HAYATİ TEK –
“Aşk insanı bülbül eder” derler ya, işte o sözün ilham kaynağı bülbülün güle olan destansı aşkı ve beyhude serenadıdır. Gündüzleri dut yemişe dönen bülbül, günbatımında umudun makamı Uşşak’la başladığı serenadını, gece yarısı neşe ve huzur bahşeden Rast’a çevirir. Uğruna diller döktüğü sevdiğine vuslat anı yaklaşınca ihtiyacı olan cesareti Saba’da bulur. Heyecanını bastırmak için öylesine paralar ki kendini, yorgunluktan bitap düşer. Hasretle gözlediği perde açılmayınca bir türlü, o görkemli şecaatin yerini süngüsü düşmüş bir tevazu alır. Hicaz’ın huzurlu salıncağında kendinden geçer, gaflete düşer bülbül… Oysa gülün gülümsemesine ramak kalmıştır. Bir anlık tebessüm uğruna yakan, kül eden bir devridaimdir yaşanan… Ne o seherler biter ne de bülbülün vuslat seferleri…
Soluğu kesilince sesin, ışığa boğulur dört bir yan… Güneş gülden, günebakan bülbülden devralır aşk bayrağını… Başrol güneşindir ama ilk sahne yer altında kurulur…
Nisan yağmurlarını kana kana içen “sadık yârin” koynunda başlar yeni aşkın doğum sancısı… Can suyuyla canlanan tohumun kalbi heyecanla atmaya başlar. Çatlayan kabuğun gözlerinden usulca süzülen filiz, karınca sabrıyla çalışır, incitmeden özenle deler toprağı; kaderinden habersiz… Adını aldığı alınyazısı 150 milyon kilometre ötede onu beklemektedir. Zamanı durduran o muhteşem an geldiğinde mesafeler kalkar aradan… Gözleri kamaşır toy filizin gökteki ihtişamdan…
Hızlıca boy atar haziran sıcağında… Nazım’ın o ünlü dizelerini haklı çıkarırcasına kutlu bir akın başlatır güneşe doğru… Bıraksalar arşa, hatta daha ötelere yol bulacak… Bu elbet mümkün olmaz; muhaldir, güneşe o kadar yaklaşılamaz. Umurunda mı günebakanın? Başında kavak yelleri esen delikanlılar gibi daha bir hevesle kaldırır başını, daha yükseğe, en yükseğe ulaşmak için…
İmparatorluğunun yükselme devrinde, Cleopatra’yı hasetten çatlatacak kadar görkemli bir taç kondurur mağrur başına… Zamanla tılsımlı bir nakış, gizemli bir yazı belirir görkemli tacın orta yerinde… İşte o yazı engeller güneşin zaptını; ve o olmaz olası gurup vakitleri… Her şafakta düğün dernek kuran günebakan, günbatımında hüzünlere savrulur. Sevdiğinin ardından bakakalan âşıklar gibi umutsuzca yumar gözlerini, kirpiklerine kelepçe vurur…
Günler, haftalar geçtikçe, yaşanmışlıklar arttıkça önce büker boynunu, sonra vakur bir huzurla rükûa iner… Olgunluğun zirvesinde rükû secdeye, yüreğindeki fırtına melteme döner. Bir daha kalkmaz o baş… Belki de tenezzül etmez! Olmak ölmektir çünkü… Ferman da, dağlar da padişahındır artık… Saygıyla, şükranla, minnetle bükülen baş, teslimiyetle uzatılır aşk Zülfikar’ına… Kuantum köpüğü kaplar dört bir yanı… Fenâfilaşk makamında semaya başlar bütün kâinat…
Bu bitimsiz dansın rüzgârı, hazin bir aşkın kandilini tutuşturur… Vuslat nârıyla kavrulan akrep, alev saçan ejderhalarla mücadeleyi göze alarak peşine düşer yelkovanın… Korlar ülkesine doğru çıkılan zorlu mu zorlu bir serüvendir bu… Tam kavuştum derken yeni bir koşunun başladığı nihayetsiz bir maraton… Ve çoğu kez, ateş çemberiyle kuşatılan biçare akrebi şuh kahkahalar eşliğinde kıvrandıran elemli bir kader… Ya intihar ya ölüm! Zordur seçim yapmak… Şimdi ya da biraz sonra; ölüm muhakkak…
Ne gam? Ateş denizlerinde kulaç atmaya dünden razıdır sevdalılar. Alevde serinler, közde yürürler… Hallerine bakıp onları meczup sananlar, aşksız bir dünyada ceset sürürler…
Denemek gerek bazen. Yaşamadan bilemezsin. Her faniye nasip olmayan bu şans bir kere gülmüşse yüzüne, sırtını dönmek neden?
Ah mine’l aşk! Her şey senden mülhem, sana bağlı, senin yüzünden…