İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

KADİR GECESİ MUHASEBESİ

HAYATİ TEK –

2013 yılı sonunda açtığım Facebook hesabımı, 2014 yerel seçimleri öncesinde siyasî hesaplarla birbirlerine hakaretler yağdıran bazı ağabey ve arkadaşlarımın umumi manzarasına dayanamadığım için dondurmuştum.

28 Mart 2021 günü yeniden aktif hale getirdim.

İyi ki de getirmişim.

Hakaret içeren ifadeler bugün de yok değil. Onları gördükçe, yine üzülüyorum.

Lakin seçim öncesinde bulunmadığımızdan mıdır nedir, bunlar azınlıkta kalıyor çok şükür.

Can-ı yürekten tebrik ettiğim yorumlar da var tabii… Onları okudukça umutlanıyorum.

Olumlu ya da olumsuz, süfli ya da temiz, o paylaşımlarda; ülkemin, camiamın fotoğrafını görüyorum…

Yine o mesajlarda, son 35-40 yıl içerisinde pek çok değerin yetiştiğini, o değerlerin çok güzel fikirler beyan ettiklerini görmekle bahtiyarım; bazı insanları gözümde “ne çok büyüttüğümü” görmekle şaşkın…

Bir dönem kader birliği ettiğim pek çok yol arkadaşımdaki muazzam gelişmeyi gördükçe müftehirim; bazılarındaki ibret dolu değişim ve savrulmalara şahit olmakla da üzgün…

Hayat böyledir zaten…

İnsanlar, bıraktığımız yerde kalmazlar asla…

Hafızalarımızda yer edenler, güzel hatıralardır.

“İyi ki de yaşamışım o güzel günleri. İyi ki de tanımışım o güzel insanları.” dediklerimizdir.

Hayat akar, biz sorgularız.

Kendimizi, mensubiyet hissettiğimiz camiamızı, milletimizi, hatta her şeyi…

İnsan hayatı, arayıştan ibaret değil midir zaten?

“Bulduk.” dediğimiz şeyler bile, bu arayışımızın birer merhalesinden ibaret değil midir çoğu kez?

İş döner dolaşır, sorgulama niyetimize ve kabiliyetimize gelip dayanır.

Zaman zaman çeşitli konu, kavram ve kurumları kendimce sorguluyorum.

Bu sorgulamaların sonuçlarını, elimden geldiğince yazarak ifade etmeye çalışıyorum.

Ancak “kişiler” söz konusu olunca; ne dilim dönüyor, ne de kalemim bir tek kelam yazmak istiyor.

Kişilerin gönlü vardır zira…

İncinebilir hatta kırılabilirler.

Ne demiş Yunus?

“Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın namaz değil.”

İnananların nazarında bir hazırlık ve bir imtihan yeri olan bu dünya için Abdurrahim Karakoç şöyle der, “Bu Dünya Hangimizin?” şiirinde:

“Nerde kan akıtıp kavga verenler,

Nerde şimdi sefasını sürenler,

Ne götürdü kucağına girenler,

Bir yırtık çizmeye değmez bu dünya.”

Aynı şiirin son mısraında, “Tek satır yazmaya değmez bu dünya.” dese de “imtihan dünyası” üzerine çok şeyler yazmıştır Karakoç

“Dava Felsefem” ve “Vur Emri” gibi niceleri bir yana, “İncitme” şiirindeki şu ifadeler, bu kutlu gecede daha da anlamlı hale geliyor:

“Gölgesinde otur amma

Yaprak senden incinmesin.

Temizlen de gir mezara

Toprak senden incinmesin.”

Gölgesinde oturduklarımız sadece yapraklar değil…

Başta ana ve babalarımız olmak üzere, hayatımıza anlam katan nice büyüklerimiz, arkadaşlarımız yahut kardeşlerimiz var, gölgesine sığındığımız…

Onları incitmeye değer mi?

Toprağı incitmemek için nasıl bir ömür sürmeli insan?

Bunu anlatmaya bir şiir, bir yazı, bir kitap yeter mi?

Aradığımız formül, bizzat kendimizde olabilir mi?

Ruhun aforoz edildiği bu çağda bile geçerli olan o formül, “akıl ile gönlü bir etmek” şeklinde tanımlanabilir mi?

Zekâyı akılla, nefsi gönülle dizginlemek; bütün olup biteni “akıllı gönüllerin” gözüyle görmek mesela…

Başarabilir miyiz bunu?

Neden olmasın?

Rönesans’tan beri bu ikisinden birini tercih etmeye zorlanıyor insanlık.

Akıl yolunu seçenler gönle, gönül yolunu seçenler akla mesafeli…

Oysa ne gönlü yok saymalı, ne de aklı ilahlaştırmalı değil miyiz?

Bütün meselelerimizi, “iman-küfür mücadelesi” ile izah edenler; Miraç olayının anlatıldığı İsra suresinin 81. ayetine atıfta bulunarak, bırakın tüm insanlığı, aziz Türk milletini bile “hak” ve “batıl” diye ikiye bölmeye yeltenenler var.

İman cephesini temsil eden kim, küfür cephesinde kimler var?

Hak ile batılı ayırmada kullandığımız ölçü; kişi, cemiyet yahut cemaat menfaatlerimiz olmasın sakın.

Yarım asırdır çözemediğimiz meselelerimiz var, biliyorum.

Acılarımız, sancılarımız, gözyaşlarımız, idam sehpasında can veren yahut mahpus damında yitip giden umutlarımız var…

Bırakın binlercesini, darağacında dalgalanan dokuz ülkü gülünün acısını yüreğimizden söküp atabiliyor muyuz?

Atamıyoruz elbet…

Lakin yüreğimiz ne zaman soğuyacak?

Hemen her gün şehadet yıldönümlerini andığımız ülküdaşlarımızın hesabını sorunca mı?

Kimden soracağız o hesabı?

İhtilalin olgunlaşması için bir yıl bekleyen, cezaevlerinin işkence yerine çevrilmesi emrini verenlerden mi?

Size kötü bir haberim var; onlar yok artık.

En son Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya gitti öte dünyaya.

Kimden soracağız o hesabı?

Çocuklarından mı?

Kimi sefir oldu, kimi belediye reisi…

Üstelik, Ülkücüye yakışır mı bu?

Soramadığımız hesabı konuşmak yerine, “Ülküdaşlarımızın uğruna can verdikleri davayı Türk’ün kaderinde söz sahibi yapacak en doğru ve köklü yolu tercih” tercih etmek, kötü bir fikir gibi durmuyor doğrusu.

Peki nasıl olacak o iş?

Para ve mevki kılığında hayli cazip görünen “güç”, uğruna canlar verilen bir davayı ülkenin, hatta insanlığın geleceğinde söz sahibi yapmaya yeter mi?

Yüzlerce yüksek mevki sahibimiz, binlerce zenginimiz bir araya gelse; bir Ziya Gökalp, bir H. Nihal Atsız, bir Osman Turan, bir Fethi Gemuhluoğlu, bir Erol Güngör, bir Dündar Taşer, bir Galip Erdem, bir Emine Işınsu eder mi?

Sahi, bir Ertuğrul Dursun Önkuzu kaç milyon eder?

Bu soruyu duymak bile “kanımızı donduruyor” değil mi?

Kötü hissediyoruz kendimizi…

Hissetmeliyiz de zaten.

Diğer pek çoğu gibi, “güç” kavramının da içi boşaldı bugün…

Gücü, güçlenmek için değil, rahat yaşamak için istiyoruz çoğumuz.

Konfor çağının gönüllü esirleri olduk.

İhtiyaç kisvesine bürünen parıltılı konfor prangaları vurduk vicdanlarımıza, hatta aklımıza…

İnsan yetiştirmek…

Sadece bir cemiyet, cemaat yahut siyasi anlayış için değil; tarihin gördüğü en asil ve aziz milletin ve umudunu o millete bağlayan cümle mazlumların geleceğini inşa etmek için insan yetiştirmek…

Bir zamanlar öncelikli hedeflerimizden biri olan; uğruna dernekler, vakıflar, akademiler kurduğumuz bu temel davamızı unutmuş olabilir miyiz?

Ne diyordu Necip Fazıl?

“Dava ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi onun üstüne çıktığı anda yıkılır.”

Uğruna nice canlar feda ettiğimiz kutlu davamız henüz “umut olma” şansını koruyorken; bu tespit üzerine düşünmeye değmez mi?

“Muhkem davamız üzerinde tepinmeye cüret edenler mi var?” diye düşünenler de çıkabilir aramızdan…

Var ya da yok; biz yine de üzerinde düşünelim bu mevzunun…

Suçluyu başka yerde aramak yerine iç dünyamıza, hatıralarımıza doğru dikkatli bir yolculuk yapalım.

Etrafımıza bakınmakla; nazarlarımızı liderlik, çok para, yüksek mevki hesabı yapanlara çevirmekle bulamayız sorumluyu…

Bu kutlu gecede önce kendimizden başlamaya ne dersiniz?

Ben şahsen öyle yapacağım.

Başladım bile…

Ana sütü kadar temiz Türkçemizde, “kadir, kıymet bilmek” diye güzel bir deyim vardır…

Kibariye’nin şöhretine şöhret katan, “Eller Kadir Kıymet Bilmiyor Annem” şarkısında daha bir kıymetlenir bu deyim.

“Rastlarsa gözlerin yaşlı yavruna

Suçunu bağışla sarıl boynuna

Biz bize yaşarken geldik oyuna

Eller kadir kıymet bilmiyor annem

Senin kadar kimse sevmiyor annem!”

“Biz bize yaşarken” herhangi bir “oyuna gelme” ihtimalimiz var mı?

Varsa, bunu da düşünelim.

Kadir, kıymet bilmek; bir kişi yahut şeyin değerini idrak etmek ve ona göre muamelede bulunmak demektir.

Bu güzel deyimin şahikası Kadir Gecesi olmak gerektir.

Sadece insanın değil, yaratılmış her şeyin değerini yükselten bir mucizedir bu gece…

Hayatımıza nelerin değer kattığını düşünmek için, bu geceyi ve sabahındaki anneler gününü değerlendirmeye ne dersiniz?

Kim bilir, belki de “aklımız ile gönlümüzü bir etme vakti” gelmiştir artık.

Öteki bahis, tavır ve sözler, “önemsiz olmayan” teferruatlardan ibarettir.

Bu vesileyle aziz Türk milletinin ve İslam âleminin Kadir Gecesini tebrik ediyorum.

Mensubu olmakla iftihar ettiğim adalet ve asalet timsali milletimi, çok ama çok seviyorum.