NASUHİ GÜNGÖR,
(Millî Gazete, 08.06.2006)
Ağlanacak hâlimize gülmek bizim için sıradan bir iştir. Kargaların bile güleceği işler ise biraz karışıktır.
Danıştay saldırısının ardından ortaya çıkan manzara, daha doğrusu ortaya çıkarılan çelişkili fotoğraflar herkesin kafasını karıştırmaya devam ediyor. Hürriyet’in yayın yönetmeni ise başından beri aldatıldığımızı ve “Bu kadarı da olmaz” dedirten bir oyun oynandığını düşünüyor (Ertuğrul Özkök, 6 Haziran 2006). Buna göre memleketimizde hayatını komplo teorisi satarak kazanan marjinal bir kesim var ve onlar bizim hastalıklı yanımızdan faydalanıp kafalarımızı karıştırdı. Amaçları da “ülkenin ordusunu, hükümetini, kurumlarını birbiriyle kanlı bıçaklı hâle getirecek bir provokasyon”. Ne tuhaf, biz başka günler de hatırlıyoruz bu ülkede. O günlerde bu çevreler, kurumlar arasında ortaya çıkan çatışmanın nasıl bir hasar ortaya çıkaracağını nedense hiç hesaba katmıyordu.
Özkök’ün bu göz yaşartıcı hassasiyeti bizi biraz gerilere götürdü. Çok değil bundan sadece on yıl öncesinde Özkök’ün de aralarında bulunduğu medya mensupları, Ordu-Hükûmet gerilimini adım adım tırmandıran sürecin bir parçası olmuşlar ve sonuçta ülkenin seçilmiş iktidarını “post-modem” darbe ile yerinden etmişlerdi. Şu sözler de Özkök’ün yukarıda bahsettiğimiz yazısından: “Toplum içinde bazı kişilerin, maraza çıkarmak, gerginlik çıkarmak için ne kadar alçakça işler yapabileceğini, ne iftiralar atabileceğini hep birlikte gördük.”
Evet, gördük. Türedi skandallar, irtica haberleri, iftiralar, çamur atmalar, patronunun iş takibi için bakanlarla yapılan çirkin görüşmeler, iktidar değişir değişmez açılan kredi muslukları, teşvikler gördük. Baş örtüsüne, Kur’an kurslarına, İmam Hatiplere savaş ilan edenler gördük. Sadece on yıl önce. Tamer Korkmaz’ın o günlerdeki ifadesiyle “Vernelli Muhtıra” döneminde gördük bunların hepsini.
Ertuğrul Özkök, çalışma arkadaşları, meslektaşları o günlerde nerede duruyordu ki bugün böyle bir hesap sorma hakkını kendilerinde buluyorlar.
Hafızamızı diri tutalım. Kim, hangi zamanda, ne söylemiş unutma-yalım. Sonradan bir iki kıvırtma yazısıyla, “o günler zor günlerdi” manevralarıyla kendilerini temize çıkarmaya çalışanlara, attıkları manşetleri, yazdıkları satırları bir bir hatırlatalım. Değerli gazeteci ve akademisyen Hayati Tek‘in “Darbeler ve Türk Basını” kitabı, şu günlerde yeniden tuhaf işlerin peşine düşen medyamızın askerî darbelerde oynadığı rolle ilgili önemli bir başvuru kaynağı (Bilge Oğuz Yayınlan, İstanbul, Haziran 2006).
İşin önemli yanı şu. Hayati Tek bu çalışmasında, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde basının rolünü masaya yatırmakla yetinmemiş. Çokça gözden kaçırdığımız 1992 yılındaki gerginliği ve o dönemdeki darbe tartışmalarını ve son olarak da 28 Şubat’ı ele almış. Hangi gazete ve hangi gazeteci olup biteni nasıl değerlendirmiş, kim neyi nasıl alkışlamış ve kimler, hangi onurlu duruşu sergilemiş, geriye dönüp hatırlamak isterseniz “Darbeler ve Türk Basını” elinizin altında olsun.
Ne yazık ki bu kitabın yeni baskılarında Hayati Bey‘e çok iş düşecek. Çünkü 2005 sonları ve 2006 baharında yeni bir “darbe” virajından geçiyor Türkiye, umuyoruz geçmiştir.
Kitabın yeni baskısı için kapak önerimiz bile var. İhrama girmiş bir Demirel fotoğrafı ne hoş bir kapak çalışması olurdu değil mi?