fakat hiçbir siyasi parti böyle birleşmeler olmaksızın varlığını devam ettiremez(5).

HAYATİ TEK: Neden?

LENİN: Eğer biz, proletaryanın sosyalizm uğrundaki büyük kurtuluş mücadelesinde, emperyalizmin münferit zulümlerine karşı girişilen her halk hareketinden krizin şiddetlenmesi ve yayılması için istifa etmesini beceremeseydik, çok kötü ihtilalciler olurduk. Gerçekten de ihtilalci bir partinin vazifesi bütün anlaşmalara karşı imkânsız olması gereken bir istiğna göstermesi ve onu ilan etmesi değildir(6).

HAYATİ TEK: Nedir peki?

LENİN: Onun vazifesi bütün kaçınılmaz olan anlaşmaları yaparken prensiplerine, sınıfına ve ihtilal vazifesine sadık kalmasını bilmekten ibarettir(7).

HAYATİ TEK: İhtilal vazifesinin özü nedir?

LENİN: İhtilal vazifesi, ihtilalin hazırlanması ve ihtilalde halk kitlelerinin zaferinin muktedir bir hale getirilmesidir. Proleter ve yarı proleter kitlelerin mensup oldukları teşkilat, dernek ve birliklerde -çok gerici olsalar bile- sistemli sebatlı ve sabırlı olarak propaganda yapmak ve tahrikte bulunmak için her türlü fedakârlığı yapmayı ve en büyük engelleri aşmayı bilmek gerekir(8).

HAYATİ TEK: Sadece Rusya’da ihtilal yaparak yetinmeyeceğinizi biliyoruz. Hedefiniz olan “dünya ihtilalini” nasıl gerçekleştireceksiniz?

LENİN: İlk olarak, Avrupa’ya sosyalist ihtilalin gelmesi gerektiğine ve geleceğine şüphe yoktur. Sosyalizmin son zaferi hakkındaki bütün ümitlerimiz bu kanaate ve bu ilmi tahmine dayanmaktadır. İşte burada Rus ihtilalinin en büyük zorluğu, en büyük tarihi meselesi karşımıza çıkıyor(9).

HAYATİ TEK: Nedir o?

LENİN: Milletlerarası problemleri çözmek zarureti, milletlerarası ihtilale sebebiyet vermek, dar milli mahiyette olan ihtilalimizden dünya ihtilaline geçişi sağlamak gereği… Bütün bu zorluklardan kurtuluşumuz -gene tekrarlıyorum- bütün Avrupa’da yapılacak ihtilale bağlıdır. Kurtuluşun yalnız milletlerarası ihtilal yoluyla mümkün olacağı… Sosyalist dünya ihtilalinin başka şubeleri bize yardıma gelmedikçe, sanki kuşatılmış bir kalede bulunuyor gibiyiz. Fakat bu şubeler vardır, onlar bizimkilerden daha çoktur; onlar büyüyor, olgunlaşıyor ve güçleniyor. Zafer bizim olacaktır. Çiftlik sahipleri ve kapitalistlerin Rusya’da yıkılmış olan iktidara bütün dünyada da mağlup edilecektir. Artık kısa bir zaman sonra bütün dünyada komünizmin zaferini göreceğiz. Dünyayı kuşatan Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulduğunu göreceğiz. Bütün dünya, istikbal, Sovyet düzeninin olacaktır. Ülkemizde proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirirsek, proletaryanın öncü birliği olan ve onu sevk eden parti vasıtasıyla onun kuvvetlerini en derli toplu bir şekilde toplayabilirsek, o zaman dünya ihtilalini ümitle bekleyebiliriz. Eğer bu olursa, eminim ki, dünya ihtilalinin perspektifleri sadece iyi değil, hatta mükemmel olacaktır(10).

HAYATİ TEK: Ya Avrupa’da beklediğiniz ihtilal gerçekleşmez ve proleterler dünyanın dört bir yanında iktidara gelmezse ne olacak?

LENİN: Biz yalnız bir devlet içinde değil, fakat bir devletler sistemi içinde yaşıyoruz ve emperyalist devletlerin yanında Sovyet Cumhuriyetinin sürekli olarak var olması düşünülemez(11).

HAYATİ TEK: Tam da bunu soruyorum.

LENİN: En sonunda ya biri ya da öteki muzaffer olacaktır. Bu neticeye varıncaya kadar Sovyet Cumhuriyeti ile burjuva devletleri arasında bir sürü ve korkunç çarpışmalar mukadderdir(12).

HAYATİ TEK: Sizin gibi düşünmeyenlerle barış içinde bir arada yaşamanız mümkün olamaz mı?

Sosyalizmin yanında kapitalizm oldukça barış içinde yaşayamazlar. Biri veya öteki sonunda galip olacaktır. Ya Sovyet Cumhuriyeti ya da dünya kapitalizmi mezara götürülecektir(13).

HAYATİ TEK: Bu net ve samimi cevabınız için teşekkür ederiz. Bize kısaca Marksizm’in devlet anlayışından bahseder misiniz? Küresel proleter ihtilal gerçekleştiğinde nasıl bir anlayışla yönetilecek dünya?

LENİN: Tarihte devrimci düşünürlerin öğretileri ile, kurtuluşları için savaş veren ezilen sınıflar önderlerinin öğretileri başına bir çok kez gelen şey bugün Marks öğretisinin başına geliyor(14).

HAYATİ TEK: Ne gibi?

LENİN: Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıkla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları teselli etmek ve onları aldatmak için adlarını bir hale ile süslemeye çalışırlar(15).

HAYATİ TEK: Ödüllendirilmenin nesi kötü? Bunda gördüğünüz art niyeti açıklar mısınız?

LENİN: Böylelikle devrimci öğretiler içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi harekete oportünistleri, bugün işte Marksizm’i evcilleştirme biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor. Bugün bütün sosyal şovenler, -gülmeyin- Marksist’tirler(16).

HAYATİ TEK: Estağfurullah. Gülmek değil de… İnsanın buna inanası gelmiyor doğrusu…

Ve daha düne dek Marksizm’in kökünü kazıma işinde uzmanlaşmış burjuva Alman bilginleri, şimdi bir soygun savaşının yürütülmesi için son derece iyi örgütlenmiş o işçi sendikalarını eğitecek bir milli-Alman Marks’tan gitgide daha sık söz ediyorlar(17).

HAYATİ TEK: Yani Marksizm çarpıtılıyor mu? Peki, bu nasıl yapılıyor?

LENİN: Marksizm’in çarpıtılması iki ana çizgi izlemektedir. Bir yanda, karşı çıkılması imkânsız tarihi olguların baskısı altında, nerede sınıf çelişkileri ve sınıf savaşları varsa, ancak orada devletin var olduğunu kabul etmek zorunda kalan burjuva ve özellikle küçük-burjuva ideologlar, devleti sınıfların bir uzlaşma organı olarak ortaya çıkaracak biçimde, Marks’ı tashih ederler. Marks’a göre, eğer sınıflar arası uzlaşma imkânı olsaydı, devlet ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bol bol Marks’tan söz eden hamkafa profesörler ve gazete yazarlarına göre devletin rolü, sınıfları uzlaştırmaktır(18).

HAYATİ TEK: Bunda ne kötülük var? Sınıfların uzlaşması barış ortamına katkı sağlamaz mı? Marks bunun tersini mi söylüyor?

LENİN: Marks’a göre devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır. Sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir düzenin kurulmasıdır. Böylece, 1917 Devrimi’nde, devletin anlamı ve rolü meselesi, pratik bakımdan ivedi bir eylem meselesi, üstelik bir yığın eylemi meselesi olarak tüm genişliğiyle ortaya çıktığı zaman, Devrimci-Sosyalistler ile Menşeviklerin hepsi, hemen ve gözlerini kırpmadan, sınıfların devlet tarafından uzlaştırılması küçük-burjuva teorisine dört elle sarıldılar(19).

HAYATİ TEK: Devletin temel rolü, toplumsal kesimler arasında uzlaşmayı sağlamak değil mi?

LENİN: Devlet, sınıf karşıtlarını frenleme gereksiniminden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal akımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. Antik devletle feodal devlet, kölelerle serflerin sömürülmesi organı oldular. Ama yalnızca onlar değil, modern temsili devlet de, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aletidir(20).

HAYATİ TEK: Bunun hiç mi istisnası yoktur?

LENİN: İstisna olarak, savaş durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü, sözde aracı olarak, bir zaman için bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. Yani 17. ve 18. yüzyılların mutlak hükümdarlıkları gibi. Fransa’da Birinci ve İkinci İmparatorluğun Bonapartizmi gibi, Almanya’da Bismarc gibi. Buna Sovyetlerin, küçük-burjuva demokratlar tarafından yönelmeleri nedeniyle henüz güçsüz, buna karşılık burjuvazinin de Sovyetleri dağıtmak için henüz yeterince güçlü olmadığı bir anda, devrimci proletaryayı ezmeye başladıktan sonra, Cumhuriyetçi Rusya’daki Kerenski hükümeti gibi, diye ekleyeceğim(21).

HAYATİ TEK: Söz devletten açılmışken, “demokratik cumhuriyet” kavramı hakkındaki düşüncelerinizi almak istiyoruz. Zira birçok devlette olduğu gibi sosyalizmle yönetilen birçok ülkenin adının başında bu kavram var.

LENİN: Demokratik Cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı en iyi politik biçimidir. Çünkü sermaye, demokratik cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği, onu sarsamaz. Bizim Devrimci-Sosyalistlerimizle Menşeviklerimiz gibi küçük-burjuva demokratları, tıpkı ikiz kardeşleri olan Batı Avrupa sosyal-şoven ve oportünistlerinin tümü gibi, genel oy hakkında açıkça daha çok bir şey beklerler. Genel oy hakkının bugünkü devlet içinde, emekçiler çoğunluğunun iradesini gerçekten dile getirmeye ve bu iradenin yerine getirilmesini sağlamaya yetenekli olduğu fikrini paylaşır ve bu yanlış fikri halka da aşılarlar(22).

HAYATİ TEK: Demokrasi insanlığın ulaştığı en eşitlikçi yönetim sistemi kabul ediliyor. Üstelik sözlerinizden, devlet fikrine tamamen karşı olduğunuz anlamını çıkarıyorum.

LENİN: Burada yalnızca, Engels’in açık ve somut açıklamasının, resmi (yani oportünist) sosyalist partilerin propaganda ve ajitasyonunda her an değiştirilip çarpıtıldığına işaret ederek, bu yanlış fikrin altını çizmekten başka bir şey yapamayız(23).

HAYATİ TEK: Ne diyor Engels?

LENİN: Engels, en tanınmış eserinde (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) görüşlerini toplu bir biçimde şöyle özetler: “Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine mecburi olarak bağlı olan belirli bir ekonomik gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de, kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticileri özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, tüm devlet makinesini, bundan böyle kendisine layık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı atika (eski eserler) müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına(24).

HAYATİ TEK: Devletin nasıl yok olduğu yahut yok olacağı konusunu biraz detaylandırır mısınız?

LENİN: Engels’in, devletin sönmesi üzerindeki formülleri öylesine yaygın, öylesine yinelenen, oportünist salçalı uzlaşmacı Marksizm’in alışılmış sahteciliğinin temelinde ne yattığını öylesine ortaya koyan şeylerdir ki, onlar üzerinde uzun durmak gerekir(25).

HAYATİ TEK: Biz yine de kısa kısa temas etsek diyorum… Tabii sizce de uygunsa.

LENİN: Engels şöyle der:

“Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama, bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf ayrımları ile sınıf karşıtlarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış üretim şartlarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı var olan üretim biçimi (kölelik, toprak köleliği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı şartları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurul biçimindeki birleşimiydi. Ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti ilkçağda köle sahibi yurttaşların, orta çağda feodal soyluluğun, çağımızda burjuvazinin devleti olduğu ölçüde böyleydi. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasına gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet ilga edilmez, söner. Özgür halk devleti üzerindeki kof tümcenin, ajitasyon aracı olarak geçici doğruluğu bakımından olduğu kadar, ilmi fikir olarak kesin yetersizliği bakımından da değerlendirilmesini; bunun gibi, anarşist denilen kimselerin, devletin bugünden yarına ortadan kaldırılması yolundaki istemlerinin değerlendirilmesini de, işte bu sağlar.”

Yanılgıya düşmekten çekinmeksizin söylenebilir ki, Engels’in düşünce zenginliği bakımından çok dikkate değer bu yazısı, bugünkü sosyalist partilerde, Marks’a göre devletin ortadan kaldırılması yolundaki anarşist öğretinin tersine, sönmesinin doğruluğu yolundaki bilgilerden başka bir sosyalist düşünce izi bırakmıştır(26).

HAYATİ TEK: Peki, bu düşünce tarzı Marksizm’i pasif düşürmüyor mu?

LENİN: Evet, Marksizm’i bu biçimde güdükleştirmek, onu oportünizme indirgemek demektir(27).

HAYATİ TEK: Nedenini açıklar mısınız?

LENİN: Çünkü, böylesine bir yorumdan sonra, bulanık, yavaş, eşit, kerteli, sıçramasız-patlamasız, devrimsiz bir değişiklik düşüncesinden başka bir şey kalmaz. Devletin sönmesi kavramı, yığınlar arasında genellikle yaygın bulunan günlük anlayışı içinde, hiç şüphe yok ki, devrimin uyutulması, hatta reddedilmesidir. Oysa, böylesine bir yorum, Marksizm’in, yalnızca burjuvazi için yararlı ve teorik olarak, mesela Engels’in “in extenso (enine boyuna)” aktardığımız yargılarında belirtilmiş bulunan başlıca şart ve düşüncelerin unutulması üzerine kurulu ve kaba çarpıtılmalarından biri olmaktan başka bir şey değildir(28).

HAYATİ TEK: Bu çarpıtma nasıl olmaktadır?

LENİN: Birinci olarak, akıl yürütmenin başında, Engels, proletaryanın devlet iktidarını eline geçirerek, böylece devlet olarak devleti ortadan kaldırdığını söyler. Bunun ne anlama geldiğini düşünmek adet olmamıştır. Çoğunlukla, ya bunun anlamı hiç anlaşılmıyor, ya da burada, Engels bakımından, Hegel’ci bir gevşeklik gibi bir şey görülüyor(29).

HAYATİ TEK: Engels’in devletlerin yok oluşunu açıklarken kullandığı “sönme” kavramını mı kastediyorsunuz? Gerçekte ne anlatmak istiyor Engels?

LENİN: Gerçeklikte, bu sözler proleter devrimlerin en büyüklerinden birinin deneyini, sırası gelince üzerinde uzun uzun durmak istediğim 1871 Paris Komünü deneyini, sıkıca dile getirirler. Engels burada, proletarya devrimiyle burjuvazinin devletinin ortadan kaldırılmasından söz eder(30).

HAYATİ TEK: “Sönme” betimlemesinde sanki bir edilgenlik, kendiliğindenlik var ama…

LENİN: “Sönme” üzerine söylediği şeyler, sosyalist devrimden sonra, proleter devletten ne kalmışsa onunla ilgilidir. Engels’e göre, burjuva devlet “sönmez”, devrim sırasında proletarya tarafından “ortadan kaldırılır(31).”

HAYATİ TEK: Peki, devrimden sonra sönen şey nedir?

LENİN: Devrimden sonra sönen şey, proleter devlet, başka bir deyişle, bir yarı-devlettir. İkinci olarak; devlet özel bir baskı gücüdür. Engels’in bu hayranlık verici ve son derece derin tanımlaması burada en yetkin bir açıklıkla dile getirilmiştir(32).

HAYATİ TEK: Buradan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız?

LENİN: Bundan şu sonuç çıkar: proletaryaya karşı burjuvazi tarafından milyonlarca emekçiye karşı bir avuç zengin tarafından kullanılan bu özel baskı aracı yerine, burjuvaziye karşı proleterya tarafından uygulanan bir özel baskı gücü (proletarya diktatoryası) geçmesi gerekir. Devletin devlet olarak ortadan kalkmasının anlamı işte budur. Ve toplum adına üretim araçlarına el koma eyleminin de anlamı budur. Kendiliğinden anlaşılır ki, bir özel gücün (burjuvazinin devleti) bir başka özel güçle (proletaryanın devleti) böylesine bir yer değiştirmesi hiç bir zaman “sönme” şeklinde olmaz. Üçüncü olarak; bu “sönme” ya da daha renkli bir deyimle, bu “uykuya dalma”yı, Engels, hiçbir anlam belirsizliğine yer vermeksizin, “devlet tarafından, toplumun tümü adına üretim araçlarına el koyma”dan sonraki yani sosyalist devrimden sonraki döneme erteliyor. Hepimiz biliriz ki, devletin o andaki siyasi biçimi en tam demokrasidir. Ama, Marksizm’i utanıp sıkılmadan çarpıtan oportünistlerden hiçbirinin aklına gelmez ki, bu durumda Engels’te söz konusu olan şey demokrasinin “uykuya dalması” ve “sönmesi”dir. Bu, ilk bakışta çok garip görünür. Bununla birlikte, bu ancak demokrasinin de bir devlet olduğu ve bunun soncu, devlet yok olduğu zaman, aynı biçimde demokrasinin de yok olacağı gerçeğini düşünmeyen biri için anlaşılmaz bir şeydir. Burjuva devletini ancak devrim ortadan kaldırabilir. Genel olarak devlet, yani en tam demokrasi ise, ancak “sönebilir(33).

HAYATİ TEK: Bu konuda başka çarpıtma var mı?

LENİN: Evet, dördüncü çarpıtmada, Engels, ünlü “devlet söner” tezini formüle ederken, bu tezin hem oportünistlere, hem de anarşistlere karşı yönelttiğini somut bir biçimde gösterir. Ve Engels’te asıl önemli olan şey, onun “devletin sönmesi” tezinden çıkarılmış bulunan oportünistleri hedef alan sonuçtur. Devletin “sönmesi” konusunda bir şey okumuş, ya da bundan söz edildiğini duymuş 10.000 kişiden 9990’ının, Engels’in bu tezin sonuçlarını yalnızca anarşistlere karşı yönetilmediğini ya hiç bilmedikleri, ya da artık unutmuş oldukları üzerine bahse girilebilir. Ve geri kalan on kişinin dokuzu da, “özgür halk devleti”nin nemenem bir şey olduğunu ve bu belgeye saldırmakla, neden oportünistlere de saldırmış bulunduğunu kuşkusuz bilmez. Tarihi böyle yazıyorlar! Büyük Devrimci öğretiyi, egemen hamkafalığa çaktırmadan, yavaş yavaş, böyle uyduruyorlar. Anarşistlere karşı olan sonuç bin kez ele alınmış, bayağılaştırılmış, en dar düşünceli bir biçimde kafalara sokulmuştur. Bir önyargı gücü kazanmıştır bu sonuç. Oportünistlere karşı olan sonuç ise, karanlıkta kalmış ve unutulmuştur! Sonra, her devlet ezilen sınıfa karşı yöneltilmiş özel bir baskı gücüdür. O halde, hiçbir devlet, ne özgürdür, ne de halk devletidir(34).

HAYATİ TEK: Engels’in böyle bir söz ya da tespiti var mı?

LENİN: Bunun böyle olduğunu Marks ve Engels, 70 yıllarında (1870) parti arkadaşlarına birçok kez açıklamışlardır. Beşinci olarak; Engels’in, devletin sönmesi konusunda bir akıl yürütme bulunduğunu herkesin hatırladığı bu yeni eseri, zora dayanan devrimin önemi üzerine bir başka akıl yürütme de içerir. Zora dayanan devrimin oynadığı tarihi role verdiği değer, Engels’te zora dayanan devrimin gerçek bir övgüsü durumuna dönüşür. Ama bunu kimse hatırlamaz; günümüzün sosyalist partileri de, bu fikrin öneminden söz etmek, hatta bunu düşünmek, usulden değildir. Yığınlar arasındaki günlük propaganda ve ajitasyonda, bu fikirler hiçbir rol oynamaz. Oysa bu fikirler, devletin “sönmesi” fikriyle birlikte uyumlu bir bütün oluşturur ve ona çözümlemezcesine bağlı bulunurlar. İşte Engels’in akıl yürütmesi: “… Ama zor, tarihte, başka bir rol (kötülük kaynağı olmaktan başka bir rol) devrimci bir rol” de oynarmış; Marks’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin sayesinde donmuş ve ölmüş siyasi biçimleri alt ettiği ve parçaladığı aletmiş(35).

HAYATİ TEK: Devletlerin yıkılmasıyla bir yönetim boşluğu doğmayacak mı? Bu boşluk nasıl doldurulacak?

LENİN: Marks, bu soruya, 1847’de Komünist Manifesto’da, henüz yalnızca tamamen soyut, ya da daha çok meseleleri belirten, ama çözüm yollarını göstermeyen bir cevap veriyordu(36).

HAYATİ TEK: Neydi o cevap?

LENİN: Devleti “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ile demokrasinin fethi ile değiştirmek: Komünist Manifesto’nun cevabı, buydu(37).

HAYATİ TEK: Bu muğlak ve ütopik bir cevap gibi duruyor.

LENİN: Marks’ta ütopyacılığın zerresi yoktur. O tepeden tırnağa “yeni” bir toplum tasarlamaz. Hayır, o yalnızca yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, tabii bir süreç olarak inceler(38).

HAYATİ TEK: Devletin yerinin nasıl doldurulacağı sorumuza henüz cevap alamadık.

LENİN: 1871 Paris Komünü, emeğin ekonomik kurtuluşun gerçekleştirmeyi sağlamak için proleter devrim tarafından en sonu bulunmuş olan biçimdir. Komün, proleter devrim tarafından, burjuva devlet makinesini parçalamak için yapılmış ilk girişimdir. Parçalanmış olan şeyin yerine geçmesi mümkün ve gerekli olan, en sonu bulunmuş olan siyasi biçimdir. Daha ilerde, 1905 ve 1917 Rus devrimlerinin, ayrı bir çerçeve ve başka şartlar içinde Komün’ün eserini sürdürüp Marks’ın dâhice tarihi çözümlemesini doğruladıklarını göreceğiz(39).

HAYATİ TEK: O halde Paris Komünü örneğinden yola çıkarak komünist toplumun yapısının nasıl olacağını anlatır mısınız?

LENİN: Şimdi, mesele biraz başka türlü konuyor: komünizme doğru giden kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş, siyasi bir geçiş dönemi olmaksızın imkânsızdır(40).

HAYATİ TEK: Tam da onu soruyoruz. Devrim sonrası kurulan ve Engels’in tanımlamasıyla sönecek olan devlet, nasıl bir devlettir?

LENİN: Bu dönemin devleti de, proletaryanın devrimci diktatoryasından başka bir şey olamaz. En sonu, ancak komünizm, devleti büsbütün gereksizleştirir, çünkü o zaman, sırtı yere getirilecek hiç kimse, sınıf anlamında hiç kimse yoktur. O zaman nüfusun belirli bir bölümüne karşı sistemli bir savaş, artık yoktur(41).

HAYATİ TEK: Açıkçası bu düşünce de biraz ütopik görünüyor. Sıfır hatalı bir sosyal yapı kurulabilir mi? Hiç mi çatlak ses çıkmaz?

LENİN: Biz ütopyacı değiliz ve şahsi aşırılıkların mümkün ve kaçınılmaz şeyler olduğunu hiçbir zaman reddetmiyoruz. Ama bu aşırılıkları bastırmanın gerekli olduğunu da reddetmiyoruz. Marks, ütopyaya düşmeden, bu gelecek konusunda şimdiden tanımlanabilecek şeyi, yani; komünist toplumun alt ve üst safhası arasındaki ayrımı en teferruatlı bir biçimde tanımlamıştır(42).

HAYATİ TEK: Nasıl?

LENİN: Kapitalizmin bağrından henüz çıkmış bulunan ve bütün alanlardaki eski toplumun izlerini taşıyan komünist toplumu, Marks, komünist toplumun birinci ya da alt safhası olarak adlandırır. Üretim araçları, daha şimdiden, artık şahısların özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır(43).

HAYATİ TEK: Özel mülkiyet ortadan kalkınca eşitlik ve adalet sağlanmış mı olacak?

LENİN: Komünizmin ilk safhası, adalet ve eşitliği gerçekleştiremez. Zenginlik bakımından insanlar arasındaki farklılıklar, hem de haksız farklılıklar sürecektir. Ama insanın insan tarafından sömürülmesi de imkânsız olacaktır. Çünkü üretim araçları, yani fabrikalar, makineler, toprak vb. üzerinde, özel mülkiyet olarak, egemenlik kurulamayacaktır(44).

HAYATİ TEK: Bu bağlamda demokrasi kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?

LENİN: Demokrasi, eşitlik demektir. Proletaryanın, sınıfların ortadan kalkması anlamında almak şartıyla, eşitlik ve eşitlik sloganı için mücadelenin taşıdığı çok büyük önem kolay anlaşılır. Ama demokrasi yalnızca “şekli” eşitlik anlamına gelir. Ve bütün toplum üyelerinin üretim araçları mülkiyetine göre eşitliği, yani emek eşitliği, ücret eşitliği gerçekleşir gerçekleşmez, şekli eşitlikten gerçek eşitliğe, yani “herkesten yeteneklerine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” ilkesinin gerçekleşmesine geçmek için, insanlığın karşısına tamamlanması gereken yeni bir ilerleme probleminin dikildiği görülecektir(45).

HAYATİ TEK: Nasıl bir problem?

LENİN: İnsanlık bu yüce ülküye doğru hangi safhalardan, hangi pratik önlemlerden geçerek girecektir, bilmiyoruz, bilemeyiz de. Ama önemli olan sosyalizmin ölü, donmuş, değişmez bir şey olduğu yolundaki yaygın burjuva düşüncesinin içinde sakladığı büyük yalanı görmektir. Oysa gerçekte, toplumsal ve özel hayatın bütün alanlarında hızlı, dinamik, gerçek bir yığın niteliğine sahip ve önce çoğunluğun, sonra da tüm nüfusun katılacağı bir ilerleme hareketi, yalnızca sosyalizm ile başlayacaktır(46).

HAYATİ TEK: Eşitlikçi bir yönetim biçimi olarak demokrasi, sosyalizmle bağdaşmaz mı?

LENİN: Demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Öyleyse, her devlet gibi demokrasi de “zor”un; örgütlenmiş olarak sistemli biçimde insanlara uygulanmasıdır. İşin bir yanı bu. Ama öte yandan, demokrasi vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini belirleme ve onu yönetme hakkının resmen tanınması anlamına gelir. Öyleyse bundan şu sonuç çıkar ki, demokrasi, gelişmenin belli bir safhasında, önce, proletaryayı, bu devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir. Sonra da, onun, cumhuriyetçi de olsa, burjuva ve devlet makinesi, yani sürekli orduyu, polisi, bürokrasiyi yıkmasını parçalamasını, yeryüzünden silip atmasını ve onlar yerine “milis”e katılan silahlı işçi yığınlarını, sonra kademeli olarak, tüm halk biçimi altında, daha demokratik, ama gene de bir devlet makinesi olmaktan geri kalmayan bir devlet makinesini geçirmesini sağlar. Bu safhaya eriştikten sonra demokrasi, burjuva toplum çerçevesinden çıkar ve sosyalizme doğru evrimlenmeye, sosyalizme dönüşmeye başlar(47).

HAYATİ TEK: Bu sözlerinizden, demokrasiyi sürekli bir yönetim şekli olarak değil, bir ara süreç olarak gördüğünüz anlaşılıyor. Sosyalizmden komünizme geçildiğinde demokrasinin durumu ne olacak?

LENİN: Devletin büsbütün sönmesinin ekonomik temeli, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki tüm karşıtlık yok olacak ve dolayısıyla çağdaş toplumsal eşitsizliğin, yalnız üretim araçlarının toplumsallaşmasının, yalnız kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinin hiç bir biçimde kökünü hemen kurutamayacağı başlıca kaynaklardan biri yok olacak kadar yüksek bir gelişme derecesine erişmiş komünizmdir(48).

HAYATİ TEK: Nasıl olacak bu?

LENİN: Toplum “herkesten yeteneklerine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” ilkesini gerçekleştirmiş olacağı zaman, yani, insanlar, yeteneklerine göre isteye isteye çalışacak kadar toplum içinde yaşamanın temel kurallarına uymaya alışacakları ve emeklerinin bunu sağlayacak kadar üretken bir duruma geleceği zaman, devlet büsbütün sönebilecektir. Komünizmin üst evresinin gelmesini beklerken, sosyalistler toplumdan ve devletten, çalışma ve tüketim ölçüsü üzerinde en sıkı denetimi uygulamalarını isterler(49).

HAYATİ TEK: Bu denetimi kim, nasıl uygulayacak?

LENİN: Bu denetim kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinden, işçilerin kapitalistler üzerindeki denetiminden başlamalı ve memurlar devleti tarafından değil, “silahlı işçiler” devleti tarafından uygulanmalıdır(50).

HAYATİ TEK: Sohbetimizin son bölümünü, izninizle din konusuna ayırmak istiyoruz. Din olgusuna bakış açınız nedir?

LENİN: Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilemeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeği sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir(51).

HAYATİ TEK: Bununla birlikte bazı sosyalistler, “Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir” düşüncesini savunuyorlar. Bu sözde bir din karşıtlığı bulunmuyor. Oysa siz, tıpkı Marks gibi dini afyon hatta insanların içinde boğulduğu ruhsal bir içki olarak nitelendiriyorsunuz.

LENİN: Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikler bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır(52).

HAYATİ TEK: Lütfen…

LENİN: Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir(53).

HAYATİ TEK: Biraz daha somut cümleler kurar mısınız?

LENİN: Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiç bir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bugüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır(54).

HAYATİ TEK: Buna laiklik deniyor zaten. Din karşıtlığı değil bu yaklaşım.

LENİN: Sosyalist proletaryanın partisi açısından din kişisel bir konu değildir(55).

HAYATİ TEK: Peki, nedir o zaman?

LENİN: Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu adına bir araya gelmiş sınıf bilinçli, ileri savaşçıların toplandıkları bir yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sınıf bilinci yoksunluğuna, bilgisizliğe ve geri kafalılığa kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır. Din diye tanımlanan ve halkın üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazılarımızı kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaşabilmek için kilisenin kaldırılmasını istiyoruz(56).

HAYATİ TEK: Az önce kurduğunuz “kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılması” düşüncenize ne oldu?

LENİN: Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur(57).

HAYATİ TEK: Peki, bu sorunla nasıl mücadele etmeyi düşünüyorsunuz?

LENİN: Hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk “entelektüel” bir sorun gibi ortaya koyma yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın; bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir(58).

HAYATİ TEK: Bu düşüncenizi niçin açık açık söylemiyorsunuz da, “kilise ile devletin ayrılması” şeklinde formüle ediyorsunuz? Açıkça “ateistiz, Allah’a inanmıyoruz” deseniz olmaz mı?

LENİN: Programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız(59).

HAYATİ TEK: Neden ama?

LENİN: Eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli Hıristiyanların tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir(60).

HAYATİ TEK: Anladığım kadarıyla, komünist anlayışın toplumun tüm kesimleri tarafından -tabii bu arada inançlı olanları tarafından- kabul edileceği güne kadar “ateist” olduğunuzu ilan etmeyecek, bunu da bir stratejinin gereği olarak yapacaksınız. Cevaplarınız bizi tam tatmin etmese de, dinle ilgili bir başka konuya geçmek istiyoruz: ahlak. Din konusunda ikircilikli bir tutum sergileyen komünizmin bir ahlak anlayışı var mı?

LENİN: Hiç kuşkusuz vardır. Kendimize özgü ahlak görüşümüz olmadığı sık sık söylenmekte; burjuvazi, biz komünistleri her türlü ahlakı reddetmekle suçlamaktadır. Bu ortalığı karıştırmak, işçi ve köylülerin gözlerini bulandırmak için seçilmiş bir yöntemdir(61).

HAYATİ TEK: Yani ahlaka karşı değil misiniz?

Ahlakı tanrı buyruğuna dayandıran burjuvazinin verdiği anlamda ahlaka karşı çıkıyoruz. Bu noktada, kuşkusuz tanrıya inanmadığımızı, din adamlarının, toprak ağalarının ve burjuvazinin kendi sömürücü çıkarları adına tanrının adından yararlandıklarını bildiğimizi söylüyoruz. Ya da ahlak görüşünü, ahlakın gereklerine dayandırmak yerine, Tanrının buyruklarına, Tanrı buyruğuna pek benzeyen idealist veya yarı idealist sözlere dayandırdıklarını söylüyoruz(62).

HAYATİ TEK: Biraz daha net olur musunuz? Ahlaka karşı mısınız, değil misiniz?

LENİN: İnsan dışı ve sınıf dışı kavramlara dayandırılan her türlü ahlak görüşüne karşıyız. Bunun, toprak ağaları ve kapitalistlerin çıkarları adına işçi ve köylüleri aldatmak demek olduğunu söylüyoruz(63).

HAYATİ TEK: Peki, sizin ahlak görüşünüz neye dayanmaktadır?

LENİN: Bizim ahlak görüşümüzün tamamen proletaryanın sınıf mücadelesi çıkarlarına bağlı olduğunu belirtiyoruz. Bizim ahlak görüşümüz, proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarından uç alır(64).

Eski toplum, işçi ve köylülerin toprak ağaları ve kapitalistler tarafından ezilmesi esasına dayanıyordu. Onların hepsini yıkmak, alaşağı etmek zorunda kaldık, ama bunu yapmak için birlik yaratmamız gerekiyordu. İşte bu Tanrının yaratamayacağı bir şeydir. Bu birliği ancak fabrikalar, ancak uzun süreli uykusundan silkinmiş ve eğitilmiş proletarya sağlayabilirdi. Proleter devriminin bütün dünyada nasıl gelişmekte olduğunu görüyoruz. Deneylerimize dayanarak söylüyoruz ki, dağınık ve birbirinden kopuk köylülerin izleyeceği, peşine takılacağı gücü, sömürücülerin saldırıları karşısında ayakta kalacak gücü ancak proletarya yaratabilirdi. Emekçi kitlelerin birleşmesini, kendi saflarına katılmasını ve bunun sonucu olarak da komünist toplumu kurmasını, savunmasını, güçlendirmesini sadece proletarya sağlayabilir.

İşte bu nedenle, bizim için insan toplumunun dışında kalan bir ahlak görüşü olamaz diyoruz. Böyle bir görüş aldatmacadır. Bize göre ahlak proletaryanın sınıf mücadelesi çıkarlarına bağımlıdır(65).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz sınıf mücadelesi neleri kapsıyor?

LENİN: Sınıf mücadelesi çarı devirmeyi, kapitalistleri devirmeyi ve kapitalist sınıfı ortadan kaldırmayı içerir(66).

HAYATİ TEK: Genel anlamda sınıf nedir?

LENİN: Sınıf, toplumun bir kesiminin, öteki kesimin emeğini satın almasına olanak tanır. Eğer toplumun bir kesimi bütün toprakları elinde tutuyorsa, o zaman ortada bir toprak sahipleri sınıfı, bir de köylüler sınıfı vardır. Eğer toplumun bir kesimi fabrikalara, hisse senetlerine ye sermayeye sahipse, toplumun öteki kesimi de bu fabrikalarda çalışıyorsa, o zaman ortada bir kapitalist sınıf, bir de proleter sınıf vardır(67).

HAYATİ TEK: Sınıfsız bir toplum kurma yolundaki devrim mücadeleniz sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

LENİN: Çarı uzaklaştırmak zor olmadı, bunu başarmak için sadece birkaç gün yeterli oldu. Toprak ağalarını devirmek de pek zor olmadı, o da birkaç ay içinde çözümlendi. Kapitalistleri yenmek de fazla çetin iş değildi. Ama sınıfları ortadan kaldırmak, bunlarla karşılaştırılamayacak oranda zordur. Bugün bile işçiler ve köylüler diye bir ayrım sürmektedir(68).

HAYATİ TEK: Bu konuda neden zorlanıyorsunuz?

Köylü toprağını işler ve artık ürününü, yani kendisi ve hayvanları için gerekli ola üründen fazlasını kendine mal eder, bu arada halkın geri kalan kesimi ekmeksiz kalırsa, o zaman köylü sömürücü olur. Ne kadar ürün elde ederse, bu işi o kadar kazançlı bulur, geri kalanlar da açlarından ölsünler isterlerse. Sömürücü duruma gelen köylü, “Onlar ne kadar açlık çekerse, ben ürünümü o kadar daha pahalıya satarım” diye düşünür. Herkes bir tek ortak plana göre, ortak toprakta, ortak fabrikalarda ve ortak bir sistem uyarınca çalışmalıdır. Bunu gerçekleştirmek kolay mıdır? Gördüğünüz gibi bunu gerçekleştirmek, çarı, toprak ağalarını ve kapitalistleri devirmek kadar kolay değildir(69).

HAYATİ TEK: Köylü sınıfı varlığını sürdürdüğüne göre, sınıfsız toplum hedefinize nasıl ulaşmayı planlıyorsunuz?

LENİN: Gerekli olan, proletaryanın köylünün bir kesimini yeniden eğitmesi, zengin olan ve ötekilerin yoksulluğu sırtından kazanç sağlayan köylülerin direnmesini kırmak için emekçi köylüleri proletarya safına kazanmasıdır.

Görülüyor ki, çarı devirdikten, toprak ağalarını ve kapitalistleri yendikten sonra proletaryanın mücadelesi sona ermiyor. Bu mücadelenin tamamlanması proletarya diktatörlüğü dediğimiz sisteme düşen görev oluyor. Sınıf mücadelesi bugün de sürüyor. Bugünkü mücadelenin sadece biçimi değişmiş durumda(70).

HAYATİ TEK: Nasıl bir değişim?

LENİN: Eski sömürücülerin geri gelmesini önlemek, dağınık durumdaki aydınlanmamış köylü kitlelerinin tek bütünde birleşmesini sağlamak poletaryanın sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi sürmektedir ve bütün çıkarları bu mücadeleye bağlamak da bizim görevimizdir. Komünist ahlak görüşümüz de bu mücadeleye bağlıdır.

Biz diyoruz ki: Eski sömürgen toplumu yıkmaya ve bütün emekçileri yeni, komünist bir toplum kurmakta olan proletaryanın çevresinde toplamaya yarayan şey ahlaktır.

Komünist ahlak da bu mücadeleye hizmet eden emekçi halkı her türlü sömürüye, özel mülkiyete (çünkü özel mülkiyet bütün toplumun emeğiyle yaratılmış olanı bir tek kişiye aktarır. Bizim ülkemizde toprak ortak maldır) karşı birleştiren kavramdır(71).

Bize ahlaktan söz ettikleri zaman diyoruz ki: Bir komünist için ahlak demek, sömürücülere karşı ortak disiplin ve bilinçli kitle mücadelesi demektir.

Biz sonsuz bir ahlaka inanmıyoruz ve ahlak konusundaki bütün masalların aldatmacasını açığa çıkarıyoruz. Ahlak, insan toplumunun daha yüksek düzeye ulaşmasına ve kendini emek sömürüsünden kurtarmasına yardımcı olmayı amaçlar(72).

HAYATİ TEK: Bu hedefe nasıl ulaşmayı planlıyorsunuz?

LENİN: Bunu başarabilmek için, burjuvaziye karşı disiplinli ve amansız mücadele ortamında siyasal olgunluğa erişmeye başlayan genç kuşağa ihtiyacımız var. Genç kuşak bu mücadele içinde gerçek komünistleri yetiştirmektedir. Genç kuşak bu mücadeleye bağlanmalı ve öğreniminin, eğitiminin her adımını bu mücadele ile bağlamalıdır.

Komünist gençliğin öğrenimi, onlara ahlak dersi vermekten ibaret kalmamalıdır. Eğitim bu demek değildir. İnsanlar, toprak ağaları ve kapitalistlerin boyunduruğu altında ana babalarının sürdürdükleri yaşam biçimini görerek, sömürücülere karşı mücadeleye girenlerin çektiği acıları kendileri çekerek, kazanılanı korumak için yapılan fedakârlıkları ve kapitalistlerle toprak ağalarının ne belalı birer düşman olduğunu görerek komünist olmayı öğrenirler.

Komünist ahlakı, komünizmin tamamlanması ve pekişmesi için verilen mücadeleye dayanır. Bu aynı zamanda komünist eğitimin, öğretimin ve öğretinin de temelidir. Komünizm nasıl öğrenilmelidir sorusunun cevabı da budur(73).

HAYATİ TEK: Böylece söyleşimizin de sonuna gelmiş olduk. Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

LENİN: Biz kendimize komünist diyoruz. Komünist nedir? Komünist Latince bir sözdür. Communis, “ortak” sözünün Latincesidir. Komünist toplum, her şeyin, toprağın, fabrikaların ortaklaşa sahip olunduğu ve halkın ortak çalıştığı bir toplumdur. İşte bu komünizmdir(74).

VLADİMİR İLYİÇ ULYANOV (LENİN) KİMDİR?

(1870-1924)

1917 Bolşevik İhtilali’nin lideri olan Vladimir İliç Lenin 22 Nisan 1870’de Simbirsk’te doğdu.

İlk başkanlığına yaptığı (1917-24) yeni Sovyet devletinin temellerini atan Lenin, Dünya işçi hareketinin öncü örgütü III. Enternasyonal’i (Komintern) kurdu. Marks sonrası dönemin en etkili sosyalist düşünürü olarak kabul edilir. Marks’ın kuramlarına yaptığı katkılardan dolayı, 20. yüzyılda komünist hareketin dayandığı ideolojik ve siyasal platform genellikle Marksizm-Leninizm olarak anılmıştır.

1887’de Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Üç ay geçmeden yasadışı bir öğrenci toplantısına katıldığı gerekçesiyle okuldan atıldı. Bu sırada daha yaşlı sürgün devrimcilerle tanışarak devrimci siyasal literatürü okumaya başladı. Özellikle Marks’ın Das Kapital’i, üzerinde derin bir etki bıraktı. Bu okuma süreci içinde Marksizm’i benimsedi.

1889’da ailesiyle birlikte Samara’ya taşındı. Hukuk Fakültesi sınavlarını dışardan girme izni alarak Kasım 1891’de mezun oldu.  1893’te Petersburg’a yerleşti. Avukat olarak çalışırken, Marksist çevrelerle ilişkilerini geliştirdi. 1895’te Rusya’nın en etkili Marksist düşünürü Georgi Plehanov ve öteki sürgün devrimcilerle bağlantı kurmak üzere arkadaşları tarafından Avrupa’ya gönderildi.

Dönüşünde L. Martov ve başka önderlerle birlikte başkentteki Marksist grupları İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’nin çatısı altında birleştirdi. İşçiler arasında Marksist düşünceleri yaymaya çalışan örgütün öteki yöneticileriyle birlikte Aralık 1895’te tutuklanarak 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezayı çektikten sonra üç yıllık bir dönem için Sibirya’ya sürgün edildi. Nisanlısı Nadejda Krupskaya ile orada evlendi.

Sürgün cezasını bitirerek Ocak 1900’de yurtdışına çıkan Lenin, İskra adlı derginin yayın kurulunda Plehanov, Martov ve öteki üç üyeyle birlikte yer aldı. İskra’nın Rus aydınlarını Marksizme çekmede sağladığı başarılardan sonra Lenin ve yoldaşları devrimci bir parti kurma zamanının geldiğine karar verdiler. Görüşlerini “Bize bir devrimciler örgüt verin, Rusya’yı altüst edelim” biçiminde özetledi.

Lenin’in öncülük ettiği Bolşevikler ile Martov’un başını çektiği Menşevikler arasındaki görüş ayrılığı, politika, taktik ve program düzlemine de çıkarak sürekli derinleşti. Bolşevik grup, 1912 Prag Konferansı’nda Menşevik grupla bütün bağlarını kopararak ayrı bir partiye dönüştü.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İsviçre’ye giden Lenin (Eylül 1914) burada savaş karşıtı Bolşevik ve Menşevik siyasal göçmenlerden oluşan küçük bir gruba katıldı. Savaş hakkındaki görüşlerini “Emperyalizm: Kapitalizmin En yüksek Aşaması” adlı kitabında sistemleştirdi. Dünya savaşı sürerken savaşın olumsuz etkileri, yoğun çelişkilerin yaşandığı geri ve zayıf bir sisteme dayalı Rusya’da sarsıcı boyutlara vardı. Petrograd’da ayaklanan işçiler ve askerler kısa sürede Çarlık düzenini yıktı.  (8-15 Mart 1917).

Bu gelişmeler üzerine Lenin, Almanya ve İsveç üzerinden gizlice Rusya’ya geçti. 20 Ekim 1917’de gizlice Petrograd’a giderek Merkez Komitesi’nin 23 Ekim’de düzenlediği gizli toplantıya katıldı. Yaklaşık 10 saat süren hararetli tartışmaların ardından çoğunluğun yanında tutum almasını sağladı.  Böylece Bolşevikler Petrograd Sovyeti’ni savunma görüntüsü altında işçi milislerini silahlı ayaklanma için hazırlamak ve askerlerin desteğini kazanmak üzere yoğun çalışmaya girişti. Ayaklanma konusunda Lenin’in görüşlerini destekleyen Troçki’nin Petrograd Sovyeti’nin başkanlığına getirilmesi Bolşeviklere önemli bir mevzi sağladı. 6 Kasım gecesi Merkez Komite üyelerine hemen harekete geçme yolunda bir mektup gönderdi. Bolşeviklerin yönettiği Kızıl Muhafızlarla devrimci asker ve denizciler 7-8 Kasım gecesi pek bir direnişle karşılaşmadan Geçici Hükümet’i devirdiler. Hemen ardından 2. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi, Boşleviklerin ve Sol Sosyalist Devrimcilerin oylarına dayanan ezici bir çoğunlukla bütün iktidar yetkilerini elinde topladığını ilan etti. Lenin Halk Komiserleri Konseyi’nin başkanlığına getirildi. İtilaf Devletleri’nce tanınmamasına rağmen İttifak Devletleri’yle barış görüşmelerine oturdu.

1920’ye kadar milyonlarca kişinin ölümüne ve büyük yıkıma yol açan iç savaştan ilk zarar görenlerden biri Lenin’in kendisi oldu. Ağustos 1918’de konuşma yaptığı bir fabrikadan ayrılırken Fanni Kaplan adlı bir sosyalist devrimcinin saldırısına uğrayan Lenin, ağır yaralandı.

Ameliyat edildiyse de kısmi felç geçirerek konuşma yeteneğini yitirdi. Yaklaşık bir yıl felçli kaldıktan sonra 21 Ocak 1924’te 54 yaşında öldü.

ESERLERİ

Çeşitli gazete ve dergilerde çıkan makaleleri ile konuşmaları ölümünden sonra Toplu Eserler adı altında 55 cilt olarak basılan Lenin’in 100’ü geçen kitabı yayınlandı.

Bazı kitapları şunlardır:

Marksist Felsefe Yazıları (1976)

Materyalizm ve Ampiriokritisizm (1968)

Din Üzerine (1975)

Kadınların Kurtuluşu (1975)

Sanat ve Edebiyat (1968)

Sosyalizm ve Savaş (1970)

Bir Adım İleri, İki Adım Geri (1969)

Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi (1969)

Kitle İçinde Parti Çalışması (1971)

Toprak Meseleleri (1969)

İşçi ve Köylü İttifakı (1970)

Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (1968)

Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri (1970)

Seçme Yazılaır (1966)

Mektuplar (1969), Son Yazılar Son Mektuplar (1975)

(Kaynak: Ana Britannica)  

DİPNOTLAR

1) Leonhard, Wolfrang-; Bugünkü Sovyet İdeolojisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1980, s. 30

2) a.g.e., s., 30

3) a.g.e., s., 31

4) a.g.e., s., 31

5) a.g.e., s., 59

6) a.g.e., s., 60

7) a.g.e., s., 61

8) a.g.e., s., 62

9) a.g.e., s., 206

10) a.g.e., s., 210

11) a.g.e., s., 354

12) a.g.e., s., 354

13) a.g.e., s., 355

14) Lenin, V. İ.-; Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1989, 7. Baskı, s. 16

15) a.g.e., s., 16

16) a.g.e., s., 16

17) a.g.e., s., 16

18) a.g.e., s., 17

19) a.g.e., s., 20

20) a.g.e., s., 23

21) a.g.e., s., 25

22) a.g.e., s., 25

23) a.g.e., s., 26

24) a.g.e., s., 27

25) a.g.e., s., 27

26) a.g.e., s., 27-28

27) a.g.e., s., 28

28) a.g.e., s., 28

29) a.g.e., s., 28

30) a.g.e., s., 29

31) a.g.e., s., 29

32) a.g.e., s., 29

33) a.g.e., s., 29-30

34) a.g.e., s. 31

35) a.g.e., s., 32

36) a.g.e., s., 59

37) a.g.e., s., 59

38) a.g.e., s., 60

39) a.g.e., s., 60

40) a.g.e., s., 102

41) a.g.e., s., 102

42) a.g.e., s., 103

43) a.g.e., s., 104

44) a.g.e., s., 105

45) a.g.e., s., 111

46) a.g.e., s., 111

47) a.g.e., s., 112

48) a.g.e., s., 105

49) a.g.e., s., 107

50) a.g.e., s., 109

51) Lenin, V. İ.-; Din Üzerine, Ser Yayınevi, Ankara 1975, S. 10

52) a.g.e., s., 11

53) a.g.e., s., 11

54) a.g.e., s., 11

55) a.g.e., s., 13

56) a.g.e., s., 13

57) a.g.e., s., 13

58) a.g.e., s., 14

59) a.g.e., s., 14

60) a.g.e., s., 15

61) a.g.e., s., 84

62) a.g.e., s., 84

63) a.g.e., s., 84

64) a.g.e., s., 85

65) a.g.e., s., 85

66) a.g.e., s., 86

67) a.g.e., s., 86

68) a.g.e., s., 86

69) a.g.e., s., 86

70) a.g.e., s., 87

71) a.g.e., s., 87

72) a.g.e., s., 87

73) a.g.e., s., 89-90

74) a.g.e., s., 91

]]>
SANAL RÖPORTAJ / İBN-İ HALDUN: “Hükümdar ve devletin ticaretle meşgul olması tebaası için zararlıdır ve vergilerin düzenini bozar.” https://hayatitek.com/ibn-i-haldun-hukumdar-ve-devletin-ticaretle-mesgul-olmasi-tebaasi-icin-zararlidir-ve-vergilerin-duzenini-bozar/ Sun, 31 May 2020 16:53:47 +0000 http://hayatitek.com/?p=269
İBN-İ HALDUN

HAYATİ TEK: Tarihçi, tarih felsefecisi, sosyolog, iktisatçı ve siyaset teorisyeni gibi pek çok sıfatlarla anılıyorsunuz. Söyleşimizde elbette bütün bu konulara giremeyeceğiz. Yedi yüz yıl öncesinden günümüzün pek çok sorunuyla ilgili bazı tespit, teklif ve tenkitlerinizi okuyucularımıza aktarmakla yetineceğiz. Dilerseniz önce tarih ilmiyle başlayalım.

İBN-İ HALDUN: Bil ki: tarih ilmi, milletler ve kavimlerin birbirinden nakil ve rivayet edegelmekte oldukları ilimlerdendir. Tarih öğrenmek için atlara üzengiler ve develere semerler bağlanarak seferler ihtiyar olunur. Halk ve hiç bir şeye önem vermeyen gafiller bile tarih öğrenmek isterler. Hükümdarlar ve Yemen hükümdarları olan Kayl’ler, tarih öğrenmek için birbirleriyle yarış ederler(1).

HAYATİ TEK: Tarih bize ne öğretir?

İBN-İ HALDUN: Tarih, insanların ve kavimlerin hal ve durumlarının nasıl değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kuvvet ve kudretlerinin nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini bize bildirir(2).

Bu kadar mı?

İBN-İ HALDUN: Bu, tarihin zahiri (açık anlaşılan) manasıdır. Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır. Bundan ötürü tarih, hikmet=felsefe ilimlerinden sayılmağa layıktır(3).

HAYATİ TEK: Ünlü eseriniz Mukaddime’de tarihle ilgili ne gibi konulara temas ettiniz?

İBN-İ HALDUN: Mukaddime’de tarih ilminin şeref ve meziyetlerinden, mezheplerinden -tarihte takip olunan metot ve sistemlerden- bahsolunmuş, tarihçilerin yanıldıkları ve karıştırdıkları noktalar gözden geçirilmiştir(4).

HAYATİ TEK: Tarih ilmi konusunda ne gibi tespitler yaptınız?

İBN-İ HALDUN: Bil ki, tarih, gaye ve amacı şerefli ve faydaları çok olan bir ilimdir. Tarih, geçilip geçen kavimlerin hal ve ahlaklarını, Tanrı elçilerinin kılık hal ve hareketlerini, hükümdarların ve idare ettikleri devletlerin durumunu ve takip etmiş oldukları politikayı öğretir. Din ve dünya işlerini bütünlemek isteyen kimse, tarihe başvurarak onu kendisine örnek edinir ve bu ilimden faydalanır. Tarih bu cihetlerden birçok kaynaklara, türlü bilgilere, dikkatle bakış ve incelemelere ve kalplerde kanaat ve inan husule gelinceye kadar tespite muhtaçtır. Bu gibi dikkat ve incelemeler, bu yolda hareket eden kimseyi, sürçme ve yanılmalardan kurtarır. Çünkü haberler yalnız nakil ve rivayete dayanır(5).

HAYATİ TEK: Kitabınızda “asabiyet” kavramına ayrı bir önem veriyorsunuz. Nedir asabiyet?

İBN-İ HALDUN: Düşmanların saldırılarından korunmak ve saldıranları kovmak (ve servet kazanmak) ve istilalar kişilerin bir araya toplanmasıyla olur ve buna “asabiyet” adı verilir. Kişilerin her topluluğun yasakçı ve hâkime muhtaç olduğu da bir hakikat… Bu hâkim birinin hakkını diğerinin alarak birbirlerine olan tecavüzlerine engel olur(6).

Bu yasakçı ve hâkimin, asabiyet kuvvet ve kudretiyle onlara galebe çalmış ve onları hükmü altına almış olması gerektir. Yoksa bunların birbirine kötülük etmelerine mani olamaz. İşte bu kuvvet ve kudretle ahaliyi hüküm ve idaresi altına almak hükümdarlıktır. Hükümdarlık başkanlığın (riyasetin) üstünde bir şeydir(7).

HAYATİ TEK: Neden?

İBN-i HALDUN: Çünkü başkanlık ululuktan ibaret olup, ona başkaları uyrukluk ediyorsa da, o kahır ve kuvvetle hükmünü yürütmek kudretinde değildir(8).

HAYATİ TEK: Peki, bir başkan nasıl hükümdar haline gelebilir?

İBN-İ HALDUN: Hükümdarlık ise kahır ve şiddetle galebe çalmak ve hükmü altına almaktan ibarettir. Arkasında kendisini koruyan ve kendisine yardım eden nesilden gelen akrabaları veyahut kölelik, azatlılık, anlaşma ve kademelik gibi bağlarla kendisine bağlanmış olan yardımcıları bulunan kimse ululuk derecesine erişir ve uyruğunun kuvvet ve kudreti yeter derecede olup da kahır ve galebe yolunu bulur ise, bu fırsatı kaçırmaz, galebe çalarak idareyi eline alır. Hükümdar bunu ancak kendisine tabiiyet ettirecek derecede kuvvet ve kudret sahibi olmakla elde edebilir. Üstün gelerek devlet kurmak asabiyetin amaç ve sonudur ki, bizim yukarıdaki açıklamalarımızdan sen bunu anladın(9).

HAYATİ TEK: Hükümdar olmak isteyen kişinin bağlı bulunduğu topluluk çeşitli soy ve boylardan oluşuyorsa, asabiyet nasıl gerçekleşecek?

İBN-İ HALDUN: Bu uruğun içinde çeşitli soylar, boylar ve dallar bulunduğu takdirde, idare ve hâkimiyeti ele geçirmek ve elde tutabilmek için bu soy ve boyların hepsinden daha kuvvetli bir asabiyette ihtiyaçları vardır(10).

Bu kuvvetli boy ve diğer soy ve boyları kendi idaresi altına alır ve bunları büyük bir asabiyet haline getirir. Yoksa anlaşmazlık ve çekişmeye götüren bir dağılma husule gelir. Tanrı kanun ve hükümleri ile insanların birbirine saldırmalarına engel olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu(11).

HAYATİ TEK: Kendi topluluğu içinde birliği sağlayan hükümdar kendisine yeni hedefler belirler mi?

İBN-İ HALDUN: Hükümdar, kendi boyunun kudret ve hamiyetiyle o kavmi kendine itaat ettirdikten sonra akraba olmayan uzak boy ve uruğları da kendisine boyun eğdirmek ister. Bu boy ve uruğu kuvveti itibariyle onun dengi olup, kendisini müdafaa edebilirse, bunlar birbirlerine karşı koyabilecek eşit bir kudrette iseler birbirine denk olan iki kuvvet teşkil ederler. Bu takdirde her ikisi de kendi yurt sınırlarının ve kavmini korur(12).

HAYATİ TEK: Dünyanın her yanında bu böyle midir? Devletler sürekli olarak genişlemek ve kendilerine denk bir güçle karşılaşıncaya kadar ilerlemek mi isterler?

İBN-İ HALDUN: Dünyanın her tarafında yaşayan uruğ ve kavimlerin halleri böyledir. Biri üstün gelerek diğerlerini kendisine boyun eğdirir ise, bu yenmesinin bir sonucu olarak başkalarını kendisine boyun eğdirmeye çalışır. Kuvvet ve kudreti bir devletin kuvvetine denk olabilecek bir hale gelinceye kadar bu şekilde hareket eder. Bir devletin, ihtiyarlama çağı geldiğinde, devlete mensup boylardan o devleti koruyacak yardımcılar bulunmadığı takdirde, ötekisi o devleti yenerek topraklarını ve idaresini ele geçirir. Bu suretle bütün devlet ve idare onun eline geçer(13).

HAYATİ TEK: Bir devlet genişleme sürecinde güçlü bir devleti yenebilmek için başka devletlerle güç birliğine gider mi?

İBN-İ HALDUN: Üzerine saldırmak istediği devlet, ihtiyarlık çağına gelmemiş olup da anca kendilerine saldıran düşmanlarına karşı koyabilmek için kudretli bir uruğun başkanlarından yardım istemek mecburiyetinde kalır ise, yardım istediği uruğun ileri gelenleri şeref ve şan kazanmak maksadıyla, o devletle birleşirler, kudret ve şevket sahibi olan uruğların başkanları o devletin yardımcıları sırasında yer alırlar, devlet bunları arzu ettiği maksatları için kullanır.

Bu adamlar her ne kadar devletin gerçek ve bağımsız hükümdarı olmaz iseler de devletin bağımsız hükümdarları adına sikke bastıran ve onun adına hutbe okuyan hükümdarlar sayılırlar(14).

HAYATİ TEK: Bu durumla ilgili örnek verebilir misiniz?

İBN-İ HALDUN: Abbasiler devletinde Türkler ve Aleviler ve Halifeler adına (hutbe okuyan ve sikkeler bastıran ve bunlara biate davet eden) Sinhace, Kemate, Zenate ve Hemedaniler işte bu kabil hükümdarlardan idiler. Bu açıklamalarımızdan asabiyetin sonuç ve gayesi devlet kurmak olduğu anlaşılmıştır. Hükümdar asabiyet kuvvet ve kudretini kemaline erdiğinde kendi kuvvetiyle müstakilen veyahut o çağın hal ve durumunun müsaadesine göre, diğer uruğları kuvvet ve yardımlarıyla devleti korur. Tanrı kendi hüküm ve kazasını yerine getirinceye kadar, bu uruğ bulunduğu hal üzere yaşar(15).

HAYATİ TEK: “İhtiyar devlet” tabirini kullandınız. Bunun sebebi nedir? Devletler de insanlar gibi doğar, büyür, ihtiyarlar ve ölürler mi?

İBN-İ HALDUN: Doktor ve müneccimlerin iddialarına göre insanın tabii olan ömrü 120 yıldır. 120 yıl ise, müneccimlere göre, en büyük kameri yıldır(16).

HAYATİ TEK: Bu iddianın dayanağı nedir?

İBN-i HALDUN: Her neslin ömrü kıranlara (yıldız ve seyyarelerin birbirlerine yaklaşması ve birbirlerinin hizasında bulunmasının) nispetine ve bunun insanların hayatına tesirlerine göredir. Bu kıranlara göre, neslin ömrü uzun veyahut kısa olur. Bazı kıranlar vaktinde doğanların ömürleri tam yüz yıl olur, yıldızların bu kıranlarına bakanların bunlarda gördükleri delil ve eserlerin gösterdiğine göre, bazı kıranlar vaktinde doğanların ömürleri, 50, 80 veyahut 70 yıl olur. Tanrı elçisinin hadisinde de insanların ömürlerinin bu miktarda olduğu anılmaktadır. Nuh vakası gibi nadir haller müstesna olmak üzere, insanlar tabii ömür olan 120 yıldan fazla yaşamazlar(17).

HAYATİ TEK: İnsanlar için böyle… Devletler için durum nasıl?

İBN-İ HALDUN: Devletlerin ömürleri kıranlardan dolayı her ne kadar çeşitli olur ise de, çoğunlukla, ömürleri üç batını geçmez(18).

HAYATİ TEK: Batın nedir?

İBN-İ HALDUN: Batın insan ömrünün ortasından ibarettir. İnsanın ise orta ömrü kırk yıldır. Kırk yıl ise insanın olgunlaşma devresidir. Böylece Tanrı: “İnsan en kuvvetli çağına erişerek kırk yaşına gelirse” der. Biz bu delile dayanarak bir insan ömrünün bir batının ömrü olduğunu söyledik(19).

HAYATİ TEK: Bu tezinizi ispatlayacak örnek var mı tarihte?

İBN-İ HALDUN: Bizim burada söylediklerimizin doğruluğunu Tih olayı da ispat eder. Tih olayı anılırken kırk yıl tabiri bir batını (bir nesil) ifade etmek üzere kullanılmıştır ki, kırk yıl içinde bir nesil yok olup gitmekte ve düşkünlüğün ne olduğunu bilmeyen yeni bir nesil yetişmektedir. Bundan da bir batının ömrü bir adamın ömrü olan kırk yıl olduğu anlaşılır(20).

HAYATİ TEK: Devletlerin ömürlerinin çoğunlukla üç batını geçmeyeceğini söylediniz. Bu iddianızı neye dayandırıyorsunuz?

İBN-İ HALDUN: Devlet ömrünün çoğunlukla üç batın müddetini geçmeyeceğini kaydetmemizin sebebi şudur:

Devleti kuran ilk nesil göçebelik kılık ve kabalığını, dar yaşayış, bahadırlık, atılganlık ve yırtıcı hayvan gibi saldırganlık, ululuk ve şeref gibi göçebelik alışkanlık ve tabiatın, yani asabiyetin şiddet ve kudretini muhafaza eder ve kılıçlarının çalım yerleri keskin olur, bundan dolayı kavim ve uruğlarca korkunç tanınırlar. Diğer kavimler onlara yenilirler.

İkinci batına gelince o batın devlet sahibi olmak ve bolluk ve refah içinde yaşamak sonunda göçebelik halini bırakarak, yerleşik hayata alışır, darlıktan kurtularak bolluk ve genişliğe kavuşur, bu nesil ululuk ve şerefi ortaklaşmaktan mahrum edilerek ululuk ve şeref bir şahısta toplanır, bunun tesiri ile kalanları devleti korumak hususunda tembelleşir. Bu nesil başkalarına el uzatarak galebe çalamaz ve hakir düşer. Bu değişikliklerin bir sonucu olarak asabiyetin şiddet ve kuvveti az çok kırılır. Onlar düşkünlüğe ve boyun eğmeye alışırlar. Fakat bu nesil devleti kuran ilk nesli idrak edip, onların hallerini, yücelik ve kudretlerini, ululuk için çalıştıklarını, korumak ve korunmak hususunda nelere katlanmış olduklarını ve atılganlıklarının gözleri ile gördükleri için bu özelliklerden bir kısmını kaybederlerse de, asabiyet ve şerefi büsbütün bırakmazlar. Bunlar hal ve durumun ilk nesil çağındaki şeklini alacağını ümit eder veyahut bu hal ve şerefin kendilerinde bulunduğunu zanneder(21).

Üçüncü batına gelince bunlar göçebelik çağını ve kabalığı büsbütün unuturlar, hakirliğe katlanmaya, lezzet ve nimetler içinde yaşamaya alıştıkları ve bu hayatın tekâmül etmiş derecesine inerek devletin koruması ve terbiyesine muhtaç olurlar. Bunun üzerine asabiyet büsbütün kaybolur. Korumak ve korunmak büsbütün unutulur(22).

HAYATİ TEK: Bu son neslin yaşantısı nasıldır?

İBN-İ HALDUN: Bunlar giyim kuşamlarında, atlara binmek ve güzelce süngü kullanmak hususlarında askere benzer iseler de bu bir zahiri gösterişten ibaret olup, gerçekte ise bunlar atların üzerinde kadınlardan da korkaktırlar. Düşman üzerlerine yürüdüğünde karşı koymaktan acizdiler. Bundan dolayı devletin başında bulunan hükümdar şecaat sahibi olan diğerleri sayesinde kudret kazanmak ister, köleleri çoğalır, kendisine az çok arka olacaklara bağışlarda bulunur. Tanrı büsbütün yıkılmasını irade edinceye kadar devlet bu hali üzere devam eder. Gördüğün bu üç neslin hali böyledir. Devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, aynı sebeplerin tesiri ile asalet ve şeref de dördüncü nesilde sona erer. Bu üç neslin ömrü, yukarıda anlattığımız gibi, 120 yıldır, takriben bundan bir miktar az veyahut biraz daha çok olabilir ise de, çoğunlukla, devletlerin ömrü 120 yıl geçmez(23).

HAYATİ TEK: İhtiyar devlet herhangi bir saldırıya uğramazsa yaşamını sürdüremez mi?

İBN-İ HALDUN: Diğer kuvvetler üzerine yürümemek ve dokunmamak gibi onu yıkacak haller arız olmadığı takdirde, devletin ihtiyarlama çağı gelmiş ise de, yıkacak kuvvet üzerine yürümediği için yaşayabilir. Fakat üzerine herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır. Ecelleri geldiğinde onların ölümleri bir saat olsun gecikmez ve bu mukadder olan vakitten bir saat olsun önce ölmez(24).

HAYATİ TEK: Kafamız bu konuda henüz netleşmedi. Biraz daha ayrıntı ve mümkünse örnek verebilir misiniz?

İBN-İ HALDUN: Devletin bu tabii olan ömrü herhangi bir kimsenin ömrü gibi olup, duraklama çağına kadar artar, bundan sonra gerileme (sükût) veyahut alçalma çağı gelir. Bundan dolayıdır ki insanlar arasında ağızdan ağza “Devletin ömrü yüz yıldır” sözü nakledilir ve meşhurdur(25).

HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz 120 yıllık zaman dilimini neye göre hesaplayabiliriz?

İBN-İ HALDUN: Tabii ömrün nesep şecerelerindeki sayılarını bilmeden, yalnız ilk batının başlandığı tarihi bilir isen, her yüz yıl içinde üç baba gelip geçmiş olduğunu hesap edersin, şeceredeki babaların sayısı (beher yüz yıl içinde) üçü geçmez ise, şecere doğrudur. Taksim edildiğinde yıllar eksik çıkarsa, şecereye bir daha fazla ilave edilmek suretiyle şecere bozulmuş, taksimden sonra yıllar bu nispetten az olur ise, şecereye o nispette baba eklenmek suretiyle şecerede yanlışlık husule gelmiş olur. Bir kimsenin ata ve babalarının sayısı açık bir surette belli olup da zaman miktarı belirsiz olur ise, babalarının sayısı ile zaman tayin olunur, gece ve gündüzleri Tanrı takdir eder(26).

HAYATİ TEK: Nasıl kurulacağını ve ömrünün ne kadar olacağını anlattığınız devletin din ile münasebeti yüzyıllardır tartışılmaktadır. Bu konudaki fikirlerinizi alabilir miyiz?

İBN-İ HALDUN: Bil ki, devlet milli toplulukların tabiatı icaplarındandır. Devlet ihtiyari olarak kurulmaz, varlık ve onun düzen ve tertibi için bir zaruret olarak kurulur. Şeriatları ve dinleri yaymak, umumu onu kabule çağırmak için asabiyet adıyla anılan ve cemiyet, kuvvet, kudret sahiplerinin bir düşünce etrafında toplanmaları ve çalışmaları şarttır. Dinleri ve mezhepleri yaymak için de asabiyet şarttır. Tanrının emirleri asabiyet ile yerine getirilir. Sahih olan hadiste Tanrı elçisi: “Tanrı; peygamberlerini ancak onun şahsını koruyacak ve dinini yayabilecek kudret sahibi olan kavimden gönderdi” der(27).

HAYATİ TEK: Böyle diyorsunuz ama asabiyetin İslam’a aykırı bulunduğunu söyleyenler de var.

İBN-İ HALDUN: Cahiliyet çağında asabiyet kötü maksatla kullanılıyordu. Maksat asabiyet ile övünmeye engel olmak, asabiyeti kimsenin zararına kullandırmamaktır. Çünkü bu şekilde hareket etmek akıllı adamların işi olmadığı gibi, devamlı bir surette yerleşme ve yaşama yurdu olan ahret için de faydalı değildir. Asabiyet hak yolunda ve Tanrının buyruklarını yerine getirmek ve maslahatlara uygun olarak kullanmak övülmüş bir iştir ve bu şekilde kullanmak matluptur. Yoksa şeriatların hükümleri, buyrukları tatbik edilemezdi. Çünkü asabiyetsiz şeriatları korumak mümkün değildir. Hükümdarlığın hali de böyledir(28).

HAYATİ TEK: Sizce de uygunsa, biraz da devletlerin ekonomik yapıları üzerine konuşalım. Devletçi, liberal, karma ekonomi konularındaki tartışmalar yüzyıllardır sürüp gidiyor. Sizce ekonomi ve özellikle ticaret konusunda devletin konumu ne olmalıdır?

İBN-İ HALDUN: Hükümdar ve devletin ticaretle meşgul olması tebaası için zararlıdır ve vergilerin düzenini bozar(29).

Bunu neye dayanarak iddia ediyorsunuz?

İBN-İ HALDUN: Devlette israf ve bolluk itiyatları yüzünden masraflar çoğalıp, toplanan vergiler masraflarını kapatamayınca, ihtiyacı karşılamak üzere devletler fazla para ve mal toplamak maksadıyla bazen ticaret eşyasından ve pazarlarda satılan her nesneden vergi alırlar. Evvelden konmuş ise bazen alışveriş esnasında alınan bu vergilerin çeşitleri çoğaltılır. Bazen de, valilerin ve maliye memurlarının vergi alırken fazla para topladıkları anlaşıldığında, müfettiş ve hesap memurlarının meydana çıkaramadıkları bu servetler; vali, memur ve mültezimleri sıkıştırmak ve şiddetli cezalar çarptırmak suretiyle meydana çıkartılır(30).

HAYATİ TEK: Devletin vatandaştan vergi alması gayet doğal bir durum değil mi? Vergi toplamak devletin ekonomiye müdahalesi olarak değerlendirilebilir mi?

İBN-İ HALDUN: Tacirlerle ekincilerin servetleri az olduğu halde, büyük kazançlar ve mahsuller elde ettiklerini görünce devlet ricali de vergi ad ve usulüyle sultan namına ticaret ve ekincilik yapmaya başlarlar(31).

HAYATİ TEK: “Masrafları artan devlet, topladığı vergiler de yetmeyince, kazançlı olduğu için ekonomik faaliyete başlar” mı diyorsunuz? Diyelim ki, böyle oldu. Bunun ne zararı var?

İBN-İ HALDUN: Alışverişte kar, sermaye nispetinde olduğu ve devlet ricalinin elinde de büyük servetler bulunduğu için sermayeleri az olan tüccarları zor duruma sokarlar; mümbit ve mahsuldar topraklarda ekin ektirirler, hayvan beslerler ve türetirler; bu suretle kazandıkları ile mal ve eşya satın alırlar ve bu malları pazarlara sürerler(32).

Bunlar bu alışverişleri ile devlet servetinin artacağı ve daha çok vergi toplanacağı iddiasıyla, ticaret ve ekincilikle meşgul olurlar. Fakat bunların bu düşünce ve işleri, son derece büyük hatadan başka bir şey değildir(33).

HAYATİ TEK: Neden hata olsun ki?

İBN-İ HALDUN: Bunun birçok bakımdan tebaaya zararları dokunur(34).

HAYATİ TEK: Ne gibi zararlar?

İBN-İ HALDUN: Havan, mal ve eşya satın almak hususunda tacir ve çiftçileri sıkıştırmış olurlar. Çünkü tebaanın serveti birbirine denk ve birbirininkine yakın bir nispettedir. Onların alışverişlerde birbirlerine olan rekabetleri servetlerini nispetinde olup, zaten az olan paraları mukabilinde eşya ve mal satın almakla tükenir yahut da tükenmek derecesine gelir. Serveti büyük olan sultan alışverişe başlarsa, bunlardan her biri zaruri olan ihtiyaçlarını temin edemeyecek hale gelir. Bundan dolayı kalpleri kaygı ve hasretle dolar(35).

HAYATİ TEK: Başka ne gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar?

İBN-İ HALDUN: Üstelik sultan zorla bu malları elde etmeye kalkışırsa, çoğunu halkın elinden alır veyahut en ucuz fiyatla elde eder; kendisine rekabet eden kimse bulunmadığı takdirde bu mahsullerin fiyatlarını indirir. Bu yolla bütün mahsuller: Hububat, atlas, bal, şeker ve bu kabilden olan diğer mahsuller ve sair ticaret malları, elde edildikten sonra, bu mal ve eşyanın pazarlarda sürüm vakti beklenmeden, değerinden fazla bir fiyata tebaaya satılır(36).

HAYATİ TEK: Devletin karaborsacılık yapması halk için gerçekten büyük bir felaket olur. Tacirlerin durumu da doğal olarak iyice kötüleşir…

İBN-İ HALDUN: Tacirler sermayelerini devlet ve ricali tarafından kendilerine satılan mal ve eşyaya yatırmış oldukları ve başka da sermayeleri bulunmadığı için bu eşya, sermayelerinin karşılığı olarak ellerinde kalır; ellerinde alışveriş edecek paraları bulunmadığı için, alışveriş edemeyecek ve aileleri geçindiremeyecek bir duruma düşerler(37).

İhtiyaç ve zaruret, bu mal ve eşyayı satmayı gerektirdiğinde pazarlar durgun olduğu için, en ucuz fiyatla satılır. Tacir ve çiftçi bu gibi hallere tekrar düşebilir. Bu suretle tebaa büyük zorluklara ve sıkıntılara uğrar, kazanç temin etmek yolları büsbütün kapandığından çalışmaktan ümidini keser. Bu hal, devletin vergi toplamasını zorlaştırır, gelirini azaltır(38).

HAYATİ TEK: Böylece devlet, vergi topladığı kesimi kendi eliyle zayıflatır ve aslında bindiği dalı keser, değil mi?

İBN-İ HALDUN: Çünkü devletin gelirinin en büyük kısmını, yeni vergiler temin eder. Bilhassa pazarlarda azalan eşyadan vergi almak usulü ihdas edildikten sonra, gelirin temelini tacirlerden ve çiftçilerden alınan vergiler teşkil eder. Çiftçi ekincilikten, tacir de alışverişten elini çektikten sonra bütün vergilerin kaynakları kapanır yahut fahiş bir nispette eksilir. Sultan bu suretle alışverişten ve çiftçilikten elde ettiği faydaları, vergilerden kaybettiğine nispetle pek cüzi bir kazanç teşkil ettiğini anlar. Devletin kazancı, ticaretin faydalı olduğu farz edildiği takdirde dahi, devlet tarafından satılan ve satın alınan eşya ve mallardan vergi alınmadığı için, bu ticaret ve alışveriş tebaa tarafından yapıldığı takdirde devletin bu alışverişten alacağı vergiler miktarında olacağı hakikatten çok uzaktır. Devlet kendisi ticaretle uğraşmadan, bu alışveriş tebaası tarafından yapıldığı takdirde, bunlardan toplayacağı vergilerden daha çok gelir temin edecektir(39).

HAYATİ TEK: Gerçekten gayet açıklayıcı bilgiler verdiniz. Önemli uyarılarda bulundunuz. Devletin ekonomiye girmesinin başka ne gibi sakıncaları olabilir?

İBN-İ HALDUN: Devletin bu şekilde ticaret ve çiftçilikle meşgul olması yurdu imar edenlere bir tecavüz teşkil eder. Tebaasının iş ve hareketinin durması ile devletin düzeni ve işi bozulur, yurdun bayındırlığı azalır; çünkü, tebaa çalışmaz, tacir alışverişi, ekinci çiftçiliği bırakırsa, bunun bir sonucu olarak geçinmenin düzen ve durumu bozulur, bunu iyice anla(40).

HAYATİ TEK: Haklısınız. Bu konuyla ilgili başkaca uyarı ve tavsiyeniz var mı?

İBN-İ HALDUN: Bil ki, sultanın mal ve serveti, ancak vergi ile ve vergilerin bol ve çok olmasıyla çoğalır. Vergiler, ancak servet sahipleri hakkında doğru olmak, onların fayda ve işlerini gözden kaçırmamakla temin edilir. Ancak bu takdirde onların emelleri genişler; onlar, mal ve servetlerini çoğaltmak üzere sevinerek çalışırlar. Onların serveti artınca devletin geliri çoğalır. Hükümdarın ticaret ve çiftçilikle meşgul olmasından tebaa çabuk zarar görür, vergileri azaltır, yurdun bayındırlığını giderir(41).

Hükümdar, emir ve zorbaların çiftçilik ve ticaretle meşgul olmaları zararlıdır. Çünkü bunlar çiftçilik ve ticaretle meşgul olurlarsa, satılmak üzere şehirlerine getirilen mahsul ve ticaret mallarını istedikleri gibi fiyat biçerek satın alırlar. Vakti gelince de idarelerinde olan tebalarına istedikleri gibi yüksek fiyatlarla satarlar. İdareleri altında bulunan tebalarına, değerinden fazla fiyatla mal ve eşya satmanın zararı, yurt ve şehirlerine getirilen mal ve ticaret eşyasını, istedikleri fiyatla, zorla satın almaktan daha zararlı olup, tebaanın yaşayışını altüst eder, ekonomik durumlarını büsbütün bozar(42).

HAYATİ TEK: Zaten bu, düpedüz devlet eliyle karaborsa olur…

İBN-İ HALDUN: Sultanın, bunun için, bu işlerin ehli ve mesleği olan tacir ve çiftçileri bu işlere karıştırdığı ve vasıta edindiği çağlar da olur. Sultan, çabuk para toplamak maksadıyla bu gibi haksızlıklara başvurursa, hükümdarın ticaret mal ve eşyasından vergi ve harçlar alınmadığı için, hükümdarın kar ve istifadesi tabiatıyla büyük olur. Vasıta edindiği tacir ve çiftçilere kardan bir pay ayırır. Hükümdarlar, bu yolla zorla mal satın alarak, zorla tebaalarına satmanın, vergileri ve umumiyetle devletin gelirini eksilterek devleti büyük zararlara soktuğunu anlamazlar(43).

HAYATİ TEK: Ancak devletin ekonomiye direkt girmesinin sosyal adaleti daha iyi sağlayacağını iddia edenler de var.

İBN-İ HALDUN: Sultan, devletin vergilerini ve umumiyetle gelirini eksilten ve devletine zararı dokunan bu gibi alışverişlere teşvik edenlerin teşvik, politika ve sözlerine kulak asmamalı; bunlardan, devletin bozulmasına sebep oldukları için sakınmalıdır(44).

HAYATİ TEK: Aslında tam bu noktada karşımıza günümüzün en büyük sorunlarından biri çıkıyor. Devletin gelirleri, devlete sırtını dayayan bir zümre tarafından tabiri caizse hortumlanıyor. Böyle bir zümre niçin oluşur?

İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: Devletin ilk kuruluş çağında ganimetler, tebaadan toplanan para ve mallar, devleti kurarken gösterdikleri hizmet ve devletin kuruluşuna katılan uruk ve boylarının kudret ve kuvveti nispetinde, bu uğurda çalışanlar arasında bölünür, çünkü yukarıda anlattığımız gibi, devlet ilk kuruluşu çağında onlara muhtaçtır, devleti kuran onlardır. Bu çağda hükümdar, onları hükmü altına almak gayesini güttüğü için, onların ganimet ve vergilerden elde ettikleri mal ve paralarına dokunmaz. Devlet bu devrede iken, başkan ve hükümdarlar, izzet ve kudret sahibi olmaktan ve devletin tahtını kendilerine tahsis etmekten başka şey düşünmezler. Bu devrede sultan, bağımsız bir hükümdardır, kudretlidir, uruk ve kavminin yardımına muhtaçtır. Bu devrede sultan, ganimet mallarından ve vergilerden kendisi için ancak ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere küçük bir pay ayırır; kalanını, devletini kuranlara bağışlar. Bu devrede sultanın maiyeti ve hizmetinde bulunanlardan; vezir, kâtip ve azatlıları fakirdirler, şerefleri son derecededir. Çünkü, bu devrede onların şeref ve servetleri, hizmetinde bulundukları sultanın şan ve serveti nispetindedir; sultan ise ele geçen paraları kendisini sıkıştıran asabiyet ve devleti kuran ve koruyan uruk ve kavmi arasında böldüğü için eli dardır(45).

HAYATİ TEK: Sultan ve yakın çevresinin eli ne zaman bollaşır?

İBN-İ HALDUN: Hükümdarlığın tabiatı icabı olarak kuvvet ve kudret kesbettikten sonra kavmini hükmü altına alır, ganimet ve vergilerden onlara el çektirir. Onlar da ancak başkaları arasında tahsis edilen paylarını alırlar. Kuvvetleri kırıldığı için bunların devlet idaresine olan tesirleri ve o nispette payları azalır; azatlılar ve devletin nimetleri sayesinde yetişenler, devletin idaresini ve koruma işlerini onlarla bölüşürler, bundan sonra devlet başkanı devletinin bütün gelirini yahut da çoğunu yalnız kendi idaresi altına alır. Mal ve para toplar, gerekli ve önemli işlerde kullanmak üzere bu paraları biriktirir, hükümdarın serveti çoğalır, hazineleri dolar, şan ve şevketi büyür, bütün uruk ve kavmi arasında şevketli ve azimli olur. Bunun üzerine maiyetinde ve hizmetinde bulunanların, havassın (seçilmişlerin), vezir, kâtip, kapıcıbaşı, azatlı ve jandarma komutanı gibilerin şeref ve kuvvetleri artar, bunlar da para ve servet toplarlar(46).

HAYATİ TEK: Bunun sonu nereye varır?

İBN-İ HALDUN: Devletin ihtiyarlama çağı geldiğinde, devleti kuran ve koruyan uruk ve boyların hal ve durumu altüst olur. Bunlar, kuvvetlerini kaybettikten sonra, asiler, ihtilalciler ve idareyi ele geçirmek için çekişenler çoğalacağından, devleti idare eden kimse diğer arka ve yardımcılara muhtaç olur. Sultan, devletin yıkılmasından korktuğu için, ele geçen paraları kılıç sahibi olan yardımcılarına ve devleti koruyabilecek kudretli uruk ve boylara verir ve hazinelerini devletin önemli işlerine ve gereken yerlere sarf eder(47).

HAYATİ TEK: Bu devlet olmanın gereği değil midir?

İBN-İ HALDUN: Bununla beraber, sebeplerini yukarda anlattığımız gibi, bahşişler ve masraflar çoğaldığı için hazinede servet eksilir; haraç ve benzerlerinden tahsil edilen gelirler azalır, bunun bir sonucu olarak devletin paraya olan ihtiyacı artar, bundan ötürü devletin nimet ve bol bağışlarının arkası kesilir. Eskiden bol bağışlara nail olan havasının, devlet ricalinin, kapıcıbaşılarının ve kâtiplerinin elleri darlaşır, şan ve şerefleri kırıldığı ve devletin eli darlaştığı için eski bolluk ve refah kalmaz. Devleti idare edenin gittikçe eli darlaştığı için; hükümdarın yakın adamlarının oğulları ve onun hizmet ve maiyetinde bulunanlar, devlet başkanına yardım maksadıyla babaları tarafından toplanmış olan paraları boş yere sarf ederler; ama, ataları ve babaları gibi içten severek hizmetlerde bulunmazlar(48).

Bu da ilginç bir tespit… Daha sonra ne gibi gelişmeler yaşanır?

İBN-İ HALDUN: Nihayet devlet sahibi, kendinden önce hüküm sürenler çağında o hükümdarın şan ve kudreti sayesinde toplanmış olan bu servetlere onların oğul ve torunlarından ziyade kendisinin müstahak olduğunu düşünerek; rütbelerine göre birbiri arkasından olmak üzere, bu malları birer birer onların elinden çekip alır. Onların bu kötü durumlara düşmelerinden devlet mutazarrır olur; maiyeti, hizmetinde bulunanlar, devlet ricali ve servet sahipleri mahvolur(49).

Devlette, havassın bu nimet ve servetlerini kaybetmesiyle, eskiden yükselmiş olan fazilet ve cömertlik gibi meziyet ve şereflerin binası yıkılır ki, bu, Tanrının kulları için vazettiği bir kanundur(50).

HAYATİ TEK: Üstad, siz 1300’lü yıllarda 2000’lerin dünyasını öngörmüşsünüz resmen. Tebrik etmekten başka ne yapabiliriz ki? Hazır devlet ve ekonomi bahsine bu kadar girmişken sormak istiyoruz; kimi durumlarda devlet ekonomisi zayıf olduğu için çalışanlarının ücretlerinde önemli kısıtlamalara gidilebiliyor. Ücretleri kısmak devletleri ekonomik açıdan rahatladır mı?

İBN-İ HALDUN: Ücret ve aylıkları eksiltmek devletin gelirini eksiltir(51).

HAYATİ TEK: Neden? Zira eğer gerçekten böyle olsaydı, sizden yedi asır sonra çağdaş devletler bu yola başvururlar mıydı?

İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: Devlet ile hükümdar dünyanın en büyük pazarı –alışveriş yer- hükmündedir. Dünya bayındırlığının madde ve kaynağı da devlettir. Devlet ve hükümdar mal ve paraya muhtaç olur, geliri eksilir, tükenir yahut da masrafları kısmazsa, devlet hizmetinde bulunan memur, asker ve devleti koruyanların elindeki para da azalır, bunlar akrabalarına ve hizmetlerinde bulunanlara vermekte oldukları aylıkları keserler. Bu surette bunların da harcama güçleri azalmış, geçinme vasıtaları kısılmış olur(52).

HAYATİ TEK: O halde çözüm nedir?

İBN-İ HALDUN: Bu kimseler, ahalinin çoğunluğunu teşkil eden diğer sınıflardan ziyade pazarlarda alışveriş ederler. Bunun bir sebebi olarak pazarlarda durgunluk başlar. Ticaret mal ve eşyasından az kar gelir. Bu durgunluk devletin haraç kabilinden olan gelirini azaltır. Çünkü haraç ve diğer vergilerin kaynağı, yurdun bayındırlığına, alışveriş gibi muamelelere ve ahalinin kar ve fayda elde etmek üzere çalışmasına bağlıdır. Gelirlerin bu yolla azalmasının bir sonucu olarak devletin parası azaldığı için, bundan devlet zarar görür(53).

HAYATİ TEK: Bu konuyu biraz daha açmanızı rica edeceğiz…

İBN-İ HALDUN: Devlet en büyük pazar ve bütün pazarların anası, gelir ve masrafların kaynağıdır. Devletin gelir ve masrafları azaldıktan sonra o nispette pazarlarda alışverişin azalması pek tabiidir. Belki devletten ziyade pazarlar bundan müteessir olur. Üstelik para ve servet tebaa ile devlet arasında ortak olup, tebaanın elinden devlete, devletin hazinesinden tebaanın eline geçer ve bu suretle ikisinin arasında dolaşır. Devlet paraları saklarsa, tebaanın elinde para kalmaz(54).

HAYATİ TEK: Gerçekten son derece keyifli ve faydalı bir sohbet oluyor. Dilerseniz biraz da sosyal hayata dair konuşalım. Halkın huzur, sükûn ve mutluluğu gibi nasıl bir siyaset takip edilmelidir?

İBN-İ HALDUN: Beşer cinsi için, sosyal bir hayatla yaşamak zaruridir. Bir arada toplanarak sosyal bir hayat yaşayabilmek için başlarında bir yasakçı ve hâkimin bulunması gerekir.  O cemiyetlerin azaları ancak ona başvururlar, bu hâkim bazen Tanrı tarafından indirilen şeriat hükümlerine dayanarak hükmeder. Bu takdirde ecir ve sevaba o şeriatı getiren Tanrı elçisi tarafından haber verilen cezalara inandıkları için, o hâkime itaat etmeleri vacip olur. Bazen de hâkim akli siyasetle, insanların akılları ile düşünerek koydukları kanunlarla hükmeder. Bu takdirde dahi, hâkimin kendi işlerini bilerek bu kanunlarla hükmettiğine kani oldukları için ona itaat etmeleri gerekir(55).

Hâkim dine dayanarak hükmettiği takdirde ahrette kurtuluş yolunu temin etmiş olduğundan, hem dünya, hem ahretleri için faydalı olur. Hâkim akli siyasetle idare ettiği takdirde yalnız dünyaları için faydalı olur. “Siyaset-i medeniye” adıyla anılan ve senin de işitmekte olduğun siyaset bu akli siyasetten başkadır(56).

HAYATİ TEK: Nasıl? Biraz detay verir misiniz?

İBN-İ HALDUN: Hâkim ve filozoflara göre “siyaset-i medeniye”, idare başında bulunanlardan büsbütün müstağni olmaları için cemiyet azalarından her birinin nefsinde ve karakterinde bulunması gereken ruhani fazilete dayanır. Azalarının her birinde bu fazilet bulunan cemiyetin toplandığı mahalli (ülkeyi), filozoflar “medinet-ül fazıla” adıyla anarlar(57).

HAYATİ TEK: Platon’un Devlet anlayışına benzer ütopik bir toplum yapısından söz ediyor gibisiniz…

İBN-İ HALDUN: Bu cemiyet; siyaset-i medeniye kanunlarına göre idare edilir, filozoflar burada siyaset tabirinden sosyologların irade ettiği “mesalih-i amme”yi kast etmezler. Filozoflar terimindeki siyaset tabiri bundan başkadır. Bunların fikrine göre böyle bir cemiyet seyrek görülür veyahut bulunması uzak bir ihtimaldir. Filozoflar bu cemiyet hakkında ancak tahmine dayanarak söz söylerler.

Akli siyasetin iki şekli vardır. Biri umumiyetle genel maslahatlar ve devletçilik bakımından devletin sağlam bir şekilde idaresini temin etmek üzere, bilhassa, sultanın menfaat işlerine göre idare usulüdür. Bu hikmet ve akla dayanan bir idare usulü olup, Farslar devletlerini bu yolda idare etmişlerdir. Yüce Tanrı İslam dini sayesinde bizi bundan müstağni kılmıştır(58).

HAYATİ TEK: Niye böyle söylediniz? Hikmet ve akla dayanan bir devlet neden kötü olsun ki?

İBN-İ HALDUN: Çünkü şeriat hüküm ve kaideleri gerek genel maslahatları ve gerek özel menfaatleri temin etmiş ve afetlerden koruma bakımından dahi devletin idaresi için gereken bütün kaide ve hükümleri içine almıştır(59).

HAYATİ TEK: Akli siyaseti iki şekilde değerlendirmiştiniz. Birincisini anlattınız. İkincisinden de bahseder misiniz?

İBN-İ HALDUN: Akli siyasetin diğer bir şekli de devlet ve hükümdarın maslahatları bakımından, kahır ve şiddetle devlet idaresini hükümdarın elinde sağlamak ve halkın menfaat ve maslahatlarını ancak ona tabi kılmak suretiyle yapılan kanunlara göre elde etmek sistemidir. Gerek Müslüman ve gerek kâfir olsun, dünyada hüküm süren bütün hükümdarlar, cemiyetleri bu sisteme göre idare ederler. Fakat İslam hükümdarları İslam şeriatına uydurarak tebaayı ve yurdu idare etmeye imkân dâhilinde çalışmaktadırlar. O halde İslam devletlerinin devlet ve tebaayı idare eden kanunları, şeriat hüküm ve kaideleri ile ahlaki edeplerden, sosyal hayatı tanzim eden kanunlardan ve şevketle asabiyeti korumak için gereken ve zaruri olan hüküm ve kaidelerden toplanmıştır(60).

HAYATİ TEK: Akli kural ve kaidelere hiç mi yer yok?

İBN-İ HALDUN: İslam hükümdarları ilk önce şeriatın hüküm ve kaidelerine ve ikinci derecede filozoflar tarafından tespit edilen ahlaki edeplere göre devletlerini ve tebaalarını idare ederler(61).

HAYATİ TEK: Anladım. Sözlerinizden yola çıkarak “devlet ve medeniyet ile yerleşik hayat arasında doğru orantı vardı” diyebilir miyiz?

İBN-İ HALDUN: Devlet şehirlerde yaşamayı icap ettirir. Bunun sebebi şudur: Uruklar, boylar ve sülaleler devlet kurduktan sonra şehir ve kasabaları ele geçirmeye mecburdurlar. Bu da iki sebepten ileri gelmektedir. Bu iki sebepten biri, devletin sükûnet ve rahatlığı icap ettirmesi ile ağırlıkları bırakmak ve göçebelik hayatında eksik olan imar ve bayındırlığı bütünlemek ihtiyaç ve mecburiyetidir. İkinci sebep ise devleti ele geçirmek üzere harekete geçmeleri beklenenlerden korunmaktır. Şehir ve kalelere sığınmalara galebe çalmak son derece zor ve zahmetlidir. Duvar arkasında savaşarak korunmak suretiyle düşmanı yaralamak ve öldürmek kolay olduğu için, az sayıda kuvvetle sayıları pek çok olan askere karşı konulabilir. Bunlar çok askere ve büyük kudret ve şevkete muhtaç olmazlar. Şevket ve asabiyetler, savaşlarda düşmana karşı koymak ve dayanmak için gereklidir. Surlarda yaşayanlar ise duvarlar sayesinde dayanabilirler, büyük asabiyete ve sayı çokluğuna muhtaç olmadan korunabilirler.  Bundan dolayı, devletle çekişenlerden kaleye sığınmış olanlar, kale ve şehri ele geçirmek isteyenleri kuvvetten düşürür, onların istila kudretlerini hırpalar. Bundan ötürü, devlet kuran göçebeler, etraflarında şehir ve kaleler bulunduğu takdirde hasımlarının sığınmalarına engel olmak üzere o kale ve şehirleri ele geçirirler(62).

HAYATİ TEK: Devlet, çöl ya da bozkırda teşekkül etmişse ne olacak?

İBN-İ HALDUN: Etraflarında kale ve şehirler bulunmadığı takdirde sosyal hayatın eksiklerini tamamlamak ve ağırlıklarını yerleştirmek için yeni baştan şehir ve kaleler vücuda getirirler. Bu suretle kendi uruk ve boylarından, izzet ve şerefe onlardan yüksek bir derce kazanmak isteyenlerin ümitlerini kırarlar. Bundan, devlet kuranlar için kalelerde yerleşmenin bir zaruret olduğu anlaşılır. Ötesini her türlü noksandan münezzeh olan Tanrı bilir. Onun yardımıyla başarılar kazanılır. Ondan başka yetiştiren ve besleyen yoktur(63).

HAYATİ TEK: Devletin kudreti ile şehirlerin büyüklüğü arasında bir bağlantı var mıdır?

İBN-İ HALDUN: Büyük şehirler ve yüksek heykeller ancak büyük devletler tarafından vücuda getirilebilir. Devletler tarafından yapılan yapılar, kurumlar, bina, heykel ve başkaları onları yapan devletin kudret ve şevketiyle mütenasiptir(64).

HAYATİ TEK: Neden?

İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: Şehirler ancak işçilerin bir araya toplanması, çokluğu ve birbirine yardımlaşmaları sayesinde kurulabilir. Devlet, şehir ve heykeller vücuda getirmek üzere geniş ülkesinin etrafından işçiler toplar. Bu yapılar için gereken ağır şeyleri nakletmek üzere çok defa, kuvvet ve kudreti arttıran, ağır şeyleri kaldıran, nakleden ve geometri kaidelerine göre yapılmış olan makinelerin yardımına başvurulur. Çünkü beşer kuvveti bu gibi ağır şeyleri kaldırmaktan acizdir(65).

HAYATİ TEK: Eski çağlarda yapılmış muazzam eserler görüyoruz. Günümüzden daha geri oldukları varsayılan topluluklar bu eserleri nasıl inşa etmişlerdir?

İBN-İ HALDUN: Birçok kimse, eski kavimlerin bıraktıkları büyük eser ve büyük yapıları, mesela, Kisra’ların taklarını, Mısır’ın ehramlarını, Batı Afrika’daki kemerler üzerinde birbirine bağlanarak yapılan su kanallarını ve şarşal eserlerini gördüklerinde, o kavimlerin bunları bir araya toplanarak veyahut ayrı ayrı olarak kendi cismani kuvvetleriyle yapmış olduklarına inanmışlar ve bu eserlerin o kavimlerin gövdeleri ile mütenasip olduğu vehmini kapılarak onların vücutça iri olduğuna kani olmuşlardır(66).

HAYATİ TEK: İnsanlar neden böyle düşündüler sizce? O ihtişamlı yapılar nasıl inşa edildiler?

İBN-İ HALDUN: Bunlar geometri ilminin, ağır şeyleri kaldıran ve taşıyan (cerr-i eskal – caraskal) makinelerin yardım ve faydalarından ve geometri ilmine dayanan sanayiden gaflet ederler. Şehir ve ülkelerde dolaşan birçok kimselerin, Arap olmayan kavimlerin ilim, fen ve makinelerin yardımıyla büyük yapılar vücuda getirmiş ve ağır nesneleri taşımak hususunda ne gibi hilelere başvururmuş olduklarını gözleriyle görmeleri, bu sözlerimizin doğruluğuna tanıklık eder(67).

HAYATİ TEK: Ad binaları ve Kartaca’nın ünlü su kemerleri de bu şekilde mi inşa edildi?

İBN-İ HALDUN: Ad kavmine nispet edilen ve “Ad binaları” adını verdikleri eski kavimlerden kalma ve hâlâ da mevcut olan eserlerin çoğu ilim, geometri ve makinelerin yardımıyla vücuda getirilmiştir. Yoksa, halkın inandığı gibi, o kavimlerin vücutları bizimkinden büyük ve kuvvetleri bizimkinden fazla değildi. Kartaca şehrine su getirmek üzere, kemerlerle tutturarak egmel (mukavves, eğitimli) bir şekilde taklar üzerinde yapılan su kanal ve bentleri çağımızda dahi egmel bir şekilde mevcuttur(68).

HAYATİ TEK: Konuları o kadar detaylı ve güzel açıklıyorsunuz ki, aklımıza gelen hemen her şeyi sormak istiyoruz. Konu, bilim ve teknikten açılmışken, teknolojide ilerlemiş ülkelerin daha bayındır ve ekonomiklerinin daha güçlü olmasının sebebi nedir?

İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: öğretim hüner ve sanat cümlesindendir ve bir meslektir. Hüner ve sanayi ancak şehirlerde gelişir ve şehir nüfusunun azlığı veya çokluğu, bayındırlığı, yerleşik ve içtimai hayatın itiyat ve icaplarının ahali arasında yayılma nispetinde gelişir ve çeşitleri de o nispette iyileşir(69).

HAYATİ TEK: Neden?

İBN-İ HALDUN: Çünkü medeni ve içtimai hayatın itiyat ve icapları, geçinme için gereken nesnelerden olmayıp, ek ve zait şeylerdendir(70).

HAYATİ TEK: İnsanlar, asgari geçimlerini sağladıktan sonra bilim ve sanatla uğraşabileceklerine göre, bunun için gerekli mali kaynak nasıl oluşacak? İnsanların refah seviyesinin yükselmesi gerekir zira?

İBN-İ HALDUN: Cemiyet fertlerinin emek ve çalışmaları, geçinmeleri için gereken miktardan fazla kazanç temin ederse, o cemiyetin azaları geçinmelerinden artan vakit ve emeklerini insana mahsus olan ilim, fen ve sanatı öğrenmeye sarf ederler(71).

HAYATİ TEK: Boş zamanın ve üretilen artık değerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda yedi asır önceden bu kadar muhteşem bir tespit ve tavsiyede bulunmanız gerçekten çok anlamlı. Peki, diyelim ki, kırsal alanda zenginleşen kişiler bilim ve sanat yapabilmek için nasıl bir yol izleyecekler?

İBN-İ HALDUN: İlim, sanat cümlesinden olup, köylerde ve medeniyetin gelişmemiş olduğu şehirlerde sanat mevcut olmadığı için bu köy ve şehirlerin ahalisi tabiatlarının sevkiyle öğrenmek istedikleri ve arzu ettikleri ilim ve sanatı kendi köy ve şehirlerinde öğrenmezler ve bundan dolayı sanayii ilerlemiş olan şehirlerden birine gidip öğrenmeye mecbur olurlar(72).

HAYATİ TEK: İnsanlar rağbet ettikçe ve mali kaynak aktarıldıkça da büyük şehirler daha da gelişiyor. Şahane bir denklem doğrusu… Peki, Bağdat, Kurtuba, Basra ve Kûfe gibi asırlarca bilim ve sanat merkezi olmuş şehirlerin zamanla gözden düşmelerini nasıl açıklıyorsunuz?

İBN-İ HALDUN: İslamiyet’in ilk çağında nüfusları çoğaldığında ve medeni seviyeleri yükseldiğinde bu şehirlerde ilim ve fenler son derece gelişmişti. Öğretim usul ve terimleri vazedilmiş ve her çeşit ilim ve fen ilerlemişti. Onlar, derin ve halli zor olan meseleler üzerinde çalışmışlar ve halletmişler, her türlü ilim ve fenni incelemişler, bu alanlarda ilk çağlarda yetişen bilginleri geçmişler ve sonradan yetişenlere üstün gelmişlerdi(73).

HAYATİ TEK: Tam da onu sormuştum? Bu şehirler neden güç kaybettiler?

İBN-İ HALDUN: Bayındırlığı azalarak ekonomik durumları alt üst olduktan sonra nüfuzları azaldı. Bunun bir sonucu olarak, gelişmiş olan medeniyet dahi bütün dalları ve ilgili olan nesneleriyle birlikte ortadan kayboldu; bu şehirlerde, ilim ve öğretim sona erdi. İlim ve fenler bu şehirlerden başkasına intikal etti; bilginler ve uzmanlar oradan çekilip gittiler(74).

HAYATİ TEK: Ekonominin bilim, teknoloji ve medeniyet üzerindeki etkisini bu kadar net bir şekilde açıklayan en eski bilgin sizsiniz sanırım. Ancak aklımıza takıldı, Kahire’nin etkinliği hep devam etti. Bunu neye bağlıyorsunuz?

İBN-İ HALDUN: Kahire’nin ilim merkezi olması, Mısır’ın binlerce yıldan beri medeniyetlerin merkezi olmasından ve medeniyetin bu ülkede muhkem olarak yerleşmesinden ileri gelmiştir. Bundan dolayı Mısır’da hüner, sanat ve ilim gelişmiş ve çeşitleri çoğalmış, bu cümleden olmak üzere, öğretim usulü de tekâmül etmiştir(75).

HAYATİ TEK: Kahire’nin bu özelliğini korumasında başkaca sebepler var mıdır?

İBN-İ HALDUN: Kahire’nin ilim, hüner ve sanat merkezi olarak kalmasında ve bu medeniyetin muhafaza olunmasında iki yüz yıldan ve Selahaddin bin Eyyub ve ondan sonraki hükümdarlar çağından beri orada (Şam ve Mısır’da) Türk devleti kurulmuş olması bir amil olmuştur(76).

HAYATİ TEK: Eyyubiler ve Kölemenlerden bahsettiğiniz açık. Ancak Türklerin yönetimindeki bu iki devletin bilim ve sanatı nasıl koruyup geliştirdiklerini biraz daha detaylı açıklayabilir misiniz?

İBN-i HALDUN: Köle ve azatlı oldukları için Türk beylerinin arkalarında bırakacakları servetlerine sultanların el uzatarak çoluk-çocuklarına bir şey bırakmayacaklarından, servet ve mülklerinin kaybolup gitmesinden korkarak bunları vakfetmeleridir. Türk beyleri bundan dolayı pek çok medrese, tekke, zaviye, han ve imaretler bina edip, bol gelirler temin eden vakıflar bağlamışlar, bu vakıflarına evlatlarının nezaret etmesini veyahut gelirlerinin bir hissesinin evlatlarına verilmesini şart ve bu suretle evlatlarının geçinmesini de temin etmişlerdir(77).

HAYATİ TEK: Tek sebebi bu mu? Türk Beylerinin bilim ve sanatı desteklemelerindeki tek sebep, evlatlarını koruma içgüdüsü müdür?

İBN-İ HALDUN: Bununla beraber, bu Türkler hayır ve hayratı seven, iş ve maksatlarında ecir ve sevap arayan insanlardır. İşte bundan dolayı Mısır’da vakıflar çoğaldı. Bu vakıfların geliri büyük ölçüdedir, faydaları büyüktür(78).

Aylık tahsisatları çok olduğu için talebe ve öğretmenler çoktur. Aynı sebepten dolayı, ilim öğrenmek üzere, Irak ve Batı Afrika’dan Mısır’a talebe gelmektedir. Vakıflar çok olduğu için Mısır’da ilim ve fenler gelişmekte, ilmin çeşmeleri kaynayıp taşmaktadır(79).

HAYATİ TEK: Son olarak İslam felsefesi ve ilahiyat hakkındaki görüşlerinizi almak istiyoruz.

İBN-İ HALDUN: İlahiyat, mutlak vücut ve varlıklardan bahseder ve ilk önce cismani olan varlıkların genel hallerini, ruhani olan varlıkların mahiyetini, vahdet, kesret, vücub imkan ve başka konuları inceler. İlahiyat bundan sonra ruhani nefis ve ruhların cisimlerden ayrıldıktan ve mebde (yani ilk önce sudur ettikleri varlıklara) döndükten sonraki hallerine geçer. İlahiyatçılar bu ilmin şerefli bir ilim olup, vücudu olduğu gibi, hakikati ile anlatıyor diye iddia ederler(80).

HAYATİ TEK: “İddia ederler” dediğinize göre bu fikre katılmıyorsunuz sanırım. Neyse, biz devam edelim…

İBN-İ HALDUN: İlahiyatçıların tertiplerine göre bu ilim tabii ilimlerin bir dalını teşkil eder. Bundan dolayı bu ilmi “averaü’t-tabia”adıyla anarlar. İlk öğretmen Aristo’nun ilahiyata dair yazdığı eserleri ellerde mevcuttur. İbn Sina, Aristo’nun bu eserlerini “Şifa”sıyla “Necat”ında kısaltarak dercetmiştir. Endülüslü filozoflardan İbn Rüşd dahi Aristo’nun eserini kısaltmıştır. Bilginler, filozofların önem verdikleri bu ilimlerle meşgul olarak eserler yazdıktan sonra Gazali, filozofların fikirlerini “Tehafet ül-Felasife: Filozofların Şaşkınlıkları” adlı eserinde reddetti. Sonradan yetişen Mütekellimin (kelam ilmi âlimleri), kelam ilmi meselelerini felsefe ilmi meseleleriyle karıştırdı(81).

HAYATİ TEK: Neden kaynaklandı bu?

İBN-i HALDUN: Bu karıştırma kelam ilmi konularının ilahiyat ilminin konularına benzemesinden ve incelemeleri sırasında felsefi meselelerle karşılaşmalarından ileri gelmiş, bunun bir sonucu olarak bu iki ilmin meseleleri tek bir ilim imiş gibi birbiriyle karışmıştır. Daha sonra filozofların tabii ve ilahi ilimleri inceledikleri vakit takip ettikleri tertipleri değiştirerek birbirine karıştırdılar, önce “umur-u-amme”den, bundan sonra cisimli varlıklardan ve bunlarla ilgili olan konulardan ve bundan sonra ruhaniyet bakımından ona tabi meselelerden bahsetmek suretiyle sonuna kadar bu ilme ait meselelerin tertibini değiştirmekle devam ettiler. Nitekim İmam Fahrettin Razi İbn Hatib “Mebahis-i Meşrikiyye”sinde bu usulü takip etti. İmamdan sonra yetişen bütün kelam ilmi bilginleri, bu hususta ona uydular. Bunun bir sonucu olarak kelam ilmi felsefe meseleleri ile karıştı, kelam kitapları felsefe meseleleriyle doldu. Bu iki ilmin kanunları ve meseleleri bir ilmin kanunlarıymış gibi birleşti. Hâlbuki bu doğru değildir(82).

HAYATİ TEK: Neden? Açıklar mısınız?

İBN-İ HALDUN: Çünkü kelam ilminin meseleleri iman akideleri olup, kaynağı şeriattır, selefler tarafından nakledildiği gibi, iman etmekten ibarettir, ancak akıl ile ispat edilebilir manasıyla iman meselelerinde akla başvurulmaz(83).

HAYATİ TEK: Neden? İman akıl dışı bir konu mu?

İBN-İ HALDUN: Çünkü şeriat bakımından şer’i işlerde akla güvenilmez. Mütekellimin akide ile ilgili meselelerde akli delillerle istidlal etmeleri, filozoflar gibi ilim ve bilgi elde etmek maksadıyla değildir, ancak dini akideleri ve seleflerin fikir ve mezheplerini teyit etmek, kuvvetlendirmek ve bidat ehlinin akli delillere dayanan fikir ve şüphelerini çürütmektir. Bu maksatla akli deliller aramaktan başka bir şey değildir(84).

Mütekellimin ancak seleflerin kabul ettiği ve inandıktan sonra akli deliller ararlar. Mütekellimin ile filozofların akli delillerle istidlalleri arasında büyük farklar bulunduğu bu açıklamamızdan anlaşılır(85).

HAYATİ TEK: Tarafımızdan tam olarak anlaşılamadı konu. Biraz daha izah eder misiniz?

İBN-İ HALDUN: Bu konu şu şekilde açıklanabilir: Şer’i ilimler ilahi olan nurlardan istifade ettiği için, şeriat sahibinin delil ve bilgisinin ihatası akla dayanan delil ve incelemeden çok geniştir; bu delil ve bilgiler, zayıf olan nazari delillerden üstün ve onları ihata etmiş olduğu için nazari deliller çerçevesi içine girmez.

Şâri (kanun koyan, şeriat koyan; burada Allah) bize ilahi ilimler ihsan etmiştir. Bizim vazifemiz bu ilahi olan bilgileri kendi idrak ve bilgilerimize tercih etmek, ancak bu ilahi bilgilere güvenmek, akli delillerle nakli deliller birbirine uymazsa aklı bir tarafa atarak emredilmiş olan hüküm ve inanın doğruluğuna inanmak ve emri doğru diye bilmektir. Bu hüküm ve insanlardan anlayamadıklarımız hakkında susmak ve Şâri’e inkıyat ederek (boyun eğerek) ona havale eylemektir(86).

HAYATİ TEK: Kelamcılar bunu bilmiyorlar mı? Madem konu bu kadar açık, neden akli deliller arayışına girsinler ki?

İBN-i HALDUN: Mütekellimini akli deliller aramaya sevk eden sebep, dinden sapanların kendilerinin akli olan bidatlerini ileri sürerek iman akidelerine itiraz etmeleridir.

Mütekellimin, onlara karşı koymak üzere itirazları cinsinden olan akli deliller aramaya muhtaç olmuşlardır. Bu akli ve nazari delillerle selefler çağındaki akideleri müdafaa etmişlerdir.

Tabii ilimlerden ve ilahiyattan sayılan meseleleri inceleyerek bunların iman akidelerine ve şeriat hükümlerine aykırı olanlarını ret ve tashih etmek kelam ilminin konularından olmadığı gibi, Mütekellimin tarafından incelenen meselelerden de değildir. Bu iki ilmi birbirinden ayırt edebilmek için sen bunları iyice anla(87).

HAYATİ TEK: Peki. Bu iki bilim dalı arasındaki farkları biraz daha somutlaştırabilir misiniz?

İBN-İ HALDUN: Bu iki ilim, gerek kurucuları, gerek konu ve meseleleri bakımından birbirinden başkadır. Bu iki ilmin birbirine karışması, deliller ileri sürülürken maksatların aynı olmasından ileri gelmiş ve aynı sebepten dolayı kelam ilmi, güya delil ve hüccetler yaratmak için telif edilmiş gibi görülmüştür. Hâlbuki kelam ilmi bilginleri olan Mütekellimin akli deliller ileri sürmeleri, yukarıda anlattığımız gibi, iman umdelerinin doğruluğu farz ve kabul edildikten sonra bidat ehlinin inan ve itirazlarını ret ve def etmek içindir.

Sonradan sofilerden olan Mütekellimin aşırı gidenleri, bir takım vecit ve hallerden bahsederek, kelam ilmi ile felsefe ilminin meselelerini tasavvufla karıştırıp bütün bu ilimleri birleştirdiler. Peygamberlik, ittihat, husul ve vahdet-i vücut meselelerini açıklarken, bu ilimleri birbiriyle karıştırmaları bu cümledendir. Hâlbuki bu üç ilim gerek konu, gerek mesele ve gerek delilleri bakımından birbirinden başkadır ve ayrı ayrı ilimlerdir(88).

HAYATİ TEK: Gerçekten son derece ilginç ve hassas bir konuya girdik. Ancak hayli uzayacağı da ortada… Bir röportajın sınırlarını da çoktan aştığımız için size çok teşekkür ediyoruz. 1300’lerde ortaya attığınız fikirlerinizle günümüzün pek çok sorununa bile ışık tuttunuz. Bir başka söyleşide görüşmek dileğiyle…

İBN-İ HALDUN KİMDİR?

(1332-1436)

Asıl adı Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî olan İbn-i Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu, 19 Mart 1406’da Kahire’de öldü.

Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi.

Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır’da çalıştı. Kuzey Afrika’nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman oldu. Mısır’da altı kez Maliki kadılığı yaptı.

Şam’ı işgal eden Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması olarak tarihe geçti.

Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi “Kitâbu’l-İber” ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü “Mukaddime”yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Başta Kâtip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devleti’nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti.

19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü.

Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: “Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi”.

Hitti’nnin “İslam’ın en büyük tarih felsefecisi” olarak gördüğü İbn-i Haldun’dan Claude Huart, Italo Pizzi, Reynold Alleyne Nicholson (Arap Edebiyatı tarihçileri), T. J. de Boer (İslam-Arap felsefecisi), William Muir, August Müller (İslam tarihçileri), Eduard Meyer, Yves Lacoste (tarihçiler), ondan övgüyle söz ederler.

A. Ferreira ve Ludwig Gumplowicz gibi sosyologlar İbn-i Haldun’u sosyolojinin habercisi ve öncüsü olarak nitelendirirler. Bazı kaynaklarda ise tarih sosyolojisinin, sosyal morfolojinin, genel sosyolojinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü olduğu ileri sürülür.

Cemil Meriç, İbn-i Haldun’u “kendi semasında tek yıldız” olarak nitelendirir.

ESERLERİ

Kitâbu’l-İber

Lubâb’ul-Muhassal

Şifâu’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil

Et-Târif bi ibn Haldun

Kaside-i Bürde şerhi

İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale

Mantığa dair bir risale (Kitab el-Mantık)

Hesap hakkında bir risale (Kitab el-Hisab)

Marakeş sultanına yazılan bir risale

Şiire dair bir risale

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/İbn-i_Haldun

DİPNOTLAR

1) İbn-i Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1989, C.1, s. 4

2) a.g.e. s. 5

3) a.g.e. s. 5

4) a.g.e. s. 1

5) a.g.e. s. 18

6) a.g.e. s. 353

7) a.g.e. s. 353

8) a.g.e. s. 353

9) a.g.e. s. 353

10) a.g.e. s. 353

11) a.g.e. s. 354

12) a.g.e. s. 354

13) a.g.e. s. 354

14) a.g.e. s. 354

15) a.g.e. s. 355

16) a.g.e. s. 431

17) a.g.e. s. 432

18) a.g.e. s. 432

19) a.g.e. s. 432

20) a.g.e. s. 432

21) a.g.e. s. 433

22) a.g.e. s. 434

23) a.g.e. s. 434

24) a.g.e. s. 435

25) a.g.e. s. 435

26) a.g.e. s. 436

27) a.g.e. s. 510

28) a.g.e. s. 512

29) İbn-i Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1989, C.2, s. 63)

30) a.g.e. s. 63

31) a.g.e. s. 63

32) a.g.e. s. 63

34) a.g.e. s. 64

34) a.g.e. s. 64

35) a.g.e. s. 64

36) a.g.e. s. 64

37) a.g.e. s. 64

38) a.g.e. s. 65

39) a.g.e. s. 65

40) a.g.e. s. 66

41) a.g.e. s. 66

42) a.g.e. s. 67

43) a.g.e. s. 67

44) a.g.e. s. 67

45) a.g.e. s. 68

46) a.g.e. s. 69

47) a.g.e. s. 69

48) a.g.e. s. 70

49) a.g.e. s. 70

50) a.g.e. s. 71

61) a.g.e. s. 74

52) a.g.e. s. 75

53) a.g.e. s. 75

54) a.g.e. s. 75

55) a.g.e. s. 118

56) a.g.e. s. 118

57) a.g.e. s. 118

58) a.g.e. s. 118

59) a.g.e. s. 119

60) a.g.e. s. 119

61) a.g.e. s. 119

62) a.g.e. s. 226

63) a.g.e. s. 227

64) a.g.e. s. 227

65) a.g.e. s. 228

66) a.g.e. s. 228

67) a.g.e. s. 228

68) a.g.e. s. 227- 229

69) a.g.e. s. 452

70) a.g.e. s. 452

71) a.g.e. s. 453

72) a.g.e. s. 453

73) a.g.e. s. 453

74) a.g.e. s. 453

60) a.g.e. s. 454

76) a.g.e. s. 454

77) a.g.e. s. 454

78) a.g.e. s. 454

79) a.g.e. s. 455

80) a.g.e. s. 605

81) a.g.e. s. 605

82) a.g.e. s. 606

83) a.g.e. s. 606

84) a.g.e. s. 606

85) a.g.e. s. 607

86) a.g.e. s. 607

87) a.g.e. s. 698

88) a.g.e. s. 698

]]>
SANAL RÖPORTAJ / HÜSEYİN NİHAL ATSIZ: “Ufak meselelerle büyük davalar engellenemez. Türkçülük yürüyecek ve Türk ırkı muzaffer olacaktır. Tanrı Türk’ü korusun.” https://hayatitek.com/huseyin-nihal-atsiz-sanal-ropartaj/ Sun, 31 May 2020 16:51:42 +0000 http://hayatitek.com/?p=266
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

HAYATİ TEK: Türkçü-Turancı kimliğiyle tanınan, “Türkçülük” denilince akla ilk gelen isimsiniz. Söyleşimize, bir kitabınıza da isim yaptığınız “Türklük Ülküsü” kavramından ne anlamamız gerektiği sorusuyla başlamak istiyoruz?

H. NİHAL ATSIZ: Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir.

Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız.

İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara, millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milliyetler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır(1).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Savaşmak, yaşamak için gereklidir(2).

HAYATİ TEK: Bir millet savaşa nasıl hazır bulunur?

H. NİHAL ATSIZ: Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır: Biri maddidir, buna “teknik” diyoruz. Biri de ruhidir, “ülkü” adını veriyoruz(3).

HAYATİ TEK: Bu iki kuvvetten hangisi daha önce gelir?

H. NİHAL ATSIZ: Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler arasındaki çarpışmayı ruhi yönden üstün olan kazanır. Ruhi kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhi kuvvetten yoksunluk ise, maddi güç ne kadar büyük olursa olsun, bozgun demektir(4).

HAYATİ TEK: Ruhi kuvvet nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Milli üstünlük inancı, büyümek isteği, yani milli ülküdür. Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırıları yok etmek özelliğine maliktir(5).

HAYATİ TEK: Buradan yola çıkarak Türk ülküsünü tarif eder misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Türk ülküsü, Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor.

Bir ülkünün çevresinde toplanmak ve onun için ölümü göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Milli bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ıstıraptan kaçar, kuvvetliden korkar. Ölümden korkmayan, ıstıraptan kaçmayan, kuvvetli ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır(6).

HAYATİ TEK: Türk ülküsünün bugünkü şartlarda gerçekleşme şansı nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Bugünün kaba maddeciliği arasında, Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün doğu milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa çıkamayan Batı’nın, içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, Türklük ülküsüdür(7).

HAYATİ TEK: Türklük ülküsü için “Kızılelma” denildiğini biliyoruz. Böyle bir isimlendirmenin gerekçesi ne olabilir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkler, kendi ülkülerine niçin “Kızılelma” demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz. Yalnız bu addaki saflık ve tabiilik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından manalıdır. Kızılelma adı, ülkünün, aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir(8).

HAYATİ TEK: Söylediklerinizden, bu ülkünün yüzyıllardır var olduğu ve halk arasında bilindiği anlaşılıyor. Türklerin tarihi başarılarında Kızılelma anlayışının etkisi olmuş mudur?

H. NİHAL ATSIZ: Kızılelma ülküsü, Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, ilahi bir gayenin timsali haline gelmiştir. Bu büyük düşünce olmasaydı XI. yüzyılda Anadolu’ya gelen, en çok bir milyon Türk, Bizans’ın Asya ve Avrupa’daki topraklarında rastladıkları diğer Türklerin birkaç tümenlik Hıristiyanlaşmış döküntülerinin yardımı ile de olsa, bu dünya çapında devleti kurup dört kıta (dördüncüsü Okyanusya’dır) üzerindeki teşkilat ve medeniyet şaheserini yaratamazdı(9).

HAYATİ TEK: Kızılelma ülküsünün yıllarca maceracılık olarak nitelendirilmesine ne diyorsunuz?

H. NİHAL ATSIZ: Kızılelma ülküsüne tehlikeli maceracılık diyenler, bugünkü Araplar ile Yahudilere bakıp düşünmelidirler. Hele Yahudiler 2000 yıl önce kaybettikleri vatanlarını yeniden ele geçirmek için yalnız kitaplarda kalmış olan İbrani dilini diriltip bir konuşma dili haline getirmek uğrundaki çalışmaları ile dünyaya örnek olmuşlardır. Biz ise bir yandan “Bir Türk dünyaya bedeldir” vecizesine inanmış görünürken, bir yandan da kendimizi baltalayıp inkâr ettik(10).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Büyüklükten korktuk. Küçüklüğü benimsedik ve milli ülkü ile delilik dile alay ettik.

Kızılelma ülküsünü bir delilik sayacaksak, büyüklükten değil, yaşamaktan da vazgeçmeliyiz. Tarihi görevini yapmış ve artık ölmeye yüz tutmuş bir topluluk olmayı kabul etmeliyiz. Buna razı değilsek milli ülkünün peşine düşmeliyiz ve demiryolu yapmakla bir kaç fabrika kurmayı ülkü diye göstermek gafletinden çekinmeliyiz.

Ülküler için maddi faydası nedir, uygulanabilir mi diye düşünmek doğru değildir. Hiçbir inanç riyazi mantığa vurulamaz. Tanrı’nın varlığı da riyazi metod ile ispat edilememiştir. Fakat yüz milyonlarca insan ona inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır. Ülküler de böyledir(11).

HAYATİ TEK: Türklük ve Kızılelma ülküsünün suçlanmasının sonuçları neler olmuştur?

H. NİHAL ATSIZ: Kızılelma, Türk milletinin manevi besinidir. Açlar yiyecek bulamadıkları zaman nasıl faydasız, zararlı, hatta zehirli nesneleri yerlerse; Türk milleti de “Kızılelma” kendisine yasak edildiği için Marksizm ve Kozmopolitizm gibi zararlı ve zehirli fikirlere el uzatıyor. Fakat bu devir artık kapanmıştır. Gittikçe uyanan milli şuur karısında gafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızılelma’nın yolunu kapatamayacaklardır(12).

HAYATİ TEK: Türk ülküsünün ayrılmaz bir parçası olarak gördüğünüz “Türkçülük” kavramı hakkındaki düşüncelerinizi de almak isteriz.

H. NİHAL ATSIZ: Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre mensupluk, sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre, kelime, yerinde kullanılmıştır(13).

HAYATİ TEK: Türkleri sevip, Türk’ten yana olduğunu söyleyen milletleri, mesela Pakistanlıları Türkçü olarak nitelendirebilir miyiz?

H. NİHAL ATSIZ: Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelime ile ifade olunamaz. Zaten başka milletlerin Türk’ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, çıkara, siyasi zaruretlere işarettir. Türk’ü gerçek olarak, Türk’ten başkası sevmez. Türkçülük bir ülküdür. Türkçülük, büyük Türkeli’nde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür(14).

HAYATİ TEK: Bildiğimiz kadarıyla “Türkçülük” kavramının kökü pek eskilere dayanmıyor. Türkçülük fikrinin dayandığı kaynaklar nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:

1. Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik.

2. Tanzimat’tan sonra, Avrupa’daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilik hareketi.

3. Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki.

4. Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.

Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbirleriyle kaynaşıp yoğrularak bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir(15).

HAYATİ TEK: Söyledikleriniz ışığında sonra sormak istiyoruz; Türkçü kimdir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkçü, soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Bilir ki, bugün görülen geri ve kötü ne varsa, hepsi, geçici bir hastalığın belirtisidir ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten erdemlerin hepsi kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkân ve fırsat aramaktadır. Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir(16).

Türkçü, alçakgönüllü olmaya mecburdur. Çünkü, kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek ve takdir olunmak içindir. Hâlbuki takdir beklemek bir bencilliktir. Türkçü, yükselmek için değil, yükseltmek içindir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur.

Türkçüler, dayanışmalı yaşamaya mecburdur. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.

Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur.

Türkçünün en büyük görevi Türklüğe hizmettir.

Kısacası, Türkçüler 20. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır(17).

HAYATİ TEK: Bu hizmet nasıl olmalı? Daha doğrusu Türk milletini yönetenlerin takip etmesi gereken siyaset ne olmalı?

H. NİHAL ATSIZ: Has Hacib Balasagunlu Yusuf tarafından XI. yüzyılda yazılan Kutadgu Bilig, “siyaset bilgisi” demektir. Uğur, bahtiyarlık demek olan “kut” kelimeyi şimdiye kadar “saadet veren ilim” diye boşuna tercüme etmişlerdir. Bu ismin anlamı, koca eserin muhtevasından da anlaşılacağı üzere siyasetnamedir. Toplumun bahtiyar olması için gerekli şartları saydığı malum olduğuna göre Türklerin siyaseti, “toplum bahtiyarlığı bilimi” diye anladıkları ortaya çıkıyor. Nitekim Kutadgu Bilig’den üç asır önce de Bilge Kağan, kardeşi kahraman Kül Tegin için, İçen Kağan da babası Bilge Kağan için diktirdiği ünlü Orkun yazıtlarında, devlet siyaseti olarak milleti doyurmak, giydirmek ve çoğaltmayı, yani bahtiyar etmeyi başardıklarını anlatmışlardır(18).

HAYATİ TEK: Konuya çok derinden girdiniz. Hiç değilse yakın geçmişten örneklerle devam etsek…

H. NİHAL ATSIZ: Günümüzde milleti bahtiyar edecek bir siyaset tutumundan çok, tehlikelerden kaçınıp yalnızlık içinde bulunulan günü düşünmek prensibi alıp yürümüştür. Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır(19).

Aşırı ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtarılabilir. Fakat aşırı ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü gelince saldırmalarını asla önleyemez.

Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka milli istekler yani ülküler milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır(20).

HAYATİ TEK: Ancak İnönü’nün bu tutumunu Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesiyle ilişkilendirenler var…

H. NİHAL ATSIZ: Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. Atatürk’ün zemin ve zaman icabı olarak, sırf o devir için söylediği “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini, ebedi düsturmuş gibi benimsemiş görünerek siyasetini bu esas üzerinde yoğunlaştırmıştır(21).

HAYATİ TEK: Atatürk’ün bu sözü nerede, ne zaman söylediğini biliyor musunuz?

H. NİHAL ATSIZ: Bu sözün neden söylendiği, hatta söylenip söylenmediği de belli değildir(22).

HAYATİ TEK: Tekrar konumuza dönersek, sizin tabirinizle pasif siyasetin Türkiye’ye maliyeti ne olmuştur?

H. NİHAL ATSIZ: Siyasi sınırlar dışındaki Türklerin ihmalini doğurmuştur. Her hangi bir devlette yaşayan Türklerle ilgilenmek o devleti gücendirir, tedirgin eder, kızdırır diye adeta cihan Türklüğü inkâr olunmuştur. Hâlbuki cihanın manzarası bu konuda ne kadar ibret vericidir(23).

HAYATİ TEK: Nasıl? Örnek verir misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Afrika zencilerine kadar her millet ırkdaşlarıyla ilgilenmekten bir an vazgeçmemektedir. Hele şu küçük Yunanistan bir yandan Kıbrıs’ı isterken, bir yandan Arnavutluk’tan Epir’i kopartmaya çalışmakta, daha ilerisi için de Bizans’ı diriltecek hesaplar yapmaktadır(24).

HAYATİ TEK: Bizim dış Türklerle ilgilenmemizin emperyalist bir tutum olacağını söyleyenler de var ama…

H. NİHAL ATSIZ: Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir(25).

HAYATİ TEK: Konu Türkiye dışındaki Türklere gelmişken, 1944’te yargılandığınız “Irkçılık Turancılık” davasını hatırlamamak mümkün mü? Nedir Turancılık? Bir suç ya da hayal mi?

H. NİHAL ATSIZ: Turancılık, Türkiye’de 60 yıldan (1973 yılı itibariyle) beri tartışılan bir konudur. Zaman zaman, Türklerle akraba milletleri de içine alan bir sistem halinde düşünülmekle beraber bugün “Turancılık” deyince Türkiye’de anlaşılan şey, tarihi mirasları da dâhil olduğu halde bütün Türkleri tek devlet halinde birleştirmek ülküsüdür ve her ülkü gibi nesillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heyecan katan bir inançtır(26).

HAYATİ TEK: Ancak kimilerine göre de, Turancılık bir maceradan ibarettir…

H. NİHAL ATSIZ: Bu kelime üzerinde iyi ve ciddi düşünmek lazımdır. Her maceracılık bir hata olmadığı gibi her ihtiyat da tedbirli bir davranış değildir. İnsanlığın tarihi siyaset, askerlik ve ilim alanındaki maceralarla doludur. Kristof Kolomb’un batıya giderek Hindistan’a varmak istemesi bir macera idi. Bir sal ile Atlantik’i geçmek de öyledir(27).

HAYATİ TEK: Kendi tarihimizden hangi örnekleri verebiliriz?

H. NİHAL ATSIZ: Kendi yakın tarihimize bakarsak Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması da bir maceradır. Birçoklarının buna katılmayışı yurtsever olmayışlarından değil, başarı ihtimali görememelerindendir. Fakat o, iyi hesap yapmasını bildiği için, başkalarının Türkiye’yi batıracak bir macera diye muhalefet ettikleri teşebbüsünü parlak bir şekilde bitirdi(28).

Daha eski tarihimizde Babür’ün 10.000 kişiyle Hindistan’a dalması, Yavuz’un 30.000 kişiyle çölü geçerek Mısır’a girmesi birer macera değil miydi?

Evet, Napolyon ve Hitler’in Moskova seferleri de macera idi ama onlar başarısızlıkla bitti diye berikilerin değeri azalır mı?

Yahudilerin Arap vatanı olmuş topraklarda İsrail devletini kurması şaşırtıcı bir macera değil midir?

Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur(29).

HAYATİ TEK: Yani…

H. NİHAL ATSIZ: Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek yine birleşeceğiz diye kendisini bir ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türkleri birleştirmek hakkımız ve görevimizdir. Bizden zorla koparılanı zorla geri almak adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir. Büyüklük düşüncesi asil bir düşüncedir(30).

HAYATİ TEK: Bu birlik nasıl tesis edilecektir? İnanç ve kültür birliği tesis etmek sizin hayalinizdeki Turan için yeterli mi?

H. NİHAL ATSIZ: Turancılığı, bütün Türkleri yalnız kültür alanında birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir kanundur ki kültür birliği ancak siyasi birlik sonunda doğar(31).

HAYATİ TEK: Bu fikriniz de yine maceracılık, hayalcilik ve ırkçılıkla suçlanacaktır.

Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük Türkleriyle neden bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve Kerkük. Öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın(32).

Turancılık ülküsü gibi milleti hızlandırıcı, ahlaka ve erdeme dayalı kutlu bir ülküyü yermek için ya damarlarındaki kanı yabancı hissetmek, ya komünist yani vatan haini yahut da milli tarihi Malazgirt’ten başlatacak kadar cahil ve budala olmak lazımdır(33).

HAYATİ TEK: Siz milli tarihi Malazgirt’ten başlatanları cahillikle suçluyorsunuz ama birçokları o kadar geriye bile gitmiyor. 19 Mayıs 1919’dan öncesini, hadi birazcık zorlamayla Çanakkale’den öncesini yok sayıyor. V. Mehmed Reşad’a bir şey demeseler de VI. Mehmet Vahdettin’i vatan haini görüyorlar. II. Abdülhamid’e ise ateş püskürüyorlar.

H. NİHAL ATSIZ: Toplumun en büyük haksızlığına uğramış tarihi şahsiyetlerden biri, II. Abdülhamid’dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan iç dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişah, katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır(34).

HAYATİ TEK: Böyle bir anlayış nasıl tesis edildi Türkiye’de?

H. NİHAL ATSIZ: Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandaların yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabii ne olabilir?

“Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,

Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.

Ondan evvel geçen günler, bilsen yavrum ne siyahtı,

Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;

Hâlbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,

Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bizardı!”

gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamid düşmanlığı aşılıyordu(35).

HAYATİ TEK: Bu düşmanlığı kimler aşıladı memlekete?

H. NİHAL ATSIZ: Bu düşmanlığı aşılayanlar ilk önce İttihatçılar, yani hürriyet kahramanlar (!) yani Sultan Abdülhamid’in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yani, yabancıları işe karıştırarak Türkiye’yi batırmak için Osmanlı Bankası’nı basan, Anadolu’da kargaşalık çıkaran ve Avrupa’nın gık demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara kaldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye’yi parçalamak isterken Sultan Hamdi tarafından 1897’de tepelenen Yunanlılar (ve bizdeki adı ile Rumlar) ve Filistin’de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudilerdi.

Sultan Hamid, bin türlü siyasi tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarda birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar.

“Türk, Musevi, Rum, Ermeni,

Gördük bu rûz-ı rûşeni!”

şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor. Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir “rûz-ı rûşen (aydınlık günü)” beklediklerini anlamamak, anlayamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı(36).

HAYATİ TEK: Bu sözleriniz üzerine Sultan Abdülhamid dönemini biraz detaylandırmak gerekecek. Nasıl bir dönemde hüküm sürdü II. Abdülhamid?

H. NİHAL ATSIZ: Sultan Hamid’i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lazımdır. Sultan Aziz’in son zamanlarındaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan liberalizmi V. Murad, muhafazakârlığı II. Abdülhamid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa’ya bakarak parlamento ile her şeyin düzeleceğine inanıyor, muhafazakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk’ün hâkimiyetini sağlamak için mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar, Sultan Murad’ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad’a göstermeyen masonluğun arakasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı(37).

HAYATİ TEK: Enteresan başladı dönem değerlendirmeniz. Liberaller, Muhafazakârlar ve Masonlar arasındaki mücadele nasıl gelişti?

H. NİHAL ATSIZ: İlk Meşrutiyet Meclisi’ndeki Hıristiyan mebuslar, Türkiye’nin bir an önce parçalanması için Ruslar ile savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid, bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi, elbette ki yanlış bir iş yapmış olurdu. Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışardan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere Meclisi kapatması, Sultan Hamid’in en büyük başarısı ve hizmetidir(38).

HAYATİ TEK: Birinci Meşrutiyet Meclisi kapatılmasaydı ne gibi gelişmeler yaşanma ihtimali vardı?

H. NİHAL ATSIZ: 8 milyon Hıristiyan ve 12 milyon Müslüman yabancıya karşı kültür seviyesi hepsinden geri 10 milyon Türk’le bu devlet nasıl tutulacaktı? Demokrasi bir çoğunluk rejimi olduğuna göre, Türklerden çok olan Araplar, mesela, resmi dilin Arapça olmasını teklif etseler ve Arnavutları da yanlarına alsalar, sonuç ne olacaktı? Bütün Türk olmayanlar birleşerek Osmanlı İmparatorluğu’nun Avusturya-Macaristan gibi federatif bir devlet olmasını isteseler, bunun, nasıl önüne geçilecekti? Karışmak için fırsat gözleyen Avrupa devletlerini kışkırtmak üzere demokratik nümayişler yapılsa, bu ne ile önlenebilecekti?

İşte Sultan Hamid, Meclisi kapatarak bütün bu tehlikeleri önledi ve tahtından indirilmeseydi daha da önleyecekti(39).

HAYATİ TEK: Konu gittikçe daha enteresan bir hal alıyor. II. Abdülhamid başka neler yaptı devleti ayakta tutmak adına?

H. NİHAL ATSIZ: 1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silahları ile, mesela mavzer tüfekleriyle silahlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları mümkün taarruzlara karşı, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkâmlarla durduruldu.

Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklal Savaşı’nı bunlar idare ettiler. Sultan Aziz’in, Ruslarla çarpışıp Kırım’ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin değişmesi karşısında değerini kaybetmişti. 8-10 mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı(40).

HAYATİ TEK:  Askeri konular dışında neler yaptı Abdülhamid?

H. NİHAL ATSIZ: Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. Görülmemiş bir haber alma şebekesi kurdu. Yabancı elçilerden bile casusları vardı. Avrupa’da kuş uçsa haberi oluyor, aleyhimizdeki kararları önceden öğrenerek tedbirini alıyordu. Hilafeti, Osmanlı Hanedanı’ndan almak için Mısır’da kurulan gizli bir derneğin üyelerinden biri Sultan Hamid’in adamlarından biriydi. Balkanların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi, İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi.

Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardı(41).

HAYATİ TEK: Sözlerinizin tam zıddı bilgiler öğrendik bugüne kadar. Gerçekten ilginç şeyler söylüyorsunuz. Hazır konu Abdülhamid’den açılmışken, O’na yönelik “müstebit, çok kan döktü” iddialarına ne diyeceksiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Çok namuslu ve dindar bir adam olduğu için, asla kan dökmemiştir(42).

HAYATİ TEK: Mithat Paşa’yı Abdülhamid öldürtmedi mi?

H. NİHAL ATSIZ: Mithat Paşa’yı öldürttüğü hakkındaki söylenti iftiradır. Gerçi o, Mithat Paşa’dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz’i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat, dindar bir insan olarak, kan dökmekten, bütün hayatınca çekinmiş, Mithat Paşa ile arkadaşlarının idam kararlarını müebbet hapse çevirmişti. İsteseydi idam kararını imzalayamaz mıydı? Buna hangi kuvvet engel olabilirdi? Bunu yapmayarak sonra, Taif’te suikasta girişecek kadar az zekâlı mı idi(43)?

HAYATİ TEK: Peyami Safa’nın iddialarına ne diyeceksiniz? Babası İsmail Safa’yı sürgüne göndermesi yüzünden Abdülhamid’i müstebit olarak nitelendiriyor zira…

H. NİHAL ATSIZ: Şimdi, bu kadar büyük bir davanın karşısında, Peyami Safa’nın ileri sürdüğü İsmail Safa’nın sürgün edilmesi gibi hadiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp’ın Türkiye’nin kaderi hakkında söz sahibi olması… Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve milli şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir miydi?

Babasına beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa’nın bazı özel düşünceleri olması tabiidir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur(44)?

HAYATİ TEK: İnanın, ne diyeceğimi bilemedim. Devam edelim lütfen.

H. NİHAL ATSIZ: “Bu dünyada herkes bir şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın”. Bu güzel söz, Sultan Hamid’in küçük oğlu Mehmet Abid Efendi’ye aittir. Abid Efendi 17 Eylül 1905’te İstanbul’da doğup 8 Aralık 1973’te Beyrut’ta ölmüş, Şam’da Selimiye haziresine gömülmüştür. Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille ispat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksekokul ve hatta lise diploması yoktu. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattat ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün üniversite kütüphanesinin temelini teşkil etmektedir. Bayezid Umumi Kütüphanesi’ni de yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmi eserler yazdırarak hizmet etti(45).

HAYATİ TEK: Yani işin özü, “II. Abdülhamid despot ve eli kanlı bir hükümdar değildi” demek mi istiyorsunuz?

H. HİHAL ATSIZ: Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? Sultan Hamid, kızıl değil, “Gök Sultan”dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır(46).

HAYATİ TEK: Sahi, aklımıza takıldı. Sultan Abdülhamid, Peyami Safa’nın babası İsmail Safa’yı niçin sürgün etmişti?

H. NİHAL ATSIZ: İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için Sultan Hamid tarafından haklı olarak sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi.

Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zapt etmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur?

O günkü İngiltere’yi Boer’leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır(47)?

HAYATİ TEK: Bu bahisle ilgili son sözlerinizi alabilir miyiz?

H. NİHAL ATSIZ: Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlanmak için yaşadı. Siyasi dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demiryolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu.

Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter: Hürriyet kahramanları(!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astırdıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan bir tek siyasi idam yapmadan, en korkunç siyasi güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof Çarının Rusya’ya davetini, Selanik’ten Alman gemisiyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun davetini reddedersek vatanında bir sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.

Türkiye, dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu. Ve sokmadı da… Ne diyelim? Durağı cennet olsun(48).

HAYATİ TEK: Abdülhamid hakkındaki değerlendirmeleriniz, kimlere büyük adam denmesi gerektiğine dair bir ölçü koymanın önemine de işaret ediyor. Sizce kimdir büyük adam?

H. NİHAL ATSIZ: Millete ve vatana bağlılık bakımından birkaç türlü vatandaş vardır. Bunların başında kahramanlar gelir. Hiçbir karşılık beklemeden kendisini her zaman millet ve vatan uğrunda harcayabilenler, kahraman vatandaşlardır. Bu birinci sınıfın sayısı oldukça azdır.

İkinci sınıfı iyi vatandaşlar teşkil eder. Bunlar tek başlarına ve her zaman kendilerini kendi istekleriyle feda edemeseler bile, iyi bir ad bırakmak pahasına kendilerini feda edebilen kimselerdir. Mukaddes vazifeler için, ülküler için kendilerini harcayan bu iyi vatandaşlar, yanlarında kendilerine benzeyenleri gördükçe cesaretlenir ve birinci sınıfa yaklaşırlar.

Üçüncü sınıf, kendilerini feda edebilecek yaratılışta olmamakla beraber, başka her hususta fedakârlığa katlanabilen, hatta kendisini feda etmek gerektiği zaman, bu fedakârlığa hiçbir arzu duymadığı halde katlanan yani kaçmayı düşünmeyen vatandaşlardır(49).

Dördüncü sınıf, vatan ve millet için ancak başka bir kazanç karşılığında fedakârlık yapabilen, fakat hiçbir zaman kan fedakârlığına girişemeyen ve kan fedakârlığından kaçınmak için her çareye başvuran, her hileyi yapan kötü bir sınıftır.

Bir de hainler vardır ki onlardan bahsetmeği lüzumsuz görüyorum. Bir milletin yükselip alçalması, kendi içindeki bu dört sınıfın çoğalıp azalmasıyla mebsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Milletin yükselmesinde başrolü oynayan büyük adamlar ancak ilk iki sınıftan çıkmıştır(50).

HAYATİ TEK: Büyük insanları diğerlerinden ayıran vasıflar nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Gerçekten büyük adam olanı ayırmak pek de kolay bir iş değildir. Çünkü şahsiyetleri tarafsız olarak incelemeye engel olan çok şeyler vardır(51).

HAYATİ TEK: Ne gibi?

H. NİHAL ATSIZ: Bu engellerin başında propaganda gelir. Propaganda, kötüye kullanıldığı zaman o kadar fena bir şeydir ki bazen büyük adamları değersiz kimseler olarak gösterdiği gibi, bazen de alelade insanları büyük adam diye tanıtabilir. Hele tek taraflı propaganda nice hakikatleri ortadan silmektedir(52).

HAYATİ TEK: Bu hususta bir örnek verir misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Mesela Osmanlı vezir-i âzamlarından Gedik Ahmet Paşa büyük fütuhat yapmış büyük bir vezir gibi gösterilir. Bu yanlış telakki iyice yerleşmiş, hatta şair Yahya Kemal, “Gedik Ahmet Paşa’ya Gazel” diye güzel bir şiir bile yazmıştı. Fakat hakikat hiç de böyle değildir. Gedik Ahmet’in fütuhatı diye gösterilen şeyler, muhteşem ve yenilmez Osmanlı ordusuyla bazen savaşsız, bazen kısa bir savaşla elde edilmiş ve küçücük devletlere karşı kazanılmış ucuz başarılardır. Değersiz Gedik Ahmet haksız yere böyle şişirildiği gibi, İkinci Abdülhamid de haksız yere küçültülmüş, müstebit, zalim, hatta hain gibi gösterilmiştir. Bu da ittihatçıların propagandası neticesidir(53).

HAYATİ TEK: O halde hangi şahsiyetlere “büyük adam” demeli?

H. NİHAL ATSIZ: Bunun şartları şunlardır:

1. Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki amiller cemiyetin yükselmesidir. Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.

2. Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan adamdır.

3. Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiçbir zaman büyük değildir.

4. Mevkii için milleti feda eden değil, bilakis gerektiği zaman millet uğruna mevkiini, hatta hayatını verebilen adam büyük adamdır.

5. Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.

6. Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.

7. Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.

8. Adam seçmesini, her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.

9. Büyük adam olmak için ailevi şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış, çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.

10. Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez.

11. Büyük adam sorumluluktan kaçmaz.

Velhasıl büyük adam pek seyrek yetişir. Bir millet için büyük adam yetiştirmek ne kadar büyük bir bahtiyarlıksa, yetiştirmemek de o kadar büyük bir felakettir. Bundan daha büyük ve korkunç olan felaket ise alelade adamları büyük sanacak kadar hafifleşmektir(54).

HAYATİ TEK: Size göre, dünya tarihinin en büyük kahramanı kimdir?

H. NİHAL ATSIZ: Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde birçok kahramanlar görülmüştür. Bunlardan bazılarının ünü dünyayı tutmuş, kimi büyük fütuhat yapmış kimi şanlı bir müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat bununla beraber tarih en büyük kahramanların bile çok defa ufak tefek kusurlarını kaydetmiştir(55).

Kür Şad’a gelince o bunların hiç birine benzemez. Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır(56).

HAYATİ TEK: Kür Şad’ı büyük yapan özellikler nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Kür Şad, Kağan sülalesindendi. Büyük kahramanlığı yaptıktan sora kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile.

40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın yapacağı işlerden değildir. Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvve-i maneviyesi hürlerinki gibi sağlam değildir. Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs edebilmekle Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır(57).

HAYATİ TEK: Türk tarihinden başka kimleri örnek gösterebilirsiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Millet yolunda ölen Namık Kemal bir kahramandır. Şahsiyetini milli varlık içinde eriten (Ziya) Gökalp da öyledir. Türkistan’da milli şuuru uyandırmak için ölmek kararını veren ve Rus makinalısına yürüyen Enver Paşa da belki onlardan daha büyük bir kahramandır. Fakat bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük bir maksatla ve onunki kadar güç şartlar içinde olarak çarpışmamışlardır. Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç bir yerde çıkmamıştır(58).

HAYATİ TEK: Sizce büyük adam vasfına haiz başka kimler vardır?

H. NİHAL ATSIZ: Fikir tarihimizde birinci planda yer alan şahsiyetler arasında Ziya Gökalp’ın özel bir yeri vardır. Diyarbakır’ın bu sakin yaradılışlı evladı, fikir tarihimizdeki bu mühim yerini, Türklüğe yaptığı büyük hizmetlerle elde etmiştir. Ziya Gökalp’in Türklüğe yaptığı hizmet, Türk milliyetçiliği, yani Türkçülük alanındadır. Tarihin uzak yüzyıllarından beri var olan, fakat Tanzimat’tan sonraki devirde hem devamlı, hem de şuurlu bir mahiyet alan Türkçülüğü, ilk defa bir programa bağlayan Ziya Gökalp’tir. Gökalp’ın eserlerinin hemen hepsinde, bu büyük ülkünün izlerini bulmak mümkündür. Fakat muhakkak ki, bu alandaki en mühim eseri, Türkçülüğün bir programa bağlandığı “Türkçülüğün Esasları”dır(59).

HAYATİ TEK: Gökalp’tende önce Türkçüler yok muydu?

H. NİHAL ATSIZ: Ziya Gökalp’tan önceki Türkçüler, Türk milletinin bağlanacağı ülküsünün Türkçülük olduğunu anlamışlar ve bunu eserlerinde anlatmaya çalışmışlardı. Fakat bu büyük gerçeği millete mal edebilmiş oldukları asla söylenemez. Gökalp ise, Türkiye tarihinin en buhranlı bir devrinde, birkaç arkadaşıyla birlikte giriştikleri mücadele ile, Türk soyunun ülküsü olan Türkçülüğü geniş çevrelere yaymak imkanını bulmuştur.

Gökalp, Genç Kalemler dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle formülleştirmişti:

Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!

Türk’ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir(60).

HAYATİ TEK: Gökalp’e göre Türkçülüğün temel esasları nelerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Bazı Türk şubelerinin Türkiye Türklüğünden ayrı bir dil ve kültüre sahip olmaya çalışmaları doğru değildir. Türklerin birleşmeleri lazımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.

Gökalp, Türklük meselesini bu şekilde ortaya koyduktan sonra, milletimizin bu tek ülküsünün ne olacağını tespite çalışmıştır. Değerli fikir adamımıza göre, Türk ülküsünü yakın ve uzak ülkü olmak üzere ikiye ayırmak lazımdır(61).

HAYATİ TEK: Yakın ve uzak ülkü kavramlarını biraz açar mısınız?

H. NİHAL ATSIZ: Yakın ülkümüz, Oğuz veya Türkmen birliğidir. Çünkü, kültürce birleşmeleri en kolay olan Türkler oğuz Türkleridir. Türkiye Türklerinden başka Azerbaycan, İran ve Harzem ülkelerinin Türkleri de Oğuz boyundandır. Bu bakımdan, Türkçülüğün yakın ülküsü bu boydan olan Türkleri birleşmesi, yani Oğuz birliği veya Türkmen birliğidir. Uzak ülkümüz ise Turan’dır. Turan ülküsü, Turanlı kavimlerin birleşmesiyle meydana gelecek bir kavimler karışımı değil, sadece Türkleri birliğidir(62).

HAYATİ TEK: Böyle bir birliğin oluşması mümkün mü?

H. NİHAL ATSIZ: Ziya Gökalp’e göre “böyle bir birleşme mümkün müdür?” sorusunu sormak dahi lüzumsuzdur(63).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Çünkü bu bir ülküdür. Hem de Türklerin ruhlarındaki heyecanı sonsuz bir dereceye ulaştıracak çok cazip bir ülküdür. Türk milletini böyle büyüleyici ve coşturucu bir duygudan yoksun bırakmak asla doğru değildir.

Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.

Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu soruca varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir(64)!

HAYATİ TEK: Gökalp’i bu kadar övüyorsunuz ama ona karşı olan hatta düşmanlık besleyenler de yok değil.

H. NİHAL ATSIZ: Gökalp düşmanlığı, fikir adamımızın şahsından çok milliyetçiliğine karşıdır. Türkçülük ülküsüne düşman olanlar, bu ülküyü zayıflatmak için Türk milliyetçiliğinin en büyük şahsiyetlerinden birisi bulunan Ziya Gökalp’i hırpalama taktiğinden hiç ayrılmamışlardır(65).

HAYATİ TEK: Gökalp’e yönelik saldırılardan birkaç örnek verir misiniz?

H. NİHAL ATSIZ: Gökalp’a düşmanlık edenlerin büyük çoğunluğu yerli kızıllardır. Bu düşmanlığın iki sebebi vardır. Birincisi, Gökalp’ın eserleriyle, Türkün manevi gücünü ayakta tutmasıdır. Türkiye’de Türkçülük var oldukça, kızılların memleketimizi Moskof pençesine atmak gayretleri elbette ki gerçekleşemez. İkincisi ise, büyük fikir adamımızın, Turancılık ülküsünün de en büyük siması bulunmasıdır. Türkiye dışındaki Türklerin hürriyetlerine ve bağımsızlıklarını kavuşması davası olan Turancılık gerçekleşirse, bu yerli kızılların manevi vatanları olan Rusya’nın, pençesindeki en verimli toprakları elinden kaçırmak suretiyle yarı yarıya çökmesi olacaktır. İşte kızılların Gökalp düşmanlığının sebepleri bunlardır(66).

HAYATİ TEK: “Türk Tarihi” eserinin yazarı Dr. Rıza Nur da sıkça eleştirilenler arasındadır. Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenebilir miyiz?

H. NİHAL ATSIZ: Doktor, siyaset ve devlet adamı, tarihçi ve Türkçü olarak Türk tarihinde ileri bir yeri olan Rıza Nur’un en kuvvetli cephesi Türkçülüğüdür. Doktor olarak, bilhassa Kurtuluş Savaşında, milletine değerli hizmetler yapan, geniş halk yığını ve gençler için yazdığı büyük Türk Tarihi’yle Türkiye’de milliyetçilik, Türkçülük ve ırkçılık duygu ve düşüncelerini alevlendiren, Lozan’da ikinci murahhas olarak -Başmurahhas İsmet Paşa’nın dediği gibi en büyük hizmeti yapan ve ondan sonraki bütün çalışmasını Türklüğe, Türkçülüğe veren ve ömründe en büyük övüncünün Türk yaratılmak olduğunu söyleyen Dr. Rıza Nur, meziyetleri ve eksikleri ile büyük çapta bir adamdı(67).

HAYATİ TEK: Türk Tarihi’nden başka ne gibi çalışmaları vardı Rıza Nur’un?

H. NİHAL ATSIZ: Büyük Türkçülerden Dr. Rıza Nur’un Türkçülüğe en büyük hizmeti, Büyük Tarihi’ni yazmış olmasıdır. Siyasi hayatın haksız darbelerine uğrayıp gurbetlere düştükçe, boş durmayan, duramayan, milletine mutlaka bir hizmet yapmak isteyen Rıza Nur, Türklüğe faydalı saydığı bir yığın eseri hazırlarken 1917’de Mısır’da başlayıp 1921’de Türkiye’de bitirdiği 14 ciltlik koca bir eser meydana getirmiş, bunun 12 cildini cumhuriyetin ilk yıllarında bastırmaya muvaffak olmuştur.

Yine meşhur bir Türkçü olan Müşir Süleyman Paşa’nın vaktiyle yazdığı “Tarih-i Alem” adlı mektep kitabından sonra Rıza Nur’un tarihi, milli tarihimizi Osmanlı çerçevesinden çıkararak bütün Türkleri kaplamış bir kadro haline getiren ikinci eserdir(68).

Eski harflerle yazılmış olduğu için bugün 40 yaşından küçük olanların (1962 yılı itibariyle) istifade edemediği bu büyük Türk Tarihi, milliyetçilik tarihimizin mühim eserlerinden biri olarak kalacaktır(69).

HAYATİ TEK: Temel konulardan sonra izninizle 20. Yüzyıl Türkiye’sinin temel meseleleri hakkındaki görüşlerinizi de okuyucularımıza aktarmak isteriz. Örneğin Türk aydınları hakkındaki genel kanaatiniz nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Geçmiş zamanlardan beri cemiyet hayatımıza bakacak olursak bu memleket münevverlerinin halkına karşı daima az çok kayıtsız duygusuz, beceriksiz ve hatta ekseri zamanlarda zararlı olduğunu görürüz.

Bu münevver zümre, ancak pek mahdut ve kısa süren müddetler içinde bu halka heyecanla sarılıyor, ona birçok vaatlerle yaklaşıyor ve büyük içtimai hareketlere kalkıyor. Tanzimat bu hareketlerin yarıda kalmışlarından ve doğarken ölmüş olanlarından biridir. Sonra bir meşrutiyet inkılabı ile karşılaşılıyor, halka doğru bir hareketin ve halkın ıstırap ve ihtiyaçlarına kıymet vermeye uğraşan bir uyanışın bu münevverler arasında doğduğunu görüyoruz. O da çok sürmüyor geçiyor ve büyük harp içinde bozularak, bu halkı aç bırakıp istismara başlıyor.

Münevverler, İstiklal Harbimiz esnasında büyük bir insanlık ve civanmertlik göstererek halkımızla el ele veriyor, onunla kaynaşıyor, onun kıvrandığı ihtiyaçlar içinde kıvranıyor, velhasıl onunla beraber ağlıyor ve onunla beraber gülüyor. Gayeler ve hayatlar müşterektir. Beraber ölecekler veya beraber kurtulacaklardır.

Münevverlerle halkın bu kaynaşması muvaffak oluyor ve İstiklal Harbi gibi tarihimizin en parlak ve yüksek sayfalarından birini yazıyoruz(70).

HAYATİ TEK: Ya sonra?

H. NİHAL ATSIZ: Halkına karşı vazifelerini yaparak derin bir nefes alan münevver biraz da kendi dertlerini ve kendi ıstıraplarını düşünmeye ve kendi refahı için çalışmaya ve uğraşmaya başlıyor. Bu onun en tabii hakkı değil midir(71)?

HAYATİ TEK: Tabii ki… Ancak bir de “yarı aydın” tabiri vardır. Bu tabirle kastedilenler kimlerdir?

H. NİHAL ATSIZ: Bu yarım münevver eskiden beri vardır. Halk ile münevver arasındaki uçurumu bu dolduruyor(72).

İnkılaplar olmuş, güzel kanunlar çıkmış ve münevver kendi âlemine dönmüştür. Yarım münevvere meydan boş bırakılmış, üstelik eline kuvvetli silahlar da verilmiştir. Halkın henüz yabancısı olduğu kanunları tatbik edecek ve halkı henüz hiç bilmediği ve pek acemisi olduğu siyasi hayata alıştıracaktır(73).

Yarım münevver her şeyi kendi arzularına ve menfaatlerine göre tefsir ediyor. Her şeyi kendi refahı, kendi serveti ve kendi obur ihtirasları uğrunda kullanıyor ve harcıyor. En temiz eserler ve en güzel kanunlar bu yarım münevverin elinde halk için zararlı ve korkunç birer vasıtadır(74).

HAYATİ TEK: Peki bu arada gerçek aydınlar ne yapıyor? Olup bitene seyirci mi kalıyor?

H. NİHAL ATSIZ: Güzel işler yaptığından emin olarak kendi âlemine dönen münevver aldanıyor. Kuzularını kurda emanet etmiş bir çoban kadar bedbahttır. Onun güzel heyecanları ve güzel eserleri ne kirli ellerde ve ne fena tatbik oluyor. Halkın ıstırabı artıyor. Halk için için ağlıyor(75).

HAYATİ TEK: Yarı aydınları ülke için tehlikeli görüyorsunuz ama Türkiye’nin hiç mi dış düşmanı yoktu?

H. NİHAL ATSIZ: Türk milletinin dışarıdaki düşmanları bütün dünyadır. Bunu tarih bize ebedi bir öğüt halinde hikâye eder. İçerdeki düşmanları ise üç tanedir: Komünist, Yahudi ve dalkavuk(76).

HAYATİ TEK: Komünistleri “iç düşman” yapan nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Komünist, vicdanını Yahudi Marks’a satmış olan vatansız serseri demektir. Amele diktatörlüğünün kurulduğu yerde cennete varılmış olduğunu zanneder. O, bazen bu zannında samimi olan bir aptaldır. Bazen de samimi değildir, aldatmak için böyle söyler. O zaman da kalleştir.

Komünist, dünyadaki bütün meseleleri “mide” ile izah etmek gayretindedir. Ona göre “milliyet” midesi dolu insanların, midesi boş olanları kullanmak için vasıta ettiği bir tuzaktır. Milliyetler kalkarsa dünya cennet olacaktır. Türkiye’deki komünistlerin çoğu Türk değildir. Asıl milliyetini kaybederek Türkleşmiş melezler veya gayrı Türklerdir(77).

HAYATİ TEK: Yahudileri Türk düşmanı olarak nitelendirmenizin sebebi nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Onun Allah’ı paradır. O, cebine birkaç para koyabilmek için gölgesinde yaşadığı bayrağı satmaktan çekinmeyen namussuz bir bezirgândır. Hangi memlekette oturuyorsa oranın düşmanıdır. Fakat bu düşmanlığını açıkça değil yüze gülerek, tezellül ederek yapar. Yahudi mayi gibidir. Derhal bulunduğu kabın şeklini alır. Yer yer kurulan Yahudileri Türkleştirmek cemiyetleri bu zelil politikanın neticesidir. Hatta daha ileri giderek kendilerine Türk adları takarlar. Yahudi iki türlüdür. Biri asıl Yahudi’dir, bu dilinden tanınır. Biri de Yahudi dönmesidir. Bu dilinden tanınmaz. Bunu tanımak için yüzünün mütereddi Yahudi hatlarına dikkatle bakmak lazımdır. Yahudi’yle Yahudi dönmesinin hiçbir farkı yoktur. Biri “biz Yahudiler” derse öteki de “Siz Türkler” der(78).

HAYATİ TEK: İlginç bir tespit… Dalkavuklar ne gibi düşmanlık peşindedirler?

H. NİHAL ATSIZ: Bunlar da Yahudi gibi daima kuvvetli olan tarafı iltizam ederler. Hayatları “yaşasın” diye geçer. Türkiye’nin fertleri, hükümetin bütün icraatını beğenip alkışlamaya mecbur olmadıkları halde bunlar onu alkışlamayı farz-ı ayın haline getirirler. Onlara göre inkılabın öz çocuğu olmak için dalkavuk olmak lazımdır(79).

HAYATİ TEK: Sizinle söyleşip de Cumhurbaşkanlığı forsumuzda bulunan “16 Türk devleti” meselesini sormadan olmaz. Siz bu uygulamaya karşı çıkıyorsunuz. Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızın 16 büyük Türk devletini temsil ettiği hakkında şimdiye kadar benim hiçbir bilgim yoktu. Bu gibi konularla ilgilenen birisi olarak ben bu sembolü bilmedikten sonra acaba bunu kimler biliyordu(80)?

HAYATİ TEK: İnanın biz de bilmiyoruz. Umudumuz sizde… Sahi, bu konu ilk ne zaman gündeme geldi?

H. NİHAL ATSIZ: 16 Türk devleti efsanesini, sayın Tekin Erer’in 6 Ocak 1969’da kendi sütununda yazdığı “Türklüğün 16 Avizesi” başlıklı makaleden öğrendim. Bu makalede sayılan 16 devlet arasında Samanlılar gibi Türk olmayan devlet bulunduğu gibi Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler, Mısır Kölemenleri gibi büyük ve muhteşem Türk devletlerinden bahsedilmeyişi, hele cihan tarihinin en büyük imparatorluğu olan Cengiz devletinin anılmayışı konuyu daha başlangıçta sakat hale getirmektedir(81).

HAYATİ TEK: Evet, bu konu bizim de dikkatimizi çekmişti doğrusu…

Bundan başka 16 devlet telakkisi bizim milli ülkümüze, büyüklük düşüncemize, süreklilik vetiremize aynı zamanda tarihi gerçeklere de şiddetle aykırı düşmektedir(82).

HAYATİ TEK: Bu bahsi biraz açar mısınız?

H. NİHAL ATSIZ: 16 büyük devlet… Tabii, Karamanoğulları ve daha küçükleri gibi ötekilerini de sayınca bu rakam kabaracak, en aşağı 50 devlet olacaktır. 50 devlet kurmayı bir başarı saymak, ilk bakışta mümkün görünebilir. Fakat madalyonun ters tarafına dönünce iş tamamıyla değişir. Adama sorarlar: Elli devlet kurdun da neden hiçbirini yaşatamadın? Neden kala kala orta çapta bir Türkiye Cumhuriyetine kaldın? Zoraki tarih bilginleri tabii bu sorunun cevabını veremeyeceklerdir(83).

HAYATİ TEK: Neden?

H. NİHAL ATSIZ: Çünkü tarihi gerçek hiç de öyle değildir. 16 veya 50 devlet kurulmuş değildir. Gerçekte anayurtta bir, nihayet iki devlet kurulmuş, anayurt dışında da buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O kadar. Bizi asıl ilgilendiren ana yurdumuzdaki devlet olduğuna göre de konu bir veya iki devletin tarihinden ibaret kalmaktadır(84).

HAYATİ TEK: Hangileridir onlar?

H. NİHAL ATSIZ: Bu iki devlet Türkistan ve onun uzantıları olan doğu Avrupa’da kurulan devletle bugün Türkiye dediğimiz devletin kurulduğu Önasya bölgesindeki devletten ibarettir ve ikincisi birkaç defa birincisine tabi olmak suretiyle tarihteki “Tek Türk Devleti” prensibini devam ettirmiştir. “Tek Devlet” düşüncesi sembolik de olsa son zamanında Doğu Türkistan’dan Çinlileri atan “Atalık Gazi Yakub Han”, Türkiye Devletini kendisine metbu (tabi olunan) tanımıştır.

Türk tarihi bir bütündür. Devlet denilen nesneler ayrı hükümdarlar, hanedanlardır. Böyle olunca 16 Türk devleti masalı kendiliğinden yıkılır ve birbirinin devamı olan hanedanlarla Türk tarihindeki birlik karşımızda parıldar.

Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin milli psikoloji üzerindeki yıkıcı tesirlerini kimse düşünmüyor(85).

HAYATİ TEK: Ne gibi yıkıcı tesirler?

H. NİHAL ATSIZ: Mazideki milli devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü milli devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Hâlbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir(86).

HAYATİ TEK: Nasıl?

H. NİHAL ATSIZ: Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır. Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz(87).

HAYATİ TEK: Türk tarihindeki siyasi parçalanmalara ne diyeceğiz?

H. NİHAL ATSIZ: Türk tarihinde siyasi bütünlüğün parçalandığı olmamış değildir. Bunlar her milletin tarihinde görülen fetret zamanlarıdır. Bizim tarihimizin son zamanlarında da İstanbul’da, Ankara’da iki ayrı hükümetin bulunması bunun tipik bir örneğidir. Tarihi gerçek budur. İlkokuldan üniversiteye kadar tarihin böyle okutulması, böyle gösterilmesi lazımdır. Türklerin kafasında bir tarih birliği, tek devlet şuuru bulunmalıdır(88).

HAYATİ TEK: Siz “tarihe sahip çıkmak” deyince aklımıza düştü; Osmanlı hanedanının yurt dışına sürülmesi konusundaki fikriniz nedir?

H. NİHAL ATSIZ: Padişahlık ve halifelik kaldırıldıktan sonra Osmanlı Hanedanının erkek ve kadın bütün üyeleri, Hanedana mensup olmayan eşleriyle birlikte Türkiye’den çıkarılarak maddi bir sefaletin kucağına atıldılar. Suçları Osmanlı Hanedanı’na mensup olmaktı(89).

HAYATİ TEK: Bunun, yeni devletin kurumsallaşması sürecinde bir tedbir olduğu da söyleniyor.

H. NİHAL ATSIZ: Şehzadelerin Türkiye’den çıkarılması, yeni kurulan cumhuriyeti bir tehlikeden korumak için alınmış tedbir diye düşünülebilir. Türkiye’de herhangi bir Osmanlı şehzadesinin etrafında birleşerek büyük gailelere sebep olmaları mümkün olabilirdi. Bu sebeple bu suçsuz şehzadelerin, tarihte örneğini çok gördüğümüz haksızlıklara uğramamalarında tarihi bir zaruret vardı denebilir.

Fakat artık aradan 45 yıl (1970 yılı itibariyle) geçmiş, cumhuriyet kökleşmiş, Türkiye’de hilafeti isteyen tek tük beyin hastalarına karşılık, padişahlığı getirmek isteyen kimse kalmamıştır. Bundan daha mühim olarak bu 45 yıl içinde Osmanlı şehzadeleri arasında tekrar tahta geçmek için teşebbüste bulunan bir tek kişi bile çıkmamıştır. Hatta bir iki Müslüman ülkesinde kendilerine teklif olunan krallıklar bile bu prensler tarafından red olunmuştur. 1950’den sonra, o zamanki Millet Partisi’nin gayretiyle bir kanun çıkarılarak Osmanlı Hanedanı’nın kadın üyelerinin Türkiye’ye gelmeleri kabul olunmuş ve çoğu yaşlı bulunan bu Osmanlı sultanları gözyaşları arasında anayurda dönmenin sevincini tatmışlardır. Demokrat Parti’nin son zamanlarda, şehzadelerin de Türkiye’ye dönmeleri için bir teşebbüs başlamış, fakat 27 Mayıs hareketiyle bu teşebbüs unutulup gitmişti(90).

HAYATİ TEK: Yani günümüz şartlarında vatanlarına dönmelerinde bir sakınca görmüyorsunuz.

H. NİHAL ATSIZ: Osmanlı şehzadeleri tarihin bir yadigârıdır. Hepsi vatanlarına bağlı, taht davasını akıllarından geçirmeyen, sağlam karakterli insanlardır. 45 yıl içinde Cumhuriyet hükümeti aleyhinde hiç birisinin en ufak hareketi bile görülmemiştir. Maddi sıkıntı yüzünden bir ikisi intihar etmiş, diğerleri türlü şekillerde çalışarak hayatlarını kazanmaya devam etmiştir. Vatanlarına dönmek en büyük ve en tabii haklarıdır. Bu haklarından mahrum edilmeleri yüz kızartıcı bir kıyıcılıktan başka bir şey değildir(91).

Bugün hayatta 25 kadar Osmanlı şehzadesi vardır. Bunların 14 tanesi Türkiye’de, diğerleri Hanedan çıkarıldıktan sonra dış ülkelerde doğmuş kimselerdir. Bir kısmının Türk vatandaşı olarak devletten emeklilik maaşı almaya da hakları vardır. Mesela Hanedanın en yaşlı üyesi olan Osman Fuad Efendi, Birinci Cihan Savaşı’nda Trablusgarp’taki Osmanlı ve Sünûsi kuvvetlerinin kumandanı olarak mütarekeye kadar harekâtın başında bulunmuştur. Bir Türk subayı olarak emekli maaşı almak hakkı değil midir?

Geçenlerde hayata gözlerini kapamış olan Ömer Faruk Efendi, Mısır’da melankolik bir hayat geçirmekteydi. Milli Kurtuluş Savaşı’na katılmak için bir geminin ambarına saklanarak Anadolu’ya geçtiği halde, Sakarya zaferi o sıralarda kazanılmış ve temel sağlamlaşmış olduğu için kabul edilmeyerek geriye dönmüştür(92).

HAYATİ TEK: Bu gerçekten enteresan… Kamuoyunda pek bilindiğini sanmıyorum. Diğer hanedan üyeleri hakkında aktaracağınız bilgiler var mı?

H. NİHAL ATSIZ: Ressamlıkla, öğretmenlikle hayatlarını kazananlar da vardır. Sultan Hamid’in hayattaki tek oğlu olan Mehmed Abid Efendi, Fransa’da hukuk ve şarkiyat tahsili yapmıştır. Şimdi Beyrut’ta mütevazı işlerle hayatını kazanmaktadır.

Sırf Sultan Vahdettin’in yeğenleri oldukları için bunların memlekete sokulmaması hem büyük bir haksızlık, hem de cumhuriyet hükümetlerinin şimdiye kadar güttükleri birleştirme ve kaynaştırma politikasıyla tezattır.

Almanya ve Fransa’da da cumhuriyet idareleri olmakla beraber eski imparator ve kral ailelerinin fertleri kendi anayurtlarında yaşamakta, kendi mülklerine sahip olmaktadır.

Eğer Türkiye’de de cumhuriyet rejimi cidden kökleşmişse, adalet prensibi bütün yurttaşlara uygulanacaksa en büyük Türk ailesinin son talihsiz mümessillerinin de son yıllarını vatanda yaşamalarını sağlamak en büyük insanlık borcumuzdur(93).

HAYATİ TEK: Bu his ve beklentilerinize katılmamak elde değil. Bu konuda ne yapılabilir?

H. NİHAL ATSIZ: Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, adaletin hüküm sürdüğünü ispat etmek için bu talihsiz Osmanoğulları’nın Türkiye’ye girmesini yasaklayan kanunu yeni bir kanunla kaldırmalı, böylelikle hem Türkiye Cumhuriyetinin artık kökleştiğini, hem de adaletin hüküm sürdüğü bir diyar olduğunu bütün dünyaya göstermelidir(94).

Yıllardır gurbette yaşayan ve prensliklerinden vazgeçen Osmanoğulları’nı anayurda gelip yerleşmeleri ve atalarının yükselttiği vatanda yaşayıp ölmeleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza koymuş bir devlet için, yerine getirilmesi şeref borcu olan bir görevdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerini bu görevi yapmaya çağırıyoruz(95).

HAYATİ TEK: Sizinle çok daha hoş konulardan konuşmak isterdik. Oysa genellikle mazideki ihtişamdan ve mevcuttaki problemlerden bahsedebildik. Bizim için çok öğretici, yer yer şaşırtıcı bir söyleşi olduğunu söylemeyiz. Okuyucularımıza vermek istediğiniz son bir mesajınız varsa, onu almak isteriz.

H. NİHAL ATSIZ: Ufak meselelerle büyük davalar engellenemez. Türkçülük yürüyecek ve Türk ırkı muzaffer olacaktır. Tanrı Türk’ü korusun(96).

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

(1905-1975)

12 Ocak 1905’te İstanbul’da Kadıköy’de doğdu. İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul sultanilerinde yaptı. Askeri Tıbbiyeye üçüncü sınıf öğrencisi iken Arap asıllı bir subaya selam vermeyi reddettiği için okuldan çıkarıldı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne yazıldı ve 1930 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nde Mehmed Fuat Köprülü’nün asistanı oldu. Atsız Mecmua’yı (1931-1932) yayınlamaya başladı. Hocası Zeki Velidi Togan’ın Türk Dil Kurultayı’nda maruz kaldığı hücumlara tepki olarak çektiği telgraf sebebiyle asistanlıktan çıkarıldı (1933).

Üniversiteden ayrıldıktan sonra Malatya Ortaokulu’nda Türkçe, Edirne Lisesi’nde Edebiyat hocalığına tayin edildi. Edirne’de iken Orhun dergisini yayımladı (1933-1934).

Türkçülük ülküsünü güçlendirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla çıkardığı Atsız ve Orhun dergilerinde dil, edebiyat, tarih, halkbilim, yazım konularındaki yazı ve şiirlere yer verdi. Orhun’un 9. Sayısında yer alan resmi tarih tezini eleştiren bir yazısı sebebiyle dergi kapatıldı.

Dört yıl kadar Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmenliği yaptı. 1938’de bu işinden de uzaklaştırıldı. Resmi hizmet kapısı kapanınca Özel Yüce Ülkü ve Boğaziçi liselerinde öğretmenlik yaptı.

“Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar” ve “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı ilmi kitapların yanı sıra birçok broşür yayımladı. O dönemin sol düşüncesine karşı şiddetli bir fikir mücadelesine girişti. Tanrıdağ, Çınaraltı gibi milliyetçi dergilerde yazılar yazdı. 1943’te Orhun’u yeniden yayımladı. Bu derginin 15-16. sayılarında dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’na hitaben yayımladığı açık mektuplarda Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in istifasını istedi.

Girdiği polemiklerde kullandığı sert üslup nedeniyle Sabahattin Ali’nin açtığı hakaret davasında yargılandı. Orhun dergisi bir kez daha kapatıldı. Yurt genelinde büyük yankı uyandıran Atsız-Sabahattin Ali davası sırasında üniversite gençliği protesto gösterileri düzenledi. Sabahattin Ali’ye hakaret etmek suçundan aldığı ceza ertelenmiş olsa da 3 Mayıs olayları gerekçe gösterilerek başta Nihal Atsız olmak üzere Turancılara yönelik yeni bir dava süreci başlatıldı.

Irkçılık-Turancılık davasının ilk duruşması 7 Eylül 1944 tarihinde başladı. Davada Atsız’ın yanı sıra yargılanan diğer 22 isim şunlardı: Zeki Velidî Togan, Hasan Ferit Cansever, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Reha Oğuz Türkan, Hüseyin Namık Orkun, Sait Bilgiç, M. Zeki Özgür, İsmet Tümtürk, Hikmet Tanyu, Hamza Sâdi Özbek, Muzaffer Eriş, Cebbar Şenel, Nurullah Barıman, Cihat Savaşfer, Fazıl Hisarcıklı, O. Yusuf Kadıgil, Fehiman Altan, Cemal Oğuz Öcal, Saim Bayrak.

29 Mart 1945 tarihli duruşmada sonuçlanan davada 23 sanıktan 13’ü beraat ederken 10’una çeşitli cezalar verildi. Karara göre Nihal Atsız 4 yıl 3 ay 15 gün hapis ve 3 yıl Adana’ya sürgün cezasına, ömür boyu kamu hizmetlerinden mahrumiyetine karar verildi. Bunun üzerine Türkiye Yayınevi’nde çalıştı ve önemli Osmanlı tarihlerinin yayımlarını hazırladı.

Tek parti iktidarının son yıllarında fakülteden sınıf arkadaşı Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Milli Eğitim Bakanlığı olunca yeniden kamu hizmetine döndü, Süleymaniye Kütüphanesi’nde uzman olarak görevlendirildi.

1950-1951 öğretim yılının başında Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine getirilen Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da 3 Mayıs’ın kutlanması için Ankara’da verdiği bir konferans nedeniyle öğretmenlikten alındı ve Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevine iade edildi (1952). Burada 17 yıl çalıştıktan sonra 1969’da emekliye ayrıldı.

11 Aralık 1975’te vefat etti. Kabri, Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.

ESERLERİ

Bozkurtlar Diriliyor (Roman)

Bozkurtların Ölümü (Roman)

Dalkavuklar Gecesi (Roman)

Deli Kurt (Roman)

Ruh Adam (Roman)

Z Vitamini (Roman)

Osmanlı Tarihine Ait Takvimler (İnceleme)

Türk Edebiyatı Tarihi (İnceleme)

Türk Tarihi Üzerine Toplamalar (İnceleme)

Türk Tarihinde Meseleler (İnceleme)

Türk Ülküsü (İnceleme)

Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi (İnceleme)

Birgili Mehmet Efendi (Biyografi)

Ebussud (Biyografi)

Edirneli Nazmi (Biyografi)

Kemalpaşaoğlu (Biyografi)

Yolların Sonu (Şiir)

DİPNOTLAR

1) Atsız, H. Nihal-; Türk Ülküsü, Baysan Yayını, İstanbul 1992, s. 7

2) a.g.e., s. 7

3) a.g.e., s. 7

4) a.g.e., s. 8

5) a.g.e., s. 8

6) a.g.e., s. 8

7). a.g.e., s. 9

8) a.g.e., s. 12

9) a.g.e., s. 12

10) a.g.e., s. 14

11) a.g.e., s. 12

12) a.g.e., s. 15

13) a.g.e., s. 29

14) a.g.e., s. 29

15) a.g.e., s. 30

16) a.g.e., s. 37

17) a.g.e., s. 38

18) a.g.e., s. 123

19) a.g.e., s. 123

20) a.g.e., s. 124

21) a.g.e., s. 125

22) a.g.e., s. 125

23) a.g.e., s. 125

24) a.g.e., s. 125

25) a.g.e., 126

26) Atsız, H. Nihal-; Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1977, s. 48

27) a.g.e., s. 50

28) a.g.e., s. 50

29) a.g.e., 51

30) a.g.e., 51

31) a.g.e., 51

32) a.g.e., s. 51

33) a.g.e., s. 52

34) a.g.e., s. 108

35) a.g.e., s. 108

36) a.g.e., s. 108

37) a.g.e., s. 109

38) a.g.e., s. 110

39) a.g.e., s. 110

40) a.g.e., s. 110

41) a.g.e., s. 110

42) a.g.e., s. 111

43) a.g.e., s. 111

44) a.g.e., s. 112

45) a.g.e., s. 112

46) a.g.e., s. 113

47) a.g.e., s. 114

48) a.g.e., s. 114

49) Atsız, H. Nihal-; Makaleler II, Baysan Basım ve Yayın Sanayii A.Ş., İstanbul 1992, s. 11

50) a.g.e., s. 12

51) a.g.e., s. 12

52) a.g.e., s. 12

53) a.g.e., s. 13

54) a.g.e., s. 15-16

55) a.g.e., s. 18

56) a.g.e., s. 19

57) a.g.e., s. 20

58) a.g.e., s. 20

59) a.g.e., s. 45

60) a.g.e., s. 46

61) a.g.e., s. 46

62) a.g.e., s. 46-47

63) a.g.e., s. 47

64) a.g.e., s. 47

65) a.g.e., s. 49

66) a.g.e., s. 49

67) a.g.e., s. 59

68) a.g.e., s. 75

69) a.g.e., s. 77

70) Atsız, H. Nihal-; Makaleler IV, Baysan Basım ve Yayım Sanayii A.Ş., İstanbul 1992, s. 121-122

71) a.g.e., s. 122

72) a.g.e., s. 122

73) a.g.e., s. 123

74) a.g.e., s. 124

75) a.g.e., s. 124

76) a.g.e., s. 171

77) a.g.e., s. 171

78) a.g.e., s. 172

79) a.g.e., s. 173

80) a.g.e., s. 402

81) a.g.e., s. 402

82) a.g.e., s. 402

83) a.g.e., s. 402

84) a.g.e., s. 403

85) a.g.e., s. 403

86) a.g.e., s. 404

87) a.g.e., s. 404

88) a.g.e., s. 405

89) a.g.e., s. 413

90) a.g.e., s. 414

91) a.g.e., s. 414

92) a.g.e., s. 415

93) a.g.e., s. 416

94) a.g.e., s. 417

95) a.g.e., s. 418

96) a.g.e., s. 539

]]>
SANAL RÖPORTAJ / TOMMASO CAMPANELLA: “Yurt sevgisi, kişisel çıkardan vazgeçildiği ölçüde artar.” https://hayatitek.com/tommaso-campanella-yurt-sevgisi-kisisel-cikardan-vazgecildigi-olcude-artar/ Sun, 31 May 2020 16:38:42 +0000 http://hayatitek.com/?p=261
TOMMASO CAMPANELLA

HAYATİ TEK: Güneş Ülkesi, sizin günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğünüz ütopik bir devlet tasarısı. Bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağında insanın egoizmini görüyor, insanların asıl amacının “toplum yararı” olması gerektiğini savunuyorsunuz. Dilerseniz önce yönetim yapısıyla başlayalım. Güneş Ülkesi’nde yönetici pozisyonunda kim vardır?

CAMPANELLA: Kentin en büyük yöneticisi bir başrahiptir. Halk HOH der ona. Biz olsak METAFİZİKÇİ derdik. Gerek dünya işlerinin, gerek ahret işlerinin başı odur. Yetkisi mutlaktır. Verdiği yargılar kesindir, kimse ses çıkaramaz onlara. HOH’un PON, SİN ve MOR adlı eşit yetkide üç yardımcısı vardır. Bizim dilimizde bunlara GÜÇ, AKIL ve SEVGİ diyebiliriz(1).

Bunların görev dağılımı nasıl? Örneğin Güç, sizin deyiminizle PON hangi işlerden sorumludur?

CAMPANELLA: GÜÇ, barış ve savaşla ilgili bütün işleri yönetir. Askerlik işlerinde HOH’tan sonra en yüksek yetkili odur. Belli başlı görevleri, subaylarla askerlere kumanda etmek, ordunun bütün silah, cephane ihtiyaçlarını sağlamak, tahkimat yaptırmak, saldırılar hazırlamak ve buna benzer her çeşit işleri yönetmektir.

Serbest mesleklerin, el zanaatlarının, bilim işlerinin, bilim adamlarının, eğitim işlerinin, okulların yönetimi AKIL’ın görevleri arasında yer alır. Bilimlerin başındaki uzmanlar onun buyruğu altındadırlar: Bu uzmanlar sırasıyla şunlardır: astrolog, kozmograf, matematikçi, geometrici, tarihçi, ozan, mantıkçı, söz ustası, gramerci, hekim, fizyolog, politikacı, ahlakçı… BİLGİ adı verilen bir tek kitapta bütün bilimler şaşırtıcı bir açıklıkla özetlenmiştir(2).

Savunma ve bilim konuları halledildiğine göre, MOR da dediğiniz Sevgi’nin görev alanı üretim ilişkilerini düzenlemektir herhalde…

CAMPANELLA: SEVGİ, Güneşlilerin üreme işini düzenlemekle görevlidir. Başlıca işi, kadınla erkeğin kusursuz bir soy yetiştirecek yolda birleşmelerini sağlamaktır. Güneş Kentliler, köpek ve at soyunun gelişmesine büyük önem veren, ama insan soyunun gelişmesine pek aldırış etmeyen bizlerle düpedüz alay ediyorlar. Böylece, çocukların eğitimi, hekimlik, eczacılık, tarım işleri, meyvecilik, hayvancılık, bir kelimeyle, yiyip içecek, giyim kuşam, cinsel alışverişle ilgili ne varsa, hepsi SEVGİ’nin yönetimi altındadır.

İşte METAFİZİKÇİ, bu üç yardımcısıyla birlikte, Kent’in bütün işlerini yüksekten yönetir. Onun isteği dışında hiçbir şey yapılamaz. Devletin bütün işlerini bu dört kişi çekip çevirir ama, METAFİZİKÇİ ne yönde karar verirse, üç yardımcı ona boyun eğer(3).

HAYATİ TEK: Güneş Ülkesi’nde halkın günlük yaşantısı nasıldır? İnsanlar arası ilişkiler ne durumdadır? İşler nasıl organize edilir?

CAMPANELLA: Güneş Ülkeliler bencilliğin amacını ortadan kaldırmakla onu yok etmişler ve yerine ortak yaşama sevgisini koymuşlardır(4).

HAYATİ TEK: İyi ama Aristo’nun Platon’a karşı ileri sürdüğü gibi, bu şartlar altında hiç kimse çalışmaya yanaşmaz, geçimini sağlamak için başkalarının çalışmasına bel bağlarsa ne olacak?

CAMPANELLA: Bu konuda seninle tartışamam, çünkü tartışma sanatını bilmiyorum(5).

HAYATİ TEK: Estağfurullah…

CAMPANELLA: Yalnız şunu söyleyeyim ki, Güneş Kentliler yurtlarına inanılmayacak kadar büyük bir sevgi ile bağlıdırlar. Böyle olmaları da gerekir(6).

HAYATİ TEK: Neden?

CAMPANELLA: Çünkü, yurt sevgisi, kişisel çıkardan vazgeçildiği ölçüde artar. Tarih bize bunu açıkça göstermiyor mu(7)?

HAYATİ TEK: Evet de, somut bir örnek verseniz daha açıklayıcı olur sanırım.

CAMPANELLA: Eski Romalılar özel mülkiyeti hor gördükleri ölçüde kendilerini seve seve yurtlarına feda edebilmişlerdir. Bana kalırsa, bizim din adamları ve papazlar, eşlerine dostlarına olan aşırı sevgileri, yükselme tutkuları yüzünden bozulmasalar, ermişlere yaraşır bir hayat sürer, dünya malına o kadar düşkün olmaz, tıpkı havariler ve günümüzdeki birçok insan gibi, herkese iyilik yapmaktan başka bir şey düşünmezler(8).

HAYATİ TEK: Herkes her şeyi ortak kullandığına ve herkes aynı durumda bulunduğuna göre, iyilik yapmaya hatta dostluğa neden gerek duysun ki Güneş Ülkeliler?

CAMPANELLA: Tam tersine. Bir defa, hiç kimse başkasından herhangi bir hediye alamaz. Çünkü, toplum ona ihtiyacı olan ne varsa hepsini sağlamaktadır. Yöneticiler de kimsenin, hak ettiğinden fazlasını almamasına dikkat ederler. Herkes neye ihtiyacı varsa alır onu(9).

HAYATİ TEK: Peki ya dostluk?

CAMPANELLA: Dostluk, Güneş Kentlilerin gerek savaş ve hastalık gibi hallerde birbirlerine gösterdikleri yakınlıkta, gerekse bilimsel çalışmalarda, bilgi ve öğüt yoluyla birbirlerine yaptıkları karşılıklı yardımlarda açıkça kendini gösterir. Aynı yaştaki Güneşliler birbirlerine kardeş derler. Yirmi ikisini aşanlara baba, bu yaştan aşağı olanlara da oğul denir. Yöneticilerin belli başlı işlerinden biri de, kardeşlerin birbirine haksızlık etmemesine özen göstermektir(10).

HAYATİ TEK: Şahane bir tablo çiziyorsunuz ama çok merak ettim, nasıl başarıyorlar bu işi?

CAMPANELLA: Bizde ne kadar erdem adı varsa, Güneş Ülkesi’nde de o kadar yönetici adı vardır. Örneğin, Büyüklük, Cesaret, Namus, Cömertlik, Çalışkanlık, Tokgözlülük (ve daha başka) adlar taşıyan yöneticiler vardır(11).

HAYATİ TEK: Bu yöneticiler neye göre belirleniyor?

CAMPANELLA: Kim çocukluğunda, okulda bu erdemlerin birine en fazla eğilim gösterirse, bu göreve seçilir. Hırsızlık, adam öldürme, ahlaksızlık, uygunsuz çiftleşme gibi suçların ne olduğunu bilmezler. Onların birbirlerine yükledikleri suçlar nankörlük, kötülük, nezaketsizlik, tembellik, asık yüzlülük, huysuzluk, hafiflik, dedikoduculuk ve yalancılıktır. Hele yalancılık onlar için vebadan beterdir. Bu suçların cezası, yargıçların uygun görecekleri bir süre, ortak sofradan uzaklaştırılmak ve kadınsız bırakılmaktır(12).

HAYATİ TEK: Ya daha yüksek yönetim kademeleri, yani sizin girişte sözünü ettiğiniz dört yönetici? Onlar nasıl seçiliyor?

CAMPANELLA: Öbür yöneticileri, en büyük dört yönetici (METAFİZİKÇİ, GÜÇ, AKIL ve SEVGİ) ile her görevin özel öğretmeni seçer. Bu öğretmen kimin şu ya da bu erdemden, şu ya da bu sanattan hangisini öğrenebileceğini herkesten daha iyi bilir. Onları Yöneticiler Kurulu önerir(13).

HAYATİ TEK: Bu sözlerinizden “özel öğretmenlik” gibi bir kurum olduğunu ve bu kişilerin de yüksek vasıflara sahip oldukları anlaşılıyor. HOH olabilmek için kişinin hangi yüksek özelliklere sahip olması gerekiyor?

CAMPANELLA: HOH olabilecek kimsenin, cumhuriyet olsun, krallık olsun, bütün devletlerin yasalarını, devlet biçimlerini, geleneklerinin ve dinlerinin tarihlerini derinlemesine bilmesi gerekir. Ayrıca, yasa koyanları, sanatları geliştirenleri adlarıyla bilmesi gerektiği gibi, yerde ve gökte olup bitenlerden de haberi olacak. Bütün mekanik sanatlar konusunda bilgisi olacak. Fizik ve astronomi bilgisi de ayrıca önemlidir. Yabancı dil konusunda o kadar titizlikle durulmaz(14).

HAYATİ TEK: Neden? Güneş Ülkesi diğer ülkelerle hiç mi ilişki kurmayacak?

CAMPANELLA: Çünkü, ülkede, gramerci adı verilen pek çok tercüman vardır. Ama, her şeyden önce, HOH’tan istenen, metafiziği ve teolojiyi iyiden iyiye, bütün bilim ve sanatları, ilkeleri, tanımlamalarıyla adamakıllı bilmesi, nesnelerin benzerlik ve ayrılık ilişkilerini, dünyanın düzenini ve kaderini, Tanrı’nın ve yaratıkların önem sırasını ve benzerliklerini, Tanrı’nın gücünü, Tanrı’da gerçeğin ve idealin birleşmesini kavramış olması, Tanrı ve insan sevgisine ermesi, yer gök ve denizle ilgili ne varsa, hepsini bilmesi, hiç değilse bir insanın ulaşabileceği bilgi katına varmasıdır. Ayrıca, HOH’un peygamberlerin kitaplarını ve astrolojiyi adamakıllı incelemiş olması aranır. Böylece, Güneş Ülkeliler, kimin HOH olacağını daha önceden kestirebilirler. Çünkü böylesine geniş ve çeşitli bilgiye herkeste pek rastlanamaz(15).

HAYATİ TEK: Gerçekten öylesine özellikler sıraladınız ki, bir Güneş Ülkelinin HOH olabilmesi için her halde en azından kırk yaşına kadar eğitimden geçmesi gerekir.

CAMPANELLA: Böylesine yüce bir göreve kimse otuz beşini doldurmadan seçilemez. Bu görev ömür boyunca sürer(16).

HAYATİ TEK: Tam da onu soracaktım. Mevcut HOH’tan daha iyi biri yetişirse, baştaki kişi yine de ömür boyu bu görevinde mi kalacak?

CAMPANELLA: Güneş Ülkesi’nde HOH’tan daha bilgili, devlet işleri için daha yetkili birisi çıkacak olursa, o zaman, eski HOH, yerini yenisine bırakır(17).

HAYATİ TEK: İyi söylüyorsunuz da, kim böylesine bilge olabilir? Diyelim ki sizin çizdiğiniz çerçevede bilgeliğe ulaştı. Böyle bir insanın yönetim işinin üstesinden gelebilmesi mümkün olabilir mi her zaman?

CAMPANELLA: Bu soruyu ben de sormuştum Güneş Kentlilere(18).

HAYATİ TEK: İlginç… Nasıl bir cevap aldınız?

CAMPANELLA: Şu karşılığı almıştım:

“Biz böylesi bir bilge adamın devleti iyi yöneteceğine sizlerden –başınıza çok zaman bilgisizleri geçiren ve bunları sırf hükümdar soyundan geldiği için ya da güçlü bir partice seçildiği için yönetime ehil sayan sizlerden- daha çok güveniriz.”

Bizim MEZAFİZİKÇİ, her çeşit yönetim işinde acemi olabilir ama, o uçsuz bucaksız bilgisi, onu kötü, hain ve zorba olmaktan ister istemez alıkoyar. Bununla birlikte, başkanımızın bilgisinden çıkardığımız kanıta siz bizler kadar önem vermezsiniz. Çünkü, sizler bilgin diye Aristoteles’in ya da başkalarının gramer ve mantık kurallarını en çok bilenlere diyorsunuz ve böylece sizin ülkenizde bilim, sadece hayvanca yorulma ve kölece ezbercilik isteyen bir iştir. Bu da insanın düşüncesini köreltir, onu olayların derinine inmekten alıkoyar, bir sürü laf kalabalığı ile yetinmesine yol açar, ruhunu alçaltır, kitapların ölü sözcükleriyle kafasını doldurur. Onun için, bu gibi bilginler Tanrı’nın bütün varlıkları nasıl yönettiğini, doğa ve ulusların kurallarını, törelerini bilmezler. Oysa, bizim HOH’umuz için böyle bir şey söylenemez. Çünkü, böylesine geniş bir bilgiye ulaşabilen kimse, bununla dehasının yüceliğini göstermiş, en çetin görevlere, özellikle devlet yönetimine ehil olduğunu ispatlamış sayılır. Ayrıca, bize göre, kendini sadece bir tek bilime adayıp, sadece kitaplarla yetinmiş bir kimse kafası tam gelişmemiş, beş para etmez bir kimsedir. Dehanın özü bütün bilimleri kendine mal etmek ve derinlere inmektir. İşte, bizim en yüce başkanımız HOH öyle olmalıdır. Ki öyledir de. Öte yandan, HOH’un yardımcısı olan öbür üç başkanın doğrudan doğruya görevleriyle ilgili işlerde derin bilgileri olması gerekir. Ortak işlerdeyse sadece tarih olaylarını bilmeleri elverir. Örneğin, GÜÇ, binicilik, ordu düzeni, ordugâh kurma, silah yapımı, tabya, tahkimat gibi işlerde yetki sahibidir. Ama bunları yapabilmesi için, felsefe, tarih, politika, fizik vb. bilmesi gerekir. SEVGİ ve AKIL için de aynı nitelikler istenmektedir(19).”

HAYATİ TEK: Yetkililerden bahsederken enteresan isimler kullanıyorsunuz. Tıpkı Türklerin Dede Korkut masallarındaki isim ritüellerini anımsatıyor. Güneş Ülkesi’nde insanların isimleri nasıl veriliyor?

CAMPANELLA: Güneş Kentlilerin adları gelişigüzel konmuş değildir. Eski Romalılarda olduğu gibi, bu adları herkesin kişisel özelliğine göre, METAFİZİKÇİ vermektedir. Örneğin, kiminin adı Güzel, kimininki Burun, kimininki Şişko, kiminindi Yampiri, kimininki de Sıska vb.dir. Mesleklerinde kendini gösterenlerin, barış ya da savaş zamanında, örneğin, bir ülkeyi istila etmek ya da korkunç bir düşmana karşı zafer kazanmak gibi büyük bir iş yapanların adları önüne, Güzel, Büyük, Parlak, Eşsiz, Ressam gibi sanatla ilgili adlar ya da Güçlü, Cesur, Burun gibi, eylemlerle ilgili adlar ya da Africano, Asiatico, Etrusco gibi, fatih adları eklenir(20).

HAYATİ TEK: Bu isimleri insanlar kendileri mi alırlar, yoksa bir üst yönetici mi karar verir?

CAMPANELLA: Bu onursal adları, müzikli törenlerde, çoğu zaman başarılan işe ya da sanata yaraşır bir taç ile birlikte yöneticiler verir. Altın ya da gümüşün bu törenlerde yeri yoktur. Çünkü, Güneş Kentliler bu madenlerden herkesin farksız olarak kullandığı kap-kacak ve süs eşyaları yaparlar(21).

HAYATİ TEK: Umduğu yere gelemeyen, dilediğini elde edemeyenler kıskanmaz mı, amacına ulaşmak için kötü yollara sapmaz mı?

CAMPANELLA: Hayır. Çünkü, Güneş Kent’te herkes ihtiyaçlarını bol bol giderdikten başka, eğlenip hayatın tadını da çıkarır. Çiftleşme işi tek tek insanların zevki değil, toplumun yararı bakımından etraflıca düzenlenmiştir. Bu konuda kimse yöneticilerin buyruğundan dışarı çıkamaz. Sonra, bizim düşüncelerimizin tam tersine, Güneş Kentliler her insanın kendi evi, karısı, çocukları olmasını, onları kendi çıkarlarına göre yetiştirmesini doğal karşılamıyorlar. Onlara göre, ermiş Thomas’ın da dediği gibi, çiftleşmenin amacı tek tek insanların değil, insan soyunun korunmasıdır. Onun için, insan üretme işi, insan teklerini değil, devleti ilgilendiren bir sorundur ve insan teklerini yalnız devletin birer üyesi olmak bakımından ilgilendirir ancak(22).

HAYATİ TEK: İnsanın bu en özel kararını yöneticilerin üstlenmesi biraz tuhaf değil mi? Böyle bir kurala neden gerek duyulsun ki?

CAMPANELLA: Çoğu zaman keyiflerine, tutkularına bırakılan tekler, gelişi güzel birleşmelerden dünyaya gelen çocuklarını iyi yetiştirip eğitemezler. Bu da devlet için bir tehlike kaynağı olur. Onun için, devletin malı ve mutluluğunun temeli olan çocukların yetişmesi yöneticilerin yetkisine bırakılmıştır.

Böylece Güneşliler, çocuk yapacak olan erkek ve dişi üreticileri bilim ve felsefenin temel kurallarına göre yetiştirmeye dikkat etmektedirler(23).

HAYATİ TEK: Anlamakta güçlük çeksem de sormam gerekiyor: Hangi kadının hangi erkekle birleşeceğine kim, nasıl karar veriyor?

CAMPANELLA: Platon’a göre, bu birleşme kura ile yapılmalıdır. Böylece, en güzel kadınlara düşmeyen erkekler yöneticilere kin beslemezler. Yine Platon’a göre, kura çekerken, en güzel kadınların layık olmayanlara düşmemesi ve böylelerinin, göz koyduklarıyla değil, kendi denkleriyle birleşmeleri için hile yapmak gereklidir(24).

HAYATİ TEK: Oldu mu şimdi? Bunca idealize edilen bir ülkede hile nasıl yapılır? Hani herkes dürüsttü?

CAMPANELLA: Güneş Ülkesi’nde böyle bir hile gereksizdir(25).

HAYATİ TEK: Şimdi oldu. Fakat yine sormam gerekiyor: Neden?

CAMPANELLA: Çünkü, orada biçimsiz eğri büğrü insan yoktur(26).

HAYATİ TEK: Çirkin insan olsa, hile mubah mı görülecek? Neyse bu iş çok su götürür. Her şeyi mükemmel olan Güneş Ülkesi halkı arasından hiç mi hata yapan çıkmaz?

CAMPANELLA: Gurur, onlarca kusurların en ürküncüdür. Gurur taslayan kimse en sert cezalara çarptırılır. Hiçbir Güneş Kentli, mutfakta, tarlada çalışmak, sofra hizmetinde bulunmak ya da hastanelerde hastalara bakmak gibi görevleri hor görmez. Her iş bir toplum görevi sayılır Güneş Kent’te(27).

HAYATİ TEK: Özlediğiniz, hayal ettiğiniz böyle bir ülke. Peki sizin ülkenizde, İtalya’da nasıl bir tablo var, Güneş Ülkesi’nden farklı olarak?

CAMPANELLA: Ne yazık ki, bizde bunun tam tersini görüyoruz. Örneğin, Napoli kentinde yaşayan 70.000 kişiden on ya da on beş bini çamaşır yıkar; bunlar da fazla çalışmaktan çarçabuk yıpranır giderler. Geriye kalanlara gelince, onlar da aylaklıktan, açgözlülükten, ahlaksızlıktan, hastalıktan kırılıp yiterler, ayrıca sayısız yoksul insanları kendilerine kul köle edip kullanır, bütün kötülük ve ahlaksızlıklarını aşılarlar onlara. Bu yüzden, toplum hizmetleri iyi yönetilmez olur. Artık tarlada, orduda, zanaatta çalışan pek kalmaz, kalan bir avuç insan da bütün bu işleri gönülsüz, iğrene iğrene yapar.

Oysa, Güneş Kent’te, yararlı işler, sanatlar, bilimler, çeşitli toplum görevleri bütün yurttaşlar arasında eşitçe paylaşılmakta ve adam başına günde dört saat düşmektedir. Günün geri kalan saatleri çekici bilgilere, okumaya, tartışmalara, gezmelere, kısaca, beden ve kafanın gelişmesine yarayan faydalı ve hoş işlere harcanmaktadır. Kumar, kâğıt, satranç, zar gibi, oturarak oynanan oyunlar yasaktır. Top, bilye, mızrak, ok, cirit, güreşle vakit geçirmelerine izin verilmez(28).

HAYATİ TEK: Güneş Ülkesi vatandaşları gururdan başka ne gibi davranışları hoş karşılamazlar?

CAMPANELLA: Güneş Ülkelilere göre, yoksulluk insanları alçaltır, hilelere, kurnazlıklara, hırsızlıklara, yalancılıklara, serseriliğe götürür, onlarda yurt sevgisini azaltır. Zenginlikse, gururlu, cahil, küstah, palavracı, hain, kendini beğenmiş, bencil, iftiracı yapar insanları, hem de kolayca. Oysa, her şeyin ortak olduğu Güneş Ülkesi’nde, herkes aynı zamanda hem zengin, hem yoksuldur. Zengindir, çünkü Kent bütün ihtiyaçlarını karşılar; yoksuldur, çünkü, hiç kimsenin özel malı mülkü yoktur, her şey ortaktır. Güneş Kentliler mala mülke köle olmazlar, sadece yararlanırlar ondan. Onun için de, Hıristiyanlığı, özellikle havarilerin hayatını övüp dururlar(29).

HAYATİ TEK: Özlemini çektiğiniz Güneş Ülkesi’nde en takdir gören davranışlar nelerdir?

CAMPANELLA: Güneş Ülkelilerde en çok beğendiğim ve herkesin de uymasını istediğim şey şu: bu ülkede, bedence kusuru ne olursa olsun, hiç kimse yoktur ki, yararlı olmaktan kaçınsın. Elbette, tiridi çıkmış ihtiyarlar bunun dışındadır. Kaldı ki, onlar da, yararlı öğütleriyle zaman zaman faydalı olabiliyorlar. Örneğin, gözleri iyi gören bir topal gözcülük edebiliyor; gözleri görmeyenlerde yün taramak, döşek yastık doldurmak için kılların incesini kalınından ayırmakta kullanılıyor; ellerini gözlerini yitirmiş kimselere gelince, onlar da sesleri ya da kulaklarıyla yararlı olabiliyorlar. Kısacası, işleyen bir tek organı olan kimse dahi, köylerde yararlı olabilecek biçimde bir işe koşuluyor. Beden sakatlıklarına rağmen bu kimselere, sağlam yurttaşlar gibi davranılır. Bunlardan bazıları hafiyelik edip duyduklarını yöneticilere yetiştirirler(30).

HAYATİ TEK: Dilerseniz biraz da güvenlikten bahsedelim. Güneş Ülkeliler, güvenliklerini nasıl sağlıyorlar? Güvenlik güçleri nasıl oluşuyor? Silahları neler?

CAMPANELLA: Silahların, topçu, süvari, piyade birliklerinin ve strateji ile ilgili her şeyin başındaki görevliler, HOH’un üç büyük yardımcısından GÜÇ’ün buyruğu altındadır. Bu görevlilerin buyruğu altında da, kollarda çalışan subaylarla bu kollarda ustalık elde eden birçok başka görevliler yer almaktadır. Bundan başka, görevleri bütün yurttaşlara askerlik talimleri yaptırmak olan atletlerle öğretmenler de GÜÇ’e bağlıdırlar. Bunlar görgülü ve bilgili eski savaşçılardır. Başlangıçta daha da tedbirli olan bu atletler on iki yaşını dolduran çocuklara silah kullanmasını öğretirler. Güneş Kentliler ölümden korkmazlar(31).

HAYATİ TEK: Her insan ölümden biraz olsun korkar. Güneş Ülkeliler niçin korkmasın?

CAMPANELLA: Çünkü, ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar. Onlara göre, bedenden ayrılan ruh yeryüzü hayatındaki iyi ya da kötü davranışlarına göre, iyi ya da kötü ruhlarla buluşur. Bir bakıma Brahmanların ve bazı noktalarda da Pithagoras’çıların felsefe ilkelerini benimsemiş olmalarına rağmen, Güneş Kentliler, bazı haller dışında, ruhların Tanrı’nın özel buyruğu ile göç ettiğine inanmaktadırlar(32).

Devletin, dinin ve insanlığın düşmanlarına karşı acımadan savaşırlar. Her iki ayda bir, ordu denetimden geçer ve her gün, gerek duvarların dışında gerek içinde talimler yapılır. Güneş Kentliler askerlik sanatına ilişkin kurumlar ile birlikte, Musa, Yeşua, Davut, Maccabeus, Yuda, Sezar, İskender, Scipion, Annibal ve daha başka büyük askerlerin hayatlarını ve yaptıkları ünlü savaşları öğrenirler(33).

HAYATİ TEK: Güneş Ülkeliler kime karşı savaşırlar? Daha doğrusu öyle bir mutluluk tablosu çizdiniz ki, Güneş Ülkeliler sanırım sadece kendilerine saldıranlara direnmek için savaşırlar.

CAMPANELLA: Savaşa girişmeyecek olsalar bile, Güneş Ülkeliler, gevşeyip yumuşamamak ve beklenmedik bir düşman saldırısı karşısında çaresiz kalmamak için askerlik eğitimi yapmaktan, ava gitmekten geri kalmazlar(34).

Güneşlilerin onurlarına dokunuldu mu, iftiraya uğradılar mı, bir yağmacılıkla karşı karşıya kaldılar mı, devletlerden biri saldırdı mı, ya da bir zorbanın buyruğu altındaki bir kent onları yardımına çağırdı mı (çünkü Güneş Ülkeliler her zaman özgürlüğü savunmuşlardır), Büyük Kurultay hemen toplantıya çağırılır. Herkes diz çöküp Tanrı’ya yakarır, kendilerine en uygun ve kesin bir karar esinlesin diye, durumu iyiden iyiye inceler, hakkın hangi yanda olduğunu araştırır, ondan sonra savaşa karar verirler. Onun hemen ardından, düşmana Forensis adı verilen bir rahip gönderir, gerek yağma edilen malların geri verilmesini, gerek dost devlete haksız saldırının durdurulmasını, gerekse zorbalığa son verilmesini isterler(35).

HAYATİ TEK: Ya istekleri kabul görmezse…

CAMPANELLA: İstekleri kabul edilmezse, Güneş Ülkeliler Öç Tanrısı Sabahot’tan haksızlıkla direnenleri yok etmesini dileyerek savaş açarlar. Düşman yanıt vermekte duraksar, hık mık ederse, Forensis, karar vermesi için belli bir süre tanır. Bu süre krallıklar için bir, halk yönetimleri için üç saattir(36).

HAYATİ TEK: Tanınan süre de pek kısaymış…

CAMPANELLA: Sürenin azlığı, düşmanın zaman kazanmak amacıyla oyalayıcı yollara başvurmasını önlemek içindir. Böylece, Güneş Ülkeliler doğal hakların ve dinin savunmasını üstlerine almış oluyorlar demektir.

Savaş açılır açılmaz, GÜÇ vekilini işe koşar. Ama, zararlı olabilecek her türlü gecikmeleri önlemek için, tıpkı Roma diktatörleri gibi, kendi başına gerekli kararlar alır(37).

HAYATİ TEK: GÜÇ, bu süreçte kimseye danışmaz, istişare etmez mi?

CAMPANELLA: Çok önemli ve ciddi bir durum olursa, HOH’a, AKIL’a ve SEVGİ’ye danışır. Ama, daha önce yirmi yaşını doldurmuş bütün Güneş Ülkelilerin katıldığı bir toplantıda bir sözcü, savaşın niçin açıldığını, dayandığı hakları, nedenleri bir bir ortaya koyar ve böylece, gerekli önlemleri almış olur(38).

HAYATİ TEK: Güneş Ülke’nin ordusu kimlerden oluşur? Nasıl bir örgütlenmesi vardır?

CAMPANELLA: Güneş Kent ordusunu, hepsi de savaş hilesi bakımından usta olan beş, sekiz ya da on komutan yönetir. Bunlar savaş işlerini görüşmek için toplanır ve aldıkları kararlara göre birliklerine kumanda ederler. Savaşa silahlı ve atlı bir çocuk birliği de katılır(39).

HAYATİ TEK: Enteresan… Çocuklar için riskli olmaz mı?

CAMPANELLA: Bu çocuklar, bu yoldan savaşmasını öğrenirler, tıpkı kana alıştırılan arslan ve kurt yavruları gibi. Bununla beraber, zorlu bir tehlike halinde, silahlı kadınlarla birlikte savaş alanından uzaklara götürülürler. Ama, savaştan sonra, bu kadınlarla çocuklar savaşçıları kutlar, yaralarını sarar, onları överek, öpüp kucaklayarak acılarını dindirmeye çalışırlar. Bu kadınlar ve çocukların varlığı ne büyük bir destektir(40)!

HAYATİ TEK: Gerçekten öyle! Peki savaşın seyrine göre zafer ya da yenilgi durumunda nasıl bir atmosfer oluşur Güneş Ülkesi’nde?

CAMPANELLA: Savaş bitince, Güneş Ülkeliler zaferlerini, Romalılar gibi, hatta onlardan daha büyük bir gösteriyle kutlarlar. Başkomutan tapınağa girerken, halk Tanrı’ya dualar eder ve savaşa katılmış olan bir ozan ya da bir tarihçi, çarpışmalar sırasında geçen olayları mutlu mutsuz yanlarıyla anlatır. Sonra, HOH muzaffer komutanın başına kendi eliyle bir çelenk soyar: çok yararlılık göstermiş olan öbür savaşçılara da madalyalar verir(41).

HAYATİ TEK: Ya hata yapanlar, ordu zafer elde etse de sorumlu oldukları alanda mağlup olanlar…

CAMPANELLA: Beceriksizlikleri yüzünden yenilgiye uğrayan, ya da zafer fırsatını kaçıran komutanlar ayıplanır. Düşmanın önünden ilk kaçanlar ölüm cezasına çarptırılırlar(42).

HAYATİ TEK: Bu cezadan kurtuluş yok mudur? Ne de olsa zafer elde edilmiştir?

CAMPANELLA: Bütün ordu bağışlanmalarını ister ve teker teker suçu paylaşırlarsa, ölümden kurtulabilirler. Sırası gelmişken söyleyeyim ki, bu gibi suçlar binde bir bağışlanır, birçok koşulların da suçludan yana olması gerekir(43).

HAYATİ TEK: Anladım. Bir savaşta mutlaka esir alınanlar olur. Güneş Ülkelilerin esirlerine davranışları nasıldır?

CAMPANELLA: Savaşta ele geçirilen ya da kendi isteğiyle Güneş Ülkesi’nin buyruğuna giren kentlerde de hemen mal ortaklığı kurulur. Bu kentler Güneş Ülkelerinin gönderdiği yöneticileri ve askerleri kabul eder ve bütün kentlerin şahı olan Güneş Kent’in törelerini benimser, hatta bazen okuyup eğitilsinler diye çocukları bile Güneş Kent’e gönderirler. Güneş Kent de onların eğitim giderlerini sevine sevine kendi üstüne alır(44).

HAYATİ TEK: Birkaç soru önce, Güneş Ülke’nin yöneticilerinden bahsetmenizi rica etmiştim. Ama başka konulara geçtik. Rica etsem aynı konuya dönebilir miyiz? Güneş Ülke’de yönetim mekanizması nasıl işler?

CAMPANELLA: Sahi. Özür dilerim. Madem bu kadar merak ediyorsunuz, daha önce söylediklerime bir şeyler daha ekleyeyim(45).

HAYATİ TEK: Estağfurullah, lütfen…

CAMPANELLA: Her ayın başında ve ortasında, dinsel törenden sonra Büyük Kurultay toplanır. Yirmi bir yaşını dolduran her yurttaş Kurultay’a katılır ve herkes teker teker devlet işlerinde gördüğü eksikleri, yöneticilerin görevlerini yerine getirip getirmediklerini söylemek hakkına sahiptir.

Her sekiz günde bir, başta HOH olmak üzere, GÜÇ, AKIL ve SEVGİ ile her birine doğrudan doğruya bağlı üçer yönetici bir araya gelip toplanırlar. Bunlar topu topu on üç kişidirler. HOH’un üç büyük yardımcısının özel görevlerini biliyorsunuz(46).

HAYATİ TEK: Evet ama siz yine de hatırlatın okuyucularımıza.

CAMPANELLA: Savaş ve orduyla ilgili bütün işlerin yönetimiyle GÜÇ görevlidir. AKIL mesleklere, zanaatlara, bilimlere; SEVGİ ise üretme ve eğitim, beslenme ve giyimle ilgili işlere bakar. Yukarıda saydığım on üç kişiye, on, elli ve yüz kişilik grupların kadın erkek başkanları da katılır ve böylece Kurultay halinde toplananların sayısı kırka çıkar. Bu kurultayda devleti ilgilendiren sorunlar görüşülür ve daha önce Büyük Kurultay’ın çeşitli görevlere aday gösterdiği kişilerin seçimine girişilir(47).

Ayrıca her gün, HOH ile üç yardımcısı toplanıp günlük işleri görüşür, Büyük Kurultay’da alınan kararlar –gerekirse- değiştirir, onaylar ve uygular, kısaca, Kent’in bütün ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. HOH ve üç yüksek yardımcısı dışında, bütün yöneticiler halkın isteği ile değiştirilebilirler(48).

HAYATİ TEK: Halk istedi diye üst yöneticiler hemen görevi bırakırlar mı?

CAMPANELLA: HOH ve yardımcıları ancak kendi aralarında görüşüp konuştuktan sonra, görevlerini ahlak, bilgi bakımından üstün buldukları birisine bırakabilirler. Bunlar öylesine dürüst insanlardır, yurtlarını öylesine severler ki, yerlerini başkasına bırakmaktan ve başa geçen kimseye tamamen bağlanmaktan bir an bile kaçınmazlar. Şunu da söyleyeyim ki, bu türlü değişiklikler binde bir olur.

Yetkilerin bölüşümünde METAFİZİKÇİ’yi, yani HOH’u ayrı tutmak gerek. HOH yani GÜNEŞ tıpkı bir mimar gibi, ülkenin bütün işlerini yüksekten yönetir. İnsanoğlunun bilmek yetisinde olduğu ne varsa hepsini bilmemek şanına yakışmaz(49).

HAYATİ TEK: Anladım. Ancak baştan beri dikkatimi çekiyor, yargıdan hiç söz etmediniz. Az da olsa kusur işleyenler oluyordur tabi. Bu gibi durumlarda cezalandırma işlerini kimler, nasıl yapıyor?

CAMPANELLA: Ben de şimdi onu düşünüyordum. Genel kural şu: her yurttaş, doğrudan doğruya, işinin ya da zanaatının başındaki görevlinin yargı yetkisi altındadır. Böylece, her zanaat ve mesleğin başındaki kimse yönetimi altındakileri yargılama yetkisine sahiptir(50).

HAYATİ TEK: Yargılama sonunda suçlu bulunanlara ne gibi cezalar verilir?

CAMPANELLA: Azarlama, ortak sofraya oturma, tapınağa girme, kadınla yatma yasağı, kamçılanma ve sürgün cezaları verebilir(51).

HAYATİ TEK: Hepsi bu kadar mı? Örneğin cinayet işleyen biri de mi bu cezalardan birine çarptırılır?

CAMPANELLA: Bir Güneş Kentli bile bile adam öldürürse, ölüm cezasına çarptırılır, ya da kısas yoluyla gözü gözle, dişi dişle, burnu burunla öder. Eğer suç tasarlanmadan, rastgele işlenmişse, ceza hafifletilir(52).

HAYATİ TEK: Cezaları hâkimler mi hafifletir? Yoksa bir üst mahkeme mi vardır?

CAMPANELLA: Cezaları hafifletmek yargıçların elinde değildir. Bunu yalnız HOH’un üç yardımcısı yapabilir. Ama cezanın değiştirilmesi değil de bağışlanması istenirse, o zaman METAFİZİKÇİ’ye başvurulur. HOH isterse cezayı bağışlar. Çünkü yalnız o bağışlama hakkına sahiptir(53).

HAYATİ TEK: Suçlu bulunanlar nereye hapsedilir?

CAMPANELLA: Düşmanların, başkaldıranların kapatıldığı bir kuleden başka hapishane diye bir yer yoktur(54).

HAYATİ TEK: Duruşmalar nasıl cereyan eder? Örneğin tutanak tutulur mu? Sanık kendisini nasıl savunur?

CAMPANELLA: Güneş Ülkesi’nde duruşmalar tutanaklara geçmez. Önce taraflarla tanıklar yargıcın önüne gelirler. Yargıç onları dinler, sonra sanık savunmasını yapar. Duruşmalarda üç büyüklerden GÜÇ hazır bulunur. Karar bir oturumda verilir. Hükümlü karara karşı GÜÇ’e başvurursa, yeni karar ertesi gün verilir. Üçüncü gün, METAFİZİKÇİ hükümlüyü ya bağışlar, ya da kararı onaylar. Bağışlama halinde, hükümlü davacı ve tanıklarla kucaklaştırılarak barıştırılır(55).

HAYATİ TEK: Ölüm cezalarında durum nasıldır?

CAMPANELLA: Ölüm cezasını yalnız halk verir, suçluyu vurarak ya da taşlayarak öldürür. İlk taşı suçlayanlarla tanıklar atarlar(56).

HAYATİ TEK: Anladığım kadarıyla cellat diye bir görevli yok.

CAMPANELLA: Güneş Ülkesi’nde cellat yoktur(57).

HAYATİ TEK: Neden?

CAMPANELLA: Böylesi insanlarla bir arada bulunmaktan tiksinirler çünkü. Ölüm cezasına çarptırılan suçluya bazen kendi kendini öldürme hakkı verilir. O da, Tanrı öfkesinin yatışması için dua eder. Çünkü, Güneş Ülkeliler, adam öldüren kimseyi yok etmek zorunda kalmalarını Tanrı öfkesinin belirtisi sayarlar. Zaten, ölüm kararı ancak suçluya ölmesinin gerekli olduğu anlatıldıktan ve ölümü ister duruma getirdikten sonra uygulanır(58).

HAYATİ TEK: Güneş Ülkesi’nin yazıl bir anayasası var mıdır? Yoksa töreye dayalı bir hukuk sistemi mi hayal ediyorsunuz?

CAMPANELLA: Güneş Ülkesi’nde pek az sayıda yasa vardır. Kısa ve herkesin kolayca anlayabileceği bir dille bronz levhalara yazılmış olan yasalar tapınağın sütunlarında asılıdır. Bu sütunlarda ayrıca, Tanrı, melekler, yıldızlar, dünya, insan ve kaderi, erdem vb. kavramların özünü belirten yazılar da asılıdır. Bu yazılarda bütün erdemler teker teker tanımlanmıştır. Her erdem levhasının altında bu erdemi temsil eden yargıçlar oturur ve sanığa, “Evladım, sen yardımseverliğin, mertliğin (ya da başka erdemin) kutsallığına karşı suç işledin!” der ve duruşma sonunda hak ettiği cezayı verir. Ama bu cezalar ilerisi için bir uyarma, gerçek bir cezadan çok iyi yolu gösteren bir öğüt, bir sevgi belirtisidir(59).

HAYATİ TEK: Güneş Ülkesi’ndeki din işleri nasıl yürür?

CAMPANELLA: Baş yöneticilerin hepsi aynı zamanda rahiptirler. HOH ise en yüksek rahiptir. Bunların görevi, vicdanları bütün günahlardan temizlemektir(60).

HAYATİ TEK: Hep merak etmişimdir, günah çıkarmaktan maksat nedir? Çıkarının maksadı belli, kendini rahatlatıyor. Ancak merak ettiğim, devletin ya da din işlerinden sorumlu kişilerin bundan kazancı ne oluyor?

CAMPANELLA: Rahip niteliği taşıyan yöneticiler, bizde olduğu gibi, yurttaşların günahlarını çıkarırlar ve bu arada halk arasında en yaygın kötülüklerle günahları öğrenmiş olurlar. Bu yöneticiler de, üç büyük yöneticiye içlerini açıp günahlarını söyler, yanı zamanda, ad vermeksizin, genel olarak, dinledikleri başka yurttaşların günahlarını bildirir, özellikle işleyen en ağır ve devletin güvenliği için en tehlikeli olan suçları belirtirler. Üç büyük yönetici de, HOH’a aynı yoldan içlerini dökerler, dinlediklerini bir bir anlatırlar. Böylece METAFİZİKÇİ Güneş Ülkesi’nde baş gösteren suçları öğrenmiş olur ve onları önlemenin yollarını arar. Halkın günahlarını Tanrı’ya açıkladıktan sonra, Tapınak’ta, halkın önünde, (kimsenin adını vermeksizin) işlenen günahları bağışlar, aynı suçları işlememelerini öğütler. Sonunda, kendisi de içini Tanrı’ya dökerek günahları söyler. Ona kurban keser ve Güneş Ülkesini bağışlaması, koruması, ona yol göstermesi için dua eder.

Yılda bir defa Güneş Ülkesi’ne bağlı kentlerin yöneticileri gelip, temsil ettikleri halkların günahlarını HOH’a söylerler. Böylece, HOH eyaletlerin durumunu öğrenir ve dertlerine çare bulur(61).

HAYATİ TEK: Gerçekten son derece aydınlatıcı oldu. Çok teşekkür ederim. Merak ettiğim bir diğer konu, Güneş Ülkelilerin inanç ritüelleri? Din adına neler yapar vatandaşlar?

CAMPANELLA: Her yemekten sonra, Tanrı’ya bir ilahi ile şükredilir. Sonra, din ve ulus ayrılığı gözetmeden, Hıristiyan, Pagan, Yahudi kahramanlarına mersiyeler okunur. Çünkü, bu mutlu ülke kıskançlık, çekemezlik nedir bilinmez. Güneş Kentliler aynı zamanda sevgi, bilgelik ve çeşitli erdemlerle ilgili türküler de söylerler. Sonra da krallarının yönetimi ve gözetimi altında, her erkek bir kadın seçer ve sütunlu gezi yerlerinde sayısız çiftler halinde edepli edepli dans ederler(62).

HAYATİ TEK: Ölülerini defnetmek için nasıl bir ritüel takip ederler?

CAMPANELLA: Güneş Kentliler, vebadan korktukları için, ölülerini gömecek yerde, ateşle yakarlar. Çünkü, onlarca Güneş’ten gelen kutsal ve soylu bir nesne olan ateş yine Güneş’e dönmüş olur. Bunu bir de, ölülere tapılmasını önlemek için yaparlar. Bununla beraber, kahramanların resim ve heykellerini duvarlara asarlar. Bunun nedeni daha önceden söylediğim gibi, çocuk yapması kararlaştırılan güzel kadınların onlara bakarak döllenmelerini sağlamaktır(63).

HAYATİ TEK: Enteresan… Az önce Güneş Ülkelilerin ruhların ölmezliğine inandıklarını söylemiştiniz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

CAMPANELLA: Onlara göre, ölümden sonra, ruhlar hayatta yaptıkları işlere göre, iyi ya da kötü meleklerle birleşirler ve az çok onlara benzerler. Çünkü birbirine benzeyen şeyler, her zaman birbirini bulur. Şaşmaz bir yasadır bu.

Günah işleyenlerle işlemeyenlerin gidecekleri yerler üstüne Güneş Kentlilerin düşünceleri az çok bizimkilere benzer. Bizim dünyamızdan başka dünyalar olup olmadığını kesin olarak bilmiyorlar ama olmadığını söylemeyi de delilik sayıyorlar. Onlara göre, Yokluk ne bu dünyada ne de dünyanın dışında olabilir ve sonsuz bir varlık olan Tanrı Yoklukla bağdaşamaz(64).

HAYATİ TEK: Tabii bu cevabınızla birlikte temel felsefi konulardan birine temas etmiş oldunuz. Güneş Ülkelilerin varlık ve yokluk konusundaki düşüncelerini de öğrenmek isterim doğrusu.

CAMPANELLA: Güneş Kentliler iki metafizik ilke kabul ediyorlar. Biri VARLIK, yani Tanrı, bütün varlıkların ilki, öbürü YOKLUK, yani hiçlik. Bütün fiziksel olaylar bu sonuncudan meydana gelir, çünkü daha önce var olan yeniden başlamaz, yeniden başlayansa önce yoktu demektir. Sonlunun fiziksel özü YOKLUK’tan ve VARLIK’tan gelir. Kötülük ve günah YOKLUK’a yönelişten başka bir şey değildir. Demek ki, günahın ve kötülüğün özünde olumluluk değil, olumsuzluk vardır. Olumluluktan anladıkları ise, güç, bilgi ve istem yokluğudur(65).

HAYATİ TEK: Anladığım kadarıyla günahı doğuran şey irade yokluğu. Neden böyle?

CAMPANELLA: Çünkü, iyilik yapmasını bilen ve yapabilen kimsenin bunu istemesi gerekir. Güneş Kentlilere göre, istem güçten ve bilgiden doğar, yoksa güç ve bilgi iradeden, istemden değil(66).

HAYATİ TEK: Sohbetimizin başlarında Öç Tanrısı Sabahot’tan bahsetmiştiniz. Güneş Ülkeliler tek tanrıya mı inanıyorlar yoksa çok tanrılı bir dini mi benimsiyorlar?

CAMPANELLA: İşin tuhafı, Güneş Kentliler de, tıpkı bizim gibi, Üçlü Tanrı’ya taparlar. Onlara göre Tanrı en yüce güçtür, en yüksek bilgi ondan gelir, güç ve bilgidense her ikisinin karışımı olan SEVGİ doğar. Çünkü doğan şeyin, kendini doğuran iki öze katılmaması mümkün değildir.

Bununla beraber, Tanrı’dan üç ayrı varlık tanımamakla Hıristiyanlardan ayrılıyorlar(67).

HAYATİ TEK: Nasıl? Açıklar mısınız?

CAMPANELLA: Çünkü onlara “vahiy” inmemiştir. Tanrı’da cisimleşme ve bir kendi kendine dönme olduğunu bilirler. Bütün varlıklar, metafizik özlerini güçten, bilgiden ve sevgiden alırlar. Yoksa bu özün kaynağı ne güçsüzlük olabilir, ne bilgisizlik, ne de sevgisizlik. Varlıklar bu üç nitelikle (güç, bilgi ve sevgi) “değerli” olabilirler; bu üç niteliğin ya da sadece üçüncünün yokluğuyla da “değersiz” olur, farkına varmadan günah işleyebilirler. Zaten, bütün bunları Tanrı öngörmüş ve düzenlemiştir, o Tanrı ki yoklukla bağdaşmaz ve en üstün derecede, güçlü, bilen ve seven bir varlıktır. Onun için Tanrı’da kusurlu hiçbir şey yoktur; O’nun dışındaysa her şey günah, her şey kusurludur. Tanrı’dan Tanrı’ya benzer olarak değil, kendimize benzer olarak çıkabiliriz ancak: Çünkü insan görece bir varlıktır, Tanrı ise mutlak bir varlık. Günah mademki vardır, öyleyse (mantık gereği) onu da Tanrı yaratmıştır. Ama özüne bakacak olursak bu günah yokluğun ve olumsuzluğun belirtisidir ve düzensizlik yoluyla yokluğa yönelen bizlerden doğar(68).

HAYATİ TEK: Anladım. Ancak çözemediğim bir konu var: Eğer vahiy yoksa Peygamber de yoktur. Güneş Ülkeliler dini meseleleri nasıl ve neye göre hallediyorlar?

CAMPANELLA: Güneş Ülkelilerin yıldızları inceleyerek, peygamberleri okuyarak gelecek üstüne neler öğrenmiş olduklarını bilseniz şaşarsınız. Onlara göre yalnız günümüzde, dört bin yıldan beri görülmedik keşifler, buluşlar olmuştur ve sadece yüz yıl içinde, beş bin yılda çıkan kitaplardan daha çok kitap basılmıştır. Güneş Kentliler, matbaanın, pusulanın ve barutun bulunuşunu övüp göklere çıkarıyorlar. Bu şaşırtıcı buluşlar, onlara göre, bütün insanların aynı ocakta birleşeceğini müjdeleyen belirtilerdir. Gemiciliği, silahları yeni bir kıtanın keşfini Mars ve Ay’ın etkisine bağlı bu büyük buluşlara borçluyuz(69).

Gökte başka gezegen kavuşumlarıyla birlikte yeni belirtiler olduğu, Utarit abside’i Oğlak burcuna, Satürn’ünki Yay burcuna, Mars’ınki de Başak burcuna girdiği zaman, yeni bir devlet doğacak, sanatlarda ve yasalarda büyük yenilikler olacak, yeni peygamberler ortaya çıkacak ve böylece baştanbaşa yenileşen bir dünya her çeşit nimetlerle dolup taşacak. Ama, önce her şeyi kökünden söküp atmak, sonra yeniden kurmak gerek… Şimdi beni bırakın da gideyim artık, yapacak bin bir işim var.

Yalnız şunu söyleyeyim ki, Güneş Kentliler havada uçma sanatını da buldular. Bilmedikleri tek sanat buydu. Çok geçmeden, yeni ve çok güçlü dürbünler, kulaklıklar da bulacaklarını umuyorlar. Dürbünlerle bilinmeyen gezegenleri görebilecek, kulaklıklarla da göklerin müziğini dinleyebilecekler. Hamdolsun, şükürler olsun ulu Tanrı’ya(70).

HAYATİ TEK: Sizi elbette bırakacağız. Ancak, izninizle öğrenmek istediğimiz son bir-iki nokta kaldı. Sözünü ettiğiniz devletin haddinden fazla iyi niyetli olduğu, kötü niyetlilerin bulunduğu bir toplumda uygulanma ihtimalinin çok düşük olduğu görülüyor. Ancak siz böyle bir fikri ortaya attığınıza göre, başarılı olacağını düşünüyorsunuz. Dayanaklarınız neler?

CAMPANELLA: Genel olarak, bizden yana kanıtların başında, yakınlarda şehit edilen Thomas More’nin düşsel devleti “Ütopya” örneği gelir. Güneş Ülkesi’nin kurumlarını tasarlarken onu örnek aldık. Ayrıca Platon da böyle bir devlet düşüncesi koymuştur ortaya. Her ne kadar tanrıbilimciler bütün ile bozuk ahlaklı insanlar arasında uygulanamayacağını söylüyorlarsa da, böyle bir devlet düzeni temiz yürekli insanlar arasında pekâlâ kurulabilir. Zaten İsa da bizlerden temiz yürekli olmamızı istemiyor mu? Daha birçok filozof gibi Aristoteles de böyle bir devlet düşünmüştü. Hükümdarlar da birtakım yasalar koymuşlar ve bunların en iyi yasalar olduğuna inanmışlardır. Hiç kimse bunlara karşı gelmez diye düşünmemişler, sadece bunlara kim uyarsa mutlu olur, demişlerdir. Aquino’lu ermiş Tommaso’ya göre, din adamları, din kurallarına günah korkusuyla değil, daha önemli şeyleri gözetmek amacıyla uyarlar: Kurala göre yaşamaları, yani hayatlarını ellerinden geldiğince kurala uydurmaları gerekir. Musa, Tanrı’nın bildirdiği yasaları açıklayarak çok iyi bir din düzeni kurmuştur. Museviler bu yasalara boyun eğerek yaşadıkları sürece geliştiler, bu yasaları sonradan saymaz olunca da çöktüler. Söz ustaları bir söylevin en iyi ve en kusursuz kurallarını koyarlar, filozoflar da eksiksiz bir eser tasarlayabilirler ama, hiçbir ozan kusurdan kurtaramaz yakasını. Tanrıbilimciler ermişlerin hayatlarını anlatırlar ama, hiçbiri, ya da pek azı onlar gibi yaşar. Hangi ulus, ya da hangi insan İsa’nın hayatına benzer bir hayat sürebilir? Buna bakıp kutsal kitaplar boşuna yazılmıştır mı diyeceğiz? Hayır, var gücümüzü kullanıp onlara yaklaşabilelim diye(71).

HAYATİ TEK: Tam da onu soracaktım. Madem Hz. İsa’nın getirdiği din şahane kurallar koymuştu, o halde sizin bu arayışınız niye?

CAMPANELLA: İsa iyinin iyisi bir din kurmuştu, havariler onun öğretisine tamı tamına uyamadılar. Bu din sonra halktan rahipler sınıfına, onlardan da tek tek rahiplerin eline geçti. Şimdi bazı din kurumlarında olduğu gibi uygulanmakta, pek azından da aslına bağlı kalınmaktadır.

Biz kendi devletimizi Tanrı’nın eseri olarak göstermek amacıyla insan aklının filozofça bir buluşu diye koyuyoruz ortaya. Bazı noktalarda İncil’den uzaklaşıyor, ya da uzaklaşır görünüyorsak, bunu, dine karşı saygısızlığımıza değil, aslında doğru olmayan birçok şeyleri (örneğin kadın erkek ilişkilerindeki ortaklığı) doğru sanan insan aklının (Tanrı esininden yoksun aklın) güçsüzlüğüne vermeli. Zaten bundan ötürüdür ki, Güneş Ülkesi’ni, daha iyi bir hayatın sırrına ermeyi uman ve aklın gereklerine göre yaşadığı için böyle bir hayata hak kazanan insanlar için sıraladık. Güneş Ülkeliler Hıristiyanca bir hayata hazırlanmaktadırlar.

Güneş Ülkesi’ndeki yaşama düzeninin, bütün kötülükleri kökünden kazıyacağı meydandadır(72).

HAYATİ TEK: Tasavvur ettiğiniz tipte bir devlet örgütlenmesinin büyük coğrafyalar için pek uygulanabilir olmadığı da pekâlâ öne sürülebilir.

CAMPANELLA: Biz bu karşı-düşünceyi göz önünde tuttuk ve Güneş Ülkesi’ndeki yaşama yolunu sadece ülkenin merkezi için düşündük. Köyler, sonradan bu düzeni ya bölük bölük uygulayacaklar, ya da bir tek eyalet halinde birleştikleri zaman, bütünüyle gerçekleştireceklerdir. Bu devletin bünyesine uygun bir yer kolayca bulunabilir, bulunmazsa, modelde bir değişiklik yapılabilir(73).

HAYATİ TEK: Anladım. Ya böyle bir devletin sonsuza kadar yürüyüp gideceği iddiası… Bu konu da hayli su götürür. Tarih boyunca dünyaya hükmetmiş devletler bile birer birer yıkılırken, Güneş Ülkesi sonsuza kadar nasıl yaşayacak? Hele sizin de itiraf ettiğiniz gibi şu aşamada sadece ülkenin başkenti için düşündüğünüz bir model, milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede nasıl uygulanacak?

CAMPANELLA: Güneş Ülkesi, insanları yeni bir çağa hazırlayan ve nerede biteceği bilinmeyen bir döneme kadar sürüp gidecektir. Çünkü, biz Güneş Ülkesi’nde vebayı, açlığı, savaşı elimizden geldiği kadar erdem yoluyla önledik, hiç değilse, başka yerlerden çok daha iyi bir yolla: bir defa, dört ana yoldan esen rüzgarlar Kent’i temizleyecektir.

Güneş Ülkesi halkının sayısına gelince, bu iş metafizikle ilgilidir. Bana sorarsanız, bu devlet düzeni en iyi bir düzendir ve asıl önemli olan da onun uzun ömürlü olması kadar iyi kurulup işlemesidir. Bu Ülke’de de günah işlenmesine işlenecektir elbette. Ama burada işlenenler, başka devletlerin kurulu düzenlerinden doğan ve devleti ortadan kaldıran günahlar kadar büyük olmayacaktır hiç değilse(74).

HAYATİ TEK: Ayrıca, Güneş Ülkesi daha çok doğal çevrenin, hayvanlar ve bitkiler âleminin temel kurallarını esas alıyor gibi görünüyor. Elbette Hıristiyanlık’tan ve hatta başka din ve milletlerin kültüründen esintiler de var. Bir yandan insanlara rahip hayatı yaşamayı, öte yandan tıpkı hayvanların ırk ıslahına benzer şekilde çiftleşmelerini ve komün hayatı yaşamalarını öneriyorsunuz. Nasıl bir araya gelecek bütün bunlar ve nasıl sonsuza kadar yaşayacak?

CAMPANELLA: Bence Güneş Devleti, bir altın çağ ve herkesin özlediği, Tanrı’nın da isteğine uygun bir devlettir. Birtakım ilkelerin kötü niyetlerine hizmet etmek için değil, insanları yüce aklın buyruğu altına almak için kurulmuştur. Böyle bir devlet düzeni kurulabileceğini, daha önce söylediğimiz gibi, deneyler bize göstermektedir. Sonra, duyulardan, ten isteklerinden çok, aklın buyrukları gereğince yaşamak doğaya daha uygundur. Ermiş Chrysostomus da günaha bulanmış bir hayatın değil, erdemli, dürüst bir hayatın doğaya uygun olduğunu söylüyor nitekim. Rahiplerin yaşayışı bu türlü erdemli yaşayışa örnek olarak gösterilebilir. Bugün ortak hayat düzeni içinde yaşayan Anabatistler, gerçek din kurallarına bağlı kalırlarsa, bu türlü yaşamanın daha da yararını görmüş olurlar. Bunlar dinden sapmasalar ve Güneş Ülkesi’nde olduğu gibi doğruluktan şaşmayabilseler, bu ülkenin yeryüzünde gerçek bir örneğini vermiş olurlar. Ama, bilinmez hangi budalalıkları en iyiye gitmekten alıkoyuyor onları(75).

HAYATİ TEK: İdeal devlet olarak gösterdiğiniz Güneş Ülkesi’ndeki gibi katı yasaların ve eğitimcilerin vasiliği altında yaşamayı kim ister? Böyle bir devlet düzenini herkesten önce kendi vatandaşları yıkmazlar mı?

CAMPANELLA: Düzensizlik, başıbozukluk kötülüklerin kaynağıdır ve bizleri iyiliğe zorlayan her ihtiyaç mutlu bir ihtiyaçtır. Ama kumarbazlara, serserilere iyi yurttaşların, iyi yurttaşlara da rahiplerin yaşayışı nasıl güç gelirse, kötülüğe alışmış olan bizlere de Güneş Ülkesi’nin yaşama yolu öyle güç gelebilir. Dikkat ederseniz görürsünüz ki, dinliler dinden uzaklaşıyorlarsa, din kurallarının sıkılığından değil, daha çok dinsizlerle düşüp kalktıkları, şan şeref peşine düştükleri, mal mülk sevdasına, ten isteklerine kapıldıkları için uzaklaşıyorlar. Oysa bizim Güneş Ülkesi’nde bütün bu nedenler ortadan kaldırılmıştır. Bundan ötürü bu türlü örnekler bizim için geçerli değildir(76).

HAYATİ TEK: Öyle diyorsanız, verecek bir cevabımız elbette yok. İzninizle son sorum yöneltmek istiyorum. Önerdiğiniz bilge devletin vatandaşları öyle anlaşılıyor ki, deneyimden yoksun kalacaklar; her şeyi kitaplardan öğrenen papazlardan farklı olmayacaklar. Kitaplarda bulunmayan bir şeyle karşılaştıkları anda afallayıp kalmayacaklar mı?

CAMPANELLA: Biz, tam tersine, bütün dünyada bilimsel deneylerin, gözlemlerin sonuçlarını Güneş Ülkesi’ne mal etmeye çalışıyor ve bu amaçla yabancı ülkelere adamlar salıp araştırmalar yaptırıyor, ticaret ilişkileri kuruyor, dört bir yana elçiler yolluyoruz. Yöneticilerimiz bir kentten bir başkasına geçerken bu nimetlerden yoksun kalmıyorlar. Gördüklerinden yararlanmayanlar yalnız kötü yöneticilerdir. Onların kendi aralarında yaptıkları tartışmalar yararlı olmaktadır, çünkü her sorun ne kadar tartışılırsa o kadar aydınlanmış olur ve sonunda haklı olanlar anlaşıp uzlaşır. Bilimlerin, öğretilerin korunması yolunda rahiplerin gösterdiği böylesi çabaya hiçbir yerde rastlayamazsınız. Bu ülkede rahiplik kutsalı ve bilimi geliştirmekle görevli bir araçtır, yoksa ikiyüzlülerin ileri sürdüğü gibi, yurttaşlar için bir yük değildir(77).

TOMMASO CAMPANELLA KİMDİR?

(1568 – 1639)

Asıl adı Giovanni Domenico Campanella olan İtalyan şair, yazar ve Platoncu filozof Tommaso Campanella, 1568’de Stilo’da dünyaya geldi. 1583’te Dominiken tarikatına girerek Tommaso adını aldı. 1589’da Napoli’ye giderek, orada Philosophia sensibus demostrata’yı (1591; Duyularla Açıklanan Felsefe) yayımladı. Padova’da Galileo Galilei ile tanıştı; yıllar sonra yazdığı Apologia pro Galilaeo (1616; Galilei’nin Savunması) adlı eserinde Galileo’yu savunacaktı. Campanella 1593’te cinsel sapıklıkla suçlandı ve tutuklandı, ama beraat etti. 1596’da heretiklik suçlamalarına karşı kendini savundu. Tomasso Campanella Kalabriya’yı İspanyol egemenliğinden kurtarmak ve hayalindeki komünist düzeni kurabilmek için 1599 yılında bir ayaklanma planı hazırlamıştı. Bu plana Kalabriya’nın ileri gelenleri de dahil olmuştu, ancak isyan hazırlığının ihbar edilmesi üzerine geniş bir tutuklama başlatıldı ve bu kapsamda Campanella da tutuklandı. Ayaklanmanın başarısız olması durumunda isyancıları kurtarmak için Kalabriya açıklarında bir Osmanlı gemisi beklemekteydi. Aslen Kalabriyalı olan Cigaloğlu Paşa, ki Cağaloğlu ismi buradan gelir, Campananella ile sürekli irtibattaydı. Ancak ayaklanmanın henüz başlatılmadan bastırılması üzerine Cigaloğlu Paşa da yeniden Osmanlı topraklarına dönmek zorunda kaldı.

27 yılını burada geçirirken İtalyan Edebiyatının en güzel şiirlerini yazdı. Ayaklanma planının açığa çıkarılmasıyla tutuklanıp Napoli’ye götürüldü. Gördüğü işkence sonucunda ayaklanmada yer aldığını itiraf etti, ancak deli rolü yaparak ölüm cezasından kurtuldu ve ömür boyu hapse mahkûm edildi.

Hapisteyken Güneş Ülkesi’ni yazdı. Yüzyıl önce yaşamış Thomas More gibi, Campanella da yapıtında Platon’un Politea’sını (Devlet 1942, 1946) örnek alır. Güneş Ülkesi’nin yöneticileri aydın kişilerdir. Ülkenin en yüksek yöneticisi filozof bir rahiptir. Her birey, topluma yararlı olacak şekilde bir görev üstlenir. Özel mülkiyet yasak olup, her şey ortaktır.

1626’da serbest bırakıldı. 1634’te Napoli’de İspanyollara karşı bir komplonun içinde yer aldığı belirlenince, Fransa’ya kaçtı. 1639’da Paris’te öldü

ESERLERİ

Scelta (1622; Seçmeler),

Metafisica (1638; Metafizik)

Theologia (1613-1614; İlahiyat)

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Tommaso_Campanella

DİPNOTLAR:

1) Campanella, Tommasa-; Güneş Ülkesi, Çev: Vedat Günyol, Haydar Kazgan, Sosyal Yayınlar, 3. Baskı, İstanbul 1996, s. 21.

2) a.g.e., s. 21

3) a.g.e., s. 24.

4) a.g.e., s. 25.

5) a.g.e., s. 26.

6) a.g.e., s. 26.

7) a.g.e., s. 26.

8) a.g.e., s. 26.

9) a.g.e., s. 26

10) a.g.e., s. 27

11) a.g.e., s. 27

12) a.g.e., s. 27

13) a.g.e., s. 29

14) a.g.e., s. 29

15) a.g.e., s. 29

16) a.g.e., s. 30

17) a.g.e., s. 30

18) a.g.e., s. 30

19) a.g.e., s. 31

20) a.g.e., s. 38

21) a.g.e., s. 39

22) a.g.e., s. 39

23) a.g.e., s. 39

24) a.g.e., s. 40

25) a.g.e., s. 40

26) a.g.e., s. 40

27) a.g.e., s. 41

28) a.g.e., s. 41

29) a.g.e., s. 42

30) a.g.e., s. 42

31) a.g.e., s. 44

32) a.g.e., s. 44

33) a.g.e., s. 45

34) a.g.e., s. 46

35) a.g.e., s. 47

36) a.g.e., s. 47

37) a.g.e., s. 48

38) a.g.e., s. 48

39) a.g.e., s. 49

40) a.g.e., s. 49

41) a.g.e., s. 50

42) a.g.e., s. 50

43) a.g.e., s. 50

44) a.g.e., s. 51

45) a.g.e., s. 60

46) a.g.e., s. 60

47) a.g.e., s. 60

48) a.g.e., s. 61

49) a.g.e., s. 61

50) a.g.e., s. 62

51) a.g.e., s. 62

52) a.g.e., s. 62

53) a.g.e., s. 62

54) a.g.e., s. 62

55) a.g.e., s. 62

56) a.g.e., s. 62

57) a.g.e., s. 62

58) a.g.e., s. 62

59) a.g.e., s. 64

60) a.g.e., s. 64

61) a.g.e., s. 65.

62) a.g.e., s. 66

63) a.g.e.,  s. 67

64) a.g.e., s. 68

65) a.g.e., s. 71

66) a.g.e., s. 71

67) a.g.e., s. 72

68) a.g.e., s. 72

69) a.g.e.,  s. 75

70) a.g.e., s. 75-76

71) a.g.e., s. 88

72) a.g.e., s. 90

73) a.g.e., s. 92.

74) a.g.e., s. 93

75) a.g.e., s, 93-94

76) a.g.e., s. 94.

77) a.g.e., s. 95

]]>
SANAL RÖPORTAJ / ADOLF HİTLER: “Şeref ve namustan yoksun milletler, er geç, hürriyet ve bağımsızlıklarını kaybeder.” https://hayatitek.com/adolf-hitler-seref-ve-namustan-yoksun-milletler-er-gec-hurriyet-ve-bagimsizliklarini-kaybeder/ Sun, 31 May 2020 16:31:10 +0000 http://hayatitek.com/?p=254
ADOLF HİTLER

HAYATİ TEK: Söyleşimize, ustalıkla kullandığınız propaganda konusuyla başlamak istiyoruz. Propagandanın önemini ilk ne zaman fark ettiniz ve niçin bu kadar önem verdiniz?

ADOLF HİTLER: Siyasal yolları izlerken propaganda faaliyeti ile ciddi bir şekilde daima ilgilendim. Ben propagandayı Marksist-sosyalist teşkilatın esaslı biçimde vakıf olduğu ve pek ustaca kullandığı bir silah olarak kabul ediyorum. Bunun bir sanat olduğunu anladım. Bu sanatın burjuva partileri tarafından bilinmediğini gördüm. Yalnız, bu silahtan Hıristiyan-Sosyal hareketi ve bilhassa Lueger zamanında istifade edildiğini ve başarı sağlandığını teşhis ettim.

Fakat ilk defa, savaş sırasında başarı ile yönetilen bir propagandanın ne olağanüstü sonuçlar sağladığını gördüm. Esasen burada her şeyi karşı tarafın nezdinde incelemek gerekiyordu. Çünkü maalesef, bizim tarafımızdaki faaliyet çok geri idi. Almanlarda önemli nispette propaganda yokluğu, her askerin gözüne açıkça batıyordu. Propaganda ile şaşaalı biçimde meşgul olmamın sebebi işte budur(1).

HAYATİ TEK: Propagandanızın ana gayesi neydi?

ADOLF HİTLER: Propaganda bir vasıtadır, bu durumda hakkında gaye bakımından hüküm verilmelidir. Bundan dolayı, şeklin, hizmet ettiği gayeye yardımcı olması için uygun bir surette intibak ettirilmesi gerekir. Bu durumda propagandanın önemini çeşitli şekilde takdir etmek mümkündür. Savaş sırasında, uğrunda can verilen gaye insanın tahayyül edebileceği gayelerin en asili ve en büyüğüdür. Gaye milletimizin, hürriyeti, bağımsızlığı, emniyeti idi, gelecek için ekmek idi, şeref ve namusu idi. Muhalif fikirlere rağmen böyle şeyler vardı ve var olması gerekirdi. Çünkü şeref ve namustan yoksun milletler, genellikle er geç, hürriyet ve bağımsızlıklarını kaybeder. Bu da yüksek bir adalete uygundur. Çünkü şerefsiz bir sürünün nesiller hiç bir hürriyete layık değildir. Köle olmak isteyen bir kimse şeref ve namusa sahip olamaz. Eğer olmaya kalkarsa, böyle bir namus ve şeref kısa bir zaman sonunda hafife alınır(2).

HAYATİ TEK: Savaşta propagandanın önemi konusun biraz açar mısınız?

ADOLF HİTLER: Propaganda savaş sırasında, bir gayeye ulaşmak için kullanılan vasıta idi. Yani Alman milletinin hayatı uğrunda yapılan mücadele söz konusu idi. Bundan dolayı propaganda bu gaye için değeri olan ilkelerden hareket etmek suretiyle muhakeme edilmeliydi. En zalimane silahlar, en insancıl silah haline giriyordu. Propaganda daha seri bir zaferin şartı idi ve millete hürriyet, şeref ve haysiyetini sağlamasına yardım ediyordu. Yaşamak için yapılan mücadele “savaş propagandası” hakkında aldığım vaziyet buydu. Hükümetçe bu husus açıkça anlaşılmış olsa idi, bu silahın kullanılması şeklin hakkında hiç bir zaman tereddüde düşülmeyecekti. Çünkü kullanılmasını bilenin elinde, bu silahı gerçekten korkunç ve dehşet erici bir şey oluyordu(3).

HAYATİ TEK: Propaganda sizce kime hitap etmelidir? Aydınlara mı, sade vatandaşa mı?

ADOLF HİTLER: Propaganda daima, münhasıran topluluğa hitap etmelidir(4).

HAYATİ TEK: Neden?

ADOLF HİTLER: Propagandanın gayesi tek tek ve bilimsel surette kişileri bilgi sahibi kılmak değildir. Görevi, kitlelerin dikkatini belirli olaylar, zaruret ve gerekler üzerine çekmektir. Bu hususun önemi ise halka ancak bu vasıta ile anlatılabilir(5).

HAYATİ TEK: “Propaganda akıl yerine duygulara hitap etmelidir mi” diyorsunuz?

ADOLF HİTLER: Propaganda daima duygulara ve pek az da akla hitap etmelidir. Her propaganda halkın anlayacağı alanda yapılmalıdır. Manevi seviyesini, hitap ettiği topululuğun içindeki kafaları en dar olanların anlayabileceği biçimde tutmalıdır. Başarı, bir propagandanın değeri hakkında en büyük delildir. Bir kaç kimse veya bir-iki genç estetin tasvip ve takdiri bunun yanında hiç kalır(6).

Propaganda sanat, düşünce gücünün çalıştığı durumlarda, içgüdünün egemenliği altındaki büyük toplulukların anlayabileceği bir noktaya gelerek, psikolojik yönden uygun bir şekil alıp, o çevrenin kalbine girecek yolu bulmaktır(7).

HAYATİ TEK: Propaganda da dikkat edilecek en önemli husus nedir?

ADOLF HİTLER: Bilhassa, meşgul olunan ve hedef alınan bir konu hakkında sistemli şekilde tek taraflı bir durum almak gerekir. Bu propagandanın en önemli ilk şartıdır(8).

HAYATİ TEK: Propagandanın hedeflediği halk yığınlarını nasıl analiz etmek gerekir?

ADOLF HİTLER: Bir milletin büyük topluluğu politikacılardan, amme hukuku profesörlerinden ve hatta yalnız hüküm vermeye yetenekli kimselerden meydana gelmez. Şüphe ve kararsızlık içinde yüzen kimselerden oluşur. Bizim kendi propagandamız hasım tarafa küçükte olsa bir hak verecek olursa, kendi hakkımızdan şüphe etmek için bir adım atılmış olur.

Halkın büyük bir çoğunluğu tıpkı bir kadın ruh hali içindedir. Bunlar fikir ve düşüncelerini fiil ve hareketlerden ziyade duyguların doğurduğun intibalardan çıkarırlar. Bu intibalar karışık olmayıp, gayet basit ve sınırlıdır. Bunların arasında bir takım ince farklar yoktur, sadece sevgi veya kin, hak veya haksızlık, gerçek veya yalan, olumlu veya olumsuz mefhumlar vardır. Hiçbir zaman yarım duygusallığa tesadüf edilmez(9).

HAYATİ TEK: Propagandanın başarıya ulaşması için nasıl bir teknik kullanılmalıdır?

ADOLF HİTLER: Propaganda gayet sınırlı konulara temas etmeli ve bunları devamlı bir şekilde tekrarlamalıdır. Dünyadaki diğer işlerde olduğu gibi bunda da sebat ve ısrar başarının en önde gelen şartıdır.

Propaganda her şeye kanıksamış küçük beylere devamlı vakit geçirecekleri meraklı vasıtaları sağlamak için yapılan bir şey değildir. Propaganda kanaat ve telkin içindir. İkna edilmesi söz konusu olan kuvvet de topluluktur. Topluluğun ise daima o ağırlığı içinde bir fikri anlayabilecek duruma gelmesi için, bir zamana ihtiyacı vardır. En basit kavramlar defalarca tekrar edilmeden, hafızasını onlara açmaz(10).

HAYATİ TEK: Propagandada teşkilatın yeri ne olmalıdır? Hangi önde gelir; propaganda mı, teşkilat mı?

ADOLF HİTLER: Propaganda teşkilattan çok önde yürümeli ve önce bu teşkilatla yoğrulacak insan malzemesi sağlanmalıdır. Bunun için, ben bilgi satan ve bilgiçlik taslayan teşkilata karşıyım. Bu şekilde hareket edilmezse ortaya ölü bir mekanizma çıkar, canlı bir teşkilatın meydana geldiği enderdir.

Bir teşkilat varlığını organik bir hayata ve organik bir gelişmeye borçludur. Belirli miktarda birtakım insanlar arasında yayılan fikirler devamlı bir düzene doğru meyleder. Bundan büyük bir netice çıkar. Fakat burada da insanların zaaflarını dikkate almak şarttır. İnsanların bu zaafları bağımsız ve kişisel bir otoriteye karşı, içgüdüleri ile direnme göstermeleri şeklinde tezahür eder. İşte böyle bir şekilde, bir teşkilat tepeden aşağıya doğru mekanik bir yolla gelişirse, büyük tehlike doğar(11).

HAYATİ TEK: Bu enteresan yaklaşımı bir örnekle açıklar mısınız?

ADOLF HİTLER: Örneğin, kendisini henüz yeter derecede yetenekli görmeyen ve lideri olduğu partinin fikirlerine intibak edemediğini itiraf eden bir kimse, partinin içinden daha yetenekli kimselerin yükselmelerine ve ön plana geçmelerine kıskançlık sevki ile engel olmaya teşebbüs eder. Böyle bir şey ihtimal dâhilinde olsa bile meydana geldiği takdirde bundan en çok zarar gören, genç hareket olur(12).

HAYATİ TEK: Bu durumu biraz daha açar mısınız? Doğru lider nasıl tespit edilmelidir?

ADOLF HİTLER: Bir süre propaganda ile meşgul olarak, ilk önce merkezi bir noktaya ait bir fikri yaymalı, daha sonra yavaş yavaş çoğalmış olan insanlar arasında “Führer kafalar” aramalıdır. Bu “kafaları” tecrübe etmek gereklidir. Çünkü öyle tesadüfler olur ki, esasen pek değersiz olan kimseler, “anadan doğma Führer” diye nitelendirilirler(13).

HAYATİ TEK: Bu kişiler diğerlerinden nasıl ayrılacak?

ADOLF HİTLER: Teşkilatçı her şeyden önce bir psikolog olmalıdır. Teşkilatçı insanı olduğu gibi kabul etmelidir. Bu bakımdan teşkilatçı, insanın değerini az görmemeli, fazla görmekten de kaçınmalıdır. Sarsılmaz bir hayat kuvvetine sahip olması gereken teşkilatçı, bir fikri yaymaya ve o fikri başarıya ulaştıracak yolu açmaya yetenekli bir insan grubu meydana getirmek zorundadır. Ancak bütün bunları yaparken de insan zaafını dikkate almalıdır(14).

HAYATİ TEK: Buraya kadar anlattıklarınızı özetlemek gerekirse; bir siyasi hareket veya teşkilatın ayakta kalabilmesi için öncelikle bir ideolojisinin olması ve bunun sürekli propaganda edilmesi gerekiyor. Acaba bir siyasi ya da ideolojik hareketin ideolojisini kuranlar, doktrinini ortaya koyanlar, sözünü ettiğiniz “führer” kimliğine haiz insanlar mıdır her zaman?

ADOLF HİTLER: Büyük bir nazariyeciden büyük bir Führer çıkması ender görülen bir olaydır. Bir hareketi yöneten bir kimse, çoğu zaman bir Führer olabilir. Oysa bilimsel bir ruha sahip olan kimselerin büyük bir bölümü, bu gerçeği akla uygun bir şey olmasına rağmen pek kolay teslim etmezler.

Bu fikri, geniş topluluklara yaymak yeteneğini ortaya koyan bir hareketin elebaşısı, bir demagogdan ibaret olsa bile, onun mutlaka bir psikolog olması gereklidir. Böyle bir kimse, insanlardan uzak kalarak düşüncelere dalan bir nazariyeciden çok daha iyi bir Führer olacaktır(15).

HAYATİ TEK: Neden?

ADOLF HİTLER: Çünkü insanları yönetme meziyetinin, bir Führer’in liyakat ve yeteneği ile münasebeti yoktur(16).

HAYATİ TEK: Aksiyonun fikirden önemli olduğunu mu söylüyorsunuz?

ADOLF HİTLER: Önemli olan ülkü ve insanlık gayelerini bulmak değildir. Önemli olan, bu ülkü ve gayeleri fiile çıkarmaktır. Eğer ikincisi olmazsa, birinci daima ahmakça bir şey gibi kalmaya mahkûmdur. Fevkalade olan nazari bir telakki, eğer topluluklar Führer tarafından bu fevkalade inanca doğru sevk edilmezlerse gayesiz ve değersiz kalır(17).

HAYATİ TEK: Fikrin hiç mi önemi yok?

ADOLF HİTLER: Akıllı bir nazariyeci de, insanlığın mücadelesi için gayeleri tespit etmelidir. Yoksa bir Führer’in bütün deha ve yeteneği iş görmez(18).

HAYATİ TEK: Anladım. Fikir ve aksiyon birbirini desteklemeli, ancak aksiyon bir adım önde olmalı diyorsunuz.

ADOLF HİTLER: Demek oluyor ki, nazariyeci, teşkilatçı ve Führer bir kimsede birleşirse bu müthiş bir şey olur. Buna dünyada pek ender rastlanır. Bu birleşme büyük adamı vücuda getirir(19).

HAYATİ TEK: Siyaset sahnesine çıktığınızdan beri şahsınıza yönelik çeşitli suçlamalar yapılıyor. Bunlar içerisinde en dikkat çekici olanı ırkçılık. Özellikle ari ırk teziniz.

ADOLF HİTLER: Bütün insanlar, dünya üzerinde dolaşır dururlar ve her şeyi öğrenmek ve bilmek isterler. Fakat hiç kimse dünya üstünde canlıların çeşitli gruplara ayrılmış olduğunu göremez(20).

Birbirine eşit olmayan iki yaratığın birleşmesi sonucu meydana gelecek ürün iki ebeveynin değerleri arasında bir değere sahip olur. Yani çocuk, canlılar merdiveninde aşağı ırka mensup olan ebeveynden daha yüksek bir yerde, fakat yüksek bir noktada olan diğer ebeveynden ise daha aşağı seviyededir. Bu bakımdan çocuk ilerde bu üstün ırka karşı girişeceği mücadelede yenilecektir. Böyle bir çiftleşme, canlıların değerlerini yükseltmeyi gaye edinmiş olan tabiatın iradesine ters düşer. Tabiatın bu gayesi çeşitli değerlerdeki kimselerin çiftleşmeleri ile gerçekleştirilemez, ancak en yüksek değeri temsil edenlerin tam ve kesin zaferleri ile sağlanır. Daha kuvvetli olanın rolü, hükmetmektir; daha zayıf olanla kaynaşmak değildir(21).

HAYATİ TEK: Bu yaklaşımınızı neye dayandırıyorsunuz?

ADOLF HİTLER: Eğer üstün ırk böyle davranmazsa kendi büyüklüğünü feda etmiş olur(22).

HAYATİ TEK: Birçok insana zalimce gelebilir bu yaklaşımınız.

ADOLF HİTLER: Bu yasayı sadece doğuşları itibariyle zayıf olan yaratıklar zalimane bulabilirler. Fakat bu hususta onun zayıf ve sınırlı bir kimse oluşundan ileri gelir. Çünkü bu yasa onun vücudunu ortadan kaldırmasa idi, bütün canlıların gelişmesi akla sığmaz bir şey olurdu(23).

HAYATİ TEK: Güçlü ya da zayıf olmanın ölçüsünü nasıl belirleyeceksiniz?

ADOLF HİTLER: Tabiatta ırkın temizliğini aramak ve devam ettirmek için var olan bu genel temayülün sonucu sadece özel ırklar arasında dış görünüşlerindeki bir farkta değil, her birinin kendisine özgü niteliklerin benzerliğini haiz olmasıdır(24).

HAYATİ TEK: Yani aynı ırk içinde de farklılıklar olabilir. Bir ırkın tüm fertleri aynı güç veya zayıflıkta değildir.

ADOLF HİTLER: Aynı ırka mensup fertler arasında teşhis edilen farklar, özellikle, sahip oldukları enerji, canlılık, zekâ, ustalık ve mukavemet gibi yeteneklerin toplamındaki eşitsizlikten ileri gelir. Fakat hiçbir zaman tabii bir doğuştan kazanılmış yeteneğin sevkiyle, kazlara iyi kalple hareket edecek bir tilkiye veya sıçanlara karşı merhamet besleyen bir kediye tesadüf edilemez(25). Bundan ötürü, ırkların birbirleri ile mücadelelerine sebep, derin bir antipatiden çok, açılık ve aşktır. Her iki durumda da tabiat ilgisiz ve duygusuzdur(26).

HAYATİ TEK: “Tabiat ilgisiz ve duygusuzdur” derken neyi kastettiniz?

ADOLF HİTLER: Tabiat zayıf kimselerin kuvvetlilerle çiftleşmelerini istemez, yüksek bir ırkın, basit bir ırkla karışmasını kabul etmez(27).

HAYATİ TEK: Neden istemesin?

ADOLF HİTLER: Çünkü binlerce yüzyıldan beri tabiatın insanlığı yüceltmek için izlediği amaç, bir anda boş bir iş durumuna sokulmuş olur(28).

HAYATİ TEK: Bu tezinizi destekleyecek örnek verebilir misiniz?

ADOLF HİTLER: Üstün bir ırk kendi kanını, daha aşağı bir topluluğun kanı ile karıştırdığı takdirde, ortaya çıkan melezlik, uygarlık getirecek olan milletin felaketi şeklinde sonuçlanır. Renkli ırklarla pek az karışmış olan Cermen unsurlarının meydana getirdiği Kuzey Amerika’ya nispetle başka bir topluluktur ve başka bir uygarlık arz eder(29). Orta ve Güney Amerika’da Latin ırk yerlilerle daha çok karışmış olduğu için, Kuzey Amerika halkı, kıtanın hâkimi durumuna geçmiştir. Bu hal, herhangi bir bulaşıklık olmadığı takdirde böyle sürüp gidecektir.

Sözün kısası bu ırk çatışmasının sonucu şudur: a) Yüksek ırkın seviyesi düşer. b) Fiziki ve fıtri bir çöküş başlar. Bunlara da sebep olmak yaratıcımız olan Allah’ın iradesine karşı günah işlemektir(30). Dünya üzerinde saf ırk olmayan her şey, rüzgârın sürükleyip götürdüğü bir saman çöpünden ibarettir(31).

HAYATİ TEK: Irk meselesini sonlandırmadan önce, sadece üstün ırkların idealist olabileceğine dair iddianızın dayanağını sormak istiyorum.

ADOLF HİTLER: İnsanlar şahsi çıkarlarını ikinci plana atmaya ne kadar taraftar iseler, onların büyük topluluklar kurma yetenekleri de o kadar büyük olur(32).

HAYATİ TEK: Yine aksiyon konusuna döndük sanırım…

ADOLF HİTLER: Üstün ırkların uygarlık kurma yeteneklerinin kaynağı fikri melekeleri değildir. Eğer başka kaynaktan kuvvet almasalardı, birer tahripkâr gibi hareket ederler ve hiçbir zaman teşkilatçı olamazlardı(33).

HAYATİ TEK: Neden öyle olsun ki?

ADOLF HİTLER: Çünkü her teşkilatın en esaslı şartı, ferdin gerek kişisel fikir ve mütalaası, gerek özel çıkarlarının her şeyden önce geldiğini kabul etmekten vazgeçmesi ve bunları topluluğun lehine feda etmesidir. Genel hayır ve genel çıkar lehine yapılan fedakârlık, dolambaçlı bir yol takip ettikten sonra sahibine çıkar sağlar(34).

HAYATİ TEK: Yani fert, toplum çıkarları için kendisini feda etmeli, öyle mi?

ADOLF HİTLER: Fert sadece kendisi için çalışmaz. Genel kadro içinde, kişisel çıkarı için değil, kamunun yararına olacak şekilde hareket eder. Ferdin çıkarını toplumun devamı lehinde ikinci plana atan ruhi yetenek, gerçek bir uygarlığın en önde gelen şartıdır(35). Toplumun hayatını korumak için kendi hayatını vermek, fedakârlık ruhunun en yüksek noktasıdır(36).

HAYATİ TEK: Neden?

ADOLF HİTLER: Adolf Hitler – Çünkü ancak böyle davranılırsa, insan eli ile meydana getirilmiş olan binanın yine insan eli ile veya tabiat tarafından tahrip edilmesi önlenebilir(37).

HAYATİ TEK: Yani idealizmin temel şartı insanın toplum çıkarlarını kendi çıkarlarının önünde tutması mıdır? Bunu mu demek istiyorsunuz?

ADOLF HİTLER: Bizim Almancamızda bu asil ruh tarafından ilham edilen faaliyetleri pek güzel ifade eden bir kelime vardır. Görevini yerine getirmek, yani sadece kendi ihtiyaçlarını tatminle kalmamak, topluma da hizmet etmek. Bu şekilde bir faaliyetin kaynağı olan esaslı ruhi yeteneğe, bencillikten ayırt etmek için “idealizm” diyoruz(38).

HAYATİ TEK: Araya epey konu ve kavram girdi. Toparlamak gerekirse, idealizm kelimesinden tam olarak ne anlamamız gerektiğini net bir şekilde açıklar mısınız?

ADOLF HİTLER: Bu kelimeden çıkardığımız anlam, ferdin toplum ve hemcinsleri uğruna kendini feda etmesidir. İdealizm, hissiyatın ihmali kabil olan bir tezahürü değildir. Bilakis gerçekte uygarlığın en önde gelen şartı olduğuna ve daima böyle kalacağına ve hatta insan mefhumunu onun yarattığına kanaat getirmek birinci derecede önemli bir durumdur. Üstün ırklar dünyadaki mevkilerini ancak ruhun bu yeteneğine borçludur. Çünkü yalnız bu yetenek, saf fikrin içinde yaratıcı kuvveti çekip çıkarmıştır(39).

Bu meyanda yaratıcı kuvvet ve kendi tarzında yegâne bir birleştirme yapmış, yumruğun kuvvetini dehanın zekâsına yerleştirerek uygarlığın inançlarını ortaya koymuştur. İdealizm olmasa idi, düşünce gücünün melekeleri hiç bir zaman büyük bir değeri bulunmayan, yaratıcı bir kuvvet durumuna gelmeyen dış görünüşten ibaret kalırdı(40).

HAYATİ TEK: Size yönelik eleştirilerden biri de Yahudi düşmanlığı. Yahudilerden bu kadar nefret etmenizin sebebi nedir?

ADOLF HİTLER: Yahudi, üstün ırk ile en bariz, en açık tezadı vücuda getirir. Dünyada başka bir millet yoktur ki, Yahudiler kadar beka içgüdüsü ile gelişmiş olsun. Bu iddianın en açık delili bu ırkın günümüze kadar ayakta kalmış olmasıdır. Son iki bin yıl içinde, yeteneklerinde, karakterlerinde Yahudi milleti kadar az değişikliğe uğramış bir başka millet yoktur. Yahudiler kadar hiçbir millet büyük inkılaplara karışmamıştır. Bu olaylar Yahudilerin, büyük ve sonsuz inatçı bir yaşama iradesine sahip olduklarının ve ırklarının devamında büyük bir sebatla hareket ettiklerinin açık ve kuvvetli bir delilidir. Yahudilerin fikri melekeleri yüzyıllar boyunca gelişmiştir. Yahudi’ye bugün “kurnaz” denilmektedir. Fakat bir anlamda o her zaman kurnaz olmuştur. Yahudi’nin zekâsı gizli bir gelişmenin sonucu değildir. Bu zekâ, yabancıların Yahudi’ye verdiği hayat dersinden yararlanmıştır(41).

HAYATİ TEK: İyi ya, her şeye rağmen ayakta kalmaları, onları güçlü ırklar arasına sokmaz mı?

ADOLF HİTLER: Yahudi’de beka içgüdüsü, diğer milletlere oranla, daha kudretli olmasına rağmen bu kudret Yahudi’ye uygarlık yapıcı bir millet olması için en esaslı ilk şartı sağlamamıştır. Sözün kısası: Yahudi’de idealizm yoktur(42).

HAYATİ TEK: Bunu nasıl söylersiniz? Yahudilerin idealizminden şüphe edilir mi? O idealizm değil midir, Yahudileri hâlâ ayakta tutan?

ADOLF HİTLER: Yahudi milletinde, fedakârlık ferdin basit beka içgüdüsünden ileri gitmez. Yahudilerde görünen milli birlik duygusu bu dünyada daha başka birçok yaratıklarda rastlanan pek ilkel bir sürü topluluğun içgüdüsünden başka bir şey değildir(43).

Yahudiler kendilerine özgü vasıfları olan bütün fikri melekelerine rağmen gerçek bir uygarlığa özellikle kendi yapısına uygun bir uyarlığa sahip değildir. Bugün Yahudi’nin uygarlık adına sahip olduğu şey, başka milletlerin büyük bir bölümü itibariyle onun elinde berbat olmuş malından ibarettir(44).

HAYATİ TEK: Bu çok iddialı oldu. Biraz açar mısınız?

ADOLF HİTLER: Yahudi’nin uygarlık karşısında yerinin ne olduğunu anlamak için şu esaslı gerçeği gözden uzak tutmamak gerekir: Hiç bir zaman bir Yahudi sanatı görülmemiştir. Bugün de yoktur. Bilhassa, güzel sanatların iki kraliçesi durumundaki mimari ve musiki ile orijinal olan her şey, Yahudilere bir şey borçlu değildir(45).

HAYATİ TEK: Bunu nasıl söylersiniz? Bilim ve sanat alanında başarılı pek çok Yahudi var.

ADOLF HİTLER: Sanatta, Yahudi’nin vücuda getirdiği şey, fikri bir hırsızlıktan ibarettir. Bundan ötürü, Yahudi yaratıcı güçle ve uygarlıklar kurma imtiyazı ile güçlü ırkların melekelerine sahip değildir.

Yahudilerin yabancı uygarlıkları nasıl ancak bir kopyacı gibi, modelin şeklini bozarak temsil ettiklerini ispat eden şey, bilhassa en az icadı gerektiren sanatla yani dram sanatı ile meşgul olmalarıdır. Bu işte dahi Yahudi taklitçi bir maymundur. Bu hususta Yahudi basını en basit yazarı dahi (Yahudi olması şartıyla) överek onun imdadına yetişir. Bu işi o kadar ustalıkla yapar ki, diğer insanlar kendilerini bir sanatkâr karşısında zannederler. Oysa, gerçek adi ve değersiz birinden söz etmektedir(46).

HAYATİ TEK: Yani siz, Yahudilerin uygarlığa hiçbir katkı yapmadıklarını mı söylüyorsunuz? Bu biraz acımasız bir eleştiri değil mi?

ADOLF HİTLER: Hayır, Yahudi’de bir uygarlık meydana getirecek ufacık bir yetenek yoktur. Çünkü insanı yükseltecek bir gelişmenin en birinci şartı olan idealizm Yahudi için meçhul bir şeydir ve daima böyle olmuştur. Şurası bir gerçektir ki, insanlığın bütün gelişmesi, Yahudi ile değil, Yahudi’ye rağmen ortaya çıkar(47).

HAYATİ TEK: Yahudilik bahsini burada noktalayarak, komünizme geçmek istiyoruz. Kendinizi “Nasyonal Sosyalist” olarak nitelendirdiğiniz için komünizme dair fikirlerinizin hayli ilgi çekeceğini düşünüyorum. Bize komünizmle mücadelenizden bahseder misiniz?

 ADOLF HİTLER: Biz Nasyonal Sosyalistlerin yaptıkları mitingler sakin geçen toplantılar değillerdi. Onların yaptıkları toplantılarla bizim yaptığımız toplantılarda iki hayat görüşünün dalgaları çarpışıyordu. Toplantılarımız, hiçbir zaman vatan şarkılarının tatsız terennümleri ile değil, aksine ırkçı ve milli ihtirasların tutkucu bir şekilde infilak etmesi ile sone eriyordu. Daha işin başından itibaren, toplantılarımızda, kesin bir disiplin kurduk. Yönetim kuruluna mutlak bir otorite sağlamak gerekti. Keza, bizim verdiğimiz nutuklar burjuva konferanslarındaki aciz hatiplerin gevezelikleri şeklinde değildi. Toplantılarımızda sarf edilen sözler, fikir ve kanaatler, konu ve şekil itibariyle rakiplerimizin karşılık vermesini davet edecek nitelikte idiler. Bizlere karşı galeyana gelmeleri için birçok sebep vardı(48).

HAYATİ TEK: Ne gibi?

ADOLF HİTLER: Bizim duvar ilanlarımızın kırmızı rengi, onları toplantılarımıza çekiyordu. Komünistlerin kızıl renklerinden yararlandığımız zaman burjuvalar dehşet içinde kaldılar ve bu davranışımızı pek şüpheli bir şey olarak kabul ettiler. Nasyonal Almanlar, bizlerin esas itibariyle bir çeşit Marksizm’i savunduğumuzu, çekirdek halinde birer sosyalist olduğumuzu yayıyorlardı(49).

HAYATİ TEK: Neden?

ADOLF HİTLER: Çünkü bu kalın kafalılar bugüne kadar “gerek Nasyonal Sosyalizm” ile “Marksizm”in arasındaki büyük farkı anlayamamışlardı. Rakiplerimizin toplantılarımızda “Baylar ve Bayanlar”a hitap etmeyip, sadece vatandaşlarımıza hitapta bulunmamızı ve birbirimize bir parti arkadaşı muamelesi ettiğimizi görünce bizi Marksist sandılar(50).

HAYATİ TEK: Kırmızı rengi kullanmaktan bahsettiniz. Bunda ısrarcı olmanızın sebebi neydi?

ADOLF HİTLER: Solcuları hiddetlerinden köpürtmek, onların nefret ve galeyanlarını tahrik etmek, böylece onları hiç olmazsa sabotaj yapmaları için toplantılarımıza gelmeye mecbur bırakmak. Çünkü düşüncelerimizi bu kimselere duyurmanın tek yolu bu idi. Bu taktiğe uzun uzadıya düşündükten sonra başvurduk(51).

HAYATİ TEK: Bu taktiğinize komünistlerin cevabı ne oldu?

ADOLF HİTLER: Önceleri, kendi taraftarlarına bizim toplantılarımızı önemsememeleri ve iştirak etmemeleri emrini verdiler. Bu yasağa genellikle uyuldu. Fakat yavaş yavaş içlerinden bazıları bu yasağa rağmen toplantılarımıza geldi. Gitgide sayıları çoğalmaya başladı. Artık doktrinimiz onlara etkili olmaya başlamıştı. İşte bu sırada rakip liderler yavaş yavaş sinirlendiler ve endişeye düştüler. Endişeye kapılan ve sinirlenen rakip liderler, bu gelişmeye karşı seyirci kalmanın mümkün olamayacağını kabul ederek, tedhiş usulleri ile bu duruma bir son vermek gerektiğine kanaat getirdiler.

İşte bundan sonra, kızıl liderler eğitim görmüş, bilinçli proleterlere başvurdular. Artık salonlar toplantılarımız başlamadan 45 dakika kadar önce işçilerle doluyordu. Toplantılarımız, fitilleri tutuşturulmuş olduğu için her an havaya fırlayacak barut dolu fıçılara benziyordu. Fakat hiçbir zaman bu infilak meydana gelmedi(52).

HAYATİ TEK: Komünist işçilerin toplantılarınıza gelmeleri riskli değil miydi? Ne gibi sonuçlar elde ettiniz?

ADOLF HİTLER: Bu işçiler toplantılarımıza bize düşman olarak geldiler, belki taraftar olarak değil ama hiç olmazsa kendi doktrinlerinin değersiz bir şey olduğuna kanaat getirerek döndüler(53).

Her toplantı sonunda komünistlerin kayba uğradıkları anlaşılıyordu. İşçi sınıfına bir anons yapıldı: “Yoldaşlar, kadın ve erkek işçiler, Nasyonal Sosyalistlerin toplantılarından sakınınız!”

Komünistlerin bizimle olan mücadelelerindeki değişiklik, kendi basınlarının yayınlarında da görülüyordu. Çok kere bizleri sessizliğin içine gömmek istediler. Bilahare bu usulün de etkisiz kaldığını görerek, tekrar eski taktiklerini uygulamaya gerek duydular(54).

HAYATİ TEK: Neydi bu taktik?

ADOLF HİTLER: Bir yarı geri çekilme taktiğine başvurdular. Bir süre de bizleri, insanlığa kastetmek isteyen korkunç caniler olarak tavsif etmeye başladılar. Makale üstüne makale yazdılar. Yalan uydurdular. Devamlı bir şekilde bize yakıştırdıkları cinayetleri ballandıra ballandıra anlattılar, yazdılar(55).

HAYATİ TEK: Bu taktik bekledikleri sonucu verdi mi?

ADOLF HİTLER: Aradan çok geçmeden bu saldırının da bizim genç hareketimize zerre kadar bir etkisi olmadığını gördüler. Zavallıların başvurdukları bu yalan ve iftiralarla dolu saldırı taktiği gerçekte bütün dikkatleri bizim üstümüze çekti ve bundan kızıllar değil, biz yararlandık56).

HAYATİ TEK: Nasıl?

ADOLF HİTLER: Bunun üzerine ben şu biçimde hareket etmeye karar verdim. Faaliyetlerimizde bir değişiklik yapmayacaktık. Komünistler, istedikleri kadar bizimle eğlensinler ve bizlere sövüp saysınlar, hareketimizin yönünü hiç bir surette değiştirmeyecektik. Bu adi iftiraların hiç önemi yoktu. İsterlerse bize birer maskara veyahut birer cani olarak teşhir etsinler. Bizim için hiç önemli değildi. Esas olan bizden söz etmeleri, bizlerle meşgul olmaları, kendi aralarında bizleri konuşmaları idi ve en önemlisi, yavaş yavaş işçinin nazarında, bizimle mücadele edilmesi gereken bir kuvvet gibi görünmemizde idi(57).

HAYATİ TEK: Söz komünistlerden açılmışken, ekonomi-politik üzerindeki düşüncelerinizi almak istiyoruz. Malum, komünistler toplumların altyapısının üretim ilişkilerine dayandığını, devlet başta olmak üzere üst yapı organlarının da buradaki ilişkilere göre şekil alacağını söylerler…

ADOLF HİTLER: Devletin ekonomik bir düşünce ile veya belirli bir ekonomik gelişme ile hiçbir ilişkisi yoktur. Devlet tarih ve sınırları tayin edilmiş bir arazi üstünde, gayesi ekonomik görevler ifasından ibaret olmak üzere ekonomik anlaşmalarla meydana gelmiş değildir(58).

HAYATİ TEK: O halde nedir devlet? Nasıl bir kurumdur?

ADOLF HİTLER: Devlet fizik ve ahlak bakımından birbirine benzer yaratıklardan teşekkül eden bir topluluk teşkilatıdır. Devlet, bu insanların nesillerine daha iyi hayat sağlamak ve milletleri Allah tarafından gösterilen gayeye erişmek için kurulmuştur. Bir devletin anlamı ve gayesi budur ve yalnız bundan ibarettir. Ekonomi hiçbir zaman devletin ne sebebi ne de gayesidir. İşte devletin, devlet sıfatı ile mutlaka belirli bir toprağa dayanmasının gereksizliği buradan anlaşılır(59).

HAYATİ TEK: Nasıl yani? Vatansız devlet olur mu?

ADOLF HİTLER: Böyle bir şart ırkdaşlarının geçimlerini kendi olanakları ile sağlamak isteyen topluluklarda gerekli olur. Bu arada beşeriyetin içine, diğer milletleri kendileri için çalıştırmak maksadıyla tufeyliler gibi sokulmak yeteneğine sahip milletler, kısıtlanmış küçük topraklara dahi sahip olamamalarına rağmen devlet teşkil edebilirler. Bu tufeyliliği ile bütün insanlığa ıstırap veren millet Yahudilerdir. Yahudi devleti hiçbir zaman mekân içinde var olmadı. Dünyaya sınırsız olarak yayılmakla beraber, bir milletin fertlerini ihtiva etmektedir. Bunun içindir ki bu millet her yerde devlet içinde devlet vücuda getirmiştir(60).

HAYATİ TEK: Bunu nasıl başarıyorlar?

ADOLF HİTLER: Bu suni devlet, din yaftası altında ilerleyebilmek ve böylece üstün ırkların dinsel inanışlara her zaman gösterdikleri müsamahayı sağlamaktan geri kalmaz. Gerçekte ise Hazret-i Musa’nın dini, Yahudi ırkının korunması mezhebinden başka bir şey değildir. Bunun için bu din gayesine taalluk eden toplumsal, siyasal ve ekonomik bilimlerin alanını da tamamen ihtiva eder. İnsanın bekasını sağlama içgüdüsü, insan topluluklarının teşekkülünün ilk sebebidir. Bu yüzden, devlet bir ırk organıdır, bir ekonomik teşkilat değildir(61).

HAYATİ TEK: Gerçekten enteresan yaklaşımlarınız var. Devleti nasıl tarif edersiniz?

ADOLF HİTLER: Devlet kelimesinin doğru bir tarifi burjuva dilinde yoktur. Bir devlet ne kadar mantıktan uzak bir şekilde kurulursa onun varlığı hakkında yapılan tarifler de o kadar şüpheli, karanlık, yapmacık ve anlaşılmaz olur(62).

HAYATİ TEK: Ben sizin tarifinizi sormuştum.

ADOLF HİTLER: Devlet genel görüşünü itibariyle üç sisteme ayrılabilir(63).

HAYATİ TEK: Nelerdir onlar?

ADOLF HİTLER: Bazı kimseler devleti, sadece bir hükümetin iktidarına bağlı insan topluluğu sayarlar. En kalabalık gruplar bunlardır. Bu grubun içinde meşruiyet ilkesinin sempatizanları vardır. Bunlara göre, insanların iradeleri herhangi bir işte hiçbir rol oynamamalıdır. Bunlar için, bir devletin var olması hali, onu tecavüzden korumak ve kutsal saymak için yeterlidir. Bunamış kimselerin bu düşüncesini korumak için, devlet otoritesine karşı tam bir teslimiyet tavsiye edilir. İşte böyle bir kimsenin nazarında, vasıta, bir hokkabazlık sonunda kesin bir gaye durumuna geliyor. Yani devlet insanlara hizmet için kurulmuş değildir. İnsanlar, görevleri ne olursa olsun, en küçük memurların da katıldıkları devlet otoritesine tapmak için yaşarlar. Bu sakat ve aynı zamanda vecd dolu tapınma karışıklık haline dönmemek ve devlet otoritesine de ancak asayişi devam ettirmek için mevcuttur. Demek ki devlet ne bir gayedir, ne de bir vasıtadır. İşte topluluğun hayatı bu iki kutup arasında dans edip duracaktır(64).

Sayıları biraz evvelki kadar çok olmayan başka nazariyeciler, devletin varlığına bazı şartlar koyarlar. Bunlar sadece bir yönetim bulunmasını istemekle yetinmezler. Aynı zamanda tek bir dil kullanılmasını isterler. Devletin otoritesi, devletin biricik varlığı değildir. Devlet, kendi uyruklarının rahatını sağlamak zorundadır. Çoğu zaman pek iyi anlaşılmamış olan hürriyet fikirleri bu ekolün düşünceleri arasında yer almıştır. Hükümet, artık sınıf ayrılıklarından dolayı tecavüzden korunmuş veya uzak kalmış değildir. Bunun yararı da incedir. Geçmişe saygı, devleti tenkitten uzak tutmaz. Sözün kısası bu ekol, devletten, her şeyden önce ekonomik hayat içinde, şahsa uygun bir şekil sağlamasını ister.

Üçüncü grup sayı yönünden en az olanıdır. Bunlar devleti, anlaşılmaz bir şekilde açıklanmış olan emperyalist temayülleri gerçekleştirmek için bir vasıta sayarlar. Kuvvetli şekilde birleşmiş bir halk devleti kurmak isterler. Ortak bir taraf, bu devlete, açık bir nitelik verecektir. Fakat tek bir dil istenmesi, devlete dışa karşı gücünü artırma olanağını sağlayacak olan sağlam bir temel bulmak ümidine bağlı değildir. Bu temel, bilhassa yanlış bir görüşle beslenmektedir. Bunlarda dil birliği sayesinde, devletin belirli bir yöne çevrilmiş olan bir “millileşme” hareketini başarıya ulaştıracağı kanaati vardır. Bu üçüncü ekole göre, devlet bir noktada bir gayedir ve devletin devamlılığı insanın birinci görevidir(65).

HAYATİ TEK: Sonuç? Siz hangi görüşü destekliyorsunuz?

ADOLF HİTLER: Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Devlet hakkındaki bütün bu görüşler, uygarlık yapıcı kuvvetlerin ve değerlerin esasının ırk olduğunu ve devletin mantıken bu ırkın varlığını ve ıslahını sağlamayı en önemli görev sayması gerektiğini takdir ederek, köklerini bu noktaya daldırmamaktadırlar. Oysa bu gerçek, bütün insanların gelişmelerinin en önemli temel şartıdır.

Devleti yapısı ve varlığı hakkındaki bu hatalı düşünce ve görüşler Karl Marks tarafından ortaya çıkarıldı. Böylece burjuva, devlet anlayışını ırka karşı olan görevlerinden uzak tuttuğu gibi, aynı değerde bir başka tarif yapamadığından, gerçekte onu inkâr eden bir doktrine olanak hazırladı. İşte bundan dolayı burjuvaların Marksizm’e karşı giriştiği mücadele kesin bir başarısızlığa doğru yol almaktadır(66).

HAYATİ TEK: Soruma tam cevap alamadım. Sizin devlet anlayışınız nedir?

 ADOLF HİTLER: Bence esaslı mefhum şudur: Devlet, bir gaye değil, bir vasıtadır. Devlet, büyük bir uygarlığın kurulması için en önde gelen şartlardan biridir. Fakat bu yüksek uygarlığın direkt olarak ilk şartı değildir. Çünkü uygarlık hassaten uygarlık kurmaya yetenekli bir ırkın mevcudiyetinde saklıdır. Dünyada birçok örnek devlet var olsa bile, uygarlığın esas kaynağı olan üstün ırk ortadan kalkacak olursa, manevi alanda, üstün ırkın ulaştığı seviyeye ulaşılabilecek bir uygarlığa tesadüf edilemeyecektir. Uygarlık veren ırkların temsilcilerinin ortadan kaldırılması, zekânın yüksek mukavemet ve intibak melekelerinin kaybı sonucunu doğuracaktır(67).

HAYATİ TEK: Uygarlık kurma kabiliyetine sahip olan ırklar, bu özelliklerini, devletle değil ise neyle ve nasıl gösterecekler?

ADOLF HİTLER: Irklara bekaları için gerekli olan silahları fikri kuvvet verebilir. Muayyen bir kültür seviyesini meydana getiren kuvvet, devlet değildir. Devlet bu kültür seviyesinin yükselmesinin ilk sebebi olarak, ırkı koruyabilir. Aksi halde devlet değişiklik olmadan da devamlılığını sağlayabilir(68).

Devlet bir gayeye ulaşmanın vasıtasıdır. Gayesi, gerek fizik ve gerek ahlak bakımından bir olan insanların gelişmesi ve bu gelişmenin sürekliliğini sağlamaktır. Önce ırkın yok edici melekelerinin gelişmesinin şartı olan esaslı nitelikleri devam ettirmek zorundadır. Bu melekelerin bir bölümü daima fizik hayatın devamlılığına hizmet edecek ve öteki bölümü, fikri gelişmeleri kolaylaştıracaktır. Fakat gerçekte birinci, daima ikincinin en gerekli şartıdır. Bu gayeye dikkatlerini vermeyen devletler, kusurlu yaratıklardır. Yahut başka bir ifadesiyle cenin durumunda kalmış yaratıklardır. Bu gibi devletlerin var olmaları işin rengini asla değiştirmez.

Irkçı devletin en büyük gayesi, uyarlık veren ilkel ırkın temsilcilerinin bekasını sağlamak olmalıdır(69).

HAYATİ TEK: Sizce ideal bir devlet nasıl olmalıdır?

ADOLF HİTLER: Devlet, temsil ettiği milletin hayat şartlarına tekabül etmekle ideal devlet niteliği kazanmaz. Devletin varlığı, temsil ettiği milletin hayatını ameli surette sağlarsa, ideal devlet olarak kabul edilebilir. Devletin dünyada kültür bakımından ne kadar önemi olursa olsun, bu önemin millete hiç bir yararı yoktur. Çünkü bir devletin görevi, yaratmak değildir. Devletin görevi var olan kuvvetlere yol açmaktır. Kültür, devletin işi değildir. Kültür, devletin canlı organı tarafından takviye edilmiş olan uygarlık kurucu bir milletin eseridir. Devlet, bir cevher temsil etmez. Devlet, bir şekil ifade eder(70).

HAYATİ TEK: O halde bir devletin değerini ortaya koyan ölçü nedir?

ADOLF HİTLER: Bir devletin değeri hakkında verilecek hüküm, dünya tarihinde oynayacağı rolün önemi ile değil, milletine sağlayacağı yararla meydana çıkar(71).

HAYATİ TEK: Bu yaklaşımı somut örneklerle detaylandırabilir misiniz?

ADOLF HİTLER: Irkçı devlet, ırkı toplum hayatının merkezi durumuna getirmeli ve ırkın saf kalmasına nezaret etmelidir. Aynı zamanda, bir milletin en değerli malının çocuk olduğunu kabul ve ilan etmelidir. Yalnız, sağlam olanların çocuk yetiştirmelerini sağlamalıdır. Irkçı devlet şunu söylemelidir: Bir hastalığa tutulmuş iken ve bir takım büyük eksikleri haiz iken, çocuk yapmak en ayıp bir harekettir. Bu durumda en şerefli hareketin çocuk yapmaktan vazgeçmenin olacağı anlatılmalıdır(72).

HAYATİ TEK: Nasıl yani? Devletin insanların bu en özel kararına müdahalesi olabilir mi?

ADOLF HİTLER: Devletin buna müdahale hakkı vardır(73).

HAYATİ TEK: Hangi gerekçeyle? Gerçekten çok merak ettim.

ADOLF HİTLER: Çünkü devlete, bir milletin binlerce yıllık bir geleceği teslim edilmiştir. Bu durum karşısında ferdin arzuları ve hodgamlıkları bir hiçten ibarettir. Aynı zamanda devlet, sağlam bir kadının çok evlat yetiştirmek gibi Allah’ın bir lütfu olan yeteneğinin, hükümet sisteminin mali siyasetiyle kısıtlanmamasına dikkat etmekle görevlidir. Devlet, çok evlat yetiştiren ailelerin teşekkülüne olanak hazırlayacak sosyal şartlara karşı gösterilmekte olan tembel tutuma ve ilgisizliğe son vermelidir. Devlet kendini, değeri takdir edilemeyecek kadar yüksek bir milletin en büyük koruyucusu bilmelidir(74).

HAYATİ TEK: Bu bahsi burada noktalayıp, eğer sizin için de uygunsa, eğitim konusundaki görüşlerinize geçmek istiyorum. Çocuk ve gençlerin eğitiminde nasıl bir yol takip edilmeli?

ADOLF HİTLER: Her şeyden evvel, genç ve vücutça hastalıksız bir adam, darbelere tahammül etmeyi öğrenmelidir. Bu ilke hiç şüphe yok ki, bizim fikir şampiyonlarına bir vahşiye layık gibi gelecektir. Fakat ırkçı devletin rolü “barışçı estet”lerden ve fizik yönünden çökmüş insanlardan meydana gelen bir topluluğu eğitmek değildir. Onun insanlık hakkında beslediği ideal, tip olarak sayın küçük burjuvayı, faziletli ihtiyar kızı kabul etmemiştir(75).

HAYATİ TEK: Sizin hayalinizdeki fert tipinin özellikleri neler?

 ADOLF HİTLER: Irkçı devletin fert tipi mert, mağrur, enerji sahibi erkekler ve dünyaya gerçeği seven insanlar getirmeye yetenekli kadınlardır(76).

HAYATİ TEK: Bu fert tipine hayat vermek için nasıl bir yol öneriyorsunuz?

ADOLF HİTLER: Bunun için spor bir kimseyi kuvvetli, usta ve cüretkâr yapmakla kalmaz, o kimseyi sertleştirir, mihnet ve yenilgilere tahammül etmeye alışkın bir duruma da getirir. Eğer aydınlarımızın üstün sınıfları teşkil edenleri, vakit öldüren şeyleri öğrenmek yerine yalnız boks yapmayı bilselerdi, ahlaksız, asker kaçakları ve bunlara benzer ayak takımları tarafından bir ihtilal yapılamazdı. Keza, bu ihtilal başarısını, ihtilali yapanların cesaretli ve cüretkâr oluşlarına borçlu değildir. İhtilal, devleti idare edenlerin korkakça ve acınacak şekildeki kararsızlıkları sonucu başarıya ulaşmıştır. Gençlerimizin kıyafetleri de takip edilen gayeye uymalıdır(77).

HAYATİ TEK: Kıyafetle ideal arasında kurduğunuz ilgi enteresan. Bu konuyu biraz açar mısınız?

ADOLF HİTLER: Kıyafet, eğitime hizmet edecek ve yardımcı olacak bir vasıta kabul edilmelidir. Herkesin satın alamayacağı bir elbiseye sahip olmak için değil, herkesin sahip olamayacağı bir vücuda sahip olmak için çalışılmalıdır. Bu düşünce daha sonra rolünü oynayacaktır. Genç kız, erkek arkadaşını tanımalı ve bilmelidir. Eğer vücut güzelliği, zamanımızın moda budalaları yüzünden ikinci plana atılmamış olsa idi, yüzbinlerce Alman kızı çarpık, cılız Yahudi piçlerine kapılmazdı. Bu noktaya dikkat etmek gerekir. Irkçı devlet, erkek çocuklarla olduğu gibi kızlarla da meşgul olacaktır. Kızların da eğitimleri aynı ilkeler dâhilinde yönetilecektir(78).

HAYATİ TEK: Yani önce fizik diyorsunuz.

 ADOLF HİTLER: Kızlar için en önemli nokta fiziki eğitim olmalıdır. Karakterin eğitimi daha sonra gelir. Nihayet fikri eğitimlerin gelişmesi sorunu ele alınır. Kız eğitiminin tek gayesinin, kızı, geleceğin annesi olarak hazırlamaktan ibaret olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır(79).

HAYATİ TEK: Gençlerin eğitimindeki öncelik sıralamanız fizik, karakter, fikir şeklinde. Daha başka ne gibi özellikler kazanmalı gençleri?

ADOLF HİTLER: Irkçı devlet, bütün dikkat ve çalışmasını iradenin ve karar verme yeteneğinin eğitimine ayırdığı gibi, gençlerin çocukluklarından itibaren sorumluluk zevkini ve yaptıkları hareketlerin gereken cesaretini hak etmelerine bilhassa önem vermelidir(80).

Irkçı devlet, ancak bu görevin gereğini ve önemini kavradığı ve yüzyıllar boyunca bu eğitime devam ettiği takdirde, bizim çöküşümüze korkunç bir şekilde etki etmiş, fakat bugün zaaftan kurtulmuş olan bir millet meydana getirmeye başarılı olabilir. Bizim ırkçı devletimiz, bugün hükümet tarafından milletimizin eğitimi konusunda uygulanan öğretimde, büyük bir değişiklik yapmak ihtiyacını duymaktadır(81).

HAYATİ TEK: Nasıl bir değişiklik?

ADOLF HİTLER: Bu yenilik şu üç hususta olacaktır:

İlk önce Alman gençlerinin hafızaları, kendileri için yararsız, gereksiz ve bunun sonuç olarak kısa bir zaman sonra unutulmaya mahkûm bilgi ile doldurulmayacaktır(82).

Bilhassa tarih öğretiminde programları hafifletmek gereklidir. Tarih dersinde bu şekil öğretimin en büyük yararı, olayların akışına hâkim ve sebep olan yasaları görebilme, seçme ve iyiyi kötüden ayırma olmalıdır. Çünkü tarih, geçmişte neler olup bittiğini bilmek için okutulmaz. Tarih, öğrencinin gelecekte, kendi milletinin hayatını sağlamak için izleyebileceği yolu öğrenmesi için öğretilir. Esas gaye budur. Tarih, bir gayeye ulaşma vasıtalarından biridir.

Irkçı devletin görevi, ırk sorunlarını ön plana alan bir dünya tarihinin titizlikle yazılmasına nezaret etmektir(83).

HAYATİ TEK: Eğitim konusunda gerekli olduğunu düşündüğünüz diğer değişiklikler neler?

ADOLF HİTLER: Eğitim konusunda, üzerinde dikkatle durulacak bir başka husus da şudur:

Öğretim ırkçı devlete milli gururu geliştirmek olanağını sağlamalıdır. Bu bakımdan bütün tarih öğretimi bu noktayı dikkate alarak, uygarlığın genel tarihinden başlamalıdır. Alman tarihinin en büyük adları arasında en ünlü olanlarını tespit ederek, bu milli ve tarihsel kişileri, bilhassa halkın gözü önüne sermeli ve yıkılmaz bir milli duygunun direkleri durumuna gelmeleri için gençliğin dikkatini bunların üzerine ısrarla çekmelidir.

Bu milli duygunun, işin başından itibaren samimi ve ciddi olması ve sahte bir gösterişten ibaret kalmaması için gençleri şu tunç ilke bilhassa öğretilmelidir: Milletini seven bir kimse, bu sevgisini ancak milleti için göze almaya ve katlanmaya hazır olduğu fedakârlık ve feragatle ispat edebilir. Yalnız çıkarı göz önünde tutan bir milli duygu, söz konusu olamaz. Yalnız sosyal sınıfları kucaklayan bir nasyonalizm de mevcut değildir(84).

Bir kimsenin, milleti ile iftihar edebilmesi için, o kimse milletin sınıflarından utanmamalıdır. Fakat milletin yarısı sefil ve hayat sürüyorsa ve bir takım endişeler içinde ise veyahut ahlakça düşkün bulunuyorsa, o kimse böyle bir milletin ferdi olmaktan iftihar duyamaz.

Gençlerin kalplerine nasyonalizm ile sosyal adalet duygusun samimi bir sentezi yerleştirilmelidir. İşte o zaman birleşmiş bir aşk, ortak bir gurur, iftihar ve prestijle dolu bulunan ve hiç bir zaman yıkılamayacak ve sarsılamayacak olan bir vatandaşlar topluluğu meydana gelecektir(85).

HAYATİ TEK: Yani ilk hedefiniz ırkçı bir devlet kurmak, gençleri de bu yönde eğitmek. Öyle mi?

 ADOLF HİTLER: Bizim ilk hedefimiz, ırkçı bir devlet biçimi meydana getirmek değildir. İlk büyük görevimiz bugünkü Yahudi devletini yok etmektir. Tarihin ortaya koyduğu bir gerçek vardır: En büyük zorluk, yeni bir durum meydana getirmek değil, ona ortamı serbest bulundurmaktır.

Yeni ilkeleri olan, genç ve asil doktrin, her ne kadar herkese nahoş görünürse de, başlangıçta acımadan tenkit silahını kullanmalıdır.

Bugün, sözüm ona ırkçı olanların her vesile ile olumsuz bir tenkide girişmekten çekindiklerini ve bütün faaliyetlerini yapıcı bir işe hasrettiklerini tekrar tekrar söylemelerine tanık oluyoruz. Bu da, böylelerinin tarihsel konulardaki görüşlerinin pek az derin olduğu ispat eder(86).

HAYATİ TEK: Bu iddianızın dayanağı nedir?

ADOLF HİTLER: Bu çocukça ve aptalca bir düşünüştür. Bu gibi kafalarda kendi devirlerinin tarihi, zerre kadar iz bırakmadan gelip geçmiştir. Marksizm’in, bir gayesi vardır: Bu gaye, yapıcı bir işi tenkit etmekten ibarettir. Marksistlerin yaptıkları yıkıcı ve ayırıcı tenkittir. Onlar için ancak beynelmilel Yahudiliğin ve kozmopolit maliyecilerin diktasını canlandırmak söz konusudur. Sürekli olarak tenkit ettiler. Sonunda bu kemiriciler, devleti parçaladılar ve onu tamamen yıkılmaya hazır bir duruma getirdiler. İşte bundan sonra o mahut söz, “yapıcılık” sözü edilmeye başlandı(87).

HAYATİ TEK: Bu sözünüzden ne gibi bir sonuç çıkarmalıyız?

ADOLF HİTLER: Bundan çıkacak sonuç şudur: Zorlama ancak zorlama ile, tedhiş, ancak tedhiş ile yok edilebilir. İşte ancak o zaman yeni bir rejim kurmak mümkün olur(88).

HAYATİ TEK: Devlet konusuna bu kadar girmişken, siyasi partiler hakkındaki görüşlerinizi de almak isterim. Hatta mümkünse, sizin doktriner yaklaşımınızla karşılaştırmanızı rica ediyorum.

 ADOLF HİTLER: Siyasal partiler karşılıklı çıkarlar ile anlaşmaya yatkındırlar. Felsefi doktrinler ise asla anlaşamazlar. Hatta siyasal partiler, muarızları ile de anlaşmaya varırlar. Felsefi doktrinler kendilerini “hata işlemez” ilan ederler.

İşin aslı incelenecek olursa, şu durumla karşılaşırız: Siyasal partiler, çoğu zaman mücadeleyi bir sistem için terk ederek, güya olumlu bir elbirliğiyle çalışmak gayesinde, fakat mümkün olduğu kadar süratle mevcut müesseslerden birinde, küçük bir makam kazanmaya ve bu yerde mümkün olduğu kadar uzun zaman kalmaya gayret ederler.

Eğer biraz sert bakışlı bir rakip bu gibi siyasal partileri “yemlik”ten uzaklaştıracak olursa, bu partilerin üyeleri kafalarında yalnız bir fikir beslerler: Zorla veya hile ile tekrar açların ilk sınıflarına dâhil olarak, hatta en kutsal saydıkları kanaatlerini de çiğneme pahasına, bu değerli kudret levhasına iştirak etmek… İşte, besledikleri fikir budur! Ah bu siyaset çakalları! Hiç bir zaman bir siyasi doktrin, diğer bir siyasal doktrinle uzlaşmaya hazır bir durumda bulunamaz(89).

HAYATİ TEK: Bundan ne anlamalıyız?

ADOLF HİTLER: Demek oluyor ki bir siyasal doktrin, ancak devrinin ve milletinin en cesaret sahibi ve faal unsurlarını kudretli ve kuvvetli bir mücadele teşkilatı halinde bir araya getirmek şartı ile fikirlerinin galip gelmesini sağlayabilir. Ayrıca, siyasal doktrinin, bu değerli unsurları göz ününde tutarak, felsefenin tamamının içinden bir takım fikirleri seçmesi ve onlara yeni bir insan topluluğuna “inanç maddesi” hizmetini görebilecek, gayet açık ve yok edici bir biçim ve ruh vermesi de gereklidir.

Hemen şunu da belirtelim ki, doktrin uğrunda mücadele edenlerin hepsinin, tamamen yapılan işten haberli olmalarına veya hareket liderinin düşüncelerinin tamamını doğru bir şekilde bilmelerine gerek yoktur. Esas gerekli olan şey, mücadele edenlerin miktarca az, fakat önemleri itibariyle çok değerli birkaç esaslı ilkeyi, gayet açık bir şekilde öğrenmeleridir(90).

HAYATİ TEK: Bunu konuyu somut bir örnekle açıklar mısınız?

 ADOLF HİTLER: Bir er, büyük bir subayın planlarına karışamaz. Bütün erleri, general yeteneğine sahip olan bir ordu ne işe yarar? Herhalde hiç bir işe. Bunun gibi sadece seçkin kimselerden bir yarar görülemez. Siyasal partilerde alelade kimselere de ihtiyaç vardır. Böyle olmazsa parti içinde bir disiplin sağlamak mümkün olmaz(91).

Bir siyasal partinin kuvveti hiç bir zaman ve kesinlikle üyelerinin her birindeki zekâ ve fikri yetenek sayesinde meydana gelmez. Güç ve başarı ancak daha çok üyelerin manevi kumandayı izleme konusunda gösterdikleri itaat ve disiplin ruhundadır. Kesin ve etkileyici olan şey bizzat liderlerdir(92).

HAYATİ TEK: Gayet net bir açıklama oldu. Teşekkür ederiz. Bu arada söyleşimizin de sonuna geldik. Son olarak, üzerine çok konuşulan bir iddianızla ilgili görüşlerinizi almak istiyoruz. Marksizm’in bir Yahudi oyunu olduğu yolundaki iddianızın ispatı nedir?

ADOLF HİTLER: Her gün üst üste yaptığım tecrübeler beni Marksizm’in kaynaklarını araştırıp bulmaya yöneltti. Artık Marksizm’in bütün teferruatı bence malumdu. Dikkatli gözlerim bu doktrinin gelişmesini rahat rahat görebiliyordu. Bu doktrinin doğuracağı sonuçları önceden tahmin edebilmek için bir parça muhakeme yapmak yetiyordu.

Hareketin ilkelerini daha iyi anlayabilmek için bu faaliyeti sürdürenleri dikkatli bir şekilde incelemeye başladım. Yahudi sorunu hakkındaki bilgilerim sayesinde hedefe tahminlerimden daha çabuk ulaştım. Yahudi’nin anlatmak istediğini nasıl yazıp söylediğini öğrendim. Bunların usulü, her zaman kendi düşüncelerini saklamak için kullanılan bir şeydi. Yahudi’nin gerçek amacı hiçbir zaman yazının tamamında aranmamalıdır. Yahudi amacını satırlar arasında gizler(93).

HAYATİ TEK: Araştırmalarınız sırasında başka ne gibi tespitler yaptınız?

ADOLF HİTLER: Yahudi milletinin tarih boyunca ortaya koyduğu nüfuzunu dikkatle inceledim. Amaçlarına akıl erdiremediğimiz bu küçük milletin son zaferini istememizi birdenbire büyük bir endişe ve acı ile düşünmeye başladım. Her an bir parça toprak için yaşamış olan bu millete, dünya acaba bir mükâfat olarak mı vaat edilmişti? Bizim bekamız için sahip olduğumuz mücadele hakkının gerçekten dayandığı bir temeli var mıydı? Yoksa bu mücadele hakkı bizim zihinlerimizde mi gelişiyordu? Marksizm’i inceden inceye tetkik ettiğimde ve Yahudi milletinin faaliyeti ile meşgul olduğumda bu soruların cevaplarını mukadderatın kendisi verdi. Marksizm ve Yahudi faaliyeti tabiatın uyduğu aristokratik ilkelerin hepsini reddediyordu(94).

HAYATİ TEK: Nasıl? Bu konuyu biraz açar mısınız?

ADOLF HİTLER: Bunlar güç ve enerjinin sonsuz imtiyazı yerine, sayının üstünlüğünü kabul ediyorlardı. Marksizm, insanın kişisel değerini inkâr ediyor, ırkın önemini tanımıyor ve böylece insanlığı hayatı ve uygarlığı için evvelce tayin edilmiş şartlardan yoksun bırakıyordu. Eğer bu doktrin dünya hayatının temeli kabul edilse idi, akla gelen bütün düzenlerin sonu gelmiş olurdu. Böyle bir yasa düşüncelerimizin ötesinde kalan kâinatta büyük bir karışıklığa sebep teşkil ederse, bu geçici dünyanın da kendi topluluğu içinde ortadan çekilmesini gerektirmekten başka bir anlamı kalmazdı. Eğer Yahudi Marksizm’le bir zafer kazanırsa başına giyeceği taç, insanlığın cenaze tacı olacaktır(95). İşte o zaman dünya, milyonlarca yıl önce olduğu gibi, boşlukta üzerinde bir tek insan kalmadan dönecektir(96).

HAYATİ TEK: Bu bağlamda vermek istediğiniz son bir mesajınız var mı?

ADOLF HİTLER: Kendi emirlerine aykırı hareket edilirse tabiatın intikamı korkunç olur. Bunun için ben Allah’ın isteğine uygun hareket ettiğime inanıyorum. Çünkü milletimi Yahudi’ye karşı müdafaa etmekle, Allah’ın eserini müdafaa etmiş oluyorum(97).

ADOLF HİTLER KİMDİR?

(20 Nisan 1889-30 Nisan 1945)

Avustralya’da doğan ve başarısız bir öğrenci olarak çocukluk yıllarını geçiren Hitler, 1905’te orta öğrenimini tamamlayamadan okuldan ayrıldı. Güzel Sanatlar Akademisi’nin sınavlarını iki kez girdiyse de başarılı olamadı. 1913’te Münih’e giden Hitler, askerlik için geri çağrıldıysa da uygun bulunmadığından orduya alınmadı. Düş kırıklığıyla geçen amaçsız yıllardan sonra I. Dünya Savaşı’nı coşkuyla karşıladı ve gönüllü olarak 16. Bavyera Piyade Alayı’na katıldı. Savaş boyunca ön saflarda çarpıştı, yaralandı ve gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle Demir Haç Nişanı aldı.

Savaştan sonra orduya bağlı olarak siyasi etkinlikleri izleyip rapor etmekle görevlendirildi. Eylül 1919’da yeni kurulmuş olan Alman İşçi Partisi’ne girdi. Ertesi yıl partinin propaganda sorumlusu oldu ve ordudan ayrıldı. Aynı yıl partinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nazi Partisi) olarak değiştirildi.

Hitler’in propaganda yöntemleri ve saldırgan tutumu parti içinde tartışmalara yol açmaya başlamıştı. Ama partinin güçlenmesinin Hitler’e bağlı olduğunu gören parti yönetimi, onu Temmuz 1921’de sınırsız yetkiyle parti başkanlığına getirdi. Hitler hemen partinin yayın organı Halkın Gözlemcisi gazetesinde makaleler yazarak ve mitingler düzenleyerek yoğun bir propaganda etkinliğine girişti. Hitler, Nazi Partisi’nin giderek güçlendiği bu dönemde yönetimi ele geçirebileceğini dünüşüyordu. Bu konuda I. Dünya Savaşı’nın ünlü komutanlarından General Erich Ludendrorff’un desteğini aldıktan sonra, Kasım 1923’te Münih’teki bir birahanede düzenlenen toplantıda yandaşlarına darbe planını açıkladı. Ama, Birahane Darbesi olarak bilinen tasarısını gerçekleştirmek için ertesi gün başlattığı yürüyüş polis tarafından dağıtıldı ve Hitler arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı.

Beş yıla mahkûm olmasına karşın dokuz ay hapis yatan Hitler, Kavgam isimli eserinin birinci cildini yazdı.

Hitler’in serbest kaldıktan sonraki ilk işi partiyi yeniden örgütlemek oldu. Alman Ulusal Halk Partisi’nin önderi Alfred Hugenberg ile ittifak kurdu. Bu ittifak Hitler’in adını bütün ülkeye duyurdu. Hükümetin başarısızlıkları ve Hitler’in propaganda etkinlikleri sonucu Nazi Partisi 1930 seçimlerinde 6 milyon oy alarak ülkenin ikinci partisi durumuna geldi.

1932’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylığını koyan Hitler, Paul von Hindenburg karşısında kaybetti. Aynı yılın kasım ayındaki seçimlerde parti oy kaybına uğradıysa da, sanayi çevrelerinin de baskısıyla Hindenburg, Ocak 1933’te Hitler’i şansölyeliğe getirmek zorunda kaldı.

Hitler iktidara geldikten sonra yeni bir seçim için kolları sıvadı. 5 Mart 1933’teki seçimlerde yüzde 44 oy alan Nazi Partisi salt çoğunluğu sağlayamadı. Ama Hitler, Merkez Partisi ile Alman Ulusal Partisi’nin kurduğu ittifak aracılığıyla hükümeti olağanüstü yetkilerle donatan yasanın geçmesini sağladı.

Ülkeyi tek elden yönetebilmek için ordunun desteğini almak zorunda olan Hitler, 29 Haziran 1934’te ordunun karşı olduğu siyasi muhalifleri tutuklatarak yargılanmadan öldürttü. Böylece ordunun isteği yerine geldi ve komutanlar da Hindenburg’un ölümünden (2 Ağustos 1934) sonra şansölyelik ve cumhurbaşkanlığı unvanının birleştirilmesine karşı çıkmadılar. Bu tarihten sonra Önder ve Şansölye unvanını birlikte kullanan Hitler, 19 Ağustos’ta yapılan plebisitte oyların yüzde 90’ını alarak yeni görevine başladı.

1933-1945 yılları arasında Almanya’da totaliter bir devlet kuruldu. Hitler, Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun ve Bismarck’ın Alman İmparatorluğunun varisi olarak gördüğü bu devleti “Üçüncü Reich” olarak adlandırıyordu.

Hitler’in asıl amacı, Kavgam’da da belirtiği gibi Alanlar’a “yaşam alanı” sağlayabilmek için doğuya doğru yayılmaktı.

Şubat 1938’de Avusturya’yı, 16 Mart 1939’da Çekoslovakya’yı işgal eden Hitler, 1 Eylül 39’da Polonya’ya girince İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş açtı. Böylece 2. Dünya Savaşı başladı.

Hitler’in politikasının ülkeyi felakete götürdüğünü gören bazı çevreler, 1943-44’te çeşitli suikast planları hazırladılar. 20 Temmuz 1944’teki bir bombalı saldırıda küçük bir yarayla kurtulan Hitler’in sağlığı bu olaydan sonra bozuldu.

45 başlarında Fransızlar, İngilizler Sovyetler Alman topraklarına girmeye başladı. Hitler Berlin’den ayrılmayı reddediyordu. 28-29 Nisan gecesi Eva Braun’la evlendi. 30 Nisan’da çevresindeki Nazi önderleriyle vedalaştıktan sonra eşiyle birlikte intihar etti.

ESERLERİ

Ünlü Kavgam eserinin haricinde Hitler’in “İktidara Geldikten Sonraki Konuşmaları” 1939’da, “Hitler: Konuşmalar ve Duyurular” 1962’de basıldı.

DİPNOTLAR

1) Hitler, Adolf-; Kavgam, Toker Yayınevi, 9. baskı, İstanbul 1989, s. 174.

2) a.g.e., s. 175

3) a.g.e., s. 176

4) a.g.e., s. 178

5) a.g.e., s. 178

6) a.g.e., s. 178

7) a.g.e., s. 179

8) a.g.e., s. 180

9) a.g.e., s. 181

10) a.g.e., s. 183

11) a.g.e., s. 604

12) a.g.e., s. 605

13) a.g.e., s. 604

14) a.g.e., s. 604

15) a.g.e., s. 605

16) a.g.e., s. 605

17) a.g.e., s. 605

18) a.g.e., s. 605

19) a.g.e., s. 605

20) a.g.e., s. 284

21) a.g.e., s. 285

22) a.g.e., s. 285

23) a.g.e., s. 285

24) a.g.e., s. 285

25) a.g.e., s. 285

26) a.g.e., s. 286

27) a.g.e., s. 286

28) a.g.e., s. 286

29) a.g.e., s. 286

30) a.g.e., s. 287

31) a.g.e., s. 298

32) a.g.e., s. 299

33) a.g.e., s. 299

34) a.g.e., s. 299

35) a.g.e., s. 299

36) a.g.e., s. 300

37) a.g.e., s. 300

38) a.g.e., s. 300

39) a.g.e., s. 300

40) a.g.e., s. 301

41) a.g.e., s. 302

42) a.g.e., s. 303

43) a.g.e., s. 303

44) a.g.e., s. 305

45) a.g.e., s. 305

46) a.g.e., s. 305

47) a.g.e., s. 305

48) a.g.e., s. 499

49) a.g.e., s. 499

50) a.g.e., s. 305

51) a.g.e., s. 500

52) a.g.e., s. 501

53) a.g.e., s. 501

54) a.g.e., s. 502

55) a.g.e., s. 503

56) a.g.e., s. 503

57) a.g.e., s. 503

58) a.g.e., s. 148

59) a.g.e., s. 149

60) a.g.e., s. 149

61) a.g.e., s. 149

62) a.g.e., s. 390

63) a.g.e., s. 391

64) a.g.e., s. 391

65) a.g.e., s. 392

66) a.g.e., s. 395

67) a.g.e., s. 396

68) a.g.e., s. 397

69) a.g.e., s. 398

70) a.g.e., s. 399

71) a.g.e., s. 400

72) a.g.e., s. 408

73) a.g.e., s. 409

74) a.g.e., s. 409

75) a.g.e., s. 415

76) a.g.e., s. 415

77) a.g.e., s. 415

78) a.g.e., s. 417

79) a.g.e., s. 419

80) a.g.e., s. 422

81) a.g.e., s. 423

82) a.g.e., s. 423

83) a.g.e., s. 426

84) a.g.e., s. 432

85) a.g.e., s. 433

86) a.g.e., s. 464

87) a.g.e., s. 464

88) a.g.e., s. 466

89) a.g.e., s. 466

90) a.g.e., s. 467

91) a.g.e., s. 468

92) a.g.e., s. 469

93) a.g.e., s. 67

94) a.g.e., s. 68

95) a.g.e., s. 68

96) a.g.e., s. 69

97) a.g.e., s. 69

]]>
SANAL RÖPORTAJ / SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: “Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir.” https://hayatitek.com/sultan-ikinci-abdulhamid-han-ermeni-meselesi-ermenilerin-meselesi-degildir/ Sat, 30 May 2020 14:40:54 +0000 http://hayatitek.com/?p=43

HAYATİ TEK: Hakanım, yaşadığınız günden bugüne sizin hakkınızda çok şey yazıldı, çizildi ve söylendi. Kimileri “kızıl Sultan” dedi, kimileri “Ulu Hakan”, kimileri de “Gök Sultan”… Kimileri “Jurnalci” dedi, kimileri “strateji ve istihbarat uzmanı”… Münzevi bir hayat yaşadığınız da iddialar arasında. Tartışmalar hâlâ sürüyor. Bütün bunlara bir son vermek için sizden öncelikle kendinizi anlatmanızı istirham ediyoruz. Size göre kimdir Sultan Abdülhamid, nasıl bir insandır?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İnsan içinde yetiştiği hayat şartlarının tesirlerine göre meydana gelir ve yetişmesinde bilhassa tahsil ve terbiyesinin rolü çok fazladır. Benim ne şartlar altında yetiştiğim her zaman unutuluyor. Kız ve erkek kardeşlerim sevilip şımartılırken, bilmediğim bir sebeple babam bana iyi muamele etmezdi. Beni, yalnız zavallı kardeşim Murad anlardı. Çocukluğumdan beri ciddi bir tabiatım vardı, oyun oynamayı sevmezdim. Daha pek küçük yaşımda beşeriyetin mevcudiyetine dair ciddi mevzular üzerinde düşünmeye başladım. Hayalperesttim. Bu halimden dolayı, hocalarım beni azarlarlar, babama şikâyet ederlerdi. Muhitimdekilerin beni anlamadıklarını hissederek büsbütün içime kapanmıştım. Kardeşimden sonra tahta çıktığım vakit, etrafımı entrikalardan örülü ağların içinde hapsetmek isteyen insanlar almıştı. O zaman hayatımı ve tahtımı muhafaza edebilmek için; kurnazlara karşı kurnazca hareket etmek icap ettiğine karar verdim. Yaşamanın zevkini çıkarabilmek ve insanlara hürmet hissi duyabilmek için, maalesef insanın yaradılışındaki bozukluğu fazlaca tanımıştım. İktidara geldiğimden beri bana gösterilen zelilane dalkavukluktan iğreniyordum. Söylendiği gibi insanlardan kaçıyorsam, bu hayatta geçirdiğim şeylerin tabii bir neticesidir. Beni yakından tanıyanlar, iyi ve yumuşak bir insan olduğumu gayet iyi bilirler. Aile hayatım da kalbimin yumuşak olduğunu, sevgiye muhtaç olduğumu gösterir(1).

HAYATİ TEK: Hakanım, özellikle on yıldır devam eden Suriye iç savaşı nedeniyle son yetmiş yılın en sıcak günlerini yaşayan Ortadoğu’nun bir panoramasını çıkarır mısınız? O zamanlar başta İngilizler olmak üzere Fransızlar, Almanlar ve Ruslaın bölgeye dair emellerini kısaca özetler misiniz? Bu vesileyle yüzyıllık bir tarihi süreç hakkında okuyucularımızı haberdar etmeniz de mümkün olur. Bir zamanlar bu toprakların hakanı olarak sizin görüşlerinizin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Dilerseniz önce Almanlar ile başlayalım.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Berlin sefirimizden öğrendiğime göre Kayser, Anadolu’da Almanları tutan bir muhit yaratmak istiyormuş. İktisadi vaziyetimizi düzeltebilmek için Almanlardan istifade etmeyi doğru buluyorum, fakat Alman gazetelerinin yazdığı ve arzu ettiği gibi, Bağdat demiryolu üzerinde Alman kolonilerinin kurulmasına gelince katiyen taraftar değilim. Dedelerimizin pek çok fedakârlık yaparak elde ettikleri bu toprakları, Alman kolonilerine terk edeceğimizi zannediyorlarsa lüzumundan fazla müsamaha göstermiş bulunuyoruz. Anadolu yalnız bize aittir. Pek çok yerden itilip kakıldıktan sonra buraya yerleşen din kardeşlerimize bu son melcelerini (sığınaklarını) muhafaza edeceğiz(2).

HAYATİ TEK: O günlerde Fransızların bize karşı tutumları ne merkezde idi? Almanlarla olan diyaloğumuz onları rahatsız ediyor muydu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: M. Constans, Fransız Cumhuriyeti’nin sefiri olarak bize gelip yerleştiğinden beri, Fransızlarla olan temaslarımız çok daha iyiye doğru gitmektedir. Constans memleketimizde, vatanına eski itibarını tekrar kazandırabilmek için temkinli ve sebatkâr bir şekilde çalışmaktadır. Öğrendiğime göre, askeri ataşesi vasıtasıyla, ordumuzdaki birçok zabitlerle münasebet kurmuş, nezaketi sayesinde nazırları ve Babıali’deki yüksek memurları kendine celbetmeye muvaffak olmuş; hatta şimdiye kadar hiç vaki olmadığı halde Şeyhülislam dahi kendisine resmi bir ziyaret yapmıştır(3).

HAYATİ TEK: Constans’ın bütün bu gayretlerini Almanlarla kurduğunuz iyi ilişkilere mi bağlıyorsunuz?

HAYATİ TEK: Fransızlar, Almanlarla dost olmamızdan çekinmektedirler. İşin aslı tetkik edildiğinde, bütün bu mücadelelerin M. Constans ile M. Marschall von Biberstein arasında cereyan eden bir düellodan ibaret olduğu anlaşılır. Birbirlerinin siyasi tesirini yok etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Doğrusu bu mücadelenin sonunu ben de merak etmekteyim. Büyük devletlerin, dostluğumuzu kazanmaya bu kadar hâhişkâr (istekli) olmaları, bizim işimize gelir. Pek dalgalı olan siyasi hayatımızın idaresi, belki bu suretle biraz kolaylaşmış olur(4).

HAYATİ TEK: Almanlar ve Fransızlar Osmanlı’ya yakınlaşmaya çabalarken İngilizlerin tavrı nasıldı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mısır’daki otoritemizi kırmak için İngilizler ellerinden geleni yapmaktadırlar. Mısırlılar da İngiliz fikirleriyle ifsat edilmişlerdir bile. Selametin İngilizlerden geleceğine inanan Mısırlılar vardır. Bunlar için milliyet dinden önce gelir. Kendi medeniyetleriyle, Avrupalılarınki mecz edebileceklerini zannederler. Fakat İslamiyet ile Hıristiyanlık birbirine o kadar zıt görüştür ki, bağdaşmalarına imkân yoktur. Hidiv’in (Abbas Hilmi Paşa) sadakatini takdir ederim, fakat kendisinin de hemen hemen gavurlaşmış olduğu aşikârdır. Tahsile Cenevre’de başlamış, Viyana’da Theresianun’da ikmal etmiş olduğuna göre Avrupalılaşmamasına imkân yoktur. İngiliz, İslamiyet’in tesirini azaltmak, kendi hâkimiyetlerini kuvvetlendirmek için Hidiv’in, Halife olmasını isterler. Fakat dinine sadık hiçbir Müslüman, onun müminlerin reisi olarak kabul etmez. Mamafih İngilizlerin, icabında Lord Crümer’i bile Halife tayin etmeleri beklenebilir(5).

HAYATİ TEK: Mısır’ı bu kadar yakın markajda tutan İngilizlerin Arabistan üzerindeki emelleri neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiliz gazeteleri, şimdiye kadar pek çok defa İngiltere’nin Arabistan siyasetini açıklamışlardır. Fakat şimdiye kadar hiçbiri “Standard” gibi “Arabistan, İngiliz himayesine girmelidir, 56 milyon Müslüman tebaası olan İngiltere’nin Müslümanların mukaddes şehirlerine sahip olması tabiidir” diye açıkça yazmamışlardı. Maalesef İngiltere’nin Arabistan’da nüfuzu çok kuvvetlidir. Şimdiden Yemen’de başımıza güçlükler çıkmaya başlamıştır. İngilizlerin tahrik ettikleri Arap kabileleri arka arkaya isyan etmektedirler. Aden, İngilizlerin Arabistan’daki harekâtı idare ettikleri umumi karargâhtır. Bize karşı kullandıkları silahlar da Aden silah deposundan çıkmaktadır. Burada hakikaten çok güç bir vaziyette bulunmaktayız(6).

HAYATİ TEK: Pekiyi, bütün bu olup bitenlere karşı nasıl bir tavır geliştirdiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Kabile reislerine hediye ve bahşiş dağıtmak suretiyle İngiliz entrikalarına karşı kendimizi müdafaaya çalışıyoruz. Aden, Afrika’nın şarkî kısmına da hükmettiğinden, Arabistan’ın Celebitarık’ı sayılabilir. Kızıldeniz’de, Almanya ile Fransa donanmalarının da birer üssü bulunmasını tercih ederim(7).

HAYATİ TEK: Herhalde İngilizler bu duruma göz yummayacaklardır.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiltere, Fransa ve Almanya’nın taleplerine karşı tehditkâr bir tavır takınmaktadır. Eğer Fransa ile Almanya anlaşıp birbirlerini tutsalardı o zaman John Bull (İngiltere’nin Sam Amca’sı) baş eğmeye mecbur olurdu. Bizim için ehemmiyetli olan Şam ile Mekke arasındaki demiryolunun en kısa zamanda inşa edebilmektir. Bu suretle karışıklık arttığında süratle asker göndermemiz mümkün olacaktır. Ehemmiyetli ikinci nokta da Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirmektir ki, İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarparak parçalansın(8).

HAYATİ TEK: Bölgenin en önemli noktalarından biri de Basra Körfezi. Özellikle 1980’lerdeki İran-Irak savaşı ve 1991’deki Körfez Savaşı sırasında bu körfezin önemi bir kez daha ortaya çıktı. O dönemde İngilizlerin Basra Körfezi’ne ilgisi hangi merkezdeydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mezopotamya’daki eyaletlerimizi ziyaret etmek isteyen Hindistan ordusunda vazifeli İngiliz zabitleri, konsoloslarımın delaletiyle eyaletlerimizdeki valilerimizden zorla izin çıkartmışlardır. İnkâr etmelerine rağmen bu seyahatlerin siyasi maksadı olduğu aşikârdır. Bu keşif seyahatlerine son vermek için bir mazeret bulmak elzem oluyor. Zira Mezopotamya’nın anahtarı sayılan Şattülarap, İngilizlerin yerleşmelerine müsaade edemeyeceğimiz kadar ehemmiyetlidir. İngilizler, bilhassa nehrin ağzında bulunan Basra’yı arzu etmektedirler. Oranın ileri gelenlerinden öğrendiğime göre, bu maksat için su gibi altın akıtıyorlarmış. Kuveyt’te ise hilekâr, zengin Yusuf İbrahim onların hesabına çalışıyormuş. Son senelerde, Arabistan’a, seyahat bahanesiyle birçok İngiliz seyyah gelmiştir. Fakat bunların asıl maksadı Nil vadisi ile İran körfezini birleştirecek bir demiryolu kurmak üzere araştırmalar yapmaktır. Bu suretle Arabistan’ın kaderi çizilmiş oluyor(9).

HAYATİ TEK: Ortadoğu’daki temel sorunlardan biri de Vehhabîlik. İngilizlerin özellikle Riyad Şeyhi Abdülaziz İbni Suud’u bu konuda yakın markaja aldıkları biliniyor.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizler, Vehhabîliği ihya etmek için uğraşan Riyad Şeyhi Abdülaziz İbni Suud’u istedikleri gibi oynatabileceklerini zannediyorlarsa çok yanılıyorlar. İbni Suud, İngilizlere uymanın günah olduğunu çoktan anlamıştır. Bir zaman için kendini hür Arabistan’ın kuvvetli hükümdarı olarak tahayyül etmiş, fakat İngilizlerin yardımıyla istiklal elde etmek isterken, onların idaresi altına gireceğini düşünememişti. Şimdi ise bunu anlamış bulunmaktadır. Kuveyt Emiri Mübarek, onu İngilizlerin fena tesirinden kurtararak tekrar bize döndürmüştür. İngilizler oraya yerleşselerdi, bizim Bağdat demiryolu ne olurdu? 1901’de Kuveyt’e İngiliz bayrağı çekilmişti. Allah’tan Transvaal Harbi dolayısıyla İngilizler zayıfladığından bu çok ehemmiyetli yeri işgal etmelerini protesto edişimiz tesirini göstermiştir. Bu meselede Almanya da bizimle aynı görüşte olduğunu belirtmiş ve fikirlerimizi kuvvetle müdafaa etmiştir(10).

HAYATİ TEK: İngilizlerin Ez-Zibar’da yaptıkları da kabul edilemez. Ancak uluslararası kamuoyu niçin sessiz kalıyor bütün bunlara?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ez-Zibar’da (Sahra’da), İngilizlerin yaptıkları zulümleri görmezlikten gelmek, büyük devletler için utanılacak bir yüz karasıdır. Anavatanında yaşama imkânı bulamadığı için hicret etmek isteyen müdafaasız bir kabileyi çıktıkları yere tekrar döndürmeye zorlamak, hainlik değil midir(11)?

HAYATİ TEK: Hangi kabileden bahsediyorsunuz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Takriben 2.000 kişiden teşekkül eden Ali ben Ali kabilesi ile şeyhleri Selam’dan bahsediyorum. Bu meselede İngiliz Başkonsolosu Wilson-Buschir o kadar merhametsizce davranmıştır ki, vahşetini anlatacak kelime bulamıyorum. Kaçmak isteyen kabilelerin, Türk topraklarına (Ez-Zibar) sığındıkları kati olarak bilinmekteydi. Memurlarımızın bütün ikaz ve itirazlarına rağmen, İngiliz harp gemileri, bu müdafaasız mıntıkayı bombardıman etmişler, pek çok binanın hasar görmesine, yüzlerce kadın, çocuk, masum insanın ölümüne sebebiyet vermişlerdir. Ermeni katliamı meselesinde isyan eden, kıyametleri koparan İngilizler, bu yaptıkları işkenceyi medeni bir memlekete yakıştırıyor olmalılar. Büyük devletler ise şikâyetlerimize omuz silkmekle cevap veriyorlar. Anlaşılan Hıristiyanların kalbinde merhamet denen şeyden eser yok(12).

HAYATİ TEK: Ermeni meselesini de soracağım size. Ancak ondan önce müsaadenizle Rusların Ortadoğu’da olup bitenlerle ilgili tavırlarını sormak istiyorum.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bağdat demiryolu inşaatı, Alman bankasına verdiğimden dolayı Rus gazeteleri galeyana geldiler. Ne basiretsizlik! Rus menfaatlerine çok daha uygun olması itibariyle, bu hattı, Almanların yapmalarına memnun olmaları icap ederdi. Zira Anadolu’da ve Mezopotamya’da, Almanların mevcudiyeti, İngilizlerinkine nazaran daha az tehlikelidir. Almanlar coğrafi mevkileri bakımından buralarda yalnız iktisadi ve mali menfaat gözeteceklerdir. İngilizler gibi ard düşünceleri yoktur. İngilizler icabında demiryollarına el koyabilirler bu da Ruslar için çok nahoş olabilir. Ruslar, Bağdat demiryolu mücadelesindeki kayıplarını, İran demiryollarında elde ettikleri oldukça büyük menfaatle telafi ederek teselli bulabilirler(13).

HAYATİ TEK: Hakanım, az önce bir “Ermeni katliamı” meselesinden söz etmiştiniz. Nedir o mesele? Bu konuyu biraz açar mısınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bizi Ermenilere eziyet etmek, onları istismar etmekle suçlamak gülünçtür. İmparatorluğumuzun tarihine göz gezdirilirse Ermenilerin her zaman çok zengin olageldikleri tespit edilebilir. Bu hususu yakından bilenler Ermenilerin, Müslüman tebaamızdan çok daha zengin olduklarını teyit edeceklerdir. Her devirde Ermenilerin, vezirlik dâhil, memuriyette en yüksek mevkilere kadar geldikleri görülmüştür. Memurinin üçte birini Ermenilerin teşkil ettiğini söylesem, hiç de izam etmiş olmam. Bundan başka diğer reaya gibi Ermeniler de askerlik yapmazlar. Buna mukabil ödedikleri vergi (askerlik bedeli) o kadar cüz’idir ki, bunun zaten, Müslümanların askerlik yapmakla geçirdikleri zaman zarfında fazlasıyla telafi ederler. Ermenilerin ticareti mükemmel haldedir. Zaten vergilerin, idaresi de hemen hemen tamamıyla onların elinde sayılmaz mı? Reşit Paşa’nın tavsiyesi üzerine (Gülhane Hattı Şerifi, 2 Teşrinievvel 1839) Abdülmecid, iltizamı (gayri Müslimlerden vergi alınmaması) kaldırmak istediğinde, buna kim karşı çıkmıştı? Ermeniler kıymetli imtiyazlardan vazgeçmek istemedikleri için ısrarla mücadele etmişler, her şeyin eskisi gibi kalmasını temin etmişlerdi. Kürt dağlarında, çok fakir bir hayat süren Ermeni zümresinden maada, Rumlar da dâhil olmak üzere bütün tebaamız içinde en zengin olanlar Ermenilerdir. Bu halkın memleketimizdeki zenginliklerden istifade etmesini bildiği şüphe götürmez bir hakikattir(14).

HAYATİ TEK: O halde nedir bu gürültü?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermeni meselesine dair şimdiye kadar pek çok yazı yazılmış, pek çok konuşulmuştur. Doğu Beyazıt’taki Ermeni isyanının kanlı bir şekilde bastırılması (1897) Avrupalı diplomatlara, bizi sıkıntıya sokmaları için bir vesile teşkil etmiştir. Ermeniler lehindeki ıslahat istekleri basit bir bahaneden ibarettir. İngiltere’nin ısrarı üzerine, “Ermenilere ait ıslahat istekleri” maddesi Berlin Muahedesi’nde yer almıştır. Bundan gayrı, büyük devletler tarafından, Ermeniler lehinde hiçbir talepte bulunulmamıştır, zaten bunu icap ettirecek sebep de olmamıştır. Bir İngiliz gazetesi inkılaplara halkın değil hükümetlerin sebep olduğunu iddia ediyor. Fakat bu fikir Ermeni Meselesi ile hiç bağdaşmamaktadır. Çünkü Ermeniler harici tesirlerle isyana sürüklenmişlerdir. Tabiatları itibariyle çekingen ve dünya nimetlerine düşkün olan Ermenilerin isyana karar vermeleri için bu işin bir evveliyatı olması lazımdır(15).

HAYATİ TEK: Tam da onu soracaktım. Sizin de detaylı bir şekilde anlattığınız gibi, Osmanlı toplumunun müreffeh bir üyesi olan Ermeniler niçin isyan ettiler?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İmparatorluğumuzun şarkında proteston dinini yaymak gayesi ile vaazlar veren Anglo-Amerikan misyonerler, Müslüman halkı tahrik edici tarzda hareket etmişler ve kabalıkları bütün İslam âlemine hakaret eklini almıştı. Daha sonra Ermeniler de aynı küstahlıkla hareket edebileceklerini ve aynı şekilde cezasız kalabileceğini zannetmişlerdi(16).

HAYATİ TEK: Yani, Ermenilerin isyan etmesinin arkasında misyonerler ve dış tertipler mi var?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu hareket, Merzifon’daki dini mektebin kuruluşundan sonra başlamıştır (1862). Bu mektebi bitirenler; Ermenileri bir millet halinde birleştirmek gayesiyle komiteler teşkil etmişlerdir. Atina’da, İnkılapçı Ermeni Komitesi’nin, memleketimizde bir isyan çıkartmayı kararlaştırdığı tespit edilmiştir (1891). Bundan sonra ikinci derecede komiteler olan Andon Redschuri’ler her tarafta teşekkül etmeye başlamıştır. 1892 senesi Noel’inde bütün Ermeni kiliselerinde, halkı açıkça isyana davet eden ilanlar yapıştırılmıştır. O zaman onlara karşı gösterdiğimiz sabrı acaba hangi memlekette bulabilirler? Seneden seneye Ermeni harekâtı fazlalaşmış, halkımızın hiddeti de buna müterafık olarak arttığından, sonunda fiiliyata geçilmiştir. Rusya’da da Pogram (Yahudi katliamı) meydana gelmiş, fakat büyük devletlerden hiçbiri bu Hıristiyan kardeşlerine mani olmaya cesaret edememişlerdir. Biz Müslümanlara gelince aynı şekilde davranılmamaktadır. İngiltere hiddetlenmiş, Ermeni meselesini ortaya çıkaracağını söyleyerek bizi tehdit etmiştir. Çünkü bu mesele Uzak Şark’ta da karışıklıklar yaratacağından işine gelmektedir(17).

HAYATİ TEK: Ermenilerin bağımsız bir devlet kurma emelleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermenilerin müstakil bir devlet kurmak tasavvurları sadece ütopyadır. Ortodoks, Proteston ve Katolik olmak üzere üç ayrı kiliseye bağlı olan Ermeniler arasında da mücadele eksik olmadığına göre, müstakil bir Ermeni devleti yaşayabilir mi?

Ayrıca Ermenilerin bir milyonu Rus tebaası, iki milyonu İran tebaası, bir buçuk milyonu da Türk tebaasıdır ve nihayet tarih de göstermiştir ki, karakterleri icabı Ermenilerin kendi başlarına bir devlet kurmalarına ve onu devam ettirmelerine imkân yoktur(18).

HAYATİ TEK: O halde nedir Ermeni meselesi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir. Rahat yürekle söyleyebilirim ki, Ermeni kavmi (milleti), Osmanlılığı en iyi benimsemiş, onu en iyi temsil etmiş bir kavimdir. Medeniyetimize hizmet etmişler, devletimizin bekasına çalışmışlar, hizmetleri ve sadakatleri ile mümtaz Osmanlılar çıkarmışlardır. Ermenilerin bizden hiçbir şikâyetleri yoktu. Fakat Ruslar, Bulgaristan üzerindeki emellerine ulaşınca, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir parça daha koparmak için, Ermenileri parmaklarına doladılar. Gönderdikleri ajanlarla, önce papazları, öğretmenleri ele geçirdiler, sonra da buldukları macera düşkünü Ermenileri bizim aleyhimize çevirdiler. Aslına bakacak olursak Ruslar, Türkiye’de müstakil bir Ermenistan kurulmasından yana değildirler. Çünkü kendi sınırları içinde de Ermeniler vardı, o zaman bunlar da bu Ermenilere katılmak isteyeceklerdi(19).

HAYATİ TEK: O halde Ruslar niçin böyle bir risk aldılar?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Rusların hesabı, kendi Ermenilerinin ağızlarına bir parmak bal çalmak, Türkiye’nin başına bir gaile çıkarmaktan ibaretti(20).

HAYATİ TEK: Topraklarımızda olup biten bu tür hadiseleri önlemek noktasında sizin ne gibi teşebbüsleriniz oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ben, fitneyi bastırmak, bu iyi Osmanlıları, yanlış yollara sapmaktan kurtarmak için elimden geleni yaptım. Bir yandan kendilerine şefkatle muamele ettim, bir yandan Katolik ve Ortodoks Ermeniler arasındaki anlaşmazlığı kullanarak, uzun müddet, bir fikir etrafında toplanmalarını engelledim. Fransızlar, Katolikleri himaye ediyorlar; Ruslar, Ortodokslara arka çıkıyorlardı. Ben, bazen birini, bazen ötekisini tutarak, ama her ikisinin de Osmanlı reayası olduğunu hatırdan çıkarmayarak, tahrikleri önlemeye çalıştım. Önce birbirlerini kırdılar, sonra dönüp Müslüman ahaliye saldırdılar. Birinci safhası böyle biten oyunun ikinci safhasına geçildi(21).

HAYATİ TEK: Neler oldu bu safhada?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Türk kılığına giren Ermeniler, kendilerine yardım etmek isteyen kendi vatandaşlarını öldürüp sonra da “Görmüyor musunuz, sizi Türkler kesiyor, siz hala bizimle birlik olmuyorsunuz” demeye başladılar. Bir yandan da Türk köylerine giriyorlar ve Müslüman halkı türlü işkencelerle öldürüyorlardı. Bu Ermeni tahrikçileri özellikle Sason bölgesinde tahriklerini sürdürüyorlardı. Bu Ermeni-Müslüman kavgasını sona erdirmek için, Müşir Zeki Paşa emrindeki orduyu, bu sahaya sevk ettim ve ayaklanmayı bastırdım(22).

HAYATİ TEK: Ermenilerin “koruyucuları” devreye girmedi mi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Büyük devletler elçileri, birbiri peşinden Saraya koştular; zavallı Ermenilerin kılıçtan geçirildiğini ve bunun zulüm olduğunu söylüyorlardı. Hele İngiltere elçisi, hemen bir tahkikat heyetinin kurulmasını istiyor ve buna öncülük etmek için de bir İngiliz Askeri Ataşesinin hemen olay yerine gönderileceğini söylüyordu. Bütün elçilere ve bu arada daha sert bir dille İngiliz Elçisine, bunun bir asayiş meselesi olduğunu, ordunun buralardaki eşkıyaları temizlediğini söyledim ve ilave ettim: “Ateşe göndermenize müsaade edemem. Çünkü bugünlerde buralarda bir İngiliz Ataşesinin görünmesi, yatışmış toplumları yeniden birbirine düşürebilir(23).”

HAYATİ TEK: İngiliz elçinin tavrı ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Elçi yanımdan hayret içinde ayrıldı. Çünkü ben o günlerde İngiltere’nin uzak doğuda Ruslarla başlarının iyece derde girmiş olduğunu biliyordum. Fakat bunu izleyen yıllar İngilizler Ermeni meselesini ayakta tutmak için ellerinden geleni yaptı(24).

HAYATİ TEK: Gerçekten çok ilginç… Aralarında büyük bir mücadele bulunan devletler nasıl oluyor da Ermeni meselesi gündeme gelince hemen birlik oluyorlar? İngiltere’nin bu konudaki ısrarının sebebi neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü bu suretle Mısır’da giriştiği işleri örtmüş oluyor, dünyanın dikkatini Türkiye üzerinde uyanık olarak tutuyordu(25).

HAYATİ TEK: Ortadoğu’yu İngilizler için cazip kılan başka bir şeyler olmalı…

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bunun, ayrı ve hoş bir hikâyesi vardır. İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların “hayır” demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım -nice aylar sonra fark edebildiğimi- bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile (!) bulunabilirmiş! Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti’nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de -hiçbir bedel istemeden- bize bırakacaklarmış(26)!

HAYATİ TEK: Ne tepki verdiniz Büyükelçiye?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiltere ile yakın ilişki kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa’yı çağırdım. İngilizlerin tekliflerini anlattım ve gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim(27).

HAYATİ TEK: Hadiseler nasıl gelişti?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngiliz Elçisi bir gün heyecanla huzura girdi ve bana Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdi. Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi(28).

HAYATİ TEK: Enteresan… Ne cevap verdiniz elçiye?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum.

Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlayan kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler(29)!

HAYATİ TEK: Bu samimiyetsiz tavır üzerine tepkiniz ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim. Yalnız, gelen haberlerden Musul’daki ve Bağdat’taki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı.

Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende attırmak içindi(30).

HAYATİ TEK: O halde asıl amaçları neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, petroldü(31)!

HAYATİ TEK: Bunu nasıl anladınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Daha önce Eflak’da (Romanya) petrol bulunduğu için bunun kuyular açarak arandığını biliyordum. Nitekim bir süre sonra İngiliz Elçisi, ayrı bir haber vermesi vesilesine huzura girdiği zaman, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, eğer muvafık bulursam, İngiltere Hükümeti’nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattı. Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı(32).

HAYATİ TEK: Bu kadar samimiyetsizlik de fazla. Gereken tepkiyi verdiniz tabii.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat’ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım(33)!

HAYATİ TEK: İngilizlerin tavrı ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizler darılıp kazıları olduğu gibi bıraktılar. Fakat hemen ardından, Cemaleddin-i Efgani yolu ile Hilafet meselesini kurcalamaya başladılar. Hicaz Emirini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyüce bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa’yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler(34).

HAYATİ TEK: Diplomasi denen şey bu olmalı. Tam bir satranç tahtası… Siz de mutlaka bir karşılık vermişsinizdir İngilizlere?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İngilizlerle böylesine çatışmaya düştüğümüz günlerde, Almanya bize dostluk elini uzatmaya başladı. Girit ihtilafında doğrudan doğruya bizi destekledi ve öteki büyük devletlerden ayrıldı. Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için, Almanlara yaklaştım. Aslında ikizimin de düşünceleri başka başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Wilhelm İstanbul’a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım. Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı(35).

HAYATİ TEK: İşin aslını hemen anladınız tabi. Pekiyi, izin verdiniz mi Almanlara?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nam ile Musul’a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini istedim(36).

HAYATİ TEK: Tahmininiz doğru çıktı mı? Yaveriniz size ne gibi raporlar getirdi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Selahattin Efendi’den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı(37).

HAYATİ TEK: Tepkiniz ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklif ile gelseydi, ben ona bazı şartlarda bu arama ruhsatını verecektim(38).

HAYATİ TEK: Neden?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu. Tahsin Paşa bunu imparatora duyurmak teklifinde bulundu. Reddettim. “Bırakalım, arasınlar” dedim, “bulurlarsa petrolü ceplerinde götüremeyecekler ya… Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız(39)!”

HAYATİ TEK: Musul ve çevresinde petrol bulunduğu kesinleşince bunu değerlendirmeyi düşünmediniz mi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika’ya gönderdim(40).

HAYATİ TEK: Neden Amerika?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktı. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi(41).

HAYATİ TEK: Neden?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Selahattin Efendi’nin Amerika’da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü. Selahattin Efendi dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarını ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile yanaşmadıklarını söyledi. Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusu almıştık. Japonya’dan bir mütehassıs grubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler(42).

HAYATİ TEK: Şahane… Sonra ne oldu?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştırıldım(43).

HAYATİ TEK: Tahttan uzaklaştırılma gerekçeniz olarak; 31 Mart Olayına sebep olduğunuz, dini kitapları tahrif ettiğiniz, devlet hazinesini israf ettiğiniz gösterildi. Bu suçlamalar hakkında neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bu ana kadar kanundan kıl kadar ayrılmadım. Bu işleri yapanları Allah kahretsin. Benim zerre kadar bu işlerde dahlim yoktur. Hatta ayaklanma günü söyledim; “Ben atıma bineyim, askerin ortasına çıkayım, ne olursa olsun, isterlerse beni öldürsünler” dedim. Ben bunca senedir, devletimin, milletin saadeti için çalıştım. Fakat düşmanlarım daima bana böyle fenalıklar hazırladılar. Dört, beş çapkın bu fesatları çıkardı. Dolap çevirdi. Fakat kıyamet benim başıma koptu. Benim hizmetlerim meydandadır(44).

HAYATİ TEK: Hizmetlerinizin en azından birkaç tanesinden bahsetmek ister misiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Ben söylemeyeyim, tarih bunları yazacaktır. Tahta cülusumdan sonra idam cezasını kaldırdım. Benim merhametime ve hüsnüniyetle bu kadar hizmetlerime karşılık böyle hakaretler görüyorum. Kaderim böyle imiş. Bu hadisede dahi gene kan dökülmemesi için pek büyük hizmet ettim. Uğraştım, ne yapayım. Allah, milletimi vatanımı muhafaza etsin. Zararı yok(45).

HAYATİ TEK: Tahttan indirilmenizde Masonların rolü olduğu söyleniyor. Bu iddiaya ne diyorsunuz? Masonlar bu kadar etkin miydi Osmanlı ülkesinde?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Bizdeki farmasonların çok bıktırıcı ve rahatsızlık veren hareket tarzları vardır. Büyük bir gayretkeşlikle, halkın hiç de anlamadığı yenilik fikirlerini yaymaya çalışırlar. Hâlbuki bizde büyük kütle, hürriyet fikirlerine karşı tamamıyla bigânedir. Bunlarla birleşmeyi kabul edenler, memleket haricinde uzun zaman kaldıkları için köklerinden kopan ve cila gibi sathi bir Avrupa tahsili görmüş olan bir avuç insandan ibarettir. Bu insanlar memleketlerine döndüklerinde, halkın kendilerinden ne beklediğini bilemezler. Türkiye’yi “medeni bir memleket” haline getirebilmek için garp fikirlerini yaymaya çalışırlar. Bu ne feci bir basiretsizliktir. Muhakkak olan bir şey varsa, memlekette ve ordu içinde ayrılık ve itaatsizlik toplumlarını ektiler. Kuvvet ve kudretimizi zayıflatabilmek için, devletimizin dâhilinde sözde hürriyet fikirlerini yaymak isteyen İngiltere’nin hesabına çalıştıklarının farkında bile değildirler. İfsat edilen bu Türklerin, “müstebit”i, yani beni devirebilmek gayesiyle Yunanlılarla, Bulgarlarla işbirliği yaptıklarını görmek, bana pek elim gelmektedir.

Ya Rabbim, bu zavallı akılsızlar beni ne kadar tanımamışlar ve Osmanlı Devleti’nin lehinde olan şeylerden ne kadar habersizler(46).

HAYATİ TEK: Sizin tahttan uzaklaştırılma döneminiz de manidar. Kısa bir süre sonra Trablusgarp ve Balkan savaşları çıktı. Hemen ardından da Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Sizce Osmanlı bu savaşa girmeli miydi? Daha doğrusu girmeme diye bir şansı var mıydı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Günün birinde umumi bir harbin çıkacağına hiç şüphe yoktu. Fakat bizim bu işe atılmamız büyük bir cehalet ve tedbirsizlikti. Selametimiz tarafsız kalmaktaydı(47).

HAYATİ TEK: O halde neden girdik?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: İki gemi için feda olduk. Üç büyük devlete karşı bu harbe girmemiz akıl karı değil. Vahim bir neticeden pek korkuyorum. Nasıl olur? Bu deliliktir(48).

HAYATİ TEK: Doğru ya da yanlış, savaşa girildi ve Osmanlı cihat ilan ederek bütün İslam dünyasını birlikte hareket etmeye çağırdı. Bu çağrı niçin başarılı olamadı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Cihadın kendisi değil, fakat ismi bizim elimizde bir silahtı. Ben bazen sefirleri tehdit etmek istediğim vakit; “Bir İslam halifesinin iki dudağı arasında bir kelime vardır. Allah bunu çıkartmasın” derdim. Cihad bizim için ismi olup da cismi olmayan bir kuvvetti(49).

HAYATİ TEK: Sizin Türkçeye büyük önem verdiğinizi ve bu konuda dilimizin ıslahı hakkında teşebbüste bulunduğunuzu biliyoruz. Bu amaçla, Lügat-ı Çağatayi ve Türki-i Osmani yazarı Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas kurmak üzere resmi görevle Türkistan’a gönderdiniz. Türkçe konusunda bu denli titiz ve hassas olmanızın sebebi neydi?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Yazı dilinde Arabi ve Farisi kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak, açık yazılmış sözler ile meramı ve maksadı tamamıyla anlatır. Bu sözlerle daha ziyade kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır.

Osmanlı müellifleri maksat ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne kadar çok Arabi ve Farisi kelime bildiklerini göstermeyi marifet sanmış mesela lisanımızda “taş” sözü varken bunun yerine “senk” veya “hacer” kelimelerini kullanmayı zarafete daha uygun zannetmişlerdi. Bu hal, birçok zararlarıyla birlikte, dilimizde mevcut çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur.

Yazı dili için İstanbul ahalisinin konuştuğu lisanın esas tutulması, cümleler gayet sade ve açık yazılarak kullanılan kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe sözler olması herhalde çok faydalıdır. Osmanlı mekteplerinde Arapça ve Farsça lüzumlu olduğu için okutulmaktadır. Bu diller, Kur’an-ı Kerim’i doğru okumak, bugünkü fen bilgilerini ve tabirlerini anlayabilmek için icabında bu iki dille yazılmış kitapları okumaya muktedir olmak maksadıyla okutulur. Yoksa bu dillerin okutulması Türkçede Arabi ve Farisi kelimeler kullanmak için değildir.

Yazı yazmaktan maksat, meramı yazı ile ve güzelce anlatmaktır. Bu maksada ise kullanılan kelimelerin bilinen sözler olmasıyla varılır. Yabancı kelimeleri okuyan ve dinleyen anlasa bile bunların tesiri pek az olur.

Bundan başka kitap ve saire gibi faydalı eserler tercümesinde ifade ne kadar açık ve sade olursa anlayanların sayısı o kadar artar ve yapılan işin faydası o kadar yaygın olur. İşte bunun için yazı yazarken açık ve sade bir üslup kullanıp alışılmamış lügat kullanmaktan kati surette kaçınmak lazımdır.

Şimdiye kadar bu usule uyulmayıp Arapça, Farsça lügatlerin hemen hepsi yazı dilinde kullanılmış ve bu da Türkçe’nin vaziyetini güçleştirmiştir. Hâlbuki başka dillerde hemen bir iki sene tahsilden sonra gazete okuyup anlayacak kadar lisan öğrenildiği halde dilimizin o derece öğrenilmesi çok zaman istemektedir. Bu sebeple talebeye mümkün olduğu kadar Türkçe açık ibareler okutturulup yazdırılmalıdır(50).

HAYATİ TEK: Gayet açıklayıcı bir cevap oldu efendim. Türkçe ve eğitim konusunda sergilediğiniz bu hassasiyet ve uzak görüşlülüğe rağmen sizin yeniliklere açık olmadığınız öne sürülüyor. Dünyadaki gelişmeleri takip etmediğiniz, ülkeye yatırım yapmadığınız iddia ediliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Anadolu demiryolu; mürteci olduğumu, yeniliklere düşman olup, memlekete sokmak istemediğimi söyleyenlere bunun aksini ispat eden en iyi delildir. Rus harbinin sarsıntısından bir dereceye kadar kurtulduktan sonra, bütün kuvvetimle Anadolu demiryolunun inşaatına hız verdim. Bu yolun gayesi Mezopotamya ve Bağdat’ı, Anadolu’ya bağlamak, İran körfezine kadar ulaşmaktır. Alman yardımı sayesinde, bu eser muvaffakiyetle tamamlanmıştır. Yolun kat ettiği vilayetlerin getirdiği kazanç, seneden seneye artmaktadır. Eskiden tarlalarda çürüyen hububat şimdi iyi sürüm bulmaktadır. Madenlerimiz dünya piyasasına arz edilmektedir. Mesela, mabeyncim Ragıp Bey’in krom madeni bunlardan biridir. Anadolu için çok iyi bir istikbal hazırlanmıştı(51).

HAYATİ TEK: Hicaz Demiryolunu da aynı gayeye hizmet için mi yaptınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Mekke yolu tamamlandıktan sonra Süveyş Kanalı’na ihtiyacımız kalmayacak. İstanbul, mukaddes Mekke ve Medine şehirlerine demiryolu ile bağlanmış olacak. Bu suretle de, bu yerlere, icabında askerimizi emniyet içinde göndermemiz mümkün olacak(52).

HAYATİ TEK: Evet ama basına yönelik bir takım uygulamalarınız var. Örneğin sansür. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Osmanlı memleketine Fransız ihtilale fikirlerini sokmaya çalışanlara karşı takip edilmiş politika; çeşitli çalkantılar içinde bulunan Osmanlı devletine zararlı neşriyat yoluyla zehirli fikirler sokmaya çalışanlara karşı uygulanmış bir savunma metoduydu sansür. Benim memleketimde hangi fikir adamı, hangi edebiyatçı, hangi âlim faydalı bir yazı yazmış, kitap çıkarmış da ben buna mani olmuşum(53)?

HAYATİ TEK: Ama edebiyata düşman olduğunuz söyleniyor.

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve edebiyatçıların değil edepsizlerin düşmanı idim.

Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Bey’e (Namık Kemal) vefatı gününe kadar kesemden maaş vermez ve oğlunu hizmetime almazdım.

Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamit Bey’i dolgun maaşlarla bolluk içinde bulundurduktan sonra ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhahlıklarda (hayırseverlik) bulunmazdım.

Ben edebiyat ve tarihe düşman olsaydım bir aralık taht ve tacımla da uğraşmak istemiş olan Mizancı Murad Bey’in her münasebetsizliğine katlanarak, saltanatımın son anına kadar yeterli maaş ile devlet hizmetinde kalmasına izin vermezdim(54).

HAYATİ TEK: Size yönelik yoğun eleştirilerden biri de Birinci Meşrutiyet Meclisi’ni, açıldıktan kısa bir süre sonra dağıtarak istibdat dönemini başlatmanız yönünde. Meclisi niçin dağıttınız?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Meclis-i Mebusan çalışmaz durumdadır. Açılmasıyla beraber iki defa teşekkül etmiş bulunan bu meclis saltanat ve devlet ve memleket menfaatleri aleyhinde tuttuğu uygunsuz tavır ve yol ile dost ve düşmanın menfaatlerinin hizmetçileri olmaları lazım gelen mebuslar para hırslarıyla bir takım nüfuzlu kişilerin dalkavukları olmuşlardır.

Hıristiyan mebuslar ise her birisi mensup oldukları milletin emel ve maksatlarını kabul ettirmeye çalışarak Ermeniler Ermenistan hakkında nutuklar atmaya ve Rumlar Tırhala (Teselya bölgesinin önemli bir şehri) ve diğerleri hakkında gayelerini kabul ettirmeye çalışmaları ile meclis içinde vekiller üzerinde adeta hükümranlık ve nüfuz etmeye cüret etmiş idiler. Bunların bu çeşit tahakkümlerine meclisini devamıyla meydan verilmiş olsa idi hırs ve emelleri az zaman içinde devletin en yüksek makamlarını işgal seviyesine gelir idi.

Meclis-i Mebusan devlet ve memleket için terakkiyi sağlayacağı yerde kısa zamanda çok büyük zararlar getirmesine sebep olarak nihayet memleketin maddi ve manevi kuvvetini felç eden 93 Harbi’ni (Osmanlı-Rus Harbi) meydana getirmiştir. Meclis bir müddet daha devam etmiş olsaydı hatıra gelen zararları daha da artarak kuvvetlenecek ve Allah göstermesin memleket dâhilinde nifak tohumları memleketi o kadar sarardı ki, her tarafta ihtilaller ve karışıklıklar meydana gelmesine sebep olur ve şimdiye kadar çoktan beri Ermeniler ve Ermenilerin yardımcıları tarafından kurulmasına çalışılan fikir birliği ve maksatlarının yayılması için neşrettikleri kitaplarda Konya havalisine kadar yayılan haritası yapılan Ermenistan prensliğinin fikir ve tasavvuru gerçekleşerek Girit adası gibi Osmanlı memleketlerinden ayrılmış olurdu. Velhasıl Allah korusun memleketimiz parça parçaya taksim olunarak şan ve şevket ve nüfuz ve iktidarı en yükseklere vasıl olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniye bugün başka devletlerin nüfuz ve tahakkümü altında küçük bir idareden ibaret olurdu(55).

HAYATİ TEK: Efendim, artık söyleşimizin sonuna geldik. Tahttan uzaklaştırıldıktan sonra apar topar trenle Selanik’e gönderildiniz. Orada neler yaşadınız? Günleriniz nasıl geçti? Size nasıl davrandılar?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Zabitlerin yaptıklarını ilelebet unutmayacağım. Selanik’e geldiğim vakit yirmi gün çamaşırsız kaldım. Kanepe üzerinde yattım. Zabitler münasebetsiz tavır ve davranışlarda bulundular. Kadınlar için bahçeye çıkmak ve nefes almak mümkün olmadı, bazen susuz ve gazsız kaldık. Hakkı isminde bir zabit pek edepsizlik etti. Daha sonra midesinde kanser çıkarak öldü. Gazete almama kitap istememe mani oldular. Ben kitap istedikçe onlar, aşk ve alakaya dair romanlar gönderdiler. Çocuklarımdan gelen mektupların birçok yerleri çiziliyordu. Bütün bunları anlatmaktan hayâ ediyorum. Zararı yok, ben derviş insanım. Burada Kur’an-ı Kerim, Buhari-i Şerif ve Delail-i Hayrat okur, vakit geçirir idim(56).

HAYATİ TEK: Son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN: Benim şimdiye kadar nefsimi düşünmediğimi Cenabı Hak biliyor. Dinimi, milletimi ve vatanımı düşündüm. Bu sebepten çok düşman kazandım. Kendimi düşünmüş olsa idim sefalar içinde bulunur ve her gün yabancıların önlerine bir şey atarak vakit geçirirdim. Kol düğmemi sattığım günler oldu. Kendim beş yüz kuruşla yaşarım(57).

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN KİMDİR?

(1842-1918)

DİPNOTLAR

1) Sultan Abdülhamid-; Siyasi Hatıratım, Yay. Ali Vehbi Bey, Fransızca’dan Çev. H. Salih Can, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975, s. 207-208

2) a.g.e., s. 142

3) a.g.e., s. 143

4) a.ge., s. 143

5) a.g.e., 143-44

6) a.g.e., s. 144

7) a.g.e., s. 144

8) a.g.e., s. 145

9) a.g.e., s. 149-150

10) a.g.e., s. 151-152

11) a.g.e., s. 152

12) a.g.e., s. 153

13) a.g.e., s. 153

14) a.g.e., s. 72-73

15) a.g.e.,  s. 80

16) a.g.e.,  s. 81

17) a.g.e.,  s. 81

18) a.g.e.,  s. 82

19) Bozdağ, İsmet-; Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s. 56

20) a.g.e., s. 56

21) a.g.e.,  s. 56

22) a.g.e.,  s. 57

23) a.g.e.,  s. 5

24) a.g.e.,  s. 5

25) a.g.e.,  s. 5

26) a.g.e.,  s. 76

27) a.g.e.,  s. 76

28) a.g.e.,  s. 77

29) a.g.e.,  s. 77

30) a.g.e.,  s. 77

31) a.g.e.,  s. 78

32) a.g.e.,  s. 78

33) a.g.e.,  s. 78

34) a.g.e.,  s. 79

35) a.g.e.,  s. 80

36) a.g.e.,  s. 80

37) a.g.e.,  s. 80

38) a.g.e.,  s. 80

39) a.g.e.,  s. 80

40) a.g.e.,  s. 81

41) a.g.e.,  s. 81

42) a.g.e.,  s. 81

43) a.g.e.,  s. 81

44) Yılmaz, Ömer Faruk-: Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han, Osmanlı Yayınevi, İstanbul 1999, s. 189

45) a.g.e., s. s. 189

46) a.g.e.,  s. 192-193

47) a.g.e.,  s. 287

48) a.g.e.,  s. 223

49) a.g.e.,  s. 223

50) a.g.e.,  s. 281-282

51) a.g.e.,  s. 289-290

52) a.g.e.,  s. 291-292

53) a.g.e.,  s. 301, 303

54) a.g.e.,  s. 350

55) a.g.e.,  s. 351-353

56) a.g.e.,  s. 259-260

57) a.g.e.,  s. 321

]]>