HAYATİ TEK: Tarihçi, tarih felsefecisi, sosyolog, iktisatçı ve siyaset teorisyeni gibi pek çok sıfatlarla anılıyorsunuz. Söyleşimizde elbette bütün bu konulara giremeyeceğiz. Yedi yüz yıl öncesinden günümüzün pek çok sorunuyla ilgili bazı tespit, teklif ve tenkitlerinizi okuyucularımıza aktarmakla yetineceğiz. Dilerseniz önce tarih ilmiyle başlayalım.
İBN-İ HALDUN: Bil ki: tarih ilmi, milletler ve kavimlerin birbirinden nakil ve rivayet edegelmekte oldukları ilimlerdendir. Tarih öğrenmek için atlara üzengiler ve develere semerler bağlanarak seferler ihtiyar olunur. Halk ve hiç bir şeye önem vermeyen gafiller bile tarih öğrenmek isterler. Hükümdarlar ve Yemen hükümdarları olan Kayl’ler, tarih öğrenmek için birbirleriyle yarış ederler(1).
HAYATİ TEK: Tarih bize ne öğretir?
İBN-İ HALDUN: Tarih, insanların ve kavimlerin hal ve durumlarının nasıl değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kuvvet ve kudretlerinin nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini bize bildirir(2).
Bu kadar mı?
İBN-İ HALDUN: Bu, tarihin zahiri (açık anlaşılan) manasıdır. Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır. Bundan ötürü tarih, hikmet=felsefe ilimlerinden sayılmağa layıktır(3).
HAYATİ TEK: Ünlü eseriniz Mukaddime’de tarihle ilgili ne gibi konulara temas ettiniz?
İBN-İ HALDUN: Mukaddime’de tarih ilminin şeref ve meziyetlerinden, mezheplerinden -tarihte takip olunan metot ve sistemlerden- bahsolunmuş, tarihçilerin yanıldıkları ve karıştırdıkları noktalar gözden geçirilmiştir(4).
HAYATİ TEK: Tarih ilmi konusunda ne gibi tespitler yaptınız?
İBN-İ HALDUN: Bil ki, tarih, gaye ve amacı şerefli ve faydaları çok olan bir ilimdir. Tarih, geçilip geçen kavimlerin hal ve ahlaklarını, Tanrı elçilerinin kılık hal ve hareketlerini, hükümdarların ve idare ettikleri devletlerin durumunu ve takip etmiş oldukları politikayı öğretir. Din ve dünya işlerini bütünlemek isteyen kimse, tarihe başvurarak onu kendisine örnek edinir ve bu ilimden faydalanır. Tarih bu cihetlerden birçok kaynaklara, türlü bilgilere, dikkatle bakış ve incelemelere ve kalplerde kanaat ve inan husule gelinceye kadar tespite muhtaçtır. Bu gibi dikkat ve incelemeler, bu yolda hareket eden kimseyi, sürçme ve yanılmalardan kurtarır. Çünkü haberler yalnız nakil ve rivayete dayanır(5).
HAYATİ TEK: Kitabınızda “asabiyet” kavramına ayrı bir önem veriyorsunuz. Nedir asabiyet?
İBN-İ HALDUN: Düşmanların saldırılarından korunmak ve saldıranları kovmak (ve servet kazanmak) ve istilalar kişilerin bir araya toplanmasıyla olur ve buna “asabiyet” adı verilir. Kişilerin her topluluğun yasakçı ve hâkime muhtaç olduğu da bir hakikat… Bu hâkim birinin hakkını diğerinin alarak birbirlerine olan tecavüzlerine engel olur(6).
Bu yasakçı ve hâkimin, asabiyet kuvvet ve kudretiyle onlara galebe çalmış ve onları hükmü altına almış olması gerektir. Yoksa bunların birbirine kötülük etmelerine mani olamaz. İşte bu kuvvet ve kudretle ahaliyi hüküm ve idaresi altına almak hükümdarlıktır. Hükümdarlık başkanlığın (riyasetin) üstünde bir şeydir(7).
HAYATİ TEK: Neden?
İBN-i HALDUN: Çünkü başkanlık ululuktan ibaret olup, ona başkaları uyrukluk ediyorsa da, o kahır ve kuvvetle hükmünü yürütmek kudretinde değildir(8).
HAYATİ TEK: Peki, bir başkan nasıl hükümdar haline gelebilir?
İBN-İ HALDUN: Hükümdarlık ise kahır ve şiddetle galebe çalmak ve hükmü altına almaktan ibarettir. Arkasında kendisini koruyan ve kendisine yardım eden nesilden gelen akrabaları veyahut kölelik, azatlılık, anlaşma ve kademelik gibi bağlarla kendisine bağlanmış olan yardımcıları bulunan kimse ululuk derecesine erişir ve uyruğunun kuvvet ve kudreti yeter derecede olup da kahır ve galebe yolunu bulur ise, bu fırsatı kaçırmaz, galebe çalarak idareyi eline alır. Hükümdar bunu ancak kendisine tabiiyet ettirecek derecede kuvvet ve kudret sahibi olmakla elde edebilir. Üstün gelerek devlet kurmak asabiyetin amaç ve sonudur ki, bizim yukarıdaki açıklamalarımızdan sen bunu anladın(9).
HAYATİ TEK: Hükümdar olmak isteyen kişinin bağlı bulunduğu topluluk çeşitli soy ve boylardan oluşuyorsa, asabiyet nasıl gerçekleşecek?
İBN-İ HALDUN: Bu uruğun içinde çeşitli soylar, boylar ve dallar bulunduğu takdirde, idare ve hâkimiyeti ele geçirmek ve elde tutabilmek için bu soy ve boyların hepsinden daha kuvvetli bir asabiyette ihtiyaçları vardır(10).
Bu kuvvetli boy ve diğer soy ve boyları kendi idaresi altına alır ve bunları büyük bir asabiyet haline getirir. Yoksa anlaşmazlık ve çekişmeye götüren bir dağılma husule gelir. Tanrı kanun ve hükümleri ile insanların birbirine saldırmalarına engel olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu(11).
HAYATİ TEK: Kendi topluluğu içinde birliği sağlayan hükümdar kendisine yeni hedefler belirler mi?
İBN-İ HALDUN: Hükümdar, kendi boyunun kudret ve hamiyetiyle o kavmi kendine itaat ettirdikten sonra akraba olmayan uzak boy ve uruğları da kendisine boyun eğdirmek ister. Bu boy ve uruğu kuvveti itibariyle onun dengi olup, kendisini müdafaa edebilirse, bunlar birbirlerine karşı koyabilecek eşit bir kudrette iseler birbirine denk olan iki kuvvet teşkil ederler. Bu takdirde her ikisi de kendi yurt sınırlarının ve kavmini korur(12).
HAYATİ TEK: Dünyanın her yanında bu böyle midir? Devletler sürekli olarak genişlemek ve kendilerine denk bir güçle karşılaşıncaya kadar ilerlemek mi isterler?
İBN-İ HALDUN: Dünyanın her tarafında yaşayan uruğ ve kavimlerin halleri böyledir. Biri üstün gelerek diğerlerini kendisine boyun eğdirir ise, bu yenmesinin bir sonucu olarak başkalarını kendisine boyun eğdirmeye çalışır. Kuvvet ve kudreti bir devletin kuvvetine denk olabilecek bir hale gelinceye kadar bu şekilde hareket eder. Bir devletin, ihtiyarlama çağı geldiğinde, devlete mensup boylardan o devleti koruyacak yardımcılar bulunmadığı takdirde, ötekisi o devleti yenerek topraklarını ve idaresini ele geçirir. Bu suretle bütün devlet ve idare onun eline geçer(13).
HAYATİ TEK: Bir devlet genişleme sürecinde güçlü bir devleti yenebilmek için başka devletlerle güç birliğine gider mi?
İBN-İ HALDUN: Üzerine saldırmak istediği devlet, ihtiyarlık çağına gelmemiş olup da anca kendilerine saldıran düşmanlarına karşı koyabilmek için kudretli bir uruğun başkanlarından yardım istemek mecburiyetinde kalır ise, yardım istediği uruğun ileri gelenleri şeref ve şan kazanmak maksadıyla, o devletle birleşirler, kudret ve şevket sahibi olan uruğların başkanları o devletin yardımcıları sırasında yer alırlar, devlet bunları arzu ettiği maksatları için kullanır.
Bu adamlar her ne kadar devletin gerçek ve bağımsız hükümdarı olmaz iseler de devletin bağımsız hükümdarları adına sikke bastıran ve onun adına hutbe okuyan hükümdarlar sayılırlar(14).
HAYATİ TEK: Bu durumla ilgili örnek verebilir misiniz?
İBN-İ HALDUN: Abbasiler devletinde Türkler ve Aleviler ve Halifeler adına (hutbe okuyan ve sikkeler bastıran ve bunlara biate davet eden) Sinhace, Kemate, Zenate ve Hemedaniler işte bu kabil hükümdarlardan idiler. Bu açıklamalarımızdan asabiyetin sonuç ve gayesi devlet kurmak olduğu anlaşılmıştır. Hükümdar asabiyet kuvvet ve kudretini kemaline erdiğinde kendi kuvvetiyle müstakilen veyahut o çağın hal ve durumunun müsaadesine göre, diğer uruğları kuvvet ve yardımlarıyla devleti korur. Tanrı kendi hüküm ve kazasını yerine getirinceye kadar, bu uruğ bulunduğu hal üzere yaşar(15).
HAYATİ TEK: “İhtiyar devlet” tabirini kullandınız. Bunun sebebi nedir? Devletler de insanlar gibi doğar, büyür, ihtiyarlar ve ölürler mi?
İBN-İ HALDUN: Doktor ve müneccimlerin iddialarına göre insanın tabii olan ömrü 120 yıldır. 120 yıl ise, müneccimlere göre, en büyük kameri yıldır(16).
HAYATİ TEK: Bu iddianın dayanağı nedir?
İBN-i HALDUN: Her neslin ömrü kıranlara (yıldız ve seyyarelerin birbirlerine yaklaşması ve birbirlerinin hizasında bulunmasının) nispetine ve bunun insanların hayatına tesirlerine göredir. Bu kıranlara göre, neslin ömrü uzun veyahut kısa olur. Bazı kıranlar vaktinde doğanların ömürleri tam yüz yıl olur, yıldızların bu kıranlarına bakanların bunlarda gördükleri delil ve eserlerin gösterdiğine göre, bazı kıranlar vaktinde doğanların ömürleri, 50, 80 veyahut 70 yıl olur. Tanrı elçisinin hadisinde de insanların ömürlerinin bu miktarda olduğu anılmaktadır. Nuh vakası gibi nadir haller müstesna olmak üzere, insanlar tabii ömür olan 120 yıldan fazla yaşamazlar(17).
HAYATİ TEK: İnsanlar için böyle… Devletler için durum nasıl?
İBN-İ HALDUN: Devletlerin ömürleri kıranlardan dolayı her ne kadar çeşitli olur ise de, çoğunlukla, ömürleri üç batını geçmez(18).
HAYATİ TEK: Batın nedir?
İBN-İ HALDUN: Batın insan ömrünün ortasından ibarettir. İnsanın ise orta ömrü kırk yıldır. Kırk yıl ise insanın olgunlaşma devresidir. Böylece Tanrı: “İnsan en kuvvetli çağına erişerek kırk yaşına gelirse” der. Biz bu delile dayanarak bir insan ömrünün bir batının ömrü olduğunu söyledik(19).
HAYATİ TEK: Bu tezinizi ispatlayacak örnek var mı tarihte?
İBN-İ HALDUN: Bizim burada söylediklerimizin doğruluğunu Tih olayı da ispat eder. Tih olayı anılırken kırk yıl tabiri bir batını (bir nesil) ifade etmek üzere kullanılmıştır ki, kırk yıl içinde bir nesil yok olup gitmekte ve düşkünlüğün ne olduğunu bilmeyen yeni bir nesil yetişmektedir. Bundan da bir batının ömrü bir adamın ömrü olan kırk yıl olduğu anlaşılır(20).
HAYATİ TEK: Devletlerin ömürlerinin çoğunlukla üç batını geçmeyeceğini söylediniz. Bu iddianızı neye dayandırıyorsunuz?
İBN-İ HALDUN: Devlet ömrünün çoğunlukla üç batın müddetini geçmeyeceğini kaydetmemizin sebebi şudur:
Devleti kuran ilk nesil göçebelik kılık ve kabalığını, dar yaşayış, bahadırlık, atılganlık ve yırtıcı hayvan gibi saldırganlık, ululuk ve şeref gibi göçebelik alışkanlık ve tabiatın, yani asabiyetin şiddet ve kudretini muhafaza eder ve kılıçlarının çalım yerleri keskin olur, bundan dolayı kavim ve uruğlarca korkunç tanınırlar. Diğer kavimler onlara yenilirler.
İkinci batına gelince o batın devlet sahibi olmak ve bolluk ve refah içinde yaşamak sonunda göçebelik halini bırakarak, yerleşik hayata alışır, darlıktan kurtularak bolluk ve genişliğe kavuşur, bu nesil ululuk ve şerefi ortaklaşmaktan mahrum edilerek ululuk ve şeref bir şahısta toplanır, bunun tesiri ile kalanları devleti korumak hususunda tembelleşir. Bu nesil başkalarına el uzatarak galebe çalamaz ve hakir düşer. Bu değişikliklerin bir sonucu olarak asabiyetin şiddet ve kuvveti az çok kırılır. Onlar düşkünlüğe ve boyun eğmeye alışırlar. Fakat bu nesil devleti kuran ilk nesli idrak edip, onların hallerini, yücelik ve kudretlerini, ululuk için çalıştıklarını, korumak ve korunmak hususunda nelere katlanmış olduklarını ve atılganlıklarının gözleri ile gördükleri için bu özelliklerden bir kısmını kaybederlerse de, asabiyet ve şerefi büsbütün bırakmazlar. Bunlar hal ve durumun ilk nesil çağındaki şeklini alacağını ümit eder veyahut bu hal ve şerefin kendilerinde bulunduğunu zanneder(21).
Üçüncü batına gelince bunlar göçebelik çağını ve kabalığı büsbütün unuturlar, hakirliğe katlanmaya, lezzet ve nimetler içinde yaşamaya alıştıkları ve bu hayatın tekâmül etmiş derecesine inerek devletin koruması ve terbiyesine muhtaç olurlar. Bunun üzerine asabiyet büsbütün kaybolur. Korumak ve korunmak büsbütün unutulur(22).
HAYATİ TEK: Bu son neslin yaşantısı nasıldır?
İBN-İ HALDUN: Bunlar giyim kuşamlarında, atlara binmek ve güzelce süngü kullanmak hususlarında askere benzer iseler de bu bir zahiri gösterişten ibaret olup, gerçekte ise bunlar atların üzerinde kadınlardan da korkaktırlar. Düşman üzerlerine yürüdüğünde karşı koymaktan acizdiler. Bundan dolayı devletin başında bulunan hükümdar şecaat sahibi olan diğerleri sayesinde kudret kazanmak ister, köleleri çoğalır, kendisine az çok arka olacaklara bağışlarda bulunur. Tanrı büsbütün yıkılmasını irade edinceye kadar devlet bu hali üzere devam eder. Gördüğün bu üç neslin hali böyledir. Devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, aynı sebeplerin tesiri ile asalet ve şeref de dördüncü nesilde sona erer. Bu üç neslin ömrü, yukarıda anlattığımız gibi, 120 yıldır, takriben bundan bir miktar az veyahut biraz daha çok olabilir ise de, çoğunlukla, devletlerin ömrü 120 yıl geçmez(23).
HAYATİ TEK: İhtiyar devlet herhangi bir saldırıya uğramazsa yaşamını sürdüremez mi?
İBN-İ HALDUN: Diğer kuvvetler üzerine yürümemek ve dokunmamak gibi onu yıkacak haller arız olmadığı takdirde, devletin ihtiyarlama çağı gelmiş ise de, yıkacak kuvvet üzerine yürümediği için yaşayabilir. Fakat üzerine herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır. Ecelleri geldiğinde onların ölümleri bir saat olsun gecikmez ve bu mukadder olan vakitten bir saat olsun önce ölmez(24).
HAYATİ TEK: Kafamız bu konuda henüz netleşmedi. Biraz daha ayrıntı ve mümkünse örnek verebilir misiniz?
İBN-İ HALDUN: Devletin bu tabii olan ömrü herhangi bir kimsenin ömrü gibi olup, duraklama çağına kadar artar, bundan sonra gerileme (sükût) veyahut alçalma çağı gelir. Bundan dolayıdır ki insanlar arasında ağızdan ağza “Devletin ömrü yüz yıldır” sözü nakledilir ve meşhurdur(25).
HAYATİ TEK: Sözünü ettiğiniz 120 yıllık zaman dilimini neye göre hesaplayabiliriz?
İBN-İ HALDUN: Tabii ömrün nesep şecerelerindeki sayılarını bilmeden, yalnız ilk batının başlandığı tarihi bilir isen, her yüz yıl içinde üç baba gelip geçmiş olduğunu hesap edersin, şeceredeki babaların sayısı (beher yüz yıl içinde) üçü geçmez ise, şecere doğrudur. Taksim edildiğinde yıllar eksik çıkarsa, şecereye bir daha fazla ilave edilmek suretiyle şecere bozulmuş, taksimden sonra yıllar bu nispetten az olur ise, şecereye o nispette baba eklenmek suretiyle şecerede yanlışlık husule gelmiş olur. Bir kimsenin ata ve babalarının sayısı açık bir surette belli olup da zaman miktarı belirsiz olur ise, babalarının sayısı ile zaman tayin olunur, gece ve gündüzleri Tanrı takdir eder(26).
HAYATİ TEK: Nasıl kurulacağını ve ömrünün ne kadar olacağını anlattığınız devletin din ile münasebeti yüzyıllardır tartışılmaktadır. Bu konudaki fikirlerinizi alabilir miyiz?
İBN-İ HALDUN: Bil ki, devlet milli toplulukların tabiatı icaplarındandır. Devlet ihtiyari olarak kurulmaz, varlık ve onun düzen ve tertibi için bir zaruret olarak kurulur. Şeriatları ve dinleri yaymak, umumu onu kabule çağırmak için asabiyet adıyla anılan ve cemiyet, kuvvet, kudret sahiplerinin bir düşünce etrafında toplanmaları ve çalışmaları şarttır. Dinleri ve mezhepleri yaymak için de asabiyet şarttır. Tanrının emirleri asabiyet ile yerine getirilir. Sahih olan hadiste Tanrı elçisi: “Tanrı; peygamberlerini ancak onun şahsını koruyacak ve dinini yayabilecek kudret sahibi olan kavimden gönderdi” der(27).
HAYATİ TEK: Böyle diyorsunuz ama asabiyetin İslam’a aykırı bulunduğunu söyleyenler de var.
İBN-İ HALDUN: Cahiliyet çağında asabiyet kötü maksatla kullanılıyordu. Maksat asabiyet ile övünmeye engel olmak, asabiyeti kimsenin zararına kullandırmamaktır. Çünkü bu şekilde hareket etmek akıllı adamların işi olmadığı gibi, devamlı bir surette yerleşme ve yaşama yurdu olan ahret için de faydalı değildir. Asabiyet hak yolunda ve Tanrının buyruklarını yerine getirmek ve maslahatlara uygun olarak kullanmak övülmüş bir iştir ve bu şekilde kullanmak matluptur. Yoksa şeriatların hükümleri, buyrukları tatbik edilemezdi. Çünkü asabiyetsiz şeriatları korumak mümkün değildir. Hükümdarlığın hali de böyledir(28).
HAYATİ TEK: Sizce de uygunsa, biraz da devletlerin ekonomik yapıları üzerine konuşalım. Devletçi, liberal, karma ekonomi konularındaki tartışmalar yüzyıllardır sürüp gidiyor. Sizce ekonomi ve özellikle ticaret konusunda devletin konumu ne olmalıdır?
İBN-İ HALDUN: Hükümdar ve devletin ticaretle meşgul olması tebaası için zararlıdır ve vergilerin düzenini bozar(29).
Bunu neye dayanarak iddia ediyorsunuz?
İBN-İ HALDUN: Devlette israf ve bolluk itiyatları yüzünden masraflar çoğalıp, toplanan vergiler masraflarını kapatamayınca, ihtiyacı karşılamak üzere devletler fazla para ve mal toplamak maksadıyla bazen ticaret eşyasından ve pazarlarda satılan her nesneden vergi alırlar. Evvelden konmuş ise bazen alışveriş esnasında alınan bu vergilerin çeşitleri çoğaltılır. Bazen de, valilerin ve maliye memurlarının vergi alırken fazla para topladıkları anlaşıldığında, müfettiş ve hesap memurlarının meydana çıkaramadıkları bu servetler; vali, memur ve mültezimleri sıkıştırmak ve şiddetli cezalar çarptırmak suretiyle meydana çıkartılır(30).
HAYATİ TEK: Devletin vatandaştan vergi alması gayet doğal bir durum değil mi? Vergi toplamak devletin ekonomiye müdahalesi olarak değerlendirilebilir mi?
İBN-İ HALDUN: Tacirlerle ekincilerin servetleri az olduğu halde, büyük kazançlar ve mahsuller elde ettiklerini görünce devlet ricali de vergi ad ve usulüyle sultan namına ticaret ve ekincilik yapmaya başlarlar(31).
HAYATİ TEK: “Masrafları artan devlet, topladığı vergiler de yetmeyince, kazançlı olduğu için ekonomik faaliyete başlar” mı diyorsunuz? Diyelim ki, böyle oldu. Bunun ne zararı var?
İBN-İ HALDUN: Alışverişte kar, sermaye nispetinde olduğu ve devlet ricalinin elinde de büyük servetler bulunduğu için sermayeleri az olan tüccarları zor duruma sokarlar; mümbit ve mahsuldar topraklarda ekin ektirirler, hayvan beslerler ve türetirler; bu suretle kazandıkları ile mal ve eşya satın alırlar ve bu malları pazarlara sürerler(32).
Bunlar bu alışverişleri ile devlet servetinin artacağı ve daha çok vergi toplanacağı iddiasıyla, ticaret ve ekincilikle meşgul olurlar. Fakat bunların bu düşünce ve işleri, son derece büyük hatadan başka bir şey değildir(33).
HAYATİ TEK: Neden hata olsun ki?
İBN-İ HALDUN: Bunun birçok bakımdan tebaaya zararları dokunur(34).
HAYATİ TEK: Ne gibi zararlar?
İBN-İ HALDUN: Havan, mal ve eşya satın almak hususunda tacir ve çiftçileri sıkıştırmış olurlar. Çünkü tebaanın serveti birbirine denk ve birbirininkine yakın bir nispettedir. Onların alışverişlerde birbirlerine olan rekabetleri servetlerini nispetinde olup, zaten az olan paraları mukabilinde eşya ve mal satın almakla tükenir yahut da tükenmek derecesine gelir. Serveti büyük olan sultan alışverişe başlarsa, bunlardan her biri zaruri olan ihtiyaçlarını temin edemeyecek hale gelir. Bundan dolayı kalpleri kaygı ve hasretle dolar(35).
HAYATİ TEK: Başka ne gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar?
İBN-İ HALDUN: Üstelik sultan zorla bu malları elde etmeye kalkışırsa, çoğunu halkın elinden alır veyahut en ucuz fiyatla elde eder; kendisine rekabet eden kimse bulunmadığı takdirde bu mahsullerin fiyatlarını indirir. Bu yolla bütün mahsuller: Hububat, atlas, bal, şeker ve bu kabilden olan diğer mahsuller ve sair ticaret malları, elde edildikten sonra, bu mal ve eşyanın pazarlarda sürüm vakti beklenmeden, değerinden fazla bir fiyata tebaaya satılır(36).
HAYATİ TEK: Devletin karaborsacılık yapması halk için gerçekten büyük bir felaket olur. Tacirlerin durumu da doğal olarak iyice kötüleşir…
İBN-İ HALDUN: Tacirler sermayelerini devlet ve ricali tarafından kendilerine satılan mal ve eşyaya yatırmış oldukları ve başka da sermayeleri bulunmadığı için bu eşya, sermayelerinin karşılığı olarak ellerinde kalır; ellerinde alışveriş edecek paraları bulunmadığı için, alışveriş edemeyecek ve aileleri geçindiremeyecek bir duruma düşerler(37).
İhtiyaç ve zaruret, bu mal ve eşyayı satmayı gerektirdiğinde pazarlar durgun olduğu için, en ucuz fiyatla satılır. Tacir ve çiftçi bu gibi hallere tekrar düşebilir. Bu suretle tebaa büyük zorluklara ve sıkıntılara uğrar, kazanç temin etmek yolları büsbütün kapandığından çalışmaktan ümidini keser. Bu hal, devletin vergi toplamasını zorlaştırır, gelirini azaltır(38).
HAYATİ TEK: Böylece devlet, vergi topladığı kesimi kendi eliyle zayıflatır ve aslında bindiği dalı keser, değil mi?
İBN-İ HALDUN: Çünkü devletin gelirinin en büyük kısmını, yeni vergiler temin eder. Bilhassa pazarlarda azalan eşyadan vergi almak usulü ihdas edildikten sonra, gelirin temelini tacirlerden ve çiftçilerden alınan vergiler teşkil eder. Çiftçi ekincilikten, tacir de alışverişten elini çektikten sonra bütün vergilerin kaynakları kapanır yahut fahiş bir nispette eksilir. Sultan bu suretle alışverişten ve çiftçilikten elde ettiği faydaları, vergilerden kaybettiğine nispetle pek cüzi bir kazanç teşkil ettiğini anlar. Devletin kazancı, ticaretin faydalı olduğu farz edildiği takdirde dahi, devlet tarafından satılan ve satın alınan eşya ve mallardan vergi alınmadığı için, bu ticaret ve alışveriş tebaa tarafından yapıldığı takdirde devletin bu alışverişten alacağı vergiler miktarında olacağı hakikatten çok uzaktır. Devlet kendisi ticaretle uğraşmadan, bu alışveriş tebaası tarafından yapıldığı takdirde, bunlardan toplayacağı vergilerden daha çok gelir temin edecektir(39).
HAYATİ TEK: Gerçekten gayet açıklayıcı bilgiler verdiniz. Önemli uyarılarda bulundunuz. Devletin ekonomiye girmesinin başka ne gibi sakıncaları olabilir?
İBN-İ HALDUN: Devletin bu şekilde ticaret ve çiftçilikle meşgul olması yurdu imar edenlere bir tecavüz teşkil eder. Tebaasının iş ve hareketinin durması ile devletin düzeni ve işi bozulur, yurdun bayındırlığı azalır; çünkü, tebaa çalışmaz, tacir alışverişi, ekinci çiftçiliği bırakırsa, bunun bir sonucu olarak geçinmenin düzen ve durumu bozulur, bunu iyice anla(40).
HAYATİ TEK: Haklısınız. Bu konuyla ilgili başkaca uyarı ve tavsiyeniz var mı?
İBN-İ HALDUN: Bil ki, sultanın mal ve serveti, ancak vergi ile ve vergilerin bol ve çok olmasıyla çoğalır. Vergiler, ancak servet sahipleri hakkında doğru olmak, onların fayda ve işlerini gözden kaçırmamakla temin edilir. Ancak bu takdirde onların emelleri genişler; onlar, mal ve servetlerini çoğaltmak üzere sevinerek çalışırlar. Onların serveti artınca devletin geliri çoğalır. Hükümdarın ticaret ve çiftçilikle meşgul olmasından tebaa çabuk zarar görür, vergileri azaltır, yurdun bayındırlığını giderir(41).
Hükümdar, emir ve zorbaların çiftçilik ve ticaretle meşgul olmaları zararlıdır. Çünkü bunlar çiftçilik ve ticaretle meşgul olurlarsa, satılmak üzere şehirlerine getirilen mahsul ve ticaret mallarını istedikleri gibi fiyat biçerek satın alırlar. Vakti gelince de idarelerinde olan tebalarına istedikleri gibi yüksek fiyatlarla satarlar. İdareleri altında bulunan tebalarına, değerinden fazla fiyatla mal ve eşya satmanın zararı, yurt ve şehirlerine getirilen mal ve ticaret eşyasını, istedikleri fiyatla, zorla satın almaktan daha zararlı olup, tebaanın yaşayışını altüst eder, ekonomik durumlarını büsbütün bozar(42).
HAYATİ TEK: Zaten bu, düpedüz devlet eliyle karaborsa olur…
İBN-İ HALDUN: Sultanın, bunun için, bu işlerin ehli ve mesleği olan tacir ve çiftçileri bu işlere karıştırdığı ve vasıta edindiği çağlar da olur. Sultan, çabuk para toplamak maksadıyla bu gibi haksızlıklara başvurursa, hükümdarın ticaret mal ve eşyasından vergi ve harçlar alınmadığı için, hükümdarın kar ve istifadesi tabiatıyla büyük olur. Vasıta edindiği tacir ve çiftçilere kardan bir pay ayırır. Hükümdarlar, bu yolla zorla mal satın alarak, zorla tebaalarına satmanın, vergileri ve umumiyetle devletin gelirini eksilterek devleti büyük zararlara soktuğunu anlamazlar(43).
HAYATİ TEK: Ancak devletin ekonomiye direkt girmesinin sosyal adaleti daha iyi sağlayacağını iddia edenler de var.
İBN-İ HALDUN: Sultan, devletin vergilerini ve umumiyetle gelirini eksilten ve devletine zararı dokunan bu gibi alışverişlere teşvik edenlerin teşvik, politika ve sözlerine kulak asmamalı; bunlardan, devletin bozulmasına sebep oldukları için sakınmalıdır(44).
HAYATİ TEK: Aslında tam bu noktada karşımıza günümüzün en büyük sorunlarından biri çıkıyor. Devletin gelirleri, devlete sırtını dayayan bir zümre tarafından tabiri caizse hortumlanıyor. Böyle bir zümre niçin oluşur?
İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: Devletin ilk kuruluş çağında ganimetler, tebaadan toplanan para ve mallar, devleti kurarken gösterdikleri hizmet ve devletin kuruluşuna katılan uruk ve boylarının kudret ve kuvveti nispetinde, bu uğurda çalışanlar arasında bölünür, çünkü yukarıda anlattığımız gibi, devlet ilk kuruluşu çağında onlara muhtaçtır, devleti kuran onlardır. Bu çağda hükümdar, onları hükmü altına almak gayesini güttüğü için, onların ganimet ve vergilerden elde ettikleri mal ve paralarına dokunmaz. Devlet bu devrede iken, başkan ve hükümdarlar, izzet ve kudret sahibi olmaktan ve devletin tahtını kendilerine tahsis etmekten başka şey düşünmezler. Bu devrede sultan, bağımsız bir hükümdardır, kudretlidir, uruk ve kavminin yardımına muhtaçtır. Bu devrede sultan, ganimet mallarından ve vergilerden kendisi için ancak ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere küçük bir pay ayırır; kalanını, devletini kuranlara bağışlar. Bu devrede sultanın maiyeti ve hizmetinde bulunanlardan; vezir, kâtip ve azatlıları fakirdirler, şerefleri son derecededir. Çünkü, bu devrede onların şeref ve servetleri, hizmetinde bulundukları sultanın şan ve serveti nispetindedir; sultan ise ele geçen paraları kendisini sıkıştıran asabiyet ve devleti kuran ve koruyan uruk ve kavmi arasında böldüğü için eli dardır(45).
HAYATİ TEK: Sultan ve yakın çevresinin eli ne zaman bollaşır?
İBN-İ HALDUN: Hükümdarlığın tabiatı icabı olarak kuvvet ve kudret kesbettikten sonra kavmini hükmü altına alır, ganimet ve vergilerden onlara el çektirir. Onlar da ancak başkaları arasında tahsis edilen paylarını alırlar. Kuvvetleri kırıldığı için bunların devlet idaresine olan tesirleri ve o nispette payları azalır; azatlılar ve devletin nimetleri sayesinde yetişenler, devletin idaresini ve koruma işlerini onlarla bölüşürler, bundan sonra devlet başkanı devletinin bütün gelirini yahut da çoğunu yalnız kendi idaresi altına alır. Mal ve para toplar, gerekli ve önemli işlerde kullanmak üzere bu paraları biriktirir, hükümdarın serveti çoğalır, hazineleri dolar, şan ve şevketi büyür, bütün uruk ve kavmi arasında şevketli ve azimli olur. Bunun üzerine maiyetinde ve hizmetinde bulunanların, havassın (seçilmişlerin), vezir, kâtip, kapıcıbaşı, azatlı ve jandarma komutanı gibilerin şeref ve kuvvetleri artar, bunlar da para ve servet toplarlar(46).
HAYATİ TEK: Bunun sonu nereye varır?
İBN-İ HALDUN: Devletin ihtiyarlama çağı geldiğinde, devleti kuran ve koruyan uruk ve boyların hal ve durumu altüst olur. Bunlar, kuvvetlerini kaybettikten sonra, asiler, ihtilalciler ve idareyi ele geçirmek için çekişenler çoğalacağından, devleti idare eden kimse diğer arka ve yardımcılara muhtaç olur. Sultan, devletin yıkılmasından korktuğu için, ele geçen paraları kılıç sahibi olan yardımcılarına ve devleti koruyabilecek kudretli uruk ve boylara verir ve hazinelerini devletin önemli işlerine ve gereken yerlere sarf eder(47).
HAYATİ TEK: Bu devlet olmanın gereği değil midir?
İBN-İ HALDUN: Bununla beraber, sebeplerini yukarda anlattığımız gibi, bahşişler ve masraflar çoğaldığı için hazinede servet eksilir; haraç ve benzerlerinden tahsil edilen gelirler azalır, bunun bir sonucu olarak devletin paraya olan ihtiyacı artar, bundan ötürü devletin nimet ve bol bağışlarının arkası kesilir. Eskiden bol bağışlara nail olan havasının, devlet ricalinin, kapıcıbaşılarının ve kâtiplerinin elleri darlaşır, şan ve şerefleri kırıldığı ve devletin eli darlaştığı için eski bolluk ve refah kalmaz. Devleti idare edenin gittikçe eli darlaştığı için; hükümdarın yakın adamlarının oğulları ve onun hizmet ve maiyetinde bulunanlar, devlet başkanına yardım maksadıyla babaları tarafından toplanmış olan paraları boş yere sarf ederler; ama, ataları ve babaları gibi içten severek hizmetlerde bulunmazlar(48).
Bu da ilginç bir tespit… Daha sonra ne gibi gelişmeler yaşanır?
İBN-İ HALDUN: Nihayet devlet sahibi, kendinden önce hüküm sürenler çağında o hükümdarın şan ve kudreti sayesinde toplanmış olan bu servetlere onların oğul ve torunlarından ziyade kendisinin müstahak olduğunu düşünerek; rütbelerine göre birbiri arkasından olmak üzere, bu malları birer birer onların elinden çekip alır. Onların bu kötü durumlara düşmelerinden devlet mutazarrır olur; maiyeti, hizmetinde bulunanlar, devlet ricali ve servet sahipleri mahvolur(49).
Devlette, havassın bu nimet ve servetlerini kaybetmesiyle, eskiden yükselmiş olan fazilet ve cömertlik gibi meziyet ve şereflerin binası yıkılır ki, bu, Tanrının kulları için vazettiği bir kanundur(50).
HAYATİ TEK: Üstad, siz 1300’lü yıllarda 2000’lerin dünyasını öngörmüşsünüz resmen. Tebrik etmekten başka ne yapabiliriz ki? Hazır devlet ve ekonomi bahsine bu kadar girmişken sormak istiyoruz; kimi durumlarda devlet ekonomisi zayıf olduğu için çalışanlarının ücretlerinde önemli kısıtlamalara gidilebiliyor. Ücretleri kısmak devletleri ekonomik açıdan rahatladır mı?
İBN-İ HALDUN: Ücret ve aylıkları eksiltmek devletin gelirini eksiltir(51).
HAYATİ TEK: Neden? Zira eğer gerçekten böyle olsaydı, sizden yedi asır sonra çağdaş devletler bu yola başvururlar mıydı?
İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: Devlet ile hükümdar dünyanın en büyük pazarı –alışveriş yer- hükmündedir. Dünya bayındırlığının madde ve kaynağı da devlettir. Devlet ve hükümdar mal ve paraya muhtaç olur, geliri eksilir, tükenir yahut da masrafları kısmazsa, devlet hizmetinde bulunan memur, asker ve devleti koruyanların elindeki para da azalır, bunlar akrabalarına ve hizmetlerinde bulunanlara vermekte oldukları aylıkları keserler. Bu surette bunların da harcama güçleri azalmış, geçinme vasıtaları kısılmış olur(52).
HAYATİ TEK: O halde çözüm nedir?
İBN-İ HALDUN: Bu kimseler, ahalinin çoğunluğunu teşkil eden diğer sınıflardan ziyade pazarlarda alışveriş ederler. Bunun bir sebebi olarak pazarlarda durgunluk başlar. Ticaret mal ve eşyasından az kar gelir. Bu durgunluk devletin haraç kabilinden olan gelirini azaltır. Çünkü haraç ve diğer vergilerin kaynağı, yurdun bayındırlığına, alışveriş gibi muamelelere ve ahalinin kar ve fayda elde etmek üzere çalışmasına bağlıdır. Gelirlerin bu yolla azalmasının bir sonucu olarak devletin parası azaldığı için, bundan devlet zarar görür(53).
HAYATİ TEK: Bu konuyu biraz daha açmanızı rica edeceğiz…
İBN-İ HALDUN: Devlet en büyük pazar ve bütün pazarların anası, gelir ve masrafların kaynağıdır. Devletin gelir ve masrafları azaldıktan sonra o nispette pazarlarda alışverişin azalması pek tabiidir. Belki devletten ziyade pazarlar bundan müteessir olur. Üstelik para ve servet tebaa ile devlet arasında ortak olup, tebaanın elinden devlete, devletin hazinesinden tebaanın eline geçer ve bu suretle ikisinin arasında dolaşır. Devlet paraları saklarsa, tebaanın elinde para kalmaz(54).
HAYATİ TEK: Gerçekten son derece keyifli ve faydalı bir sohbet oluyor. Dilerseniz biraz da sosyal hayata dair konuşalım. Halkın huzur, sükûn ve mutluluğu gibi nasıl bir siyaset takip edilmelidir?
İBN-İ HALDUN: Beşer cinsi için, sosyal bir hayatla yaşamak zaruridir. Bir arada toplanarak sosyal bir hayat yaşayabilmek için başlarında bir yasakçı ve hâkimin bulunması gerekir. O cemiyetlerin azaları ancak ona başvururlar, bu hâkim bazen Tanrı tarafından indirilen şeriat hükümlerine dayanarak hükmeder. Bu takdirde ecir ve sevaba o şeriatı getiren Tanrı elçisi tarafından haber verilen cezalara inandıkları için, o hâkime itaat etmeleri vacip olur. Bazen de hâkim akli siyasetle, insanların akılları ile düşünerek koydukları kanunlarla hükmeder. Bu takdirde dahi, hâkimin kendi işlerini bilerek bu kanunlarla hükmettiğine kani oldukları için ona itaat etmeleri gerekir(55).
Hâkim dine dayanarak hükmettiği takdirde ahrette kurtuluş yolunu temin etmiş olduğundan, hem dünya, hem ahretleri için faydalı olur. Hâkim akli siyasetle idare ettiği takdirde yalnız dünyaları için faydalı olur. “Siyaset-i medeniye” adıyla anılan ve senin de işitmekte olduğun siyaset bu akli siyasetten başkadır(56).
HAYATİ TEK: Nasıl? Biraz detay verir misiniz?
İBN-İ HALDUN: Hâkim ve filozoflara göre “siyaset-i medeniye”, idare başında bulunanlardan büsbütün müstağni olmaları için cemiyet azalarından her birinin nefsinde ve karakterinde bulunması gereken ruhani fazilete dayanır. Azalarının her birinde bu fazilet bulunan cemiyetin toplandığı mahalli (ülkeyi), filozoflar “medinet-ül fazıla” adıyla anarlar(57).
HAYATİ TEK: Platon’un Devlet anlayışına benzer ütopik bir toplum yapısından söz ediyor gibisiniz…
İBN-İ HALDUN: Bu cemiyet; siyaset-i medeniye kanunlarına göre idare edilir, filozoflar burada siyaset tabirinden sosyologların irade ettiği “mesalih-i amme”yi kast etmezler. Filozoflar terimindeki siyaset tabiri bundan başkadır. Bunların fikrine göre böyle bir cemiyet seyrek görülür veyahut bulunması uzak bir ihtimaldir. Filozoflar bu cemiyet hakkında ancak tahmine dayanarak söz söylerler.
Akli siyasetin iki şekli vardır. Biri umumiyetle genel maslahatlar ve devletçilik bakımından devletin sağlam bir şekilde idaresini temin etmek üzere, bilhassa, sultanın menfaat işlerine göre idare usulüdür. Bu hikmet ve akla dayanan bir idare usulü olup, Farslar devletlerini bu yolda idare etmişlerdir. Yüce Tanrı İslam dini sayesinde bizi bundan müstağni kılmıştır(58).
HAYATİ TEK: Niye böyle söylediniz? Hikmet ve akla dayanan bir devlet neden kötü olsun ki?
İBN-İ HALDUN: Çünkü şeriat hüküm ve kaideleri gerek genel maslahatları ve gerek özel menfaatleri temin etmiş ve afetlerden koruma bakımından dahi devletin idaresi için gereken bütün kaide ve hükümleri içine almıştır(59).
HAYATİ TEK: Akli siyaseti iki şekilde değerlendirmiştiniz. Birincisini anlattınız. İkincisinden de bahseder misiniz?
İBN-İ HALDUN: Akli siyasetin diğer bir şekli de devlet ve hükümdarın maslahatları bakımından, kahır ve şiddetle devlet idaresini hükümdarın elinde sağlamak ve halkın menfaat ve maslahatlarını ancak ona tabi kılmak suretiyle yapılan kanunlara göre elde etmek sistemidir. Gerek Müslüman ve gerek kâfir olsun, dünyada hüküm süren bütün hükümdarlar, cemiyetleri bu sisteme göre idare ederler. Fakat İslam hükümdarları İslam şeriatına uydurarak tebaayı ve yurdu idare etmeye imkân dâhilinde çalışmaktadırlar. O halde İslam devletlerinin devlet ve tebaayı idare eden kanunları, şeriat hüküm ve kaideleri ile ahlaki edeplerden, sosyal hayatı tanzim eden kanunlardan ve şevketle asabiyeti korumak için gereken ve zaruri olan hüküm ve kaidelerden toplanmıştır(60).
HAYATİ TEK: Akli kural ve kaidelere hiç mi yer yok?
İBN-İ HALDUN: İslam hükümdarları ilk önce şeriatın hüküm ve kaidelerine ve ikinci derecede filozoflar tarafından tespit edilen ahlaki edeplere göre devletlerini ve tebaalarını idare ederler(61).
HAYATİ TEK: Anladım. Sözlerinizden yola çıkarak “devlet ve medeniyet ile yerleşik hayat arasında doğru orantı vardı” diyebilir miyiz?
İBN-İ HALDUN: Devlet şehirlerde yaşamayı icap ettirir. Bunun sebebi şudur: Uruklar, boylar ve sülaleler devlet kurduktan sonra şehir ve kasabaları ele geçirmeye mecburdurlar. Bu da iki sebepten ileri gelmektedir. Bu iki sebepten biri, devletin sükûnet ve rahatlığı icap ettirmesi ile ağırlıkları bırakmak ve göçebelik hayatında eksik olan imar ve bayındırlığı bütünlemek ihtiyaç ve mecburiyetidir. İkinci sebep ise devleti ele geçirmek üzere harekete geçmeleri beklenenlerden korunmaktır. Şehir ve kalelere sığınmalara galebe çalmak son derece zor ve zahmetlidir. Duvar arkasında savaşarak korunmak suretiyle düşmanı yaralamak ve öldürmek kolay olduğu için, az sayıda kuvvetle sayıları pek çok olan askere karşı konulabilir. Bunlar çok askere ve büyük kudret ve şevkete muhtaç olmazlar. Şevket ve asabiyetler, savaşlarda düşmana karşı koymak ve dayanmak için gereklidir. Surlarda yaşayanlar ise duvarlar sayesinde dayanabilirler, büyük asabiyete ve sayı çokluğuna muhtaç olmadan korunabilirler. Bundan dolayı, devletle çekişenlerden kaleye sığınmış olanlar, kale ve şehri ele geçirmek isteyenleri kuvvetten düşürür, onların istila kudretlerini hırpalar. Bundan ötürü, devlet kuran göçebeler, etraflarında şehir ve kaleler bulunduğu takdirde hasımlarının sığınmalarına engel olmak üzere o kale ve şehirleri ele geçirirler(62).
HAYATİ TEK: Devlet, çöl ya da bozkırda teşekkül etmişse ne olacak?
İBN-İ HALDUN: Etraflarında kale ve şehirler bulunmadığı takdirde sosyal hayatın eksiklerini tamamlamak ve ağırlıklarını yerleştirmek için yeni baştan şehir ve kaleler vücuda getirirler. Bu suretle kendi uruk ve boylarından, izzet ve şerefe onlardan yüksek bir derce kazanmak isteyenlerin ümitlerini kırarlar. Bundan, devlet kuranlar için kalelerde yerleşmenin bir zaruret olduğu anlaşılır. Ötesini her türlü noksandan münezzeh olan Tanrı bilir. Onun yardımıyla başarılar kazanılır. Ondan başka yetiştiren ve besleyen yoktur(63).
HAYATİ TEK: Devletin kudreti ile şehirlerin büyüklüğü arasında bir bağlantı var mıdır?
İBN-İ HALDUN: Büyük şehirler ve yüksek heykeller ancak büyük devletler tarafından vücuda getirilebilir. Devletler tarafından yapılan yapılar, kurumlar, bina, heykel ve başkaları onları yapan devletin kudret ve şevketiyle mütenasiptir(64).
HAYATİ TEK: Neden?
İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: Şehirler ancak işçilerin bir araya toplanması, çokluğu ve birbirine yardımlaşmaları sayesinde kurulabilir. Devlet, şehir ve heykeller vücuda getirmek üzere geniş ülkesinin etrafından işçiler toplar. Bu yapılar için gereken ağır şeyleri nakletmek üzere çok defa, kuvvet ve kudreti arttıran, ağır şeyleri kaldıran, nakleden ve geometri kaidelerine göre yapılmış olan makinelerin yardımına başvurulur. Çünkü beşer kuvveti bu gibi ağır şeyleri kaldırmaktan acizdir(65).
HAYATİ TEK: Eski çağlarda yapılmış muazzam eserler görüyoruz. Günümüzden daha geri oldukları varsayılan topluluklar bu eserleri nasıl inşa etmişlerdir?
İBN-İ HALDUN: Birçok kimse, eski kavimlerin bıraktıkları büyük eser ve büyük yapıları, mesela, Kisra’ların taklarını, Mısır’ın ehramlarını, Batı Afrika’daki kemerler üzerinde birbirine bağlanarak yapılan su kanallarını ve şarşal eserlerini gördüklerinde, o kavimlerin bunları bir araya toplanarak veyahut ayrı ayrı olarak kendi cismani kuvvetleriyle yapmış olduklarına inanmışlar ve bu eserlerin o kavimlerin gövdeleri ile mütenasip olduğu vehmini kapılarak onların vücutça iri olduğuna kani olmuşlardır(66).
HAYATİ TEK: İnsanlar neden böyle düşündüler sizce? O ihtişamlı yapılar nasıl inşa edildiler?
İBN-İ HALDUN: Bunlar geometri ilminin, ağır şeyleri kaldıran ve taşıyan (cerr-i eskal – caraskal) makinelerin yardım ve faydalarından ve geometri ilmine dayanan sanayiden gaflet ederler. Şehir ve ülkelerde dolaşan birçok kimselerin, Arap olmayan kavimlerin ilim, fen ve makinelerin yardımıyla büyük yapılar vücuda getirmiş ve ağır nesneleri taşımak hususunda ne gibi hilelere başvururmuş olduklarını gözleriyle görmeleri, bu sözlerimizin doğruluğuna tanıklık eder(67).
HAYATİ TEK: Ad binaları ve Kartaca’nın ünlü su kemerleri de bu şekilde mi inşa edildi?
İBN-İ HALDUN: Ad kavmine nispet edilen ve “Ad binaları” adını verdikleri eski kavimlerden kalma ve hâlâ da mevcut olan eserlerin çoğu ilim, geometri ve makinelerin yardımıyla vücuda getirilmiştir. Yoksa, halkın inandığı gibi, o kavimlerin vücutları bizimkinden büyük ve kuvvetleri bizimkinden fazla değildi. Kartaca şehrine su getirmek üzere, kemerlerle tutturarak egmel (mukavves, eğitimli) bir şekilde taklar üzerinde yapılan su kanal ve bentleri çağımızda dahi egmel bir şekilde mevcuttur(68).
HAYATİ TEK: Konuları o kadar detaylı ve güzel açıklıyorsunuz ki, aklımıza gelen hemen her şeyi sormak istiyoruz. Konu, bilim ve teknikten açılmışken, teknolojide ilerlemiş ülkelerin daha bayındır ve ekonomiklerinin daha güçlü olmasının sebebi nedir?
İBN-İ HALDUN: Bunun sebebi şudur: öğretim hüner ve sanat cümlesindendir ve bir meslektir. Hüner ve sanayi ancak şehirlerde gelişir ve şehir nüfusunun azlığı veya çokluğu, bayındırlığı, yerleşik ve içtimai hayatın itiyat ve icaplarının ahali arasında yayılma nispetinde gelişir ve çeşitleri de o nispette iyileşir(69).
HAYATİ TEK: Neden?
İBN-İ HALDUN: Çünkü medeni ve içtimai hayatın itiyat ve icapları, geçinme için gereken nesnelerden olmayıp, ek ve zait şeylerdendir(70).
HAYATİ TEK: İnsanlar, asgari geçimlerini sağladıktan sonra bilim ve sanatla uğraşabileceklerine göre, bunun için gerekli mali kaynak nasıl oluşacak? İnsanların refah seviyesinin yükselmesi gerekir zira?
İBN-İ HALDUN: Cemiyet fertlerinin emek ve çalışmaları, geçinmeleri için gereken miktardan fazla kazanç temin ederse, o cemiyetin azaları geçinmelerinden artan vakit ve emeklerini insana mahsus olan ilim, fen ve sanatı öğrenmeye sarf ederler(71).
HAYATİ TEK: Boş zamanın ve üretilen artık değerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda yedi asır önceden bu kadar muhteşem bir tespit ve tavsiyede bulunmanız gerçekten çok anlamlı. Peki, diyelim ki, kırsal alanda zenginleşen kişiler bilim ve sanat yapabilmek için nasıl bir yol izleyecekler?
İBN-İ HALDUN: İlim, sanat cümlesinden olup, köylerde ve medeniyetin gelişmemiş olduğu şehirlerde sanat mevcut olmadığı için bu köy ve şehirlerin ahalisi tabiatlarının sevkiyle öğrenmek istedikleri ve arzu ettikleri ilim ve sanatı kendi köy ve şehirlerinde öğrenmezler ve bundan dolayı sanayii ilerlemiş olan şehirlerden birine gidip öğrenmeye mecbur olurlar(72).
HAYATİ TEK: İnsanlar rağbet ettikçe ve mali kaynak aktarıldıkça da büyük şehirler daha da gelişiyor. Şahane bir denklem doğrusu… Peki, Bağdat, Kurtuba, Basra ve Kûfe gibi asırlarca bilim ve sanat merkezi olmuş şehirlerin zamanla gözden düşmelerini nasıl açıklıyorsunuz?
İBN-İ HALDUN: İslamiyet’in ilk çağında nüfusları çoğaldığında ve medeni seviyeleri yükseldiğinde bu şehirlerde ilim ve fenler son derece gelişmişti. Öğretim usul ve terimleri vazedilmiş ve her çeşit ilim ve fen ilerlemişti. Onlar, derin ve halli zor olan meseleler üzerinde çalışmışlar ve halletmişler, her türlü ilim ve fenni incelemişler, bu alanlarda ilk çağlarda yetişen bilginleri geçmişler ve sonradan yetişenlere üstün gelmişlerdi(73).
HAYATİ TEK: Tam da onu sormuştum? Bu şehirler neden güç kaybettiler?
İBN-İ HALDUN: Bayındırlığı azalarak ekonomik durumları alt üst olduktan sonra nüfuzları azaldı. Bunun bir sonucu olarak, gelişmiş olan medeniyet dahi bütün dalları ve ilgili olan nesneleriyle birlikte ortadan kayboldu; bu şehirlerde, ilim ve öğretim sona erdi. İlim ve fenler bu şehirlerden başkasına intikal etti; bilginler ve uzmanlar oradan çekilip gittiler(74).
HAYATİ TEK: Ekonominin bilim, teknoloji ve medeniyet üzerindeki etkisini bu kadar net bir şekilde açıklayan en eski bilgin sizsiniz sanırım. Ancak aklımıza takıldı, Kahire’nin etkinliği hep devam etti. Bunu neye bağlıyorsunuz?
İBN-İ HALDUN: Kahire’nin ilim merkezi olması, Mısır’ın binlerce yıldan beri medeniyetlerin merkezi olmasından ve medeniyetin bu ülkede muhkem olarak yerleşmesinden ileri gelmiştir. Bundan dolayı Mısır’da hüner, sanat ve ilim gelişmiş ve çeşitleri çoğalmış, bu cümleden olmak üzere, öğretim usulü de tekâmül etmiştir(75).
HAYATİ TEK: Kahire’nin bu özelliğini korumasında başkaca sebepler var mıdır?
İBN-İ HALDUN: Kahire’nin ilim, hüner ve sanat merkezi olarak kalmasında ve bu medeniyetin muhafaza olunmasında iki yüz yıldan ve Selahaddin bin Eyyub ve ondan sonraki hükümdarlar çağından beri orada (Şam ve Mısır’da) Türk devleti kurulmuş olması bir amil olmuştur(76).
HAYATİ TEK: Eyyubiler ve Kölemenlerden bahsettiğiniz açık. Ancak Türklerin yönetimindeki bu iki devletin bilim ve sanatı nasıl koruyup geliştirdiklerini biraz daha detaylı açıklayabilir misiniz?
İBN-i HALDUN: Köle ve azatlı oldukları için Türk beylerinin arkalarında bırakacakları servetlerine sultanların el uzatarak çoluk-çocuklarına bir şey bırakmayacaklarından, servet ve mülklerinin kaybolup gitmesinden korkarak bunları vakfetmeleridir. Türk beyleri bundan dolayı pek çok medrese, tekke, zaviye, han ve imaretler bina edip, bol gelirler temin eden vakıflar bağlamışlar, bu vakıflarına evlatlarının nezaret etmesini veyahut gelirlerinin bir hissesinin evlatlarına verilmesini şart ve bu suretle evlatlarının geçinmesini de temin etmişlerdir(77).
HAYATİ TEK: Tek sebebi bu mu? Türk Beylerinin bilim ve sanatı desteklemelerindeki tek sebep, evlatlarını koruma içgüdüsü müdür?
İBN-İ HALDUN: Bununla beraber, bu Türkler hayır ve hayratı seven, iş ve maksatlarında ecir ve sevap arayan insanlardır. İşte bundan dolayı Mısır’da vakıflar çoğaldı. Bu vakıfların geliri büyük ölçüdedir, faydaları büyüktür(78).
Aylık tahsisatları çok olduğu için talebe ve öğretmenler çoktur. Aynı sebepten dolayı, ilim öğrenmek üzere, Irak ve Batı Afrika’dan Mısır’a talebe gelmektedir. Vakıflar çok olduğu için Mısır’da ilim ve fenler gelişmekte, ilmin çeşmeleri kaynayıp taşmaktadır(79).
HAYATİ TEK: Son olarak İslam felsefesi ve ilahiyat hakkındaki görüşlerinizi almak istiyoruz.
İBN-İ HALDUN: İlahiyat, mutlak vücut ve varlıklardan bahseder ve ilk önce cismani olan varlıkların genel hallerini, ruhani olan varlıkların mahiyetini, vahdet, kesret, vücub imkan ve başka konuları inceler. İlahiyat bundan sonra ruhani nefis ve ruhların cisimlerden ayrıldıktan ve mebde (yani ilk önce sudur ettikleri varlıklara) döndükten sonraki hallerine geçer. İlahiyatçılar bu ilmin şerefli bir ilim olup, vücudu olduğu gibi, hakikati ile anlatıyor diye iddia ederler(80).
HAYATİ TEK: “İddia ederler” dediğinize göre bu fikre katılmıyorsunuz sanırım. Neyse, biz devam edelim…
İBN-İ HALDUN: İlahiyatçıların tertiplerine göre bu ilim tabii ilimlerin bir dalını teşkil eder. Bundan dolayı bu ilmi “averaü’t-tabia”adıyla anarlar. İlk öğretmen Aristo’nun ilahiyata dair yazdığı eserleri ellerde mevcuttur. İbn Sina, Aristo’nun bu eserlerini “Şifa”sıyla “Necat”ında kısaltarak dercetmiştir. Endülüslü filozoflardan İbn Rüşd dahi Aristo’nun eserini kısaltmıştır. Bilginler, filozofların önem verdikleri bu ilimlerle meşgul olarak eserler yazdıktan sonra Gazali, filozofların fikirlerini “Tehafet ül-Felasife: Filozofların Şaşkınlıkları” adlı eserinde reddetti. Sonradan yetişen Mütekellimin (kelam ilmi âlimleri), kelam ilmi meselelerini felsefe ilmi meseleleriyle karıştırdı(81).
HAYATİ TEK: Neden kaynaklandı bu?
İBN-i HALDUN: Bu karıştırma kelam ilmi konularının ilahiyat ilminin konularına benzemesinden ve incelemeleri sırasında felsefi meselelerle karşılaşmalarından ileri gelmiş, bunun bir sonucu olarak bu iki ilmin meseleleri tek bir ilim imiş gibi birbiriyle karışmıştır. Daha sonra filozofların tabii ve ilahi ilimleri inceledikleri vakit takip ettikleri tertipleri değiştirerek birbirine karıştırdılar, önce “umur-u-amme”den, bundan sonra cisimli varlıklardan ve bunlarla ilgili olan konulardan ve bundan sonra ruhaniyet bakımından ona tabi meselelerden bahsetmek suretiyle sonuna kadar bu ilme ait meselelerin tertibini değiştirmekle devam ettiler. Nitekim İmam Fahrettin Razi İbn Hatib “Mebahis-i Meşrikiyye”sinde bu usulü takip etti. İmamdan sonra yetişen bütün kelam ilmi bilginleri, bu hususta ona uydular. Bunun bir sonucu olarak kelam ilmi felsefe meseleleri ile karıştı, kelam kitapları felsefe meseleleriyle doldu. Bu iki ilmin kanunları ve meseleleri bir ilmin kanunlarıymış gibi birleşti. Hâlbuki bu doğru değildir(82).
HAYATİ TEK: Neden? Açıklar mısınız?
İBN-İ HALDUN: Çünkü kelam ilminin meseleleri iman akideleri olup, kaynağı şeriattır, selefler tarafından nakledildiği gibi, iman etmekten ibarettir, ancak akıl ile ispat edilebilir manasıyla iman meselelerinde akla başvurulmaz(83).
HAYATİ TEK: Neden? İman akıl dışı bir konu mu?
İBN-İ HALDUN: Çünkü şeriat bakımından şer’i işlerde akla güvenilmez. Mütekellimin akide ile ilgili meselelerde akli delillerle istidlal etmeleri, filozoflar gibi ilim ve bilgi elde etmek maksadıyla değildir, ancak dini akideleri ve seleflerin fikir ve mezheplerini teyit etmek, kuvvetlendirmek ve bidat ehlinin akli delillere dayanan fikir ve şüphelerini çürütmektir. Bu maksatla akli deliller aramaktan başka bir şey değildir(84).
Mütekellimin ancak seleflerin kabul ettiği ve inandıktan sonra akli deliller ararlar. Mütekellimin ile filozofların akli delillerle istidlalleri arasında büyük farklar bulunduğu bu açıklamamızdan anlaşılır(85).
HAYATİ TEK: Tarafımızdan tam olarak anlaşılamadı konu. Biraz daha izah eder misiniz?
İBN-İ HALDUN: Bu konu şu şekilde açıklanabilir: Şer’i ilimler ilahi olan nurlardan istifade ettiği için, şeriat sahibinin delil ve bilgisinin ihatası akla dayanan delil ve incelemeden çok geniştir; bu delil ve bilgiler, zayıf olan nazari delillerden üstün ve onları ihata etmiş olduğu için nazari deliller çerçevesi içine girmez.
Şâri (kanun koyan, şeriat koyan; burada Allah) bize ilahi ilimler ihsan etmiştir. Bizim vazifemiz bu ilahi olan bilgileri kendi idrak ve bilgilerimize tercih etmek, ancak bu ilahi bilgilere güvenmek, akli delillerle nakli deliller birbirine uymazsa aklı bir tarafa atarak emredilmiş olan hüküm ve inanın doğruluğuna inanmak ve emri doğru diye bilmektir. Bu hüküm ve insanlardan anlayamadıklarımız hakkında susmak ve Şâri’e inkıyat ederek (boyun eğerek) ona havale eylemektir(86).
HAYATİ TEK: Kelamcılar bunu bilmiyorlar mı? Madem konu bu kadar açık, neden akli deliller arayışına girsinler ki?
İBN-i HALDUN: Mütekellimini akli deliller aramaya sevk eden sebep, dinden sapanların kendilerinin akli olan bidatlerini ileri sürerek iman akidelerine itiraz etmeleridir.
Mütekellimin, onlara karşı koymak üzere itirazları cinsinden olan akli deliller aramaya muhtaç olmuşlardır. Bu akli ve nazari delillerle selefler çağındaki akideleri müdafaa etmişlerdir.
Tabii ilimlerden ve ilahiyattan sayılan meseleleri inceleyerek bunların iman akidelerine ve şeriat hükümlerine aykırı olanlarını ret ve tashih etmek kelam ilminin konularından olmadığı gibi, Mütekellimin tarafından incelenen meselelerden de değildir. Bu iki ilmi birbirinden ayırt edebilmek için sen bunları iyice anla(87).
HAYATİ TEK: Peki. Bu iki bilim dalı arasındaki farkları biraz daha somutlaştırabilir misiniz?
İBN-İ HALDUN: Bu iki ilim, gerek kurucuları, gerek konu ve meseleleri bakımından birbirinden başkadır. Bu iki ilmin birbirine karışması, deliller ileri sürülürken maksatların aynı olmasından ileri gelmiş ve aynı sebepten dolayı kelam ilmi, güya delil ve hüccetler yaratmak için telif edilmiş gibi görülmüştür. Hâlbuki kelam ilmi bilginleri olan Mütekellimin akli deliller ileri sürmeleri, yukarıda anlattığımız gibi, iman umdelerinin doğruluğu farz ve kabul edildikten sonra bidat ehlinin inan ve itirazlarını ret ve def etmek içindir.
Sonradan sofilerden olan Mütekellimin aşırı gidenleri, bir takım vecit ve hallerden bahsederek, kelam ilmi ile felsefe ilminin meselelerini tasavvufla karıştırıp bütün bu ilimleri birleştirdiler. Peygamberlik, ittihat, husul ve vahdet-i vücut meselelerini açıklarken, bu ilimleri birbiriyle karıştırmaları bu cümledendir. Hâlbuki bu üç ilim gerek konu, gerek mesele ve gerek delilleri bakımından birbirinden başkadır ve ayrı ayrı ilimlerdir(88).
HAYATİ TEK: Gerçekten son derece ilginç ve hassas bir konuya girdik. Ancak hayli uzayacağı da ortada… Bir röportajın sınırlarını da çoktan aştığımız için size çok teşekkür ediyoruz. 1300’lerde ortaya attığınız fikirlerinizle günümüzün pek çok sorununa bile ışık tuttunuz. Bir başka söyleşide görüşmek dileğiyle…
İBN-İ HALDUN KİMDİR?
(1332-1436)
Asıl adı Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî olan İbn-i Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu, 19 Mart 1406’da Kahire’de öldü.
Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi.
Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır’da çalıştı. Kuzey Afrika’nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman oldu. Mısır’da altı kez Maliki kadılığı yaptı.
Şam’ı işgal eden Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması olarak tarihe geçti.
Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi “Kitâbu’l-İber” ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü “Mukaddime”yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Başta Kâtip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devleti’nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti.
19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü.
Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: “Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi”.
Hitti’nnin “İslam’ın en büyük tarih felsefecisi” olarak gördüğü İbn-i Haldun’dan Claude Huart, Italo Pizzi, Reynold Alleyne Nicholson (Arap Edebiyatı tarihçileri), T. J. de Boer (İslam-Arap felsefecisi), William Muir, August Müller (İslam tarihçileri), Eduard Meyer, Yves Lacoste (tarihçiler), ondan övgüyle söz ederler.
A. Ferreira ve Ludwig Gumplowicz gibi sosyologlar İbn-i Haldun’u sosyolojinin habercisi ve öncüsü olarak nitelendirirler. Bazı kaynaklarda ise tarih sosyolojisinin, sosyal morfolojinin, genel sosyolojinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü olduğu ileri sürülür.
Cemil Meriç, İbn-i Haldun’u “kendi semasında tek yıldız” olarak nitelendirir.
ESERLERİ
Kitâbu’l-İber
Lubâb’ul-Muhassal
Şifâu’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil
Et-Târif bi ibn Haldun
Kaside-i Bürde şerhi
İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale
Mantığa dair bir risale (Kitab el-Mantık)
Hesap hakkında bir risale (Kitab el-Hisab)
Marakeş sultanına yazılan bir risale
Şiire dair bir risale
Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/İbn-i_Haldun
DİPNOTLAR
1) İbn-i Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1989, C.1, s. 4
2) a.g.e. s. 5
3) a.g.e. s. 5
4) a.g.e. s. 1
5) a.g.e. s. 18
6) a.g.e. s. 353
7) a.g.e. s. 353
8) a.g.e. s. 353
9) a.g.e. s. 353
10) a.g.e. s. 353
11) a.g.e. s. 354
12) a.g.e. s. 354
13) a.g.e. s. 354
14) a.g.e. s. 354
15) a.g.e. s. 355
16) a.g.e. s. 431
17) a.g.e. s. 432
18) a.g.e. s. 432
19) a.g.e. s. 432
20) a.g.e. s. 432
21) a.g.e. s. 433
22) a.g.e. s. 434
23) a.g.e. s. 434
24) a.g.e. s. 435
25) a.g.e. s. 435
26) a.g.e. s. 436
27) a.g.e. s. 510
28) a.g.e. s. 512
29) İbn-i Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1989, C.2, s. 63)
30) a.g.e. s. 63
31) a.g.e. s. 63
32) a.g.e. s. 63
34) a.g.e. s. 64
34) a.g.e. s. 64
35) a.g.e. s. 64
36) a.g.e. s. 64
37) a.g.e. s. 64
38) a.g.e. s. 65
39) a.g.e. s. 65
40) a.g.e. s. 66
41) a.g.e. s. 66
42) a.g.e. s. 67
43) a.g.e. s. 67
44) a.g.e. s. 67
45) a.g.e. s. 68
46) a.g.e. s. 69
47) a.g.e. s. 69
48) a.g.e. s. 70
49) a.g.e. s. 70
50) a.g.e. s. 71
61) a.g.e. s. 74
52) a.g.e. s. 75
53) a.g.e. s. 75
54) a.g.e. s. 75
55) a.g.e. s. 118
56) a.g.e. s. 118
57) a.g.e. s. 118
58) a.g.e. s. 118
59) a.g.e. s. 119
60) a.g.e. s. 119
61) a.g.e. s. 119
62) a.g.e. s. 226
63) a.g.e. s. 227
64) a.g.e. s. 227
65) a.g.e. s. 228
66) a.g.e. s. 228
67) a.g.e. s. 228
68) a.g.e. s. 227- 229
69) a.g.e. s. 452
70) a.g.e. s. 452
71) a.g.e. s. 453
72) a.g.e. s. 453
73) a.g.e. s. 453
74) a.g.e. s. 453
60) a.g.e. s. 454
76) a.g.e. s. 454
77) a.g.e. s. 454
78) a.g.e. s. 454
79) a.g.e. s. 455
80) a.g.e. s. 605
81) a.g.e. s. 605
82) a.g.e. s. 606
83) a.g.e. s. 606
84) a.g.e. s. 606
85) a.g.e. s. 607
86) a.g.e. s. 607
87) a.g.e. s. 698
88) a.g.e. s. 698