Sultan Mahmud – Hayati Tek https://hayatitek.com Wed, 03 Feb 2021 08:46:46 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Sultan Mahmud – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 DEVLETŞAH: “FİKİR GELİNLERİNİN SÜSLEYİCİLERİ VE NEFİS SIRLARININ SARRAFLARI NAMLI ŞAİRLERDİR.” https://hayatitek.com/devletsah-ropartaj/ Tue, 02 Feb 2021 20:09:42 +0000 http://hayatitek.com/?p=3990 HAYATİ TEK: Efendim, yaşadığımız çağda insanın ruh cephesi hayli ihmal ediliyor. Oysa siz, “Ey insanoğlu! Sen yaradılışın ilki ve aynı zamanda da sonuncususun. Kendini küçük görme.” diyorsunuz. Sizce insanı önemli kılan nedir?

DEVLETŞAH: İnsani mertebelerin en yükseği ilim ve hikmettir. “Biz insanı en mükemmel şekilde yarattık” ayetinden çıkan mana da budur. Ve en aşağı mertebesi de bilgisizlik ve aptallıktır. “Sonra biz onu en aşağılara attık” ayeti de buna işaret etmektedir. Binaenaleyh Tanrının bu sözlerinden anlaşıldığı veçhile şu pek kesindir ki, insan en aşağılık ve en tehlikeli olan alçak mertebeden, meleklerin mertebesinin en yücesine ancak insani sıfatlar ve ilahi bilgiler vasıtasıyla erişebilir. (s. 24)

HAYATİ TEK: İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellikler nelerdir?

DEVLETŞAH: İnsanlara mahsus olan konuşma ve güzel söz söyleme hassasını meani (mana, anlam) kapılarının anahtarı olarak yaratmışlardır. Hatta en ince bilgi hazinelerinin tılsımını bu anahtarla açmışlardır. Bunun için insan, konuşma ve iyiyi kötüden ayırma kuvvetiyle diğer hayvanlardan ayırt edilir. Yoksa, o da yaratılışta diğer hayvanlarla beraberdir. Bütün hayvanların dili sükût ve hicap zindanında mahpustur. Hâlbuki bütün eşya onlarca da hissedilmektedir.

Arif-i Rumî (Mevlânâ Celâlüd-din Rumî) bu hususta şöyle buyurur:

“Hayvani güzelliğin kıymeti yoktur. Ey kardeş, hele bir kasapların bulunduğu yerden geç de gör. Yemek ve içmekle hayvan irileşir, insan ise kulak yoluyla kuvvetlenir.” (s. 24)

HAYATİ TEK: Söz bu kadar önemlidir diyorsunuz yani…

DEVLETŞAH: Bir gönül sahibinin makam ve hâle sahip olduğuna en doğru tanık onun sözleridir. İşte bunun için hakikat çöllerinde dolaşanlar ve tarikat denizlerinde yüzenler insanın canını yakıp eriten hikmet ve marifetin kızgın çölünde boş yere dolaşmamışlar ve hayretle endişenin kan içici denizinde beyhude yüzmemişlerdir. Belki bu kızgın çölün dikenlerinden bir gül derlemişler ve ucu bucağı olmayan bu denizde dalgıçlık yaparak ince danesine erişmişlerdir. (s. 25)

HAYATİ TEK: Güzel olduğu kadar da zor bir uğraş…

DEVLETŞAH: Tefekkür ateşiyle perişan olurlar, fakat neticede meleklerle akraba olurlar. (s. 25)

HAYATİ TEK: Nasıl?

DEVLETŞAH: İrfan ve fazilet sahipleri garip manaları ve ince bilgileri bir gelin gibi tasavvur etmişlerdir. Bunların nazma çekilmesini de fikir gelinlerinin süsü olarak tanımışlardır. Her ne kadar bir güzelin güzelliği ve letafeti süssüzken de kâfi sayılır. Fakat şunu unutmamalı ki, ödağacının buhurdana girip yanmadan kıymeti belirmez.

“Aşk, hakikati mecaz renginde türlü türlü süslerle gösteren bir süsleyicidir. Mahmud’un gönlünü tuzağa düşürmek için tarağı ile ayazın zülfünü çekici bir şekle koyar.” (s. 26)

HAYATİ TEK: Yani şairler fikirleri daha cazip hale getiren, süsleyen kişilerdir. Öyle mi?

DEVLETŞAH: Fikir gelinlerinin süsleyicileri ve nefis sırlarının sarrafları namlı şairlerdir. Bunların dalgıç gibi olan kerametli tabiatları ve bir yüzgeç gibi olan doğru zihinleri bir anda mekânsızlık denizinden binlerce mana incisini varlık kıyılarına getirir, hatta mana ehillerinin başlarına saçar. Hakikaten mana doğanı bu taifenin tuzağına düşmüş ve nüktenin azgın atı bunlara ram olmuştur.

Senaî bu hususta şöyle buyurdu:

“Sen şairleri alelade rivayetçilerle bir tutma. Zira İsa’nın yeri gök ve tutininkisi ise ağaç dallarıdır.”

Âlimler ve şairler temiz olan Âdem’in bu toprağa indiği zamandan beri her devirde ilimlerin bir çeşidinin insanlar arasında bir değer ve önem kazandığında ve o devirde yaşayan milletlerin hakîm ve âlimlerinin bir ilmi öğrenmeye çalıştıkları ve peygamberlerin nübüvvetlerini de bununla kabul ettikleri hususunda söz birliği etmişlerdir. (s. 26)

HAYATİ TEK: Nasıl?

DEVLETŞAH: Şöyle ki, Nuh zamanında davet ve azimet, İbrahim zamanında ateşbazlık, Musa zamanında sihir ve simya, İsa zamanında hikmet ve tababet ilimleri rağbet bulmuştu ve bu ilimlerde mahir olanlar körü körüne bunlarla peygamberlik iddiasında bulunmuşlar ve bütün bunları bir mucize saymışlardır. Sonra Tanrı’nın illetsiz olan kudreti “Biz her peygamberi ancak kavminin lisanı ile gönderdik” ayeti uyarınca zamanın dinlerini kaldırmak ve ileri gelenlerini terbiye etmek maksadıyla azim sahibi peygamberleri gönderdi. (s. 26)

HAYATİ TEK: Son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) çağının mucizesi neydi?

DEVLETŞAH: Nebilerin sonuncusu olan Hazretin (Allah’ın salat ve selamı onun üzerine olsun) ortaya çıktığı vakitte fesahat ve belagat o derece itibar bulmuştu ki, Arap fasihleri bu ilimde peygamberlik davasında bulunurlardı.

“Yolunu sapıtanlar şairlere tabi olurlar” ayetinin haklarında nazil olduğu, yanlış yolda kalmış, Allah’a eş koşan şairlerin önderi Ümeyye b. Ebi’s-salt fesahat ve belagati ile böyle bir batıl davada bulunuyordu.

“İns ve cin bu Kur’an’ın benzerini meydana getirmek için bir yere gelseler ve birbirlerine yardım etseler asla onun benzerini yapamazlar” buyurulduğu veçhile her harfi bir belagat muhafazası olan Kur’an Peygamberinin mucizesi oldu ve Tanrı’nın şifa bahşeden sözü şeytanca hezeyanları iptal etti. (s. 27)

HAYATİ TEK: Arap şairlerinin Kur’an’ın dil gücüne tepkileri ne oldu?

DEVLETŞAH: Kur’an’ın ayağı ayyukun zirvesine erişince Arap fasihleri başlarını şöhretsiz ve gerileme kilimi altına soktular. Ateşböceği güneşin çeşmesi ve keten parçası ayın nuru karşısında nasıl mukavemet edebilir?

Arif olan Şeyh Nizamî bu hale uygun olarak şöyle buyuruyor:

“Arşı, şeriat ve şiiri beraberce yarattılar; sonra âlemin işini bu üçüyle düzenlediler. Sözden daha yüksek bir gevher olsaydı söz yerine o, yeryüzüne indirilirdi.” (s. 28)

HAYATİ TEK: İslam Peygamberi şairlere nasıl muamelede bulundu?

DEVLETŞAH: Yüce Peygamber Hazretleri İslam şairlerini daima aziz ve muhterem tutardı ve onun mübarek dilinden “Şiirde, hiç şüphe yok ki, hikmet de vardır” hadisi çıkmıştır. Âlimlerin hepsi Resul Hazretlerinin ve onun yüce ashabının meclisinde şairlerin şiir söyledikleri ve övgüler okudukları ve buna mukabil ihsanlar alarak iltifata nail oldukları hususunda söz birliği ederler. (s. 28)

HAYATİ TEK: Şairlerin İslam Peygamberinden gördüğü bu iltifat dünyanın diğer topluluklarında da geçerli midir?

DEVLETŞAH: Padişahların ve dünyanın büyük adamlarının şairlere bu gibi lütuf ve ihsanları pek çoktur. Fakat biz bu hususta fazla söz söylersek uzun gider. Bu zümre her isteğine erişen ulu hükümdarların ve zamane büyüklerinin yanında daima hürmet görmüş ve iyi bir şekilde kabul edilmiştir.

Emir Nasr b. Ahmed-i Samanî Kelile ve Dimne kitabını nazmettiğinden dolayı Rûdegî’ye seksen bin gümüş dirhem vermiştir ve Emir Unsurî, Emir Muizzî’yi özel meclisinin nedimi yapmıştır. (s. 33)

HAYATİ TEK: Bu tarihin her döneminde böyle mi olmuştur? Şairler hep takdir ve iltifat mı görmüştür?

DEVLETŞAH: Bu zamanda bahsi geçen zümrenin kadir ve kıymeti azalmış ve aşağı düşmüştür. (s. 33)

HAYATİ TEK: Neden?

DEVLETŞAH: Bunun sebebi bir takım ehliyetsiz ve şairlik iddiasında bulunmaları doğru olmayan kimselerin bu işle uğraşmalarıdır. Hangi tarafa kulak versen bir şair sesi işitirsin, ne tarafa baksan şair adını taşıyan bir takım insanlar görürsün. Fakat bunları yoklasan şaîr’i şâir’den ve ridf’i rediften ayırt edemezler.

“Çok olan bir şey aşağılık olur” demişlerdir.

Fazıl ve hakîm olan Evhadü’d-din Enverî bu zümre yüzünden duyduğu acıdan şöyle şikâyet ediyor:

“Şiir aslında fena bir şey değildir. Benim şikâyetim bu işe bir takım aşağılıkların burunlarını sokmuş olmasındandır.” (s. 33-34)

HAYATİ TEK: Bu konudaki son değerlendirmenizi alabilir miyiz?

DEVLETŞAH: Biz bu husustaki şikâyetlerimize Şeyh Ârif-i Âzerî’nin bir kıtasıyla son verelim ve bu zümreyi, muktedir olabildikleri ve bilebildikleri şeylerin hatırı için hoş görelim:

“Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz toplantısında bir kadehten sarhoşturlar. Fakat bazılarının şarabına sakinin gözünün tesiri de karışmıştır.”

“Mana âleminin dili ile konuşan bu şairlerin ağızları, şiir söyledikleri zaman, suret âlemine karşı kapalıdır. Bunlar hakikat denizine ağ atmış, olgunluk deryası dalgıçlarıdır. Sen bunları öteki zümre ile bir tutma. Zira bunların şiirlerinde şairlikten başka senin anlamadığın bir şey de vardır.” (s. 34)

HAYATİ TEK: “Tezkiratü’ş-Şuara” isimli eserinizde İslam sonrası edebiyat tarihine dair önemli bilgiler aktarıyorsunuz. Şairleri konu alan böylesine zahmetli bir konuyu niçin seçtiniz?

DEVLETŞAH: On yaşıma kadar pek düşkün ve acizdim; yirmi ve otuz yaşıma geldiğim vakit yoldan çıktım. Kırk sene bilgisizlik ve körlükle geçti gitti. Şimdi de ellinci yaşın pençesine düştüm.

Düşünceye daldım; kendi kendime: “Olgunluklar dergisinin bir fihristi olan din ve bilgi defterinden bir kelime bile okumadım. Böyle telef olmuş bir ömre bedel ne elde edilebilir ve böyle bir faydasız işten maksat nedir?”

Böyle perişanlık kılıcıyla yaralandıktan ve bir müddet nedamet içinde kaldıktan sonra gördüm ki, elden kaçan bu saadeti (tekrar elde etmek için) yapılacak ne bir tedbir var, ne de zamanın geçişini durdurmak için bir çare! (s. 35-36)

HAYATİ TEK: Gerçekten zorlu bir iç hesaplaşma içine girmişsiniz. Peki bu açmazdan nasıl çıktınız?

DEVLETŞAH: Temiz kalpli Şeyh Azerî’nin tahallüs beyitlerinden şu beyit hatırıma geldi:

“Ey Azerî, ömrün oyun ve gaflet içinde geçti. Gafil olma! Artık geriye kalanı ganimet bil.”

“Giden ömrü ardından koşmakla kim yakalayabilmiştir?”

Nihayet hayat bineğinin ayağı ecel taşlığında yaralanmadan:

“Öyle bir işe el atayım ki, bu gam sona ersin.” (s. 36)

HAYATİ TEK: İşe yaradı mı Azerî’nin öğütleri? Nasıl bir yol buldunuz içine düştüğünüz çıkmazdan kurtulmak için?

DEVLETŞAH: Bunun için ilmi, yüksek mertebeli, kuvvetli bir sermaye buldum. Fakat baktım ki, o gelini görmek: “Küçüklükte elde edilen bilgi, taş üzerindeki nakış gibidir” denildiği veçhile ancak gençlik zamanında çalışmakla mümkün olabilir. Ben de her ne kadar bu yolda çocuk isem de yaşam elliye yaklaşmıştır. Hakikate ulaşma yoluna girmek, olgunluğa erişmişlerin vazifesi ise de:

“Elli yıl candan çalışmadıkça ve kan kusmadıkça sana kaalden hâle giden yolu göstermezler.” Büyüklük için lazım olan vasıfları nefsinde hazırlamadan büyükler mertebesine lafla erişilmez. Bu husustaki ziyanımı düşünmek zayıf aklımı başımdan aldı ve muhayyilem şu rubaiyi terennüme başladı:

“Benim dünyada ne bir mevkii, ne malım, ne ilmim, ne olduğum, ne de vecd ve hâlim var. Mertler mert olmak için mertlerin kapılarını çalmışlardır. Benim ise elimde namertler gibi boş hayal ve rüyadan başka bir şey yok.”

Nihayet hasret ve perişanlıkla, gam ve elemden dolayı bir idbar zaviyesine girdim ve yalnız köşesine çekildim; her şeyden vazgeçmiş holde oturdum. İşsizlikten kalbime bir bezginlik çöktü. Akıl hâtifi bana şöyle seslendi:

“Boş oturma, bir kâğıt yırt, bunu yapamaz isen bir kalem yont.” (s. 36-37)

HAYATİ TEK: Kırılma noktası olmaya aday, zamanı durduran bir an yaşadığınız anlaşılıyor. Aklınızın emri işe yaradı mı?

DEVLETŞAH: Mana hazineleri görünmeye başladı; bilirim ki, bu hazineyi bekleyen ejderha, kalemdir. Hemen iki dilli kalemle gönül birliği yaparak ona: “Ey bilgiler hazinesinin anahtarı, seninle meşveret ediyorum. Benim parmaklarımın ucu ve senin dişlerinle ne yazılabilir?” diye sordum. (s. 37)

HAYATİ TEK: Kalemin cevabı ne oldu?

DEVLETŞAH: Kalem cızırtılı sesi ile bana şöyle cevap verdi:

“Söylenecek sözleri söylediler. Bilgi yurdunun her yerini silip süpürdüler.”

“Dünyada bilinmeyen bir şey varsa, o da şairlerin kıssa ve tarihleridir.”

“Bundan ileri geliyor ki, âlimler bunca fazilet ve olgunluklarıyla bu kıymetsiz efsaneleri yazmak için kalem oynatmaya tenezzül etmemişler, bu hususta hiç himmet göstermemişlerdir. Bunlardan başkalarına da vakit müsait olmamıştır. Belki de bilgileri kıt olduğundan hiçbir kimse bu zümrenin tarihini ve tercüme-i ahvalini zapt etmemiştir. Eğer siz bu hususta layıkıyla bir şey yazıp vücuda getirirseniz hakikaten çok uygun olacaktır.” (s. 38)

HAYATİ TEK: Ve böylece asırlar sonra bile okunan, Ali Şîr Nevâî’ye ithaf ettiğiniz “Tezkiratü’ş-Şuara” isimli eserinizi yazmaya koyuldunuz… Peki nasıl bir yol ve yöntem izlediniz, hem bu denli ihmal edilmiş hem de bu kadar zor bir konuyu kitaplaştırırken?

DEVLETŞAH: Geçmişteki üstatların divanlarından, önce ve sonra gelenlerin şiirlerinden, muhtelif risalelerden,  siyer kitaplarından, diğer tarihlerden, şiirleri her ülkede tanınan ve anılan büyük şairlerin ahvaline ait bilgilerden bir kısmını bu tezkirede topladım. (s. 38)

HAYATİ TEK: Başka kaynaklardan da yararlandınız mı?

DEVLETŞAH: İslamiyet’in başlangıcından bugüne (1487 yılına) kadar gelen ve zamanlarında ulu, namlı şairler yetişen büyük sultanların tarihlerinden de biraz söz açtım. Büyüklerin güzel nesirlerinden, uluların hoş hikâyelerinden, gücüm yettiği kadar da coğrafyadan bahsettim. (s. 39)

HAYATİ TEK: Eserinizde İslam şairleri hakkında bilgiler yer alıyor. İslamiyet öncesinde büyük şair yok muydu?

DEVLETŞAH: İslamiyet’ten evvel bir takım âlimler ve feylesoflar şiir söylemişlerdir; fakat bugün meşhur olan, İslam şairlerinin şiirleridir. Peygamber Aleyhi’s-selam “Toplantılarınızı Ali’yi anmak suretiyle süsleyiniz” diye buyurmuştur. Her ne kadar bu velayet sultanına şairlik isnat etmek tam manasıyla bir edepsizlik ise de, o hazretin bu fenne iltifatı bulunması ve bir takım kaside, tevhid, münacat, ilahi bilgiler ve hakikatleri hatta lugaz, muamma ve muteyebâtı ihtiva eden divanın malum ve meşhur olması dolayısıyla velayet ve nübüvvet madeninden alınmış cevher mesabesindeki şiirlerinden teberrüken iki kıta ve lugaz bu muhtasar hitabımızda zikrolundu. Bu hususta daha fazla söylemek edep hududunu geçmektir. (s. 50-51)

HAYATİ TEK: Neden?

DEVLETŞAH: Çünkü birçok hakikat ve ilimlerin kaynağı ve başlangıcı olan o hazretin fazileti hakkında başka ne söylenebilir? (s. 51)

HAYATİ TEK: Hz. Ali Efendimizin söz ve şiirlerinden hiç değilse birkaç örnek rica etsek…

DEVLETŞAH: İşte Peygamber Aleyhi’s-selamın ismi hakkında söylediği bir muamması:

“Musa’nın vadini iki defa al; tabiatların aslını bu ikisinin altına koy; satrancın şahını sakinleştir; sonra bunu al ve iki kutunun arasına yerleştir. İşte benim ve doğu ile batı arasında yaşayan bütün insanların kalbinin sevdiğinin ismi budur.” (s. 51)

HAYATİ TEK: Başka bir örnek daha verir misiniz?

DEVLETŞAH: Bu da onun kıt’alarındandır:

“Ben Allah’ın kısmetine razıyım; bütün işlerimi o Yaradan’a bıraktım. Ömrümün geçen zamanlarında O, hakkımda hayırlısını verdi. Bundan sonra da yine öyle yazar.”

Bu da onun kıt’alarındandır:

“Cebbar olan Tanrı bize ilim, düşmanlarımıza da mal vermiştir. Biz onun bu kısmetine razıyız. Çünkü mal yakın zamanda yok olur; fakat ilim daima bakidir.” (s. 51)

HAYATİ TEK: Şiir konusunda en maharetli millet sizce hangisidir?

DEVLETŞAH: Fesahat ve belâgatin Arapların hakkı olduğunda şüphe yoktur. Acemler bu hususta ve bilhassa ilmi bedi’de Araplara tabi olmuşlardır. Arapların bu ilimlerde tam bir maharetleri vardır.

İslam’dan önce ve sonra gelip divanları ve isimleri bütün iklimlerde tanınmış ve fazıllar arasında anılmış olan Arap şairleri pek çoktur. (s. 49)

HAYATİ TEK: İlk şiir söyleyen kişi kimdir?

DEVLETŞAH: Âlimler ilk şiir söyleyen kimsenin Hazreti Âdem olduğunda müttefiktirler. (s. 49)

HAYATİ TEK: Peki bu şiiri niçin yazdı Hz. Âdem?

DEVLETŞAH: Hazreti Âdem tanrıların Tanrısının emri ile bu toprak âlemine indiği vakitte, bu fanilik zindanının karanlığı gözüne hoş görünmedi; nedamet ve matem içinde bu âlemi dolaştı. Ve “Ya Rabbi, biz nefsimize zulmettik” sözünü tekrarlaya tekrarlaya Mennan olan Tanrı’nın affını diledi. Tanrı’nın mağfiretine mazhar olduktan sonra kendi işini ve çoluk çocuğunu görmekle teselli buldu.

Bu sırada mazlum olan Habil’i, uğursuz Kabil öldürünce gurbet ve nedamet yarası tekrar tazelendi. Dünyanın zemmi ve oğlunun mersiyesi hakkında şiir söyledi. (s. 49)

HAYATİ TEK: Fars şiiri nasıl ortaya çıktı? Bu konuda bir belgeye ulaşabildiniz mi?

DEVLETŞAH: Âlimler ve fazıllar İslam’dan evvel Farsça ile söylenmiş şiirler bulamadıkları gibi şairlerin adlarını da bir yerde görememişlerdir. Fakat dillerde dolaştığına göre Farsça ilk şiir söyleyen Behram-ı Gûr’dur. (s. 61)

HAYATİ TEK: İslam öncesi dönemde yazılan Farsça şiirlere ait bilgilere ulaşılamamasının sebebi sizce nedir?

DEVLETŞAH: İran hükümdarları Arapların eline düştükleri vakit Araplar İslamiyet’i ve şeriatı kuvvetleştirme için çalıştılar ve Acemlerin adetlerini unutturdular. Beki bu arada şiir söylemeyi ve okumayı da men ettiler. Emevi ve Abbasi halifeleri zamanında bu memleketin hâkimi Araplardı. Şiir, inşa ve meseller hep Arap diliyle yazılır ve söylenirdi. (s. 62)

HAYATİ TEK: Bu söyledikleriniz hakkında bir kaynak belge var mı?

DEVLETŞAH: Hace Nizamülmülk Siyerü’l-Mülûk kitabında hikâye ediyor ki, Hulefa-i Raşidin zamanından Gazneli Sultan Mahmud’un devrine kadar kanunlar, defterler, fermanlar, menşurlar sultanların sarayından Arapça yazılıp çıkardı. Sultanların sarayında Farsça ferman yazılması ayıptı. (s. 62)

HAYATİ TEK: Bu uygulama ne zamana kadar devam etti?

DEVLETŞAH: Bu adet Amîdü’l-Mülk Kündürî zamanına kadar devam etti. (s. 62)

HAYATİ TEK: Kimdi bu zat?

DEVLETŞAH: Bu zat Alpaslan b. Çağrı (Çakır) Beyin veziri idi. (s. 62)

HAYATİ TEK: Uygulamaya neden son verdi?

DEVLETŞAH: Bilgisinin azlığından bu kaideyi kaldırdı; bütün hükümler ve misaller (fermanlar) sultanların divanında Farsça yazılmaya başladı. (s. 62)

HAYATİ TEK: Sonra neler oldu?

DEVLETŞAH: Hikâye ederler ki Abbasi halifeleri zamanında Horasan Valisi olan Emir Abdullah b. Tahir bir gün Nişabur’da oturmuştu. Bir adam bir kitap getirdi ve hediye etmek üzere kendisinin önüne koydu. Emir “Bu kitap nedir?” diye sordu. Adam, “Bu Vâmık u Azra kıssasıdır ve güzel bir hikâyedir. Filozoflar bunu Nuşirevan için telif etmişlerdir” dedi. Emir, “Biz Kur’an ve hadisten başka bir şey istemeyiz; böyle kitapların bize lüzumu yok. Bu kitap Muğ’ların eseridir; bizim için merduttur” diye cevap verdi ve kitabın suya atılmasını emretti. Bundan başka kendi idaresi altında bulunan memleketlerde Acemlerin ve Muğ’ların vücuda getirdikleri kitaplardan ne buldularsa yok ettiler. Bu cihetten Samanoğulları zamanına kadar Acem şiiri görülmedi. (s. 62-63)

HAYATİ TEK: Acem şiirinde ilk büyük usta kimdir?

DEVLETŞAH: Üstad Rûdegî bu ilimde en başta gelenlerdendi. Ondan evvel Divan sahibi olan bir şair işitmedim. (s. 63)

HAYATİ TEK: Üstad Ebu’l-Kasım el-Hasan b. Ahmet Unsurî için “Şairlerin Meliki” denilir. Bu sıfatı nasıl kazandığına dair bilgiye ulaşabildiniz mi?

DEVLETŞAH: Onun menkıbeleri ve büyüklükleri güneşten daha parlaktır. Sultan Mahmud devrinin şairlerinin en ileri gelenidir. Onun şairlikten başka birçok faziletleri de vardır. Bazıları kendisini hakîm olarak göstermişlerdir. Derler ki Sultan Yeminü’d-devlet Mahmud’un daima maiyetinde muayyen dört yüz şair bulunurdu. Bunların en ileri geleni ve başı Üstad Unsurî idi. Unsurî’nin Sultan Mahmud’un meclisinde şairliğine ilaveten nedimlik vazifesi de vardı. Daima Sultan Mahmud’un menkıbe ve savaşlarını nazmen yazardı. Sultan Mahmud ona, hükmü altında bulunan bütün memleketlerin Meliku’ş-şuaralığı fermanını vermiş; bu memleketlerin neresinde bir şair varsa, şiirlerini tashih etmesi, bozuk yerlerini düzeltmesi için Üstad Unsurî’ye göstermelerini emir buyurmuştur.

Firdevsî kendisini Şehname’sinde çok metheder. (s. 68-69)

HAYATİ TEK: Söz Firdevsî’den açılmışken neden başka bahse girelim? Bu doyumsuz sohbetimizi Şehname’nin şairiyle noktalayalım. Firdevsî denince aklınıza neler geliyor? Onu nasıl tanımlarsınız?

DEVLETŞAH: Büyükler ve fazıllar, İslamiyet devrinde Firdevsî gibi bir şairin dünyaya gelmediği hususunda müttefiktirler. Hakikaten o, söz üstatlığının ve fesahatin hakkını vermiştir. Bu iddianın doğruluğuna Şehname kitabı adil bir şahittir. Beş yüz sene geçtiği halde (1487 yılı itibariyle) zamanın şairlerinden ve belagat sahiplerinden hiçbiri, Şehname’ye benzer bir eser vücuda getirmek kudretini kendisinde bulamamıştır. Bu kudret ve kabiliyet, şairlerden hiç kimseye nasip olmamış ve olamaz da. Bu, Allah’ın Firdevsî’ye olan bir vergisidir.

Faziletli kimselerden bazıları onun hakkında şöyle der:

“Firdevsî’nin söz padişahlığında basıp dünyada bıraktığı sikkeyi Fars ahalisinden başka bir kimse bastıysa kâfir olayım. Söz, önce yüce arştan yere indi. Fakat Firdevsî onu, tekrar yükseltip yüce arşa çıkardı.” (s. 85)

HAYATİ TEK: Firdevsî’ye dair başka nitelemeler de var mı?

DEVLETŞAH: Başka bir aziz de bu kıt’ayı söylemiştir.

“Her ne kadar Peygamber, ‘Benden sonra nebi gelmeyecektir’ dediyse de şiirde (şu) üç kişi Peygamberdir: Gazelde Sa’di, kasidede Enverî, tavsif ve tasvirde de Firdevsî.” (s. 85)

HAYATİ TEK: Siz de aynı kanaatte misiniz?

DEVLETŞAH: Hakikat şudur ki az çok bir farkla Hakanî’nin kasideleri, Enverî’nin kasideleriyle aynı ayarda olabilir. Yine Emir Husrev’in gazelleri, Üstad Şeyh Sa’di’nin gazellerinden hiç geri kalmaz. Fakat Firdevsî’nin (şiirinde) kullandığı kelimelere ve yaptığı tavsiflere hangi fazıl kişinin şiirinde rastlanabilir ve bunu yapmak kime müyesser olur. (s. 85-86)

KAYNAK: Devletşah Tezkiresi, Çev: Prof. Necati Lugal, Tercüman 1001 Temel Eser: 111, İstanbul 1977.

]]>