Sürgün – Hayati Tek https://hayatitek.com Sat, 16 Apr 2022 11:36:41 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://hayatitek.com/wp-content/uploads/2020/06/cropped-HT-1-32x32.png Sürgün – Hayati Tek https://hayatitek.com 32 32 MÜFTÜ 1918 https://hayatitek.com/muftu-1918/ Sat, 16 Apr 2022 11:30:08 +0000 http://hayatitek.com/?p=5334 HAYATİ TEK –

Mensubu olmakla iftihar ettiğim Türk Ocaklarımızın geçmiş dönem genel başkanlarından, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” eserinin yazarı Prof. Dr. Osman Turan şöyle der:

“Tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi, hiç bir mana ifade etmez.”

“Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” romanlarının yazarı Hüseyin Nihal Atsız’ın şu sözü de aynı cümledendir:

“İnsanlar, çevrelerinde ne kadar çok kahraman örneği görürlerse, yiğit yetişme ihtimalleri o kadar artar.”

Bu iki değerli tespit, tarihî romanların, tarih öğretim metotları arasındaki yerine işaret etmektedir.

Sosyal medyanın çok yoğun kullanılmaya başlandığı son on yılda insanlarımız, ciltler dolusu kitaplardan maalesef uzak duruyor; medya veya sosyal medya mecralarındaki özet bilgilerle yetiniyorlar. Üstelik edindikleri malumatı “doğru” kabul ediyor, kaynaklardan teyit etme ihtiyacı da hissetmiyorlar.

Bardağa dolu tarafından bakınca, “Buna da şükür.” diyeceğimiz bu tablo, aslında pek çok sıkıntıyı da beraberinde getiriyor. Bir zamanlar Hollywood, şimdilerde Netflix patentli fantastik filmlere öykünen tarihi romanların revaç bulduğu bu zamanda, gerçek ile hayal birbirine karışıyor.

Tarihin en kadim topluluklarından biri olan aziz Türk milletinin tarihi, destanlarla yarışacak gerçek olayların örgüsü halindedir. Hiç ummadığımız bir anda karşımıza tevazu kıyafetine bürünmüş nice büyük kahramanlar çıkabilmektedir.

Anlaşılacağı üzere, başkalarının fantastik unsurlarla güçlendirerek kurguladığı şeyleri hayatın normal seyri içerisinde kolaylıkla başaran Türklerin, Hollywood yahut Netflix filmlerindeki senaristlerin hayal gücüne ihtiyacı yoktur.

Daha ziyade “niçin” sorusuna odaklanan, konu edindiği olayın ne zaman, nerede, nasıl ve niçin meydana geldiğini ve kimler tarafından yapıldığını araştıran ilmi eserler; söz konusu ettikleri özel tarihî olayları, genel tarih içerisinde doğru bir şekilde konumlandırmaya çalışır. Edebî eserlerde ise “nasıl” sorusuna verilecek cevap bir adım öne çıkar. Bu nedenle ilmi eserler, tarihi “doğru ve tarafsız” öğretmek iddiasıyla yola çıkarken; edebî eserler, “hızlı ve dikkat çekici” bir üslubu tercih ederler.

Bu iki yöntemin aynı kitapta buluşması, yani hem tarihi gerçeklere sadık kalınarak hem de okurun merak güdüsünü sürekli canlı tutularak mesaj verilmesi de mümkün. Üstelik bu yöntem, tarihin roman yahut hikâye formunda öğretimini de mümkün kılmaktadır. Romanın kahramanları, olayların geçtiği zaman ve mekân, yaşanmış gerçeklerden yola çıkılarak kurgulandığı için okuyucu, keyifli bir okuma süreci içerisinde tarih bilgisini geliştirmektedir.

Tamamen kurgu tarihi romanları okumaktan ayrı bir zevk almakla birlikte; gerçek kişi, olay, zaman ve mekân unsurlarına dayalı bir romancılığı tercih ediyorum.

Milli Mücadelemizin yüzüncü yılı olan 2019’da “Namus” romanı ile başlayıp, 2020’de “Nusret” ile devam eden belgesel roman serimizin son kitabı olan “Müftü 1918” de böyle bir anlayışın ürünüdür.

***

25 Şubat’tan itibaren İspirlilerin, Mart ortalarında ise Türkiye’nin istifadesine sunulan “Müftü 1918” romanında, birçoklarının hayal gücünü zorlayacak destansı bir mücadelenin, İspir Müftüsü Mustafa Vehbi Başkapan önderliğinde, büyük fedakârlıklar yapılarak nasıl başarıldığı anlatılmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İspir’de hayat bulan Suralar Cemiyeti ve Cemiyet’in neredeyse “yerel bir anayasa” fonksiyonu gören kuruluş beyannamesi, Milli Mücadele dönemimizin Kuvayı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk teşkilatlarının esin kaynağını hatta nüvesini teşkil etmektedir.

Kadim dostum İspir Belediye Başkanı Ahmet Coşkun’un, “Atası olmayanın ötesi olmaz.” sözünden ilham alarak başlattığımız hummalı bir çalışmanın ürünü olan “Müftü 1918” belgesel romanı, detaylı bir kaynak tarama ve yerinde inceleme süreci sonunda hayat buldu.

Bu vesileyle romanımızın fikir babası, kadim dostum İspir Belediye Başkanı Ahmet Coşkun’a, romandaki Kânasorlu Âşık Muradi karakterine şiirleriyle hayat veren Ozan Baki Çetin’e ne kadar teşekkür etsem azdır.

Kendisi de İspirli olan saygıdeğer büyüğüm merhum Nevzat Kösoğlu, Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Betül Aslan ve Doç. Dr. Mevlüt Yüksel başta olmak üzere, kitabın “Yararlanılan Kaynaklar” bölümünde isimlerini zikrettiğim eserlerin yazarları da teşekkürü fazlasıyla hak etmektedir.

Çalışmamızın son okumaları sırasında yaptıkları ikaz ve önerileriyle çok önemli katkılar sağlayan Müftü Mustafa Vehbi Başkapan’ın torunları Vehbi Başkapan ve Hatice Başkapan’ın yanı sıra Hasan Basri Şenel ağabeyime de şükranlarımı sunarım.

Yerinde inceleme gezilerim sırasında verdikleri bilgilerle romanın olgunlaşması ve zenginleşmesine katkı sağlayan;

Ortaköy’den Hamil Başkapan, Hadise Diler, Selim Şahin, Zafer Şahin, Necmettin Bektaş, Osman Bektaş ve Rüstem Ceylan’a;

Karahan’dan köy muhtarı Muhammet Dursun Özaydın ve görüşmemizden bir hafta sonra Hakkın rahmetine kavuşan merhum Cevat Özaydın’a;

Yedigöze’den Osman Bülbül, Sabri Sinek ve Şemşe Güner’e;

Karakale’den köy muhtarı Yaşar Sandıkçı, Hüseyin Sandıkçı, Mikdat Özdem, Yılmaz Coşkun ve Ahmet İpek’e;

Araköy’den köy muhtarı Lütfü Kapucu’ya;

Sırakonaklar’dan köy camii imamı İbrahim Doğan ve Olgun Kumbasar’a;

İspir ilçe merkezinden, Kale Camii İmamı Osman Kaya ve Muzaffer Alakuş’a;

Bizimle dağlar tepeler aşıp, İspir-Artvin arasındaki kadim kervan yolu güzergâhını ve Çapuns Gediği’ni gösteren kadim usul su değirmeni işletmecisi Celal Atmaca’ya;

Pazaryolu-Karakoç’tan, köy muhtarı Murat Yeşil ve Mustafa Yeşil’e;

Norşen Boğazı gezimizde bize mihmandarlık yapan Aziziye’nin Elmalı köyünden Furkan Aslan’a;

İspir, Pazaryolu ve Aziziye’nin zorlu coğrafyasında günler süren meşakkatli ancak bir o kadar keyifli ve öğretici inceleme gezilerim sırasında sabırla bana eşlik eden Köksal Sayın ve Halil Kaya kardeşlerime ve misafirperverliğin en güzel örneğini sergileyen İspir’in güzel insanlarına gönülden teşekkür ederim…

***

Sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla İspir Belediye Başkanı Ahmet Coşkun, İspir Kaymakamı Sn. Murat Acar ve İspir Milli Eğitim Müdürü Sn. Ahmet Aydın, “Müftü 1918” belgesel romanının gençler ve çocuklar başta olmak üzere ilçe sakinlerine ulaştırılması konusunda büyük bir çaba göstermektedirler.

Ziya Gökalp’in, “millî mefkûrelerden, millî vazifelerden mürekkep olan bir ahlâk” diyerek tarif ettiği “vatanî ahlak”ın en güzel örneğini verdikleri için kendilerini kutluyor, teşekkürlerimi sunuyorum.

]]>
ÖZGÜR KIRIM https://hayatitek.com/ozgur-kirim/ Tue, 18 May 2021 12:04:46 +0000 http://hayatitek.com/?p=4940 HAYATİ TEK –

“Aluşta’dan esken yeller yüzüme urdı

Balalıktan ösken evge kozyaşım tüştü

Men bu yerde yaşalmadım

Yaşlığıma toyalmadım

Vetanıma asret kaldım

Ey güzel Kırım”

Böyle başlar, sözleri Fatma Halilova’ya, bestesi Şukri Osmanov’a ait “Ey, Güzel Kırım!” türküsü…

Türkü, 1966’da doğsa da Kırım Türklüğünün yarası çok daha derinlerdedir.

Çarlara karşı asırlarca direnen Kırım Hanlığı, 1783’te Rusların işgaline uğrar.

Ekonomik, siyasi, silahlı her türlü teröre muhatap olan Kırım Türklerinin bir milyondan fazlası, yüz yıldan biraz fazla bir süre zarfında vatanından göç etmek zorunda bırakılır.

1897 nüfus sayımına göre; 542 bin nüfuslu Kırım’da hepi topu 195 bin Türk’tür kalır.

18 Eylül 1921’de kurulan Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde yapılan 1926 nüfus sayımına göre ise bu rakam 180 bine düşer.

1928-29’da 40 bin Kırımlı, Sibirya’daki çalışma kamplarına sürülür.

1929’da başlatılan kolhoz uygulamasının sonuçları acı olur; 1931-1934 dönemine damgasını vuran kıtlık nedeniyle binlerce Kırım Türk’ü hayatını kaybeder.

Bütün bu uygulamaların tek gayesi vardır: Kırım’ı Türk’ten temizlemek…

***

İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edilen Kırım’da yaşayan Türkler, umutlanır gibi olurlar.

Kırım’daki Alman Yüksek Komutanlığı’nın 3 Ocak 1942’de, “Kırım Türklerinden gönüllü birlikler kurması”, umudu daha da güçlendirir.

Ancak bir başka dram başlar…

Alman işgali sırasında yurdunu terk eden 20 binden fazla Kırım Türk’ü Sovyet ordusu saflarında Nazilere karşı cephe tutar.

Cepheyi öyle yiğitçe tutarlar ki, binlercesi, Sovyetler tarafından başarı belgesi ve madalyalarla taltif edilir.

Sekiz Kırım Türk’üne ise, gösterdikleri büyük kahramanlıklarından ötürü, en yüksek nişan olan “Sovyetler Birliği Kahramanı” unvanı verilir.

Fakat bütün bu kahramanlıklar, Kırım Türklerinin makûs talihini yenmeye, Rusların kalbini yumuşatmaya yetmez.

11-24 Nisan 1944 günü Kırım’ı ele geçiren Kızılordu, Türk’ün gözbebeği Kırım’ı bir kez daha kan gölüne çevirir; yapılan toplu katliamlarda oluk oluk kan akar, Karadeniz’in yüzü kızarır.

Türkiye’de biz, 23 Nisan 1944’ün Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını bu atmosferde kutlamak zorunda kalırız.

Bir ay sonra, 18 Mayıs 1944 günü, 20’nci yüzyılın utanç sayfalarından biri daha açılır, Kırım’ın bağrına bir hançer daha saplanır.

Cani Stalin, işgalci Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle 285 bin Kırım Türk’ünü bir gece içinde sürgüne yollar.

Bunlardan 110 bini, ağır sürgün şartlarına dayanamayarak hayatını kaybeder.

Ve biz bu kez, 19 Mayıs bayramını çok daha büyük bir acının gölgesinde yaşamak zorunda kalırız.

19 Mayıs 1944 günü stadyumdaki kutlamalara katılan Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Türkçü ve Turancıları suçlayıcı ifadeleri, Türk’ün yüreğine bir hançer gibi saplanırken, Stalin’in yüreğine su serper.

Batı Türklüğünün kalbi Türkiye, Türkçüleri ve Turancıları ırkçılıkla suçlarken, komünist Stalin niye dursun ki?

***

On iki yıl sonra Sovyetler, yaptıkları kusuru kabul eder gibi olur…

Kırım Türklerinin uğradığı haksızlık, Komünist Parti’nin 1956’daki 20. Kurultay’ında dile getirilir.

Yeni bir umut ışığı kabul edilir,  bu kabulleniş.

1957’de, çıkarılan kararname ile Stalin devrinde sürgün edilen Kalmuk, Çeçen, Karaçay ve Balkarlar’ın hakları iade edilir, muhtariyet bölgeleri ihya edilir.

Fakat Kırım Türkleri bir kez daha gadre uğrar. Siyasi bakımdan aklansalar da ülkelerine dönmelerine izin verilmez.

Mücadeleden yılmaz Kırım Türkleri, siyasi mücadeleye başlarlar. Sovyetler Birliği Yüksek Şurası’na, vatanlarına dönmek için dilekçe üstüne dilekçe gönderirler.

Dilekçelerine aldıkları cevap, tutuklama ve çalışma kamplarına sürülmek olur.

***

13 Kasım 1943’te doğan, henüz altı aylık bir bebek iken ailesiyle birlikte 18 Mayıs 1944 sürgününe tabi tutulan Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, o dönem Sovyet toprağı olan Özbekistan’a gönderilir.

Yıllarca “vatanına hasret kalan”,  “Vetanıma asret kalan”, türlü çilelere muhatap olan Kırımoğlu, hapse atılır, çalışma kamplarında insanlık dışı muamelelere muhatap olur.

Bu arada Kırım, 1954 yılında Moskova tarafından Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti topraklarına dâhil edilir.

Kırımoğlu’nun kırklı yaşlarını idrak ettiği 1980’lerde, Sovyetler Birliği artık eski Sovyetler Birliği değildir.

Glasnost ve Perestroyka dönemi başlamıştır.

12 Ekim 1986 günü ABD Başkanı Reagan ile SSCB lideri Gorbaçov arasında gerçekleşen Reykjavik Zirvesi‘nde alınan kararlar uyarınca hürriyetine kavuşan Kırımoğlu, 1989’da gizlice Kırım’a döner.

1991 referandumdan sonra SSCB içinde özerk cumhuriyet hâlini alan ve daha sonra bağımsızlığını elde eden Ukrayna’nın sınırları Kırım’ı da içine almaktadır.

Gorbaçov, Kırım Tatarlarının vatanlarına dönmesine izin verir.

***

Özgürlük bayrağını yılmadan, usanmadan, azim, gayret, sabır ve sebatla taşıyan Kırımoğlu’nun mücadelesi, dünya kamuoyu tarafından nihayet fark edilir.

1998’de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından, “Kırım Tatarlarının barışçı mücadelesine katkısı” nedeni ile “Nansen Mülteci Ödülü”ne layık görülür.

Bu ödülle mücadele azmi daha da kavileşen Kırımoğlu, Kırım Türlerinin özgürlük davasını daha yüksek sesle dillendirmeye başlar.

2014’teki Ukrayna devrimi, Kırım Türklerinin dramına yeni sayfalar eklemekte gecikmez.

Kırım’ı işgal eden Rus ordusunun gölgesinde yapılan referandumda, Kırım’ın Rusya’ya katılması yönünde karar çıkar.

Kırım Cumhuriyeti ile Sivastopol, Ruslar tarafından ilhak edilir.

Birleşmiş Milletler’de veto sahibi beş üyeden biri olan Rusya’nın zorbalığı halen Kırım’da sürmekte; özgürlük bayrağını atalarından devralan Abdülcemil Kırımoğlu’nun şanlı direnişi siyasi sahada devam etmektedir.

***

Bugün 18 Mayıs 2021…

Zalim Stalin’in, Kırım Türklerini topyekûn sürgüne yani ölüme gönderişinin 77’nci yıldönümü…

Dileğimiz odur ki:

1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile bağımsız hale gelen, 1779 Aynalıkavak Tenkihnamesi ile Rusların her türlü müdahalesine açık duruma düşen, 1783’te Rus işgaline uğrayan, 1792 Yaş Antlaşması ile tamamen Rus toprağı olan, 1954’te Ukrayna sınırlarına dâhil edilen, 2014’ten bu yana Rus işgali altında bulunan Kırım’daki “özgürlük mücadelesi” zaferle sonuçlansın.

Cenabı Allah, her alanda uğradıkları türlü zulümlere karşı “Özgür Kırım” uğruna mücadeleye devam eden Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ve yol arkadaşlarının imanını kavi, aklını keskin, bileklerini katı eylesin.

Karadeniz yeniden, “Türk’ün şanlı bayrağına” bakıp dalgalansın.

Kırım Türklüğü vatanına hasret kalmasın.

“Aluşta’dan esken yeller”, bundan böyle “hürriyet muştusu” getirsin.

238 yıldır tatlanmaktan mahrum kalan Kırım Türklüğünün ağzı, bereketli bahçelerin ballı meyvelerinin şerbetleriyle şenlensin.

1783’ten bu yana “Özgür Kırım” uğruna can veren şehitlerimizin ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

]]>