İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

BIKTIK ARTIK

TAHA KIVANÇ

(Yeni Şafak, 27.05.2006)

Yaşı müsait olanlara, “Türkiye bundan 14 yıl önce de darbe konu-sunu yüksek perdeden tartışıyordu, hatırlıyor musunuz?” diye sorsam, kaç kişi “Doğru” diye beni onaylardı acaba?

Kastım, 28 Şubat’ın o muhataralı 13/14 Haziran (1997) gecesi öncesi ve sonrası değil. Dönemin bir politikacısının, “ABD Adana Başkonsolosu aracılığıyla ben durdurttum.” diye övündüğü olaydan söz etmiyorum. Gece boyu çalışılarak “sakıncalı olabilecek” belgeler kıyma makinalarından geçirilmişti o gece. Bir yerel politikacının ailesi fertlerini toplayarak bir Batı ülkesine gittiği ağızdan ağıza yayılmıştı… 13 Haziran günü, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, basının önüne çıkıp “Türk demokrasisinin işlemesinden yanayız.” açıklamasını yapmıştı…

Hayır, kastım bundan dokuz yıl önce yaşananlar değil biraz daha öncesi: Eylül 1992 dolayları… Bir erken seçim yapılmış, ülkeyi yedi yıl yöneten ANAP sandıkta tokat yemişti. Önde giden ilk iki partinin (DYP ve SHP) liderleri Süleyman Demirel ile Erdal İnönü bir “tarihî uzlaşma” gerçekleştirerek hükümet kurmuşlardı. Hükümetin kuruluşu üzerinden daha bir yıl geçmeden, gazete manşetleri ve yorum köşeleri, “Darbe Olur Mu?” başlıklarıyla çıkmaya başlamıştı.

Unuttuğunuzu, belleğinizin bütünüyle boş olduğunu biliyorum; benim durumum o çünkü… Geçen gün bir televizyon programına hazırlanırken rafından indirdiğim Hayati Tek‘in “Darbeler ve Türk Basını” adlı kitabının (Atılım Yayınları) ilk cildini karıştırırken karşıma çıkan “1992 darbe tartışmaları” başlığı beni müthiş şaşırttı. Sonra hatırladım: O günlerde yoğun bir biçimde “darbe ihtimali” üzerinde fikir yürütüp durmuştuk…

İşler o dönemde beklendiği gibi gelişseydi, şimdilerde “1960 ve 1980’de erken seçime gidilebilseydi darbe olmazdı.” açıklamasıyla kamuoyu karşısına çıkan eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, üçüncü kez askerî müdahaleyle devrilmiş olacaktı. Hem de erken seçimden yalnızca 11 ay sonra…

24 Eylül 1992 tarihinde, Derya Sazak, Milliyet’teki köşesinde “Darbe Olur Mu?” başlığı altında şunları yazmış: “Parlamentosu daha on bir ay önce ‘erken seçim’le yenilenmiş bir ülkede, siyasî iktidar ‘terörün üstesinden gelemiyor’ diye ‘darbe’ beklentisine girilebilir mi? / Olmaz böyle şey! / Türkiye insanı, 2000’lerin eşiğindeki dünya atlasında coğrafyasını Patagonya’dan farksız kılacak, rejimi ise ‘muz cumhuriyetleri’ne çevirecek gelişmeleri içine sindiremez.”

O sıralarda Milliyet’te yazan Ali Sirmen, tarihî anekdotlarla da süslediği “Darbe Tartışması” başlıklı yazısında (25 Eylül 1992), tahmin edilebileceği üzere, darbe ihtimalini tartışır: “Burada bir noktayı özenle vurgulamak gerek: Nasıl ki bütün belirtileri hastalık habercisi olan bir kişiyi hasta mı değil mi diye muayeneye almak onun hasta olmasını istemek anlamını taşımıyorsa, Türkiye’de darbe koşullarını ve olasılıklarını tartışmak da darbe olmasını istemek değildir. (…)

“Kısacası Türkiye tehlikeli bir konjonktüre girmiştir. / Yukarıdaki satırları, hiçbir şeyi çözemeyip durumu daha içinden çıkılmaz hâle getirecek olan darbeyi istediğimiz için değil hiç istemediğimiz için yazdığımızı bilmem ki açıklamaya gerek var mı?”

Melih Aşık da darbeye karşı çıkmış o günlerde. “Darbe Olur Mu?” başlıklı yazısında (25 Eylül 1992) başka yazarlardan da alıntılar var: “Ancak bugünkü yapıya dikkatle bakınca, durumun geçmiş darbe ortamlarından farklı olduğu görülüyor. / Bekir Coşkun arkadaşımız dünkü yazısında meseleyi kısa ve net ortaya koyuyordu. Okuyalım: ‘Ordu niçin darbe yapacak?/ Çünkü terör önlenemiyor… /Terörü Önlemekle görevlendirilen kim?/ Ordu… / Ne kadar ters… / Dünyanın her-hangi bir demokratik ülkesinde terörü önlemekle görevlendirilen ordu, bu görevini böyle kör topal yapsa generaller, komutanlar gider. / Yüce devletimizde ise generallerin, komutanların darbe yapmalarından korkuluyor.”

Milliyet yazarı Aşık, Haluk Gerger’in “İki kez darbe ile devrilmiş Demirel bu defa darbeyi kendi yaptı, yönetimi askere bıraktı.” tespitini aktardıktan sonra yazısını şöyle bitiriyor: “Doğrudur. Öyleyse kim kime karşı darbe yapacak?”

Mehmet Barlas o zamanlar Hürriyet’teydi; yazısında konuya şöyle değinmiş: “Demirel dünkü basın toplantısında ne dedi, duydunuz mu? / ’12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de ben haklıydım ki, bütün bunlardan sonra yine ben geldim iktidara!..’ / Allah aşkına şu haklılığını hep gitmek zorunda kalmadan, ülkenin sorunlarına çözüm üreterek de kanıtlasa ya artık… / Demokrasi tarihimizi, Demirel’in nasıl gidip geldiği meselesinin tartışılmasına kurban etmekten gerçekten bıktık!..”

Ne bıktırıcı konularımız var bizim…