HAYATİ TEK –
Güncel sorunlarla uğraşırken esas vizyonlarını kaybedenler, bir süre sonra sorunlardan başlarını kaldıramazlar. Gelecekten umutlarını keser, bir zamanlar canlarını ortaya koydukları dava ve değerleri anlamsız görmeye başlarlar.
Bundan 27 yıl önce 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ı yangın yerine çevirip -adeta sembolik bir mesaj vererek- cumhuriyetimizin temellerine saldıranlar ile üç gün sonra Başbağlar’ı kana bulayanlar aynı merkezlerden emir alanlardır.
Başbağlar, kader ortağımız Kürt kardeşlerimizin değil, aklını ve kalbini kiraya vermiş kuklaları istedikleri ritimde oynatanların karanlık bir icraatıdır.
Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyen merkezler ve onların Türkiye’deki uzantıları tarafından zamanın şartları gereği kullanılan bu iki olayı farklı cephelerinden düşünmek ve tarih içerisindeki en doğru konumuna oturtmak durumundayız.
BAŞBAĞLAR’IN ANLAMI
28 Haziran’da yayınladığımız “Küresel Güçlerin ‘Gerçek Gündemini’ Doğru Okuyor Muyuz?” başlıklı yazımızda, İkinci Viyana bozgunundan sonra adım adım gerilemeye başlayan Osmanlı’nın 1800’lerden itibaren İngilizler tarafından nasıl kuşatıldığını özetlemeye çalışmıştık.
2 Temmuz günü yayınladığımız “Gelecek Bin Yıla Sivas’tan Bakmak” yazımızda ise Cumhuriyet tarihimiz boyunca karşılaştığımız sorunların, Osmanlı’nın baş etmek zorunda kaldığı gailelerin bir devamı olduğuna dikkat çekmiştik. Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı Sivas’ın, cumhuriyetimizin temelini oluşturan birlik ve dirliğimize yönelik bir beşinci kol faaliyetinin hedefi olduğunu ifade etmiştik.
Sivas’tan üç gün sonra 5 Temmuz 1993’te gerçekleşen, 33 sivil vatandaşımızın hunharca katledildiği Başbağlar olayını tarihi perspektifi içinde değerlendirmenin sayısız faydaları vardır.
2 Temmuz Sivas ve 5 Temmuz Başbağlar, kökü 1800’lerin ilk çeyreğine kadar uzanan iki asırlık davanın, Batı cephesinde hâlâ kapanmadığını gösteren ibret verici iki olaydır.
DOĞU SORUNU (ŞARK MESELESİ)
1789 Fransız İhtilali’nden sonra girilen süreçte bilhassa Napolyon Bonapart ile yükselişe geçen Fransa’nın, İngiltere-Prusya ittifakı tarafından 18 Haziran 1815’teki Waterloo Savaşı’nda yenilmesiyle Avrupa’da yeni bir dönem başladı.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan ve uluslararası literatürde “Pax Britannica” olarak adlandırılan bu dönem, 1815’teki Viyana Kongresi’nde alınan kararların üzerine bina edildi.
Bu kongrede ilk kez dile getirilen “Şark Meselesi (Doğu Sorunu)”, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilip yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına rağmen, küresel güçler tarafından ısrarla takip edildi ve ediliyor.
Karl Marks ve Friedrich Engels’in birlikte yazdıkları “Doğu Sorunu” kitabında da enine boyuna tartışılan bu küresel sorunun mührü, 1815’ten bu yana geçen 205 yıllık süre zarfında başımıza açılan hemen her gailede karşımıza çıkmaktadır.
KÜRTÇÜLÜK HAREKETİNİN ANA KARARGÂHI: ÖNCE LONDRA, ŞİMDİ WASHİNGTON
Kürt kardeşlerimiz maalesef iki asırdır küresel güçlerin kullanmaya çalıştıkları bir toplum kesimi olmuşlardır. İngiltere tarafından temeli atılan, 1800’lerin sonuna doğru Fransa ve Rusya’nın da dâhil olmasıyla daha geniş bir destekçi grubuna sahip olan “Kürtçülük” hareketleri, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ni istikrarsızlaştırmak için en sık başvurulan yollardan biri olmuştur.
1985’ten itibaren Mihail Sergeyeviç Gorbaçov tarafından uygulamaya konulan Glasnost ve Perestroyka politikaları sonunda SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle, “Kürtçülük” sorunu da bambaşka bir çehreye bürünmüş, Türkistan’daki kardeşleriyle ilgilenmesi gereken Türkiye iç sorunlarla boğuşmaya başlamıştır.
1990-1991’deki Birinci Körfez Savaşı’na kadar Londra’dan idare edilen bu süreç, bu tarihten sonra ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın aktif rol üstlenmesiyle Washington’dan yönetilmeye başlanmıştır. Günümüz şartlarında Kürtçülük hareketinin hamileri çoğalmış olsa da ana merkez, 1990’ların ortalarından bu yana Washington’dur.
KÜRT KARDEŞLERİMİZİ KULLANMAYA ÇALIŞANLARIN BEŞ AMACI
Gerek Londra ve gerekse Washington sürecinde Kürt kardeşlerimizi kullanmaya çalışanların başlıca beş güncel hedefi vardır:
- Vaktiyle Osmanlı’ya yaptıkları gibi bugün Türkiye’mizi istikrarsızlaştırmak,
- Irak ve Suriye petrollerini üzerinde kesin hâkimiyet kurmak,
- Ortadoğu’da kendi kontrollerinde oluşturacakları sömürge üssü sayesinde Türkistan’dan Avrupa’ya uzanan petrol ve doğalgaz transfer güzergâhına nezaret etmek,
- Geleceğin en önemli mücadele alanlarından biri olan güvenli gıda üretim merkezleri ve transfer güzergâhlarını (Türkistan, Türkiye ve Afrika) güven altına almak,
- Kudüs’ün İslam âleminin parçası olma özelliğini ortadan kaldırmak…
Kürt kardeşlerimizin 1815’ten bu yana sürüp giden “kullanılma” serencamına yapılacak hızlı bir bakış, konunun tarihi temellerinin anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır.
İLK KÜRT İSYANI’NI NEDEN MUSUL’DA ÇIKTI?
İlk Kürt isyanı, İngilizler’in Osmanlı topraklarındaki petrol bölgelerini kuşatma ve istikrarsızlaştırma gayretleri kapsamında 1800’lerin başlarında patlak verdi.
1806’da Musul’da ayaklanan Babanzade Abrurraman Paşa, 1812’de bir kez daha aynı cüreti gösterdi.
Osmanlı’nın Balkanlar, Lübnan ve Vahhabilik sorunuyla boğuştuğu bir dönemde zuhur eden isyanlar hızla çoğaldı.
1820’deki Zaza isyanını, 1831’de Bitlis-Şerefhan, 1835’te Botan-Bedirhan ayaklanmaları takip etti. Tanzimat Fermanı’nı ilan ettiğimiz 1839’da Diyarbakır’da Garzan isyanı baş gösterdi. 1881’de Hakkâri’de Ubeydullah, 1872’de Mardin-Cizre hattında Berdirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa’nın ayaklanması gerçekleşti. 1889’da Bedirhan Emin Ali, Erzincan’ı karıştırdı.
Payitaht Balkan ve Trablusgarp gaileleri ile uğraşırken, 1912’de Mardin’de Bedirhani ve Halil Rema, Bitlis’te ise Şeyh Selim Şehabettin isyanları ağzımızın tadını kaçırdı.
Milli Mücadele sürerken patlayan 1920’deki Koçgiri isyanı, Kürtçülük akımının niyetini en net şekilde anlatan gelişmelerden biri oldu. Doğu Sorunu’nu tezgahlayanlar, Osmanlı bakiyesi üzerinde milliyetçi anlayışa sahip güçlü bir devlet kurulmasını istemiyorlardı.
1923’TEN 1937’YE 24 İSYAN VE ATATÜRK’ÜN GAYRETİ
Cumhuriyet tarihimiz boyunca Bingöl, Muş, Diyarbakır bölgesini etkileyen Şeyh Sait (1925), Siirt’te patlayan Sason (1935) ve Tunceli’de gerçekleşen Dersim (1937) başta olmak üzere yirmi dört isyan meydana geldi.
Genç Cumhuriyet’imizin kurumsal yapısını sağlamlaştırmaya, tam bağımsızlık yolunda ekonomik özgürlüğümüzü kazanmaya, dört bir yanını demiryollarıyla birbirine bağladığımız yurdumuzu imar etmeye çabalarken çıktı tüm bu isyanlar.
1930’da Türk milletinin tanımını, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” şeklinde yaparak, Osmanlı bakiyesi 15 milyon vatandaşımızı barış içinde bir arada tutmayı hedefleyen Atatürk’ün bu gayretine en büyük darbe, bu isyanlar sırasında vurulmaya çalışıldı.
İSYANLARI BASTIRAN ATATÜRK, TEHCİR KADAR VİZYONER BİR HAMLE YAPTI
Ermeni Meselesi ve bölücü Kürtçülük hareketinin, Doğu Sorunu’nu kendi çıkarlarına uygun şekilde çözmeye çalışan İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından sürekli gündemde tutulması sebepsiz değildir.
Türkiye toprakları ve bulunduğumuz bölge üzerinde emelleri bulunan ülkelerin kışkırtmalarıyla çıkan bölücü Kürtçü isyanları bastıran Atatürk, vatan bütünlüğümüz ve milli dirliğimiz noktasında Ermeni tehciri uygulaması kadar değerli bir hizmette bulundu.
Vatan bütünlüğümüzü ve milli bağımsızlığımızı her şeyin üstünde tutan Atatürk’ün bastırdığı isyan hareketleri, son Kürtçü isyandan iki yıl sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında girdiğimiz çok partili hayatımız süresince sustu.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
Suskunluğun nedenini anlamak zor değildi. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın daha mühim işleri vardı. Hitler kapılarına dayanmış, can derdine düşmüşlerdi. Kürt kardeşlerimizi kışkırtmak için ayıracak ne bütçeleri, ne de oraya dikkatlerini çevirecek halleri vardı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uluslararası statüko Doğu-Batı blokları ekseninde oluşunca, Türkiye ciddi bir yol ayrımına girdi. Batı bloğunu tercih eden Türkiye, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950’den sonra Dünya Bankası’ndan aldığı kredi, Kore’ye gönderdiği Mehmetçik ve NATO üyeliği ile birlikte Batıya entegrasyonuna dair niyet ve hevesini net bir şekilde ortaya koydu.
Türkiye’nin artık yeni bir Kızılelma’sı vardı: Küçük Amerika olmak ve her mahalleden bir milyoner çıkarmak!
27 MAYIS DARBESİ VE 61 ANAYASASI KİMLERE HİZMET ETTİ?
Şu an okunmakta olan yazının konusu olmadığı için detaya girmeyeceğimiz iç ve dış gelişmeler neticesinde yapılan 27 Mayıs 1960 darbesiyle Türkiye, darbe gerekçesi olarak sunulandan çok daha kötü bir döneme yelken açtı.
Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete sahip çıkmak adına yapılan bu darbe, Atatürk’ü sürekli meşgul eden yirmi dört Kürtçü isyanı kışkırtanların etkin olacağı bir ortamın oluşmasını sağladı.
Atatürk’ün “yönetimde istikrar” şeklinde özetlenebilecek iç politikası terk edilerek, “temsilde adalet” prensibine öncelik tanıyan 1961 Anayasası hazırlandı.
Ne olduysa ondan sonra oldu.
Kürtçülük hareketi ve sol örgütlenme, Türkiye İşçi Partisi’nin 1961’de kurulmasıyla olağanüstü bir hız kazandı.
TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ VE KÜRTÇÜ HAREKET
13 Şubat 1961’de kurulan ancak o yıl yapılan seçimlere katılamayan Türkiye İşçi Partisi’nin 10 Ekim 1965 seçimlerinde kazandığı 15 milletvekiliyle TBMM’ye girmesi, Kürtçülük hareketi için can suyu oldu. 24 Ocak 1965’te Diyarbakır’da kurulmuş olan Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi (TKDP), başı sıkıştığında sırtını dayayacağı bir güce TİP ile kavuşmuştu.
1968 rüzgârının tesiriyle bölgesel hüviyetini terk eden Kürtçü hareket, büyük şehirlere ve üniversiteli gençlere yöneldi. Marksist-Leninist-Kürtçü örgütler birbiri peşi sıra sökün etmeye başladı.
Cumhuriyet tarihi boyunca hep sol hareketlerle kol kola yürüyerek büyüyen Kürtçü hareketin pek çok örgütü, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Dev-Genç, Türkiye Halkın Kurtuluşu Partisi-Cephesi (THKP-C) gibi yapılardan doğdu.
KÜRTÇÜ HAREKETİN ÖNÜNÜ AÇAN DÖRT MÜHİM GELİŞME
Kürtçü hareketin hızla büyümesinin arkasında dört önemli gelişme vardı.
TİP’in TBMM’ye girmesi, 68 Kuşağı’nın estirdiği rüzgâr, 1974 Genel Affı ve Kıbrıs Barış Harekâtı.
Bunlardan TİP, Kürtçü hareketlere fikri zemin hazırladı ve korumacılığını üstlendi.
68 olayları, tıpkı 1789’daki Fransız İhtilali gibi küresel bir kelebek etkisi oluşturdu. Hızla dünyanın dört bir yanına yayılan olaylar, Türkiye’yi de sarstı. Emperyalizm karşıtı sol örgütlerin yanı sıra bölücü örgütler de kurulmaya başlandı.
Anti Emperyalist olmak SSCB’nin güdümüne girmeyi ya da Türkiye’yi bölmeyi gerektirmiyordu ama sonuçlar böyle olmadı.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO), 21 Mayıs 1969’de Dev-Genç’ten ayrılan Kürtçüler tarafından kuruldu.
1974 Genel Affı, 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında cezaevine konulan Marksist, Leninist ve Kürtçü militanları serbest bıraktı.
Kıbrıs Barış Harekâtı ise, Türkiye karşıtı ülkeler arasında yeni ittifakların doğmasına neden oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını saran ülkeler, Kıbrıs üzerinden Yunanistan ile işbirliğine giderek, Ermeni terör örgütü ASALA’yı destekleyerek Türkiye’yi istikrarsızlaştırma faaliyetlerine ağırlık verdiler.
KÜRTÇÜ ÖRGÜTLER, CHP İKTİDARINDA KÖK SALIYOR
1965-1971 yılları arasındaki Süleyman Demirel hükümetleri döneminin 12 Mart 1971 Muhtırası ile sona ermesi üzerine silahların gölgesinde dört hükümet kuruldu. Partiler üstü olduğu söylenen bu teknokrat hükümetlerinin ilk ikisi Nihat Erim, diğerleri Ferit Melen ve Naim Talu’nun başbakanlığında hayat buldu.
1973 seçimlerinden birinci parti çıkan CHP’nin genel başkanı Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan CHP-MSP koalisyonu bir yıldan az bir süre görev yapsa da, çıkardığı Genel Af ve Kıbrıs Barış Harekâtı ile yakın tarihimize damgasını vurdu.
1974 aynı zamanda Kürtçü örgütlerin pıtrak gibi çoğaldığı bir yıl oldu. Genel Af ile cezaevinden çıkan bölücü militanlar hızla örgütlenmeye başladılar. Devrimci Halk Kültür Dernekleri (DHKD), Anti Sömürgeci Demokratik Kültür Derneği (ASDK-DER), Kürdistan Öncü İşçi Partisi (KÖİP-PPKK) ve Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP) bu yıl içerisinde kuruldu.
Bu Kürtçü örgütlere 1975’te Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri (DDKD), 1976’da Rizgari ve Kawa eklendi. 1977’de Tekoşin ve Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK), 1978’de Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve 1979 Ala Rizgari sahne aldı.
Siyasi istikrarsızlığın zirveye çıktığı bu beş yıllık süreçte ortalık Kürtçü örgütlerden geçilmiyordu.
SAHİ, 12 EYLÜL NİÇİN YAPILMIŞTI?
Ülkede kaybolan istikrarı sağlamak amacıyla yapılan tüm darbeler, Türkiye’mizi daha da istikrarsızlaştırdı. 27 Mayıs ve 12 Mart’tan sonra yirmi yıl içerisinde üçüncü askeri darbe olan 12 Eylül’de yayınlanan 1 nolu ihtilal bildirisine şöyle deniliyordu:
“Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir.
Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”
12 Eylül’ün gerekçesi olarak sayıp dökülen tüm her şey, 27 Mayıs ve 12 Mart’a rağmen nasıl olabilirdi?
Suçlu bulundu. Temsilde adaleti önceleyen 1961 Anayasası’nın yerine hem “temsilde adalet” hem de “yönetimde istikrar” sağlayacağı düşünülen 1982 Anayasası hazırlanarak hayata geçirildi.
Ülke, 1980-1983 yılları arasında Emekli Amiral Bülend Ulusu Başbakanlığındaki cunta hükümeti tarafından yönetildi.
6 Kasım 1983 seçimlerini kazanan Anavatan Partisi’nin genel başkanı Turgut Özal, 13 Aralık’ta Başbakanlık koltuğuna oturdu.
Darbeye maruz kalan Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin aldığı 24 Ocak Kararları’nın altında imzası bulunan, darbe sonrasında kurulan Bülend Ulusu hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev almış olan Özal, ekonomi öncelikli bir programla icraatlarına başladı. 12 Eylül sonrası sivil hükümetin göreve başlamasının üzerinden sadece 9 ay geçmişti ki, 15 Ağustos 1984’te bölücü terör örgütü ilk ciddi eylemini gerçekleştirdi.
Bu nasıl olabilirdi?
Ülke üç yıldır cunta hükümeti tarafından yönetiliyor, sıkıyönetim kimseye göz açtırmıyordu.
İşin aslı belliydi.
12 Eylül darbesi ile birlikte Suriye’ye geçen Abdullah Öcalan liderliğindeki bölücü örgüt kadroları, Bekaa Vadisi’ne yerleşmişti. Buradaki Helve kampında militanlarını eğiten örgüt, Irak’taki Barzani’nin öncülüğündeki Kürdistan Demokrat Partisi ile de ilişkiler kurmuştu.
Bu ilişki 1984’ten sonra çok işine yaradı. Bölücü örgüt, Barzani’nin etkin olduğu bölgelerden Türkiye’ye rahatça sızmaya başladı.
12 EYLÜL CUNTASI NASIL OLMUŞTU DA BÖLÜCÜ BİR ÖRGÜTÜ GÖZDEN KAÇIRMIŞTI?
12 Eylül cuntası darbe sırasında ve takip eden aylarda 650 bin kişiyi gözaltına almış, 1 milyon 683 bin kişiyi fişlemiş, 230 bin kişiyi yargılamıştı. 50 kişiyi idam etmiş, 171 kişiyi işkence ile öldürmüştü.
Ülkede kuş uçsa haberi olan 12 Eylül cuntası, nasıl olmuştu da dört yıl sonra eylemlerine başlayıp kırk yıl ülkeyi kana bulayacak bir örgütün palazlanma sürecini kaçırmıştı?
Hâlâ cevabını arayan bu soruyu bir kenara bırakıp, bölücü Kürtçü hareketin gelişimini izlemeye devam edelim.
Türkiye’de darbe hükümeti hüküm sürerken tüm hazırlıklarını tamamlayan, militanlarını eğiten ve sızacağı bölgelerdeki güçlerle anlaşan PKK, yurt içinde eylem koymaya artık hazırdı. 15 Ağustos 1984’te Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerine yaptığı baskın, hem bu hazırlığın sonunda ulaştığı gücü gösteriyor hem de bölücü örgütün “silahlı direnişi başlattığını” dünyaya ilan ediyordu.
SORUNUN ADINI DOĞRU KOYMAK
1984’ten beri 36 yıldır bölücü terör örgütünün başımıza açtığı gailelerle uğraşıyoruz. Bugün Suriye’de oluşumuzun ve hemen her gün yüreğimize şehit ateşlerinin düşmesinin sebebi de bu örgüt ile Türkiye arasında güvenli bir tampon bölge oluşturma çabamızdır.
2 Temmuz 1993’te, Cumhuriyetimizin temellerini, atıldığı yerde sarsmaya yeltenen; 3 gün sonra bu kez Kürt kardeşlerimiz ile aramıza 33 şehitlik dev bir duvar örmeye çalışan çevrelerin iplerini elinde tutanlar, maalesef “dost ve müttefik” görünümlü ülkelerdir.
Türkiye’nin literatüründe “bölücü terör” adıyla anılan sorunun bir parçası olan 5 Temmuz 1993 Başbağlar katliamını; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın temellerini attığı iki asırlık “Doğu Sorunu”ndan ayrı düşünmek, bizi birbirimize kırdırmaya çalışanların ekmeğine yağ sürmektir.
HALKÇILIK, HALKLARIN KARDEŞLİĞİ, HALKLARA ÖZGÜRLÜK!
Bu süreçte dikkat çekilmesi gereken en önemli konulardan biri de, kendisini Atatürkçü, Cumhuriyetçi olarak nitelendiren pek çok insanımızın, bu terör örgütüne ve örgütün siyasi uzantılarına sempatiyle bakabildikleri gerçeğidir.
Atatürk ilkelerinden biri olan “Halkçılık” anlayışının geçirdiği evrim, ibret almamız gereken önemli gelişmelerden biridir.
“Halkçılık” ile başlayıp, 68 Kuşağı tarafından “Halkların Kardeşliği” ile devam ettirilen ve nihayet “Halklara Özgürlük” sloganıyla yeni bir safhaya ulaşan bu süreci, özellikle gençliğimizin çok iyi idrak etmesi gerekiyor.
Atatürk’ün, 1930’da yayınlanan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında yaptığı “millet” tanımını tekrar hatırlayalım:
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”
Atatürk’ün vatanını, milletini ve devletini bir arada tutmak amacıyla kurduğu bu cümleyi, vatanımızı parçalayacak, milletimizi bölecek bir şekilde yorumlamak, ne Atatürkçü düşünceye yakışır, ne de Nutuk’ta 1160 kez “millet”, 967 kez “milli”, 483 kez “Türk”, 429 kez “memleket”, 288 kez “vatan” diyen Atatürk’ün yolunda gidenlere…
Cumhuriyetimizin yedinci yılında söylenmiş bu sözü, bugün buralara kadar getirmek en basit ifadesiyle “cehalet” ile açıklanabilir.
Bu cehalete bir son vermeli, Atatürk’ün birleştirici, bütünleştirici milliyetçilik anlayışını eğip bükme gayretlerini bir an önce bırakmalıyız.
ZİYA GÖKALP’İN MÜHİM BİR TESPİTİ
Cumhuriyetin “halkçılık” ve “milliyetçilik” prensiplerine dair Atatürk’ün “fikir babam” dediği Ziya Gökalp’ten aktaracağımız iki paragrafın, “halkçı” vatandaşlarımızın önünde geniş bir ufuk açacağı kanaatindeyim.
“Türkçülüğün Esasları” kitabının 166’ncı sayfasında şöyle diyor Ziya Gökalp:
“Türkiye’de Allah’ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki, adı Türk Milleti’dir.
İstikbalde de daima halkçılıkla Türkçülük el ele vererek mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da hars sahasında Türkçü olacaktır. Dinî ilmihalimiz, bize ‘akaitte mezhebimiz Mâturîdîlik ve fıkıhta mezhebimiz Hanefilik’ olduğunu öğretiyor. Biz de buna teşbihle, şu düsturu ortaya atabiliriz: Siyasette mesleğimiz halkçılık ve harsta mesleğimiz Türkçülüktür.”
Ne dersiniz “halkçı” arkadaşlar, üzerinde düşünmeye değmez mi?
SON SÖZ…
Bir milletin saldırıya uğradığı yerler, düşmanlarının önceliğini de ortaya koyar.
Cumhuriyet tarihimiz boyunca küresel güçler tarafından sürekli gündeme getirilen bölücü ve ayrıştırıcı tezlerden ikisi, Alevi-Sünni ve Türk-Kürt karşıtlığı oluşturma gayretinin ürünüdür.
2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde, 5 Temmuz 1993’te ise Başbağlar’da bu iki hassas konu üzerinden Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çabalayanlara verilecek en güzel cevap, bu iki olayı tarihi perspektifi içerisinde değerlendirmektir.
Milli birlik ve dirliğimize kasteden bu iki olayın sırtındaki “Şark Meselesi” mührünü; bu mührü elinde tutan İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD’yi teşhis etmektir.
Yüreğimizi dağlayan bu iki olayın gözlerimizi bağlamasına izin vermeyelim.