HAYATİ TEK –
İlkokul 4’e gidiyordu. Kara kışın ayazına iki gününü kaptıran dertli Şubat hıçkıra hıçkıra ağlarken, verniklenmiş ahşap sırada kaybolmak isteyen çocuk, yarıyıl tatilinden sonraki ilk eğitim gününün bir an önce bitmesi için dualar ediyordu. Çelimsiz bacakları arasına gizlediği elleri, öğretmenin tahtaya yazdıklarını deftere geçirdikten sonra hızla nöbet yerine dönüyordu.
Onun bu utangaç ve telaşlı hâli gözünden kaçmadı sınıfta dolaşarak ders anlatan öğretmenin. Tam çocuğun yanından geçerken babacan bir tavırla sordu:
“Ne var elinde yavrum?”
Çocuk mahcup bir ifadeyle fısıldar gibi konuştu:
“Hiç öğretmenim.”
Yüzeyi pütür pütürdü ellerinin, yer yer çizikler vardı. Toros yüzlü, Akdeniz gözlü Mustafa öğretmen anlamıştı durumu. Yine de konuşturmak istedi:
“Neden saklıyorsun ellerini?”
Sıkılgan bir tavırla anlattı çocuk:
“Öğretmenim 15 tatilde köye gittik. Aslında yağmurlu olmayan her hafta sonu ailecek köye gideriz biz. Bağ, bahçe işleriyle uğraşırız. Tatilde bağ budadık babamla. Daha doğrusu babam budadı, ben de kestiği çubukları toplayıp hirimin başına taşıdım. Yemek vakitlerinde o çubuklardan bir güzel ateş yaktı babam, iyice ısındık. Azığımızdaki tapıları közde ısıtıp, haşlanmış patates ve yumurtayla yedik. Birkaç gün çalışınca bağda, çubuklar çizdi ellerimi, soğuk çatlattı. Ateşte ısıtsam da kâr etmedi. Annem kremlese de geçmedi. Avucumun içi de su topladı, kavladı derim. Ellerime bakıp alay etti bazı arkadaşlar. Ben de utandım. Bakın, tırnaklarım tertemiz. Her hafta keser annem.”
Çocuğun anlattıklarını tebessümle dinleyen öğretmen duygulanmıştı. Belli ki kendi çocukluğu gelmişti gözlerinin önüne. Sınıfa hitaben konuşmaya başladı:
“Çocuklar! Nasırlı, çatlamış bu minik eller, utanç değil övünç kaynağıdır. Pek çoğunuz yarıyıl tatilini oyun ve eğlenceyle geçirirken, bu arkadaşınız bağda çalışmış, ailesine yardım etmiş. Sizler şehirde okuyorsunuz ama köydeki çocukların elleri hep böyledir. Sabah erkeden kalkıp okul saatine kadar anne babalarına yardım ederler. Hafta sonları bu çalışma gün boyu sürer. Herkes yaşına ve gücüne göre mutlaka bir işin ucundan tutar. Avuç içleri nasırlı, ellerinin derisi hep çatlaktır köy çocuklarının. Ama yine de okullarından geri kalmazlar. Hem alın teri, hem göz nuru dökerler. İkisi de kutsaldır ve övgüyü hak eder. Haydi, hep birlikte alkışlayalım arkadaşınızı.”
Müşfik elleriyle çocuğun başını okşayan öğretmen, yeniden ders anlatmaya koyuldu.
O günden sonra elindeki nasırdan, pütürden, çizikten, çatlaktan hiç utanmadı çocuk. Ömrü boyunca ibadet bildi alın teri, göz nuru dökmeyi. “Onurlu bir yaşam için akıtılan ter şehit kanı kadar kutsaldır” dedi, çalıştı. “Âlimin uykusu cahilin ibadetinden yeğdir” dedi, okudu…
Çapa tutan elleri su topladıkça, topraktan kanatlanan tozlar terli alında balçığa döndükçe, ilkini ablasından aldığı 2,5 lira teşvikle okuduğu kitapların sayısı yüzleri buldukça, Mustafa öğretmen düştü aklına.
Yıllar sonra anlayabildi işin aslını: Anlattığı değil anlaşıldığı kadar değerli, ürettiği değil birilerinin işine yaradığı kadar önemli olduğunu… Anlık önceliklerin ezeli ve ebedi gerçekleri perdeleyebildiğini… Bir zamanlar kas gücünü köleleştirerek semirenlerin hedef tahtasına düşünen beyinleri yerleştirdiğini… Alın teri ve göz nurunun kıymetini bilmeyenlerin kan ve gözyaşıyla sınandığını…
Sınavdan geçenin sadece kendisi olmadığını öğrendi, bir deri bir kemik kalmış Afrikalı çocuğun başında iştahla bekleyen akbabalardan… Ağlama Duvarı’nda timsah gözyaşları dökenlerin dipçiği altında can veren Filistinli minik mücahitlerden… Üç kıtanın tüm kirini pasını kırklayan Akdeniz’in bile içine sindiremeyip bir hınç gözyaşı gibi sahile savurduğu mülteci çocukların cansız bedenlerinden…
Kalemini duayla biledi, sözünü pusat eyledi kendince…
Takati yetmedi. İltica etti…