İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ANA KOKUSU

HAYATİ TEK –

Öğle namazını huşû içinde kılan kadın, uzun uzun dua etti.

Özenle katladığı seccadesini, kışın kapalı tuttuğu balkon kapısı önünde duran sehpanın üzerine koydu.

Birkaç parça odun attığı kuzineli sobanın kapağını, maşa ile dikkatlice kapattı. Abdest suyu ısıttığı güğümü yerleştirdi.

Çevresi beyaz boncuklarla işlenmiş ak tülbendini düzelterek mutfağa geçti.

Sabah pişirdiği mayalı bazlamalardan birkaçını, kendi elleriyle dokuduğu peştamala sardı.

Öğle yemeği için kaynattığı mercimekli ıspanak sapı çorbasından bir kısmını, bakır çingile doldurdu.

Artık çıkabilirdi.

Dualı dudakları kıpır kıpır, indi merdivenlerden.

Baharda iyice şenlenecek olan bahçesinin kış haline şöyle bir baktı.

Sadece portakal ve mandalina ağaçlarında canlılık emaresi vardı. Yeşil yaprakların arasında altın gibi parlıyordu meyveler. Çoğunu toplamış; bir kısmını, dalında iyice olgunlaşsınlar diye, onun için saklamıştı.

Bir de evin geniş balkonunun üzerini tamamen kaplayan asmadan sarkan iri üzüm salkımları vardı. Arılar, kuşlar zarar vermesin diye, eskimiş elbiselerden diktiği keseleri bağlamıştı her birine… Kış ortasında dalından bizzat keseceği ballanmış üzümleri yerken, kim bilir ne kadar mutlu olacaktı oğlu.

Bahçe kapısından çıkarken gözüne ilişen murt ağacını süzdü. Epeyce meyvesi vardı.

Sevindi.

Yolunu bulan su misali aktı dar patikadan.

Biraz sonra Yarımharman’daydı. Sola döndü. Elli metre kadar yürüdü.

Köy meydanına çıkan toprak yola sırtını dayayan iki katlı taş evin merdivenlerine ulaşan dik yokuşu dikkatlice indi.

Tam merdivenlere yönelmişti ki, az ötedeki menekşeleri kontrol etti. Yeşil gökyüzünde parıldayan kadifemsi mor yıldızları andırıyorlardı.

Daha aşağıdaki kuyunun etrafını bir hilal gibi kuşatan alan, nergis ve sümbül deryasıydı.

Oralı olmadı.

Kendi hefkeresinin sınırına dizili nar ağaçlarının arasında bol miktarda vardı onlardan. Üstelik mor ile pembenin her tonuna hayat veren susamları da bir güzel açmıştı.

Verniklenmiş ahşap kapıyı usulca tıklattı.

Ablası karşısındaydı.

“Buyur bacım. Gel hele.”

Salon olarak kullanılan holde kurulu soba gürül gürül yanıyor; üzerindeki bakır ibriğin ağzından ara ara sobaya sıçrayan damlalar, önce bir tıslama sesi, ardından buhar çıkarıyordu.

Kısa bir halleşmenin ardından, Ankara’dan yola çıkan oğlunun akşama doğru evde olacağını; bahçedeki menekşelerden biraz toplamak istediğini söyledi.

Her zamanki neşeli üslubuyla şakır gibi konuştu Ayşe teyze:

“Gözün aydın bacım. Ördüğüm süveter de bitmek üzere. Hele bir gelsin yeğenim. Yolcu ederken giyinip döner Ankara’ya. Kar kıyamettir şimdi oralar.”

“Ben gecikmemeyim.” diyerek çıktı.

Menekşeleri özenle toplayıp evinin yolunu tuttu.

Yukarı çıkmadan hefkereye indi.

Nergis, sümbül ve susamları da derdikten sonra gayri ihtiyari murt ağacına yöneldi. Ama bu kez meyveleri için değil. Uçtaki taze kısımlarından birkaç minik dal kopardı.

Nasırlı elleri ve her daim güleç ela gözleriyle kırklı yaşlarının en güzel demini yaşayan kadının çocukluk ve gençlik yılları “çiçekli evde” geçmişti.

Köylüler bu ismi takmışlardı babası Keş Duran’ın bitişikteki evine.

Sofanın kenarlığına boydan boya dizilmiş çiçeklerin bakımını sevgiyle yapar; onca işin gücün arasında, onlarla vakit geçirmekten büyük bir haz duyardı.

Her mevsim bir başka tomurcuğun gülümsediği ele avuca sığmaz tabiatı ve her dem tazelenen umut dolu ruh yapısı, belli ki o yıllarda şekillenmişti.

Hazinesi kucağında, oğlu için hazırladığı odaya girdi.

Menekşeleri su bardağına yerleştirdi, ötekileri vazoya.

Kaynanası Fatma Hoca’nın dillere destan kokulu pembe gülleri, diğer vazodaki yerini çoktan almıştı bile.

Murt dallarına takıldı gözleri. Hayret, dört parçaydılar.

Minik dalları, iki vazonun arasına yan yana dizmeye karar verdi.

Evin en küçüğü Leyla, sömestr tatilinin tadını doyasıya çıkarırken; Meral ve Ayşe’nin bal dök yala haline getirdikleri oda, bir anda cennet bahçesine dönüşmüştü.

Bütün dünyadaki sayıları birkaç yüzü aşmayan, aylık kazançları 50 bin dolardan başlayan milyon dolarlık burunlara sahip parfümörlerden haberi dahi olmayan kadın, yeryüzünün en güzel oda parfümünü icat etmişti.

Kutsal bir görev ifa edercesine tevekkül, sükûnet ve dualar eşliğinde işini tamamladıktan sonra, etrafına şöyle bir bakındı.

İçi rahat bir şekilde kapattı kapıyı, mutfağa geçti.

Yapacak daha çok işi vardı.

Akşamdan ısladığı kuru fasulyeyi kısık ateşte usul usul pişirecek, yanına şehriyeli pirinç pilavı yapacaktı.

Humus ve salatalarla zenginleştireceği sofrayı, krallara layık bir şekilde donatacaktı.

İçli köfte, eğe pilavı, tava ve daha onlarca yemek uçuşuyordu zihninde.

Hele bir gelsindi oğlu; ona sorar, hangi gün ne pişireceğine o zaman karar verirdi.

Tatlıyı belirlerken pek zorlanmamış; aşure, sütlaç ve kabak tatlısını sıraya koymuştu çoktan.

Geldi, gelmekte olan. Kavuştular.

Üç nazlı hilali yıldızıyla buluşunca, yüreği bayrak misali çırpınmaya başladı dört çocuklu annenin.

Gözleri güneş gibi parladı, yüzü daha bir aydınlandı.

Kutup Yıldızı babanın gelişiyle akşam karanlığı gündüze, mütevazı köy evi bayram yerine döndü.

Her zamanki gibi doyumsuz birkaç günün ardından Ankara’ya döndü oğul.

Hafızasında tertemiz hatıralar, yüreğinde sımsıcak aile sevgisi, burnunda o efsane oda parfümünün emsalsiz aroması vardı.

Gurbette bir ara, öyle yüreğine oturdu ki memleket hasreti, sılayı yanında hissettirecek bir iz aradı.

“Buldum.” dedi heyecanla, soluğu parfümeri dükkânında aldı.

Birbirinden zarif rengârenk şişeler içerisindeki parfümleri denedikçe umudu azaldı.

Tam vazgeçmek üzereydi ki, kendine son bir şans tanıdı.

“Sizde murt parfümü bulunur mu?”

Murtun ne olduğunu bilmeyen çalışanın çehresindeki şaşkınlık ifadesi görülmeye değerdi.

Minik bir tebessüm oturdu yüzüne.

“Yani, mersin kokulu parfümünüz var mı, demek istemiştim.”

“Tabii ki var.” dedi çalışan, yeşil renkli bir şişenin kapağını açtı. Deneme çubuğunu uygun yere sürdü.

Büyük bir heyecanla elini burnuna götüren gencin hevesi bir kez daha kursağında kaldı.

Teşekkür edip, süngüsü düşmüş bir şekilde çıktı dükkândan.

Derin düşüncelere dalmıştı…

Aradığı mersin ağacının kokusu muydu gerçekten?

Yoksa Mersin’in Toros yüzlü köyü Musalı’dan kanatlanıp Ankara’ya kadar ulaşan hatıralar mıydı, onu böylesine mahzunluğa sürükleyen?

Köyünü, odasını hayal etti.

Menekşe, nergis, sümbül, gül, susam ve murt dalları resmigeçit yaptı gözlerinin önünde…

Başkentin nabzının durmaksızın attığı Kızılay’a doluşan binlerce insan arasında yalnızdı.

Hem de çok yalnız…

Yapayalnız…

Dalgın dalgın yürürken kaldırımda, acı bir fren sesiyle irkildi.

Minik yavrusunu göğsüne sımsıkı bastıran bir annenin, korku ve endişe dolu gözlerinde buldu aradığını…

Çözmüştü sırrı…

Dünyanın bütün çiçekleri ve bütün diğer anneleri ittifak etseler, özlemini çektiği o muhteşem kokuyu, bırakın oluşturmak, taklit dahi edemezlerdi.

Torosların yamacından Akdeniz’i seyreden Musalı’nın dağ çiçeklerini benzersiz kılan sır, biricik annesinin kendine has kokusuydu.

Tüm zamanların en özel, en anlamlı parfümüydü o…

Güneş gibi parlayan çehresiyle evladını ısıtan, ışıtan ve olgunlaştıran annesinin güvenli sinesine şefkatle gömdüğü minik başının orta yerinde umutla parlayan bir çift gözden sızan gözyaşlarının ıslattığı tülbendin, toprağı imrendiren eşsiz kokusu…

***

Bugün 9 Mayıs 2021.

Güneş çehreleriyle bizleri ısıtan, ışıtan, olgunlaştıran; sevgi, şefkat ve merhamet timsali kalpleri hep bizler için atan annelerimizin günü kutlu olsun.

Annelikten daha yüksek bir rütbe, makam ve mevki tanımıyorum.

Her birine mutlu, huzurlu, sağlıklı, uzun ömürler diliyorum.

Melekleri imrendiren zarif kanatlarıyla göklere yükselmiş olan annelerimizin ruhları şâd, mekânları cennet olsun.