HAYATİ TEK –
Başarılı çalışmalarıyla iftihar ettiğimiz Tufan Gündüz Hocamızın “Tarih Bizi Çağırıyor” kitabı, slogan haline geldi son yirmi dört saat içinde…
Üç çeyrek asırdır İsrail zulmü altında inleyen Kudüs’te hayatta kalma mücadelesi veren bir Filistinlinin videosu eşliğinde yapılıyor bu çağrı.
O Filistinli diyor ki:
“Osmanlı’nın çekildiği 1917 yılından beri huzur yüzü görmedi Mescid-i Aksa.”
Ardından ekliyor:
“Yine mehter marşıyla gelin bu topraklara.”
Sadece Filistin’de değil, çekildiğimiz tüm coğrafyalarda acı çekenlerin feryadıdır bu.
“Tarih bizi çağırıyor.” da, çağrıldığımız yerlere gidecek takatimiz kaldı mı?
Öyle çok hırpaladık ki birbirimizi…
Sevgisizlik illeti, sülük gibi emdi takatimizi…
Hem de yıllarca.
Öyle çok hırpalıyoruz ki birbirimizi…
Ötekileştirme, suçlama ve süfli ifadeler asit yağmuru misali üzerimize yağıyor.
Bu zulüm yağmurundan sonra, Mevlana’nın sözünü ettiği o “gökkuşağı” çıkar mı dersiniz?
Çıkar elbet…
Umutsuzluk Müslümana haramdır.
Lakin yağmur sonrasında bir güneş gibi doğacak hazırlıklar yapmalıyız ilkin.
Peki, biz ne yapıyoruz?
Hamaset ikliminden başka hiçbir yerde hükmü geçmeyen pratik zekâlı hazırcevapların hüküm sürdüğü siyasetimiz, maalesef “çözüm” yerine “mesele” üretiyor.
Grup toplantılarından “huzur” yerine “hır” çıkıyor.
Nefsin emrine giren dillerin açtığı yaralar, kılıç yarasına rahmet okutuyor.
Konfor, şan, şöhret ve bunları kazanmaya hizmet eden “güçlü olma” hevesi, akıl ve vicdanın üzerine çöreklenmiş durumda…
“Yaşa! Var ol!” yahut “Kahrol!” nidaları; adalet, merhamet ve muhabbet iklimine hayat hakkı tanımıyor.
Üzerimize, asit yağmurları misali sevgisizlik yağıyor…
Bu nedenle…
Bırakın çağırıldığımız yerlere yetişmeyi, ayağa kalkmakta zorlanıyoruz.
Cihan devleti değiliz ki yetişelim.
Cihan devleti değiliz ki cihana adalet ve merhamet aşısı vuralım.
Cihan devleti değiliz ki bir sözümüzle zalimin zulmüne son verelim.
Evet, yüz yıl öncesinden çok daha güçlü silahlara sahibiz.
Evet, yüz yıl öncesinden çok daha dolu hazinemiz.
Ancak bir şey eksik…
Hem de mühim bir şey…
“Yaşamamızı” mümkün kılan irademizi, “büyüme” için kullanamıyoruz.
“Küçük olsun benim olsun.” felsefesini, devlet yönetimi dâhil her alanda şiar edinmiş durumdayız.
Oysa ne diyordu Atsız?
“Bir millet için büyümekten korkmak kadar ölümcül düşünce olamaz.” (Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, s. 22)
“Büyüklük ülküsü, büyük fedakârlıklar ülküsü demektir. Korkaklarla aşağılıklar büyüklükten korkar, daima küçük kalmak isterler.” (Türk Ülküsü, s. 25)
“Milletleri yükselten şey millî mefkûrelerdir.” (Türk Ülküsü, s. 132)
Mefkûresi konfor olanın neresinin büyüyeceği izahtan varestedir.
Evet…
İşin gerçeği şu:
Mefkûresiz bir millet halindeyiz.
Aziz milletimizi oluşturan her ideolojik kesimin, her cemaatin, her cemiyetin kendine has “mefkûre görünümlü çıkarları” var…
Bunu ben değil, bizzat sözcüleri söylüyor, yapıp ettikleri gösteriyor.
Milletimizi topyekûn kuşatacak bir mefkûreden mahrumuz.
Birbirimizi ötekileştirerek, sevgisizliği yayarak başaramayız bunu.
Yüz yıl önce milletimizin hazinesi boş, ancak yüreği doluydu.
Yüz yıl önce milletimizin bileği yorgun, ancak umudu kaviydi.
Çünkü o yürekte, “Misak-ı Milli’yi kurmak ve düşmanı yurttan kovmak” gibi ortak bir mefkûrenin nabzı atıyordu.
Milli Mücadele saflarında atan o nabzın kaynakları, tarihimizi bilenlerce ve onunla iftihar edenlerce malumdur.
Bilmeyenler, bir zahmet okumalı, araştırmalı; hiç değilse Anadolu’daki bin yıllık varlığımızın ruh kökünü anlamaya gayret sarf etmeli.
Fakat…
Biz hâlâ “birbirimizi yeme” peşindeyiz.
Biz hâlâ birbirimize “laf sokarak”, birbirimizi sanal dünyanın mezarlıklarına gömerek rahatlama peşindeyiz.
Meğer ne çok “karga” varmış etrafımızda, kendini “çift başlık Selçuklu kartalı” sanan.
Meğer ne çok Deve Kuşu varmış etrafımızda, Zümrüdüanka taklidi yapan.
Başını gömdüğü kumu, yeniden doğacağı küller sanan.